Bu Blogda Ara

10 Nisan 2022 Pazar

SUÇLULAR GÜÇLÜ OLUNCA, MÜLKTE HAKİKATİ ARAMAK BOŞA!

 “Adalet Mülkün temelidir…”Malik olmak ile adalet arasında doğrudan bir ilişki var ve bu ilişki doğru orantılı bir ilişkidir. Malik değilseniz adil olamazsınız. Eğer malik olduğunuzu söylüyorsanız, bu sizin bulunduğunuz ortama yansıyan adaletinizle ortaya çıkar. Maliki olduğunuzu iddia ettiğiniz yerde yaşamsal devamlılığı sağlayan imkânların dağıtılmasında, gözle görülen bir dengesizlik varsa, yönetim orada malik değil demektir.

Mülk denildiği zaman, bizim toplumda sahip olunan mal ve imkânlar anlaşılır. Oysa Mülk doğrudan yönetebilme ve yönetim altında bulunan insanlara yansıyacak uygulamaların herkesi kuşatacak nitelikte olmasıdır. Kuşatıcılığı olmayan bir yönetimin yönetme anlayışının temeli adaletten uzak demektir. "Mülk" kelimesi Arapça bir kelimedir ve "devlet, ülke, iktidar, düzen, egemenlik, saltanat" anlamlarına gelir. Mülk kelimesi ile adaleti birlikte değerlendirdiğimiz zaman zaten sözün anlatmak istediği de ortaya çıkar.

Hz. Ömer’in böyle bir sözü ifade etmesi, onun bu söze bağlı nasıl bir yönetici olduğunu da gösteriyor zaten. Herkesin dilinde Hz. Ömer’in adaleti diye söylenen bu ifade yanlış kullanılmaktadır. Ömer’in adaleti Mahmut’un adaleti yoktur. Adalet Yaratıcının en çok üzerinde durduğu bir konudur. Ömer bu konunun ehemmiyetini ve önemini doğru anlayan ve o alanda çok çaba sarf eden bir insan olduğu için, Ömer ön plana çıkmıştır. Ömer sadece Yaratıcının, “Allah adildir ve adil olanları sever. Buyruğunu doğru anlayarak yaşayan bir Müslümandır. Onun için kendisinden uzak kalmış yaşlı bir kadınla karşılaştığı zaman, kadının sitemlerini dinledikten sonra, torunlarına yemek yapması için bir torba unu kendisi sırtına alıp güç bela ter içinde onu kadına getirmiştir. Çünkü Ömer bir yöneticinin sorumluluğunu çok iyi idrak eden birisi olmasaydı, bu eylemi yapması düşünülemezdi. Yani adalet, yönetimin malik olmanın devlet olmanın, iktidarda bulunmanın olmazsa olmaz temel koşuludur. Bu adaleti ihya edemeyen bir yönetim bulunduğu ortamda acı gözyaşı zulüm ve acılar bırakır ancak…

Hz. Ali der ki, ”Devletin dini adalettir, adaleti olmayan devlet dinsiz devlettir. Bu kadar hassas olan bir konuda, Müslümanların yaşam alanlarına bakın herkes Şeriat olsun diye, kendi kendilerine bir hayal içinde yaşıyor. Adaletin hayata hükmetmediği bir ortama, şeriat nasıl gelir sanıyorum bunu anlayan vardır. Şeriat Hukuktur. Hukuk herkesin hakkını korumak ve tüm canlılara inançlarına bakılmaksızın, can, mal nesil ve gelecek güvenliğini sağlamak zorundadır. Bunları yapamayan bir hukuk sistemini istemenin anlamı nedir. Şeriat diyenlerin büyük bir çoğunluğunun kafasındaki hezeyan, kendisi her şeyin en alasına sahip olmalıdır, şayet kendisinin bu isteklerinin gerçekleşmesine engel olan varsa onların da kafasının kesilmesi gerekir. Böylesi bir bilinçaltı karanlıklarının yoğun yaşandığı bir topluluğa şeriat diye bir aracı teslim ederseniz, ancak yeryüzünü ifsat ederler. Devletlerin bu günkü ortamları ve uygulamaları dikkate alındığı zaman şeriata en uygun yönetim anlayışları, bizlerin gâvur dediği toplumların yönetimleridir. Buralarda Yönetimler, hukukla insanların yaşamlarını düzenlerken belli bir gruba sınıfa ayrıcalık tanımıyorlar. Kurallar herkesi kapsar ve kurallara karşı lakaytlık, herkese yaptırımı getirir. Yani paranız malınız, bulunduğunuz makam size ayrıcalık tanımıyor hukuk karşısında… Hatta bunu daha iyi izah etmek için kendi oluşturdukları yönetim şeklinin önemli bir özelliğini de, ”Yöneticiler, demokrasilerde yargı yönünden denetime açıktır. Diyerek hukukun objektifliğini ve kişiler üstü bir değer olduğunu anlatmaktadırlar. Batı bu anlamda, Adalet mülkün temelidir ”bizim değerimize bizden daha çok sahip çıktıklarından dolayı, bu değere bizden çok onların sahip olma hakkı vardır.

Müslümanların yaşadığı toplumlarda hukuk, hâkimlerin cüzdanı ile vicdanı arasına sıkıştığı için, hangisi daha baskınsa ona göre sonuç tecelli ediyor. Bu da mülkün temelinde adaletin olmadığını gösteriyor. Peki, soruyorum, adaletin varlığından rahatsız olanlar, şeriat isteklerinde ne kadar samimi olabilirler. Çünkü Şeriat, adalet toplumundan başka bir yaşam değildir. Dolayısıyla şeriat, belli bir dinin kurallarının topluma dayatılarak onlara istibdat yönetimini reva görmek değildir. Şeriat, meşru olan ve şer taşımayan, şer’i dediğimiz, yani adalete uygun diyebileceğimiz bir anlayışın iktidar olması demektir. Şeriat gelecek zulüm bitecek diye slogan atanlar aslında kendileri için imkânların artması ve şartların iyileşmesini anlatırken, bunlara bu imkânları vermek istemeyenleri de imha etmek olarak karşılık buluyor. Böyle denmemiş olması böyle bir bilinçaltı olmadığı anlamına gelmiyor.

Adalet, yönetimin devletin iktidarın temelidir. Adaleti imha edenler, kendi yönetim güçlerini kaybedenlerdir. Yönetim güçlerini kaybedenler, toplumsal yaşamın sürekliliğini sağlayan birleştirici güçleri koruyamazlar. Bu görevlerini yerine getirmeyen devlet, iktidar, vs. toplumsal yaşamda kaçınılmaz olarak karanlıkların genişleyerek yayılmasına neden olur. Devletler, insanların ferdi ibadetlerini nasıl yapacağını, ne zaman yapacağını anlatan ve belli kurallara sıkıştırarak o kurallara uygun ibadet şekilleri oluşturma gibi boş uğraşlardan çıkması gerekir. Bunlarla uğraşan bir devlet, kendisi için olmazsa olmaz olan “Adalet Mülkün Temelidir ”sözünü hayatın dışına atar. İnsanların ibadetleriyle uğraşarak onlara yaptığı acımasız zulümleri göstermek istemez. Halkta yöneticilerin asıl vazifeleri bu olduğuna inanır, ona karşı en adil bir yönetim anlayışının kökleşmesini isteyenlere karşı savaşmayı bile göze alırlar. Müslümanların Tarihinde Devletin temelinden adaletin uzaklaşması, Hz Osman dönemiyle başladı. Çünkü Osman insanların ehliyetine bakmaksızın yakın akrabalarını hep devletin kademelerine soktu ve insanlara inanılmaz düzeyde hırçınlaşacak ve isyan edecek ortamlar oluşturdu. Ondan sonra gelen Müslümanlar Hz. Osman’ı anlatırken hep onun halim selim uysal yumuşak başlı biri olduğunu anlatır ve onun namazlarını infakını öne çıkarır. Ama kimse onun devlet yönetiminde Adaleti mülkün temelinden çıkardığından dolayı o acı sahneleri yaşadığını anlatmak istemez. Ondan dolayı da bizler duygusal bağlarla bağlı olduklarımızın yanlış yapma ihtimalini hiç düşünmeyiz. Onun için de Hukukun karşılığının olmadığı hakların gasp edildiği ortamları yaşamak en doğal süreç olur.

Müslümanlar, yönetici belirlerken yöneticinin en çok adaletli olup olmadığına bakmalı, ehliyetli mi bu işe, merhametli mi? Kibir ve gururdan uzak mı, menfaatlerini devletin menfaatlerinden önde görür mü? Gibi temel kriterlere göre seçici olması gerekir. Ancak bizim gibi toplumlar, namaz kılıyor mu oruç tutuyor mu, içki içiyor mu, ailesi nasıl tesettürlü mü? Çok sonra aranması gereken özellikleri öne çıkarıp, devleti adaletten ayırırlar. Dolayısıyla mülkün temelinde adalet olmayınca o mülk kimine kelek yediriyor kimine kavun… Ondan dolayı da zulmün pençesinden bir türlü kurtulamazlar.

Devlet yönetimi için adalet dışında bir şey aramak, insanların kendi kendilerini zillet içinde yaşatmaları olur. Zillet içinde olan toplumlar, başlarındaki yöneticilerini asla sorgulayamazlar. Onun her eylemini bir hüner sanırlar. Oysa Emir-el Mümin’in Ömer, mescitte kadınlar tarafından sorgulanıyor eleştirilere uğruyor. Hatta Ebu zer Ömer’e der ki, Ey Ömer adaletten uzaklaşır kendi kafana göre devleti yönetmeye çalışırsan Vallahi seni şu kılımla düzeltirim. Yani Ömer Müslüman dindar olduğu için, Mülkün temelini oluşturan adaletten uzaklaşma hakkına sahip değildir. Ömer, bu söz karşısında Rabbim sana şükürler olsun ki, ben yanlış yaptığımda beni uyandıracak kulların var diyerek secdeye kapanır. Ömer, yanlışı olduğunda düzeltecek halktan insanlar var diye secdeye kapanır ve rabbine şükreder. Biz Ömer’i secde ettiği için değerli olarak adlandırmadık. Ömer hakkın şahitliğine önem verdiği ve adaleti uyguladığı için onu baş tacı yaptık. Adalet böyle olursa Mülkün temelidir diyebiliriz. Yoksa adaletsiz bir yaşam için duygusal konuşmalar arasında insanları galeyana getirmek için, adalet mülkün temelidir şeklinde günde beş yüz cümle kursak ne değişir hayatımızda… Kocaman hiç…

Adalet mülkün temelidir. Devlet, adaleti uygulamakla insanlar arasında kardeşlik mutluluk huzur ve barışı sağlar. Bunu yapabilmesi için, devletin denetleme ve kontrol mekanizmasını aktif çalıştırması şarttır. Aktif denetleme yapamayan ve yaşamın her noktasında keyfi uygulamaların oluşuna göz yuman devlet, mülkü devam ettiremediği gibi adaleti de tesis edemez. Özellikle son dönemde ülkemizin yaşadığı büyük travmaları göz önüne aldığımız zaman, mülkün nasıl korunmaz hale geldiğini ve keyfi oluşumların toplumsal yaşamı imha edici faaliyetlere giriştiğini göreceğiz. Eğer bir yönetim, insanların yaşamını doğrudan etkileyen olumsuz eylemleri, topluma yönelik bilinçli saldırgan zararlı eylemler olarak değerlendirip, bu eylemleri yapanları cezalandırmazsa toplumsal kargaşa kaçınılmaz olur. Ormanı yakanlara verilen ceza ile insanlığın yaşamını devam ettirecek gıdaları toplumdan gizleyerek yok etmek için onları çürütüp çöp olarak dökenleri de aynı ceza ile cezalandırmak şarttır. Çünkü her iki eylemde doğrudan toplumsal yaşama yönelik bir saldırıdır. Bunlar terör kapsamında ele alınması gerekir. Devlet bunu yapmıyor ve bunlara gerekli cezayı uygulamıyorsa, bunların yaptığı her zararın ortağı olarak görülür. Çünkü devlet mülkü devam ettirmek için bunlara asla fırsat vermemesi gerekir. Toplumsal yaşamı olumsuz etkileyecek ve toplumda sorunlara yol açacak hiçbir eylem kişisel olarak görülemez ve yaptırımsız bırakılamaz. Devletin adaleti tesis etme gibi bir sorumluluğu vardır. Bunun için mutlaka devlet yaptırımlar uygulamak zorundadır. Adı, kimliği statüsü, toplumsal tabası inancı ideolojisi, yönetime yakınlığı ne olursa olsun olumsuzlukları yaygınlaştıran herkese hukuk gerekli yaptırımı yapmak zorundadır. Göz ardı etmek ve maddi cezalar vererek caydırıcı olmayan denetimlerle bunları toplum içine salmak, devletin acziyeti olur. Dolayısıyla bunlardan kaynaklanan olumsuzlukların faturasını, halkın devlete yüklemesi ve hesabı ona sorması kadar doğal başka bir şey olamaz.

Devletin görev tanımı doğru yapılmaz ve bu alanda gerekli uygulamalar olmazsa, devletin yönetiminde bulunan yöneticiler her geçen gün devleti zayıflatır ve devleti rotasından çıkarır. Daha sonra, devlet farklı düşüncede olan halkın desteğini alarak devlet gücüne sırtını dayayarak toplumsal ayrıcalıklı bir yaşam oluşturmak için, devlet kurumlarına gelmek isterler. Oysa devlet yönetimine gelenler devletle birlikte hayat standartlarını yükseltiyor ve olağanüstü imkânlara kavuşuyorlar, toplumda büyük bir kesim inim inim inliyorsa, yönetime gelenler, halk için geldiklerini ve onlar için çalıştıklarını söyleyerek insanları aldatmaya çalışmasınlar. Halka yansımayan iyilikler, devlet eliyle ballandırılarak anlatılıyor ve kâğıt üzerinde mutluluk reçetelerinin formülleri dağıtılıyor ama halk acıdan kıvranıyorsa, orada Mülkün temelinde asla adalet yok demektir.

Adaletsiz yönetimlerin adaletle bertaraf edilmesi bir insanlık görevidir. J Locke der ki, ”Eğer bir yönetim insanları mutlu edemiyor, paylaşımda adaletsizlik yapıyor, acı ve gözyaşı ile insanlara her gün yaşamı zehir ediyor ve insanlar gelecekten endişe ediyor, her gün akşam paranoyak nöbetleri yaşayarak yatağa giriyor ve sabah kalkarken, tedirgin ve kendine güvensiz uyanıyorsa, böyle toplumları yöneten devletleri korumaya değmez, elinizi çekin batsın gitsin” der.

Devlet, yönetimi altındaki insanların yaşamını kolaylaştırmak ve imkânların, insanlar arasında adil paylaşımını taksim etmek için vardır. Ancak günümüzde devletlerin büyük çoğunluğu özellikle gelişmemiş toplumlarda devlet, Ayrıcalıklı bir sınıf yaratmak ve o sınıfın devlet gücünü arkasına alarak kendi menfaatleri için toplumu imha eylemlerine meşru zeminler oluşturmaya yarayan kanuna dayanan bir canavar olup çıkmıştır. Çünkü kendisi imha eder ama adı kanunidir. Aynısını bir başkası yapınca adı terörizm olur. Demek ki günümüzde devlet, adalet üzerine oturmadığı zaman teröristlerin en büyüğü ve kanunlarla terör eylemlerini meşru temellere oturtmaya çalışan bir canavara dönüşebiliyor… Onun için diyorum ki,” Adalet mülkün temelidir. Adaletten yoksun bir yönetim, Malik-ül Mülkün yeryüzünde görmek istemediği bir oluşumun adıdır. Mülkün sahibinin arzında özlediğimiz adil bir yönetime kavuşmak ve huzurlu bir yaşamın kollarında nefesimizi sonlandırmak dileğiyle rabbim yarınlarımızı aydınlık eylesin bizleri bizlere bırakmasın içimizdeki aşırılıklarımızı ve hırsı bizden alsın ki bir kul olduğumuzu hatırlayalım…

Selam sevgi yaygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/ 10.04.2022/01.20



8 Nisan 2022 Cuma

KUTSAL TENLER SERMAYEYE DÖNÜŞÜRSE AİLE YOK OLUR!

 Her gün Muhafazakâr ortamlarda aile dağılıyor, ne oluyoruz gibi tedirgin edici sorularla karşılaşıyoruz. Bu sorunların olduğu ve her gün artarak devam ettiği muhakkak… Yalnız ben bu muhafazakâr kesimlerin tedirginliklerini anlamakta zorlanıyorum. Bu sürece toplumu taşıyan unsurlar neler, kimler bu işte en önemli rolü oynadılar, toplum bu hale hazırlıklı hale nasıl getirildi, insanların böyle bir tercihe yönelmelerinde hangi saikler etkili oldu, küresel entegrasyon diye insanları bu hale yıllardır hazırlayanlar kimler, Tek devlet tek vatan gibi kavramlar neden hiç sorgulanmadı vs. gibi etkenler bu kesime hiç yabancı değil, bunlar olurken alkışlayan da bunlar, bu gün ortalığa çıkıp bağıranlar da bunlar, sahiden siz ne olduğunuzu anladığınız gün bu sorunların hiçbiri olmayacak…

Hoca Nasrettin’e demişler ki, mahallende fuhuş var, ben kendi evimi bilirim demiş, kendi evinde var dediklerinde ise, ben kendimi bilirim demiş, geldiğimiz nokta şu an bu olmasına rağmen, konuşmaların ve vaazı nasihatlerin haddi hesabı yok… Ancak toplumsal çöküş, freni patlamış bir araç gibi nereye gittiği belli olmayan bir hızla dibe doğru çakılıyor…

Yıllar öncesini hatırlıyorum ülkenin birinci ağzından söylenen şu söz, maddi göstergelerimiz iyi oldu düzeldi ama kültürel ve manevi alanda ciddi boşluklar oluştu, bundan sonra, o alana yöneleceğiz dediği günde doğan çocuklar, on yaşına geldi, âmâ doğduğuna neredeyse pişman olmuş bir ortama geldi. Bu binalar Gökdelenler ne zaman yapıldı, İstanbul’un doğal yapısı bozuldu biz İstanbul’a ihanet ettik dediği gün alkışlar yeri göğü inletti. TOKİ’nin,1+1,1+0,sütüdyo daireler yaparak aileyi parçalamaya başladığı günler 20 seneye dayandı. Aile Bakanlığı diye Ailenin temeliyle oynayan Bakanlığın, Kadının beyanı esastır şahide gerek yok, aile bakanlığımız kadınlarımıza pozitif ayrıcalık uygulayacaktır dediği günlerin üzerinden 12 Yıl geçti. Kârı koca resmen ayrıldıklarında kadının yanında kalan çocukları için set yardımları adı altında kadınlara, aile birliğinin dağıtılması için arkası düşünülmeden verilen primler, ailenin üzerine bomba gibi düştü. Ancak resmi olarak ayrılmamış ama çocukları ile birlikte yaşayan kadınlar bu haklardan mahrum bırakılarak, resmen ayrılmanın dolaylı olarak teşvik edildiği kurumun adı aile Bakanlığı… Çocuklarına anne olan kadınların insan muamelesi görmediği, ancak çalışan kadınlara teşvik olarak desteklerin yapıldığı, kadının en büyük sorumluluğu olan anneliğin ayaklar altına alındığı günler çok gerilerde kalsa da, faturasını bugün öderken neden rahatsızlıklar olur ki anlamış değilim(!)

Bu çalışmaların hepsi öylesine olmadığı ve belli bir plan ve program içinde, ailenin değişimine dönük çabalar olduğunu ben anlamayacak kadar beyin özürlü değilim. Toplumsal değişmenin en önemli unsuru, değişimi zor ve köklü olan bu kurumun yapısı değiştiği zaman, diğer kurumların bu değişimden etkilenerek değişimin hız kazanacağı muhakkak. İşte bunu bilen ve Toplum mühendisliğine soyunmuş olanlar toplumu avutarak, bunu çok iyi becerdiler. Bunların hepsi alenen yapılırken vardır bunda bir keramet diye bakıldı, ancak geldiğimiz noktada fatura çok kabarık çıktı; hatta sonraki nesiller bu faturayı asla ödeyemeyeceği görününce bağırtılar başladı. Ben bu bağırmaların ve yakınmaların gerçekçi olduğuna inancım yoktur kimse kusura bakmasın…

Gökdelenler yapıldığı zaman herkes gelişmişlik sandı, insanlar arasındaki dayanışma kardeşlik komşuluk imha olduğunda ve aynı apartmanda oturup kimsenin karşı komşusunun durumundan haberi olmadığı zaman bunu medenileşmek olarak anladı. Çünkü her yapılanma biçimi kendi kültür kodlarını oluşturur ve kültür ona göre biçimlenir. Bundan 8 ay önce Başkent Ankara’da canlı tanık olduğum bir olayı sizinle paylaşayım. Ankara Keçiören’de bir arkadaşın evinde misafirim, sanıyorum misafirliğimin ikinci günüydü. Sabah erkenden kalktım dışarı çıkarken kapı önünde itfaiye ekipleri Polis arabaları özel giyimli apartmana girdiler, ben biraz meraklıyım hemen bekledim ve oradaki Polis Memuruna sordum ne olmuş burada, bu kadar insan neden birikmiş, cenaze mi var yoksa bir baskın mı oldu dediğimde, hayır, yalnız yaşayan biri vefat etmiş dedi. Şimdi mi oldu dedim, hayır bilmiyoruz diye cevap aldım. Evde kalan arkadaşları aradım sizin binada bir cenaze var nedir bir öğrenin dediğimde, akşama kadar konuyu tam anlamıyla öğrenen olmadı ve kimin vefat ettiği de bilinmiyordu. Akşam döndüğümde, Belediyenin büyük arabaları evin tüm eşyalarını çıkarmışlar apartmanda ilaçlama yapmışlar yorgun ve bitap düşerek kaldırıma en az 15-20 kişi oturmuştu. Acaba Corona salgını mı var apartmanda diye düşünürken, sonucu öğrenmek istedim ve yaklaştım, onların başında duran kişiye ne olduğunu sordum. En az iki ay önce apartmanda yalnız yaşayan 50’li yaşlarda bir kadının öldüğünü, âmâ pencereler açık olduğu için kargaların kadının cesedini yiyerek sadece iskeleti kaldığını, uzun süre kendisine ulaşamayanların sorgulamasıyla olayın anlaşıldığını söylediler. Oysa 4. Katta oturan bu hanım fendinin komşusu ile kapı mesafesi, en fazla 1,5 metreydi, ama iki ay ceset tükenene kadar kimsenin haberi olmamış, zaten ben gittiğimde de hiçbir koku yoktu yoksa hissederdim. İşte İnsanlarımız bu kadar birbirinden uzaklaştı, bunun sebebinin ne olduğunu çok ararız, ama kendi beyin değişimimizde olduğunu asla düşünmeyiz. Zihin yapımız değiştikçe, eylemlerimiz, ilişki biçimlerimiz, olumsal algı dünyamız değişti ve herkes kendi gettosunda varlığını sürdürür oldu sonuç ortada…Tam18 yıl önce Kadıköy’de bir eğitim öğretim kurumunda yöneticilik yapıyordum… Muhafazakâr bir ailenin Yasin isminde bir çocuğu öğrencimizdi. Aile ekonomik olarak çökmüş, Maltepe’nin üst kısımlarında bir gecekonduda oturuyorlardı. Çocuk zengin aile çocukları arasında okuyordu ve şartları onlara uymadığı için psikolojik bunalıma girmiş, sürekli uyuşturucuların ortamına gidiyor, ailesine baskı yapıyor ve kimseyi dinlemiyor ben de onlar gibi yaşamak istiyorum, bizim onlardan neyimiz eksik diyerek, anne ve babasını Lüks bölgelere göçmeye zorluyor, onlar da zavallı duruma düşmüşler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Benden yardım istediler ben evime gitmedim çocuklarım küçüktü onu o sokaklardan alıp kaç defa şaka ciddiyet arasında tokatladım ama beni çok seviyordu, onun için dediklerimi dikkate alıyordu, gariban annesi yalvarıyordu hocam ne olur bize yardım edin diye… Onu çözüme kavuşturmamıştım ki, Bir Hanım efendi, Tepe Ören'de çok önemli zengin bir kolejin, en başarılı öğrencisi oğlunu aldı ve geldi, Pendik’te oturuyorlardı. O gençleri hayata katmak için nasıl üstümüze gelen dalgalarla mücadele ettiğimizi ben biliyorum. Ancak geldiğimiz nokta itibarıyla bu dalgalar herkesi kuşattı kim ben bu dalgaların dışındayım diyorsa kendim de dâhil inanmıyorum… Çünkü yaşarken bize ne olduysa oldu ve yeni yaşamımızın kültürünü oluşturduk, şimdi onunla boğuşurken bu da nereden çıktı diyoruz. Bir yerden çıkmadı, ”Başımıza gelenler kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzündendir.”

Her ortamda dağılmış aileler ve onların geride kalan çocukları ile karşılaşıyoruz. Yakın günlerde takriben 15 gün öncesi, Sosyal medyada küçük çocuğunun beşiğini, çocuğuna süt almak için satılığa çıkarmış bir annenin paylaşımını gördük. Eşime hemen yazmasını ve bilgilerini almasını söyledim. Eşim bilgi ve telefonunu aldı, biraz rahatsızdım ve acayip bir fırtına vardı o gün bir arkadaşı aldım tam akşam ezanı okunmaya yakın o adresi bulmaya gittik. Acil ihtiyaçlarını temin ettik eve gittik ve bulduk. Pencereden görünüyor, 16 yaşlarında bir erkek çocuk, kucağında bir yaşında var yok, küçük bir bebek onu avutmaya çalışıyor, kapıyı açtı eve girdim kadın yok evde, gelinceye kadar durumu öğrenmeye çalıştım. Ablası 20 yaşında yetiştirme yurdunda büyümüş, anne baba ayrı, çocuklar dedelerinin yanında büyümüşler ve bu yaşa gelmişler. Kız biriyle kaçarak evlenmiş, maalesef Corona illeti 22 yaşındaki eşini onlardan ayırmış ve genç delikanlı vefat etmiş. Şimdi o iki küçük yürek bir de küçük sabileriyle birlikte hayat sürüyorlar. Evlerinin içi insaf sahipleri tarafından görmeye değer. Ben iki gün kendime gelemedim.4 Yıl önce kurduğumuz ve benimde yönetiminde olduğum dernekteki arkadaşları aradım, sağ olsunlar acil yardımı yapıldı, aylık karınca kararınca bir aylık bağlandı. Kendimi vicdanen onların o sorunlarına küçükte olsa yardımcı olmayı rabbim nasip ettiği için rahatladım. Ancak her durumda bu tarz bir çok insan tarafından arandığım için imkanım olmadığından ciddi bir travma yaşıyorum. Oysa insanlar Yüksek binalarıyla yarış halindeler, ondan sonra aile neden bu durumda diye köşelerinden konuşuyorlar; ayıptır yazıktır günahtır. Hesap var kendimize gelelim…

Verdiğim örnekler canlı olarak yaşadıklarım olduğu için veriyorum. Evet, aile hakikaten yerlerde sürünüyor. On tane aile büyüğüyle konuşunuz, hepsinin çocuklar hakkında söyledikleri birbirinin aynısı. Farklı şeyler duymaya hasret kaldım. Aile danışmanı olarak para kazanmayı düşünüyordum ancak insanların bu içler acısı yaşamlarına şahit olunca, cebimde olanları da onlarla paylaşayım da acıları biraz olsun hafiflesin demeye başladım. Aile geri dönüşü olmayan bir yolda, tek taraflı çok hızlı bir yol gidiyor. Bu yolun oluşumunda yukarıda saydığım ve daha anlatmadığım çokça faktör etkili olmuştur. Bu faktörleri oluşturan ana değişkeni bulmadığınızda ya da onu görmek istemediğinizde yan değişkenlerle hiçbir sorunun kaynağına inemeyeceğiniz gibi çözümü de bulamazsınız. Bir Devlet politikası olarak 1+1 tarzı evlerin nerelerde yapıldığına bir bakın Allah aşkına, neden ve niçin yapıldı. Fakir insanları ev sahibi yapmak gibi bir manipülasyonla insanların algıları yönetildi. Oysa bunlar tamamıyla aile dışı ilişkilerin daha rahat yaşanması amacıyla kullanıldığına herkes şahitti ama kimse oralı olmadı. Ben bir toplum Bilimci olarak, Sosyal paylaşım ağlarından gerçek yaşama kadar toplumu sarsacak nitelikteki değişimleri yakından takip etmeye çalışıyorum… Mesela, İki Telli de M…Off diye bilinen bir yer var, oradaki yaşam ve ona benzeyen birçok yerlerdeki yaşamlar bir araştırma konusudur. Bu yazımla yetkililere de bilmiyorlarsa bilgi veriyorum, buralar hangi amaçlarla kullanılmaktadır ve bunlara bu imkânları oluşturan kimdir.

İnsan bedeninin kutsallığının kalktığı ve bir sermaye aracına dönüştüğü ortamlarda, ailenin varlığından söz edemezsiniz. Aile, kutsal tenlerin meşru daireler içinde birbiriyle buluşmasından doğar. Oysa toplumsal yaşam alanlarımız bu kutsallığın ortadan kalkması için, her yönüyle uygun hale getirildi, ondan sonra bunlar nasıl oluyor diye kendi kendimize boş zamanlarımızda geviş getirerek sorunları çözdüğümüzü sanıyoruz. Allah aşkına gerçekçi ve inandırıcı olalım. Aynı ortamlarda farklı tüketim robotlarından oluşan bir yaşam ile imkânsızlıklar içinde boğuşan yaşamlar bir arada olursa orada infilak olur. Ve patlamanın şiddeti 9,9 şiddetindeki depremden daha etkili sonuçlar doğurur. Ne yazık ki bizim toplumda bu acı sonuçlar fazlasıyla yaşanıyor. Tüketim nesnesine dönüşen nesiller yetiştiriyoruz ve bunun sorumlusu da insan yaşamını ruhsuz kadavraya çeviren yönetim ve planlama erkidir.

Küresel entegrasyona dâhil olmak demek, kendini yok ederek onlar gibi bir oluşum ortaya koymaksa bu kadar bağırmanın çabalamanın anlamı nedir? Küresel entegrasyon dışında kalmak istemiyorsak onlar hareketli iken bizim durağan ve pasif olmamamız gerekir. Demek ki biz entegrasyonu, o değerler içinde kendimizi imha ederek değersizleşmek olarak anladık ki, toplumsal yaşamın temelini oluşturan kurumumuz iflas etmiş durumda. Ziya Gökalp’ın, Türkleşmek, Muasırlaşmak ve İslamlaşmak dediği yaşam tarzını hepimiz biliyoruz. Kendi kültürünle var olacaksın, muasır dünyada yaşayacaksın, bilim ve teknoloji olarak; ama inancın da, yaşamında karşılık bulacak. Bunlarla birlikte bir katılım olsaydı, böyle bir sorunu şu an konuşmamış olacaktık.

Yerleşik geniş ve üretici aile yapımızı yeniden canlandırmadığımız müddetçe, bu kibrit kutuları gibi yükselen gökdelenler içindeki ailenin, temelindeki dinamitlerin hepsi tutuşarak patlayacaktır. Aile bir kuşun iki kanadı veya gece ve gündüzün bir günü oluşturması olarak görülmelidir. Kuşun kanatlarından biri diğerine düşman ve rakip olamaz, öyle bir algı oluşursa, kuş asla uçamaz. Sadece gece, bir gün oluşturmuyor, sadece gündüz de bir günü tanımlamaz ama ikisi bir araya geldiği zaman gün oluşur. Ailede, türleri aynı cinsiyetleri farklı olan iki unsurun birlikte olmasıyla anlam kazanır. Birbiriyle rakip değiller tamamlayıcı iki unsurlar. Oysa bizim Yönetim erkimizin oluşturduğu Bakanlık her ortamda bunları karşı karşıya getiren iki rakip düşman olarak tanımladı. Birini ötekileştirdiği zaman diğeri özgürlüğüne kavuştuğunu sandı, oysa uçuşu durdurulmuştu ama bunu anlayamadı. Çocuklar hacz edilecek bir nesne olarak görüldü oysa bu iki cinsin emeğiyle açan bir tomurcuktu, âmâ aşağılandıkça aşağılandı. Yani ailenin kutsallığı planlı olarak imha edildi, sonrasında oluşacak hayat için yeni, ortamlar hazırlandı ve oluşturulmak istenen yeni hayatın yansımaları genişledikçe toplumsal omurganın çatırdadığını gören bizim muhafazakârlar, acelecilikle bunun önüne geçebilmenin yollarını aramaya başladılar. Oysa bu şekildeki kıytırıktan fark edişler kaybedilmiş zamanı ve imha olmuş nesilleri geri getirmek için yeterli değil… Dolayısıyla geri dönüşümü olmayan bu işin mimarlarının katkısından uzak yeni bir değişim modelini, ailenin kültür ve coğrafi kodları iyi tanımlanarak onun yaşam alanları oluşturulmalıdır. Ayrıca o yaşam alanlarını benimseyecek ve içselleştirecek zihinsel devrimler de gereklidir. Bunun için medya araçlarının ifsat yolları imha edilerek onların programları bilinçli ve objektif, insani değerleri barındıran ve bunların gelişimine katkı sunacak birikimlerle yeniden programlanmalıdır. Bir toplumu yok etmek istiyorsanız, aile üyeleri arasında uzaklaşmayı ve aralarına duvarlar örerek sadece biyolojik yakınlığı bırakın diğerlerini yok edin. O toplum kendiliğinden çürür ve yok olur. Mangal kömürünü üretirken önce ağaçları çatarsınız ne güzel sıvadığınızı söylersiniz, ardından küçük bir delikten onu içerden tutuşturursunuz, ağaçlar tutuşunca o deliği de kapatırsınız kimse içerde ateşin yandığını bilmez ama içerdeki tütsü ve dumanlarla o güzelim ağaçlar simsiyah kömüre döner. İşte aile yapımız, o yakılan ateşlerin ailelerimizin içine atılmasıyla tüterek bu gün kömür haline geldiyse bu çok önemli ve yabana atılmayacak bir durumdur. O zaman tüm yöneticilerimizin psikologlarımızın, sosyologlarımızın, pedagoglarımızın, ailelerimizin aydınlarımızın ve sorumluluk duyan toplumsal bilinç sahibi her insanımızın ve aydınlarımızın acilen bu konulara el atması ve sorunların doğru tespitini yaparak, acil uygulama eylem planlarının oluşturulması için kamuoyu oluşturmaları kaçınılmazdır.

Hiçbir şey bitmiş değildir, yaşıyor, bunları görüyor ve bunların nasıl çözüleceğiyle alakalı zihin yoruyor ve o konularda çaba harcıyorsak; bunlar değişir demektir. Önemli olan bunları değiştirebilecek dinamizmin kendimizde olduğuna inanmamızdır. Benim naçizane önerim, tüm ülkemiz insanlarını ayrım gözetmeksizin ve herkesi işin içinde olmak kaydıyla, olan olduğu kadar, kimsenin kimseye üstünlük taslamasına fırsat vermeden, yaşamak için insani duruş ve gelecek nesillerin imhasını önleme seferberliği başlatarak; her alan da üretime ve dayanışmaya geçmemiz lazım. Bunu başarırsak ki, Bizim milletimiz gerçekten inanırsa, tekeden süt sağar, taşı parçalar su kaynağına ulaşır, buna inanmamız için baştakilerin gerçekten baş olmaya ihtiyacı var. Hayatları güllük gülistanlık olanların aynı gemideyiz diye bize, nerede olduğumuzu anlatmasına ihtiyacımız yoktur. Birileri geminin gövertisinde büyük çoğunluk geminin altında gemiye güç veren pervanelerin dişlileri arasında doğranırken aynı gemideyiz demek bize hiç inandırıcı gelmiyor. Onun için biz başımızda bizimle dertlenen ve bizim sorunlarımızı sorun edinen, bizim acılarımız dinmeden acılardan kendini kurtaramayan başlar istiyoruz. İşte o zaman Bu toplumun yeniden şaha kalktığı gün olacaktır. Bu milletle bunu veremeyenler ne olur bu hakkımızı elimizden almayın ya da olun…

“Siz insanlara iyiliği söyler, kendinizi unutur musunuz, oysa kitabı da okuyorsunuz hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

“Ey İman edenler yapamayacağınız şeyleri neden söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey yapmadıklarınızı söylemenizdir.”

Bu ayetlerin bizlerin hayatına yeni bir başlangıcı getirmesi ve dosdoğru yaşayarak toplumsal imha sürecimizi durdurmak ümidiyle, herkesi Merhametlilerin en merhametlisine emanet ederek, bu gün zihinlere farklı bir yükleme yapmaya çalıştığım için rabbimden bunları hayra çevirmesini niyaz ediyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/08.04.2022/00.54



7 Nisan 2022 Perşembe

DÜNYASI KOZASI OLANLAR, DÜNYANIN KAPTANLIĞINI UNUTSUNLAR!

İpekböceğinin sonunun nasıl olduğunu, onun hayatıyla ilgili malumat sahibi olanlar bilirler. İpekböceği kozasını örmeye başladığı zaman, dışarıya kendisini kapatır sadece içeriyle ilgili olanları görür ve işine devam eder. Kozasını örer bitirir ve son noktayı koyduğu zaman, kendi hayatını sonlandırır, ancak o hala kendisinin çıkacağını sanır. Oysa insanlar, onun kozasını alıp ondan ipek yaparlar, ipeğin alınabilmesi için kozaları sıcak suya atarlar, koza açılır böcek kozadan çıkar ama ölmüş olarak çıkar, oradan sağ çıkma imkânı kalmamıştır.

İnsanlık yaşamı da çoğu zaman buna benzer. Kendi düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanan ve ondan başka doğru kabul etmeyen anlayışlarda farkında ya da farkında olmadan kendi sonlarını hazırlarlar. Siyasal sistemlerde böyledir. Eleştiriye kapalı, yaptıklarının dışında doğrunun olma ihtimalinin olduğunu kabul etmeyenler ve tek adam olarak her yere emirler yağdıran totaliter yapıların son hali, bir ipekböceğinin sonundan farklı değildir. Düşünen insan ile düşünmeyen bir canlı arasında sonuç olarak fark yoksa acaba akıl ne işe yarıyor diye insan sormadan edemiyor.

Ortaokul ikinci sınıfta Rabbimin bir lütfu ile İslam ve onun yaşam kitabı Kur’an’ı Kerimle tanıştığım yıllarda, herkesin bir doğrusu vardı ve herkeste kendisinin Müslüman olduğuna inanıyor; ancak farklı düşünenler arasında bir selam bile esirgenir, hatta selam vermek insanı küfre götürüyor gibi algılanırdı. Öyle keşmekeş bir dönemde İslam’ı tanımaya çalışan, çoğu zaman da böyle düşünenler arasındaki bu duvarların neden var olduğunu sorgulamaya çalışırdım. Kimin yanına gidip neden böyle olduğunu sorduğum zaman, haksız olan kimse yoktu herkes haklıydı, ama haklılıklarını izah edecek ve karşıdakini ikna edecek devamlılığı olan bir düşünce yoğunluğundan da yoksunlardı. Tüm bunlara rağmen, bizim çocukluktan kaynaklanan duygusallığımız bizi bunların hiçbirinden koparmıyordu, birbirlerine görünmedikleri ortamlarda hepsini soruyorduk. Bu sormalarımız Allah’ta biliyor ki bir menfaat için değil; tamamıyla samimi duygusal ve içtenlikli halimizdi. Çok okuyan çocuklardık. Ortaokul ikinci sınıfta Ali Şeraitinin Hac kitabını okuyan ve hala tadı damağında, zihnini o konuda ondan başka tatmin edici başka bir mütefekkirin kitaplarında o hazzı alamamış bir okuyucuydum. Yani diyeceğim o ki, o dönemde farklı okumaları yapmak hayatımın vazgeçilmezleri arasındaydı. Lise bir öğrenciliğim dönemi, neredeyse Sosyolojik ağırlıklı Türkçe ’ye tercüme edilen tüm kitapları alıp bir an evvel okuyordum. Lise ikinci sınıfa geldiğimde en az üç tefsiri baştan sona okumuştum. Hatta “Fizilal-il Kur’an ”Tefsirini lise-2 de 35 bin liraya almıştım. Pansiyonda kalıyordum param yoktu, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir Hocam, git al ben sana destek olacağım demişti. Israrla bana o tefsiri aldırmıştı, o tefsirin Ödemesini hocama yapabilmek için, yaz dönemi İzmir’de Amerikalıların inşaatlarında çalışarak o parayı biriktirmiş 3 ay sonrası tekrar lise-3 öğrencisi olarak okuluma döneceğim zaman bir yıllık harçlığım olmuş, elbiselerimi almıştım hatta bir yıl evde tüketilecek buğdayı almak için Rahmetli Babama bir ton beş yüz kiloluk buğday parasını vermiştim. Öyle bir kendimi kaptırmıştım ki, O dönemin yazında, İzmir’in sıcağında Mevdudi’nin Hilafet ve Saltanat kitabını okuyarak; geçmişin olumsuzluklarını sorgulayarak kendimce bir düşünce alt yapısı oluşturuyordum. Sabah 07.30’dan ikindi saat 17.30 kadar çalışıyorum, o saatten sonra İzmir Fuarında ağaçların gölgesine gidip kitaplarla baş başa bir yaşam sürüyorum. Akşam gece yaklaştığı zaman İzmir’in gece kondu bölgesi olan Bayraklının Alpaslan mahallesine gidiyorum, oradaki gençlerle Kur’an ayetleri okuyoruz ve bir gençlik oluşturup o arkadaşlarla geleceğin yapılanmasını tartışıyoruz. O dönemdeki arkadaşlarımdan biri hala en samimi dostlarımdan İzmir’de önemli bir market sahibi, Rabbim hayırlı yolda yar ve yardımcısı olsun…         

Hafta sonları Urla Çeşme altına gidiyorum, orada benden bir iki yaş küçük olan genç kızlar var onlar yazlıktalar ben hafta sonu bir arkadaşımda kalıyorum, onlara tefekkür üzerine konuşmalar yapıyorum, yaratılış, hayatın amacı insanın yeryüzündeki fonksiyonunu gibi konuları duygusal ve tefekkür boyutlu konuşuyoruz. O genç kızlarımızın hepsi şortlu ve bisiklet sürerek sahilde günlerini gün ederken, belli bir dönem sonra ben bunlara hiç kapanın veya şöyle giyinin demediğim halde, onların çoğu kapanmıştı ve şortlu gezmeyi terk etmişlerdi. Çeşme altındaki Cami Hocasına giderek hocam o abi ne zaman gelecek diye hep beni sorarlarmış. Ben onları bir daha göremedim ama çok kitap gönderdim okumaları için…Lise3 öğrencisi olarak Bazı zamanlarımı da Bornova’da Ege üniversitesi kampüsüne giderek mühendislik fakültesi gençleriyle düşünce yoğunluklu küçük gruplara konuşmalar yapıyordum… O arkadaşlarla muhabbetimiz, siyasal yapıyı bizim cenah alıncaya kadar devam etti; ancak iktidar nimetlerinin çok sevimli gelmesiyle o arkadaşların çoğu ile bağlantılarım koptu, çünkü onlar artık o değildi oysa biz hep oyduk düşünsel bakış açısından, ama o derken statükocu o değil…

Bunlar çok güzel anılarımız olarak kaldı ama gelecek yaşamımızın daha güzel olması için çabalayanlardan olmayı tercih ettim. Bana tefsiri alan Hocam Bir dönem Refah partisinden Milletvekilliği yaptı, aynı dönemde iki hocam vekildi, birinin yanına yaklaşmak için kırk katır mı kırk satır mı dedirtecek kadar varmamız mümkün değilken, bana o tefsirin alınmasında destek olan ama daha sonra emanetini okul açıldığında iade ettiğim hocam, yarısını zorla aldı diğerini hediyem olsun dedi… O samimi ve içten hocamla vekil olmuş emekli olmuş Ankara’da oturmasına rağmen İstanbul’a her gelişinde beni evimden alır dostlarına gideriz ve hala heyecanımız insanlığın kurtuluşu ve insanlık faydasına adil bir yönetim için bizlere, bir kul olarak düşen sorumluluk nedir, bunları o günkü gibi değerlendiririz. Bunları neden mi anlatıyorum, her çiçekten polen almak nasıl ki kaliteli bir bal için önemli ve gerekli ise, ben düşünsel kalitenin birçok farklı ortamlardan alınan uyarıcıların birleştirilmesiyle elde edileceğine inandığım için, bunların hayatımda önemli mühürleri olduğu için kısaca değindim. Hatta Paul Feyereband’ın “Yönteme Hayır ”Kitabının tercüme edileceğini duymuştum ama daha basımı yapılmamıştı, o kitabı ararken Birleşik Dağıtımda Sayın Abdurrahman Arslan ve Ali Bulaç’la tanışmıştım. Abdurrahman abi delikanlı seninle tanışalım gel bir çay içelim dedi ve Ali Abi de geldi birlikte bir çay içtik yaşımı sordu,20 yaşındayım, ne okuyorsun, Sosyoloji okuyorum dedim. O zaman Ali Bulaç dedi ki, hakikaten böyle gençlere çok ihtiyacımız var… Çıktığı zaman kitap sana haber edeceğim dedi ve bağlantı kuracak o zamanın şartlarında normal bir telefon bağlantısı vermiştim; ama o bana ulaşmadan ben kitabı alıp okumuştum çıkınca, ondan sonra kritiğini yapmıştık aynı ortamda… Böylesi bir süreçten geçerek gelişen düşünce atlasımızın, her noktanın koordinatlarını yerli yerinde koymaya özen gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak bazen beyin dağarcığım patlama noktasına geliyor ve kendi ördükleri kozanın içinde yaşam sürenler, kendi gidişlerini görmeden bir başkasına da aynı kozanın kutsallığını anlatarak onları da mahkûm etmeye çalıştıklarını gördüğüm zaman, dayanamayıp patlama noktasına geliyorum. Yoksa şahısların kişilikleri ve düşüncelerinin ne olduğu onu bağlar benimle ilgili değil, âmâ onu bir kutsal gibi dayattıkları zaman ben zıvanadan çıkıyorum.

Bugünkü gibi yine bir ramazan ayı 27 yıl önce Gaziantep’te bir eğitim kurumu, ramazanın ilk günü oruçluyuz sabah saat 10 gibi öğretmenler odasına gelmeyen arkadaşların hepsi öğretmenler odasına doldu; herkes birbirine sigara tutuyor çay söylüyor ortam gayet şenlik… Ben de masanın ucuna oturdum bahçedeki öğrencilere bakıyorum. Sol düşüncede olan bir arkadaş bana sigara uzattı sağ ol İb… Hoca dedim, oruçlu olduğumu söylemedim ama onların hepsi beni çok iyi biliyorlar. Sigara içen üzerime üfürmeye başladı; bir iki üç derken benim şalterler attı ve kalktım.  Bana bakın benim değerlerimi benimsemek zorunda değilsiniz ama hakaret etme hakkına hiç sahip değilsiniz, dua edin üzerimde silah yok, yoksa şu anda bu davranışı yapanların hepsinin kafasına sıkardım dedim. Hoca ne oldu özür dileriz yanlış anladın falan dediler ve kalkıp gittiler o günden sonra bir daha öğretmenler odasına uğramadılar ve her gördükleri yerde hocam nasılsınız ne var ne yok sağlığınız nasıl gibi yapayda olsa hal hatır sordular. Düşünüyorum da bunlara gerek var mıydı, herkes kendi varlığıyla yaşasa başkasına zulmetmese olmaz mıydı? Elbet olurdu, âmâ herkes kendisini kanıtlamak ve başkasına dominat olmak zorunda hissediyor kendisini… Bu hastalık insanları içinden çıkamayacakları bir kozaya hapsediyor. Bizler hayatımızda karşılık bulan düşüncelerimizi bir yerlerden su doldurur gibi doldurmadık, ilmek ilmek dokuyarak bir fikir sahibi olduk ve hatalı olanları geldiğim noktaya bakmadan yerine daha doğrularını koymaktan zevk alırım. Böyle bir bakış oluşturmak çok zor olmasa gerek, neden zor olsun ki, ben dünyada sahip olduklarımı korumak için yaşamıyorum ki, dünyada doğrunun hakkın ve adaletin önce kendi nefsimde sonra çevrem, daha sonra daha kapsamlı genişleyerek yayılması ve ortaya çıkması için çaba harcayanlardanım. Bu anlayışla geleceği kuşanmak isteyenler, kendi zindanlarını kendileri oluşturur mu, varsa öyle bir ihtimal onu terk etmekten ve doğruya yönelmekten kaçınmazlar.

Bu coğrafyanın talihi hep kara lekelere sahip, özellikle İslami düşünce bu topraklarda çok bahtsızlık yaşadı. İnsanlar bir bilgi sahibi olmadan, kritik akıl ve sorgulama becerisi kazanmadan doğrudan bir fikrin savunucusu oldular. Ondan sonra da o fikre uymayan herkese mührü bastılar. Sonrasında karman çorban bir yaşam ortaya çıktı. Bu yaşamlardan günümüze gelen örneklerin şu anki yaşamdaki karşılığına baktığımızda, böylesi karanlık tabloların içine bizleri çekmiş olmaları doğal bir süreç gibi görünüyor. Oysa bu karanlıkların hiçbirisi doğal olamaz, çünkü bizlerin düşünsel altyapısı doğal bir gelişimle oluşmadı, tamamıyla yapay ve zoraki bir yaşam alanına insanlar taşındı, istemeseler de grup ve kitle dürtüsüyle kendilerini o grubun bir elamanı olarak gördüler. Grup içindeki güven duygusuyla galeyana gelen fertler, o gruptan dışarı çıktıkları zaman, sudan çıkmış balığa döndüler. Sonrasında da kendi canını kurtarmanın derdine düştüler. Bu anlayışların hepsi çorak toprakta büyütülmeye çalışılan bir bitki gibi olmasına rağmen, dünyalık önemli kaynakların başına geçirildi ve onlar orayı korumakla görevlendirildi. Sınırsız yetki ile ödüllendirildiler. Onlar da bu durumu kendilerinin ayrıcalıklı olduklarından böyle görevlere getirildiğine inanmalarıyla, film koptu. O kopuş bu kopuş durdurana aşk olsun, freni patlamış bir tır gibi nasıl ve nerede hangi kayaya çarparak duracağını beklediğimiz korkulu bir yolculuk süreci başlamış oldu.

Karadeniz’de Köylüler yaylaya çıkmışlar büyükçe bir değirmen taşı yapmışlar, ama bu taşı nasıl getireceklerini bilmiyorlar. Köylüler içinde kendisine danışılan ve fikir alınan bilge kişi Temel’miş. Temel’e durumu anlatmışlar Temel bu çok kolay uşağım, bunu bana bırakın demiş. Haçan Uşaklar yaylaya gideyrük, ben o değirmen taşının içine kafamı koyacağım, onunla birlikte teker gibi olacağım siz oradan beni yuvarlayacaksınız, aşağı ovaya gidip beni orada bekleyeceksiniz, oraya geldiğimde hop hop diyerek beni uyaracaksınız ben de iki ayağımla sağa sola fren yaparak duracağım siz de değirmen taşını alırsınız demiş. Köylüler oldu demişler ve aşağıya inmişler. Taşı yuvarlamışlar aşağıdakiler de taşı izlemişler, taş yaklaşınca hop hop demelerine rağmen taş durmamış, inmiş bir yokuşta durmuş. Bakmışlar ki Temelin kafası yoktur. Ulan Uşaklar Temel geldiği zaman onun kafası var mıydı yok muydu, bunu ancak hanımı Fadime bilir gidip ona soralım demişler. Fadime’ye gelip sorduklarında Ha uşaklar Temel oraya girdiğinde kafası yok idi demiş, biz anlamıştık zaten olsaydı kafası da taşla gelirdi deyince, Fadime kafası olsaydı oraya kafasını geçirmezdi diye cevaplamış…

Evet, dostlar İnsan bazen kendisini kozaya hapsedecek kadar kafasını Temel gibi bir yerlere bırakmış olabilir. Ancak onun faturasının çok ağır olacağını bilmiş olsalar öyle bir kozanın içine girerler mi dersiniz? “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar.” Âlemlerin Rabbi Allah’ım, bunu boşuna söylemiyor. Çünkü insanın içindeki hırsının onu nereye götüreceğini ve başına ne getireceğini bildiği için, bu kadar açık beyanıyla bu sonla karşılaşmamızı istemiyor.1990’lı Yıllarda Güneydoğu’da din adına ne domuz bağları ile insanların öldürüldüğüne şahit olduk. Değneklerle sabah namazı çıkışında katledilenleri gördük gecenin saat üçünde kimsesiz sokakta evimin nasıl kuşatıldığını biliyorum. Bunların hepsi kendi kozaları dışında dünyanın olmadığını düşünen ve inandıklarına karşı da o kadar samimiler ki bunların hepsini bir ibadet aşkıyla Allah’a yakın olmak için yapıyorlardı. Peki, Allah’a yakın olmak için yapılan bu davranışların Hz. Ali’yi katleden Kutsal harici timlerinden ne farkı vardı. Asla yoktu ve olması da mümkün değildi. Çünkü harekete geçiren dinamikler ve hedef aynıydı. Amaçları Günahlardan arınmak ve Allah’a yakın olmak. Peki, bu eylemler kişileri aşıp yönetimler tarafından yapılamaz mı elbette yapılır. Irak’ta Saddam, mazlum ve mahrum Halepçe Halkını kimyasal gazlarla katlederken bir hedef için yapıyordu. Yani kendisi doğru onun dışındakilerin katledilmesi kendi doğrularının daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktı. Yani ibadet aşkıyla yapıldı. İran’la süren savaşın arkasında Tüm batı ona verdi gazı o da saldırdı ve sonuç hüsran iki taraf için… Sonrasında elindeki bu silahlar imha olmazsa bu bölgede sorun olur diye düşünen Şeytan ABD, Saddam’a verdi gazı, Kuveyt’in eskiden Irak’ın bir vilayeti olduğu, basında bile dillendirildi ve Saddam’ın ağzının şorikleri akmaya başladı, bir gecede Kuveyt’i kuşattı ABD’nin hiç sesi çıkmadı ama bir gerekçe buldu ve dedi ki, Saddam burayla durmaz Suuda saldırabilir; onun için Dahran Limanına geldi yerleşti. Önce şişirdiler kendisine bir koza ördürdüler, oysa Saddam bu eylemleri yaparken kendi ölüm fermanını kendisi imzalamıştı. ABD sadece ipekböceğinin kozasını almak için kozayı alıp sıcak suya attı ve ipeği alıp gitti. Peki, Saddam ne oldu, ördüğü kozanın dışına çıktı ama yok oldu; kazanç ABD’nin kasasına aktı. Evet, dostlar İslam topraklarında buna benzer örnekler çok fazladır. Onun için, bu örneklerin sona gelmeden önce uyarılması ve kozaların etrafının kırılması ve kozanın dışında çok farklı bir yaşamın olduğunu uzun yıllar kendilerini kozaya hapseden yöneticilere hatırlatmak gereklidir diye düşünüyorum. Bana sorsalar, Sudan’da Ömer El-Beşir’in Temel gibi gerçekten kafası var mıydı yok muydu diye, oraya gittiği zaman kafası vardı ama orada uzun süre kalınca, kafasını bir yere bırakmış olmalı ki, sonuçta kafası olmadığı anlaşıldı derim.

Evet dostlar, kendi gettolarını kendileri oluşturanlar, ipekböceğinin kozasının son halini ve oradan nasıl çıkarıldığını idrak ederlerse, öylesi bir yaşamı kendilerine reva görmezler. Böylesi bir sonun içinde olmamak için gençlik ve çocukluk yaşamımdan örneklemeler yaptım ki, her an kendimizi yeniden sıfırdan başlıyor gibi yenileme imkânımız olsun…

Zaman hızla akarken, düğümler daha bir çözümsüz hale getirilmeden, kozanın son noktası örülmeden kozanın dışındaki yaşamın nasıl olduğu ve oradaki yaşamın kozanın içiyle benzer olup olmadığını anlayarak dışımızdaki dünyanın gerçekliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi çevirerek yürekten bir hissediş yaşamalıyız ki, kozalar kendiliğinden açılsın ve ipekler kendiliğinden serilsin, biz ise ayaklarımıza dolanan ağların karmaşıklığından çıkarak aydınlık ufuklara gözlerimizi çevirerek, fecrin doğumuna şahitlik yapacak duruma gelelim…

Zamanda yolculuk benimki, bir yerde dur durak nedir diye sormam, her limana demir atmam, demir atacağım limanın her yanı ipekböceği kozalarına tahsis edilmiş ise, ya kozalakları sıcak suya atılmadan yırtarım ya da o limanı yakar, denizlerden karaya bir daha dönmem; ben denizlerin korkusuz ve deli kaptanıyım… Haşin dalgalara göğüs germeyi, yakılacak limana demir atmaya yeğlerim…

Selam sabır metanet ve dirayetle Kozaları delip dünyaya hakikat gözleriyle bakanlara selam olsun…

Erol KEKEÇ/07.04.2022/01.30

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!