Bu Blogda Ara

8 Nisan 2022 Cuma

KUTSAL TENLER SERMAYEYE DÖNÜŞÜRSE AİLE YOK OLUR!

 Her gün Muhafazakâr ortamlarda aile dağılıyor, ne oluyoruz gibi tedirgin edici sorularla karşılaşıyoruz. Bu sorunların olduğu ve her gün artarak devam ettiği muhakkak… Yalnız ben bu muhafazakâr kesimlerin tedirginliklerini anlamakta zorlanıyorum. Bu sürece toplumu taşıyan unsurlar neler, kimler bu işte en önemli rolü oynadılar, toplum bu hale hazırlıklı hale nasıl getirildi, insanların böyle bir tercihe yönelmelerinde hangi saikler etkili oldu, küresel entegrasyon diye insanları bu hale yıllardır hazırlayanlar kimler, Tek devlet tek vatan gibi kavramlar neden hiç sorgulanmadı vs. gibi etkenler bu kesime hiç yabancı değil, bunlar olurken alkışlayan da bunlar, bu gün ortalığa çıkıp bağıranlar da bunlar, sahiden siz ne olduğunuzu anladığınız gün bu sorunların hiçbiri olmayacak…

Hoca Nasrettin’e demişler ki, mahallende fuhuş var, ben kendi evimi bilirim demiş, kendi evinde var dediklerinde ise, ben kendimi bilirim demiş, geldiğimiz nokta şu an bu olmasına rağmen, konuşmaların ve vaazı nasihatlerin haddi hesabı yok… Ancak toplumsal çöküş, freni patlamış bir araç gibi nereye gittiği belli olmayan bir hızla dibe doğru çakılıyor…

Yıllar öncesini hatırlıyorum ülkenin birinci ağzından söylenen şu söz, maddi göstergelerimiz iyi oldu düzeldi ama kültürel ve manevi alanda ciddi boşluklar oluştu, bundan sonra, o alana yöneleceğiz dediği günde doğan çocuklar, on yaşına geldi, âmâ doğduğuna neredeyse pişman olmuş bir ortama geldi. Bu binalar Gökdelenler ne zaman yapıldı, İstanbul’un doğal yapısı bozuldu biz İstanbul’a ihanet ettik dediği gün alkışlar yeri göğü inletti. TOKİ’nin,1+1,1+0,sütüdyo daireler yaparak aileyi parçalamaya başladığı günler 20 seneye dayandı. Aile Bakanlığı diye Ailenin temeliyle oynayan Bakanlığın, Kadının beyanı esastır şahide gerek yok, aile bakanlığımız kadınlarımıza pozitif ayrıcalık uygulayacaktır dediği günlerin üzerinden 12 Yıl geçti. Kârı koca resmen ayrıldıklarında kadının yanında kalan çocukları için set yardımları adı altında kadınlara, aile birliğinin dağıtılması için arkası düşünülmeden verilen primler, ailenin üzerine bomba gibi düştü. Ancak resmi olarak ayrılmamış ama çocukları ile birlikte yaşayan kadınlar bu haklardan mahrum bırakılarak, resmen ayrılmanın dolaylı olarak teşvik edildiği kurumun adı aile Bakanlığı… Çocuklarına anne olan kadınların insan muamelesi görmediği, ancak çalışan kadınlara teşvik olarak desteklerin yapıldığı, kadının en büyük sorumluluğu olan anneliğin ayaklar altına alındığı günler çok gerilerde kalsa da, faturasını bugün öderken neden rahatsızlıklar olur ki anlamış değilim(!)

Bu çalışmaların hepsi öylesine olmadığı ve belli bir plan ve program içinde, ailenin değişimine dönük çabalar olduğunu ben anlamayacak kadar beyin özürlü değilim. Toplumsal değişmenin en önemli unsuru, değişimi zor ve köklü olan bu kurumun yapısı değiştiği zaman, diğer kurumların bu değişimden etkilenerek değişimin hız kazanacağı muhakkak. İşte bunu bilen ve Toplum mühendisliğine soyunmuş olanlar toplumu avutarak, bunu çok iyi becerdiler. Bunların hepsi alenen yapılırken vardır bunda bir keramet diye bakıldı, ancak geldiğimiz noktada fatura çok kabarık çıktı; hatta sonraki nesiller bu faturayı asla ödeyemeyeceği görününce bağırtılar başladı. Ben bu bağırmaların ve yakınmaların gerçekçi olduğuna inancım yoktur kimse kusura bakmasın…

Gökdelenler yapıldığı zaman herkes gelişmişlik sandı, insanlar arasındaki dayanışma kardeşlik komşuluk imha olduğunda ve aynı apartmanda oturup kimsenin karşı komşusunun durumundan haberi olmadığı zaman bunu medenileşmek olarak anladı. Çünkü her yapılanma biçimi kendi kültür kodlarını oluşturur ve kültür ona göre biçimlenir. Bundan 8 ay önce Başkent Ankara’da canlı tanık olduğum bir olayı sizinle paylaşayım. Ankara Keçiören’de bir arkadaşın evinde misafirim, sanıyorum misafirliğimin ikinci günüydü. Sabah erkenden kalktım dışarı çıkarken kapı önünde itfaiye ekipleri Polis arabaları özel giyimli apartmana girdiler, ben biraz meraklıyım hemen bekledim ve oradaki Polis Memuruna sordum ne olmuş burada, bu kadar insan neden birikmiş, cenaze mi var yoksa bir baskın mı oldu dediğimde, hayır, yalnız yaşayan biri vefat etmiş dedi. Şimdi mi oldu dedim, hayır bilmiyoruz diye cevap aldım. Evde kalan arkadaşları aradım sizin binada bir cenaze var nedir bir öğrenin dediğimde, akşama kadar konuyu tam anlamıyla öğrenen olmadı ve kimin vefat ettiği de bilinmiyordu. Akşam döndüğümde, Belediyenin büyük arabaları evin tüm eşyalarını çıkarmışlar apartmanda ilaçlama yapmışlar yorgun ve bitap düşerek kaldırıma en az 15-20 kişi oturmuştu. Acaba Corona salgını mı var apartmanda diye düşünürken, sonucu öğrenmek istedim ve yaklaştım, onların başında duran kişiye ne olduğunu sordum. En az iki ay önce apartmanda yalnız yaşayan 50’li yaşlarda bir kadının öldüğünü, âmâ pencereler açık olduğu için kargaların kadının cesedini yiyerek sadece iskeleti kaldığını, uzun süre kendisine ulaşamayanların sorgulamasıyla olayın anlaşıldığını söylediler. Oysa 4. Katta oturan bu hanım fendinin komşusu ile kapı mesafesi, en fazla 1,5 metreydi, ama iki ay ceset tükenene kadar kimsenin haberi olmamış, zaten ben gittiğimde de hiçbir koku yoktu yoksa hissederdim. İşte İnsanlarımız bu kadar birbirinden uzaklaştı, bunun sebebinin ne olduğunu çok ararız, ama kendi beyin değişimimizde olduğunu asla düşünmeyiz. Zihin yapımız değiştikçe, eylemlerimiz, ilişki biçimlerimiz, olumsal algı dünyamız değişti ve herkes kendi gettosunda varlığını sürdürür oldu sonuç ortada…Tam18 yıl önce Kadıköy’de bir eğitim öğretim kurumunda yöneticilik yapıyordum… Muhafazakâr bir ailenin Yasin isminde bir çocuğu öğrencimizdi. Aile ekonomik olarak çökmüş, Maltepe’nin üst kısımlarında bir gecekonduda oturuyorlardı. Çocuk zengin aile çocukları arasında okuyordu ve şartları onlara uymadığı için psikolojik bunalıma girmiş, sürekli uyuşturucuların ortamına gidiyor, ailesine baskı yapıyor ve kimseyi dinlemiyor ben de onlar gibi yaşamak istiyorum, bizim onlardan neyimiz eksik diyerek, anne ve babasını Lüks bölgelere göçmeye zorluyor, onlar da zavallı duruma düşmüşler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Benden yardım istediler ben evime gitmedim çocuklarım küçüktü onu o sokaklardan alıp kaç defa şaka ciddiyet arasında tokatladım ama beni çok seviyordu, onun için dediklerimi dikkate alıyordu, gariban annesi yalvarıyordu hocam ne olur bize yardım edin diye… Onu çözüme kavuşturmamıştım ki, Bir Hanım efendi, Tepe Ören'de çok önemli zengin bir kolejin, en başarılı öğrencisi oğlunu aldı ve geldi, Pendik’te oturuyorlardı. O gençleri hayata katmak için nasıl üstümüze gelen dalgalarla mücadele ettiğimizi ben biliyorum. Ancak geldiğimiz nokta itibarıyla bu dalgalar herkesi kuşattı kim ben bu dalgaların dışındayım diyorsa kendim de dâhil inanmıyorum… Çünkü yaşarken bize ne olduysa oldu ve yeni yaşamımızın kültürünü oluşturduk, şimdi onunla boğuşurken bu da nereden çıktı diyoruz. Bir yerden çıkmadı, ”Başımıza gelenler kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzündendir.”

Her ortamda dağılmış aileler ve onların geride kalan çocukları ile karşılaşıyoruz. Yakın günlerde takriben 15 gün öncesi, Sosyal medyada küçük çocuğunun beşiğini, çocuğuna süt almak için satılığa çıkarmış bir annenin paylaşımını gördük. Eşime hemen yazmasını ve bilgilerini almasını söyledim. Eşim bilgi ve telefonunu aldı, biraz rahatsızdım ve acayip bir fırtına vardı o gün bir arkadaşı aldım tam akşam ezanı okunmaya yakın o adresi bulmaya gittik. Acil ihtiyaçlarını temin ettik eve gittik ve bulduk. Pencereden görünüyor, 16 yaşlarında bir erkek çocuk, kucağında bir yaşında var yok, küçük bir bebek onu avutmaya çalışıyor, kapıyı açtı eve girdim kadın yok evde, gelinceye kadar durumu öğrenmeye çalıştım. Ablası 20 yaşında yetiştirme yurdunda büyümüş, anne baba ayrı, çocuklar dedelerinin yanında büyümüşler ve bu yaşa gelmişler. Kız biriyle kaçarak evlenmiş, maalesef Corona illeti 22 yaşındaki eşini onlardan ayırmış ve genç delikanlı vefat etmiş. Şimdi o iki küçük yürek bir de küçük sabileriyle birlikte hayat sürüyorlar. Evlerinin içi insaf sahipleri tarafından görmeye değer. Ben iki gün kendime gelemedim.4 Yıl önce kurduğumuz ve benimde yönetiminde olduğum dernekteki arkadaşları aradım, sağ olsunlar acil yardımı yapıldı, aylık karınca kararınca bir aylık bağlandı. Kendimi vicdanen onların o sorunlarına küçükte olsa yardımcı olmayı rabbim nasip ettiği için rahatladım. Ancak her durumda bu tarz bir çok insan tarafından arandığım için imkanım olmadığından ciddi bir travma yaşıyorum. Oysa insanlar Yüksek binalarıyla yarış halindeler, ondan sonra aile neden bu durumda diye köşelerinden konuşuyorlar; ayıptır yazıktır günahtır. Hesap var kendimize gelelim…

Verdiğim örnekler canlı olarak yaşadıklarım olduğu için veriyorum. Evet, aile hakikaten yerlerde sürünüyor. On tane aile büyüğüyle konuşunuz, hepsinin çocuklar hakkında söyledikleri birbirinin aynısı. Farklı şeyler duymaya hasret kaldım. Aile danışmanı olarak para kazanmayı düşünüyordum ancak insanların bu içler acısı yaşamlarına şahit olunca, cebimde olanları da onlarla paylaşayım da acıları biraz olsun hafiflesin demeye başladım. Aile geri dönüşü olmayan bir yolda, tek taraflı çok hızlı bir yol gidiyor. Bu yolun oluşumunda yukarıda saydığım ve daha anlatmadığım çokça faktör etkili olmuştur. Bu faktörleri oluşturan ana değişkeni bulmadığınızda ya da onu görmek istemediğinizde yan değişkenlerle hiçbir sorunun kaynağına inemeyeceğiniz gibi çözümü de bulamazsınız. Bir Devlet politikası olarak 1+1 tarzı evlerin nerelerde yapıldığına bir bakın Allah aşkına, neden ve niçin yapıldı. Fakir insanları ev sahibi yapmak gibi bir manipülasyonla insanların algıları yönetildi. Oysa bunlar tamamıyla aile dışı ilişkilerin daha rahat yaşanması amacıyla kullanıldığına herkes şahitti ama kimse oralı olmadı. Ben bir toplum Bilimci olarak, Sosyal paylaşım ağlarından gerçek yaşama kadar toplumu sarsacak nitelikteki değişimleri yakından takip etmeye çalışıyorum… Mesela, İki Telli de M…Off diye bilinen bir yer var, oradaki yaşam ve ona benzeyen birçok yerlerdeki yaşamlar bir araştırma konusudur. Bu yazımla yetkililere de bilmiyorlarsa bilgi veriyorum, buralar hangi amaçlarla kullanılmaktadır ve bunlara bu imkânları oluşturan kimdir.

İnsan bedeninin kutsallığının kalktığı ve bir sermaye aracına dönüştüğü ortamlarda, ailenin varlığından söz edemezsiniz. Aile, kutsal tenlerin meşru daireler içinde birbiriyle buluşmasından doğar. Oysa toplumsal yaşam alanlarımız bu kutsallığın ortadan kalkması için, her yönüyle uygun hale getirildi, ondan sonra bunlar nasıl oluyor diye kendi kendimize boş zamanlarımızda geviş getirerek sorunları çözdüğümüzü sanıyoruz. Allah aşkına gerçekçi ve inandırıcı olalım. Aynı ortamlarda farklı tüketim robotlarından oluşan bir yaşam ile imkânsızlıklar içinde boğuşan yaşamlar bir arada olursa orada infilak olur. Ve patlamanın şiddeti 9,9 şiddetindeki depremden daha etkili sonuçlar doğurur. Ne yazık ki bizim toplumda bu acı sonuçlar fazlasıyla yaşanıyor. Tüketim nesnesine dönüşen nesiller yetiştiriyoruz ve bunun sorumlusu da insan yaşamını ruhsuz kadavraya çeviren yönetim ve planlama erkidir.

Küresel entegrasyona dâhil olmak demek, kendini yok ederek onlar gibi bir oluşum ortaya koymaksa bu kadar bağırmanın çabalamanın anlamı nedir? Küresel entegrasyon dışında kalmak istemiyorsak onlar hareketli iken bizim durağan ve pasif olmamamız gerekir. Demek ki biz entegrasyonu, o değerler içinde kendimizi imha ederek değersizleşmek olarak anladık ki, toplumsal yaşamın temelini oluşturan kurumumuz iflas etmiş durumda. Ziya Gökalp’ın, Türkleşmek, Muasırlaşmak ve İslamlaşmak dediği yaşam tarzını hepimiz biliyoruz. Kendi kültürünle var olacaksın, muasır dünyada yaşayacaksın, bilim ve teknoloji olarak; ama inancın da, yaşamında karşılık bulacak. Bunlarla birlikte bir katılım olsaydı, böyle bir sorunu şu an konuşmamış olacaktık.

Yerleşik geniş ve üretici aile yapımızı yeniden canlandırmadığımız müddetçe, bu kibrit kutuları gibi yükselen gökdelenler içindeki ailenin, temelindeki dinamitlerin hepsi tutuşarak patlayacaktır. Aile bir kuşun iki kanadı veya gece ve gündüzün bir günü oluşturması olarak görülmelidir. Kuşun kanatlarından biri diğerine düşman ve rakip olamaz, öyle bir algı oluşursa, kuş asla uçamaz. Sadece gece, bir gün oluşturmuyor, sadece gündüz de bir günü tanımlamaz ama ikisi bir araya geldiği zaman gün oluşur. Ailede, türleri aynı cinsiyetleri farklı olan iki unsurun birlikte olmasıyla anlam kazanır. Birbiriyle rakip değiller tamamlayıcı iki unsurlar. Oysa bizim Yönetim erkimizin oluşturduğu Bakanlık her ortamda bunları karşı karşıya getiren iki rakip düşman olarak tanımladı. Birini ötekileştirdiği zaman diğeri özgürlüğüne kavuştuğunu sandı, oysa uçuşu durdurulmuştu ama bunu anlayamadı. Çocuklar hacz edilecek bir nesne olarak görüldü oysa bu iki cinsin emeğiyle açan bir tomurcuktu, âmâ aşağılandıkça aşağılandı. Yani ailenin kutsallığı planlı olarak imha edildi, sonrasında oluşacak hayat için yeni, ortamlar hazırlandı ve oluşturulmak istenen yeni hayatın yansımaları genişledikçe toplumsal omurganın çatırdadığını gören bizim muhafazakârlar, acelecilikle bunun önüne geçebilmenin yollarını aramaya başladılar. Oysa bu şekildeki kıytırıktan fark edişler kaybedilmiş zamanı ve imha olmuş nesilleri geri getirmek için yeterli değil… Dolayısıyla geri dönüşümü olmayan bu işin mimarlarının katkısından uzak yeni bir değişim modelini, ailenin kültür ve coğrafi kodları iyi tanımlanarak onun yaşam alanları oluşturulmalıdır. Ayrıca o yaşam alanlarını benimseyecek ve içselleştirecek zihinsel devrimler de gereklidir. Bunun için medya araçlarının ifsat yolları imha edilerek onların programları bilinçli ve objektif, insani değerleri barındıran ve bunların gelişimine katkı sunacak birikimlerle yeniden programlanmalıdır. Bir toplumu yok etmek istiyorsanız, aile üyeleri arasında uzaklaşmayı ve aralarına duvarlar örerek sadece biyolojik yakınlığı bırakın diğerlerini yok edin. O toplum kendiliğinden çürür ve yok olur. Mangal kömürünü üretirken önce ağaçları çatarsınız ne güzel sıvadığınızı söylersiniz, ardından küçük bir delikten onu içerden tutuşturursunuz, ağaçlar tutuşunca o deliği de kapatırsınız kimse içerde ateşin yandığını bilmez ama içerdeki tütsü ve dumanlarla o güzelim ağaçlar simsiyah kömüre döner. İşte aile yapımız, o yakılan ateşlerin ailelerimizin içine atılmasıyla tüterek bu gün kömür haline geldiyse bu çok önemli ve yabana atılmayacak bir durumdur. O zaman tüm yöneticilerimizin psikologlarımızın, sosyologlarımızın, pedagoglarımızın, ailelerimizin aydınlarımızın ve sorumluluk duyan toplumsal bilinç sahibi her insanımızın ve aydınlarımızın acilen bu konulara el atması ve sorunların doğru tespitini yaparak, acil uygulama eylem planlarının oluşturulması için kamuoyu oluşturmaları kaçınılmazdır.

Hiçbir şey bitmiş değildir, yaşıyor, bunları görüyor ve bunların nasıl çözüleceğiyle alakalı zihin yoruyor ve o konularda çaba harcıyorsak; bunlar değişir demektir. Önemli olan bunları değiştirebilecek dinamizmin kendimizde olduğuna inanmamızdır. Benim naçizane önerim, tüm ülkemiz insanlarını ayrım gözetmeksizin ve herkesi işin içinde olmak kaydıyla, olan olduğu kadar, kimsenin kimseye üstünlük taslamasına fırsat vermeden, yaşamak için insani duruş ve gelecek nesillerin imhasını önleme seferberliği başlatarak; her alan da üretime ve dayanışmaya geçmemiz lazım. Bunu başarırsak ki, Bizim milletimiz gerçekten inanırsa, tekeden süt sağar, taşı parçalar su kaynağına ulaşır, buna inanmamız için baştakilerin gerçekten baş olmaya ihtiyacı var. Hayatları güllük gülistanlık olanların aynı gemideyiz diye bize, nerede olduğumuzu anlatmasına ihtiyacımız yoktur. Birileri geminin gövertisinde büyük çoğunluk geminin altında gemiye güç veren pervanelerin dişlileri arasında doğranırken aynı gemideyiz demek bize hiç inandırıcı gelmiyor. Onun için biz başımızda bizimle dertlenen ve bizim sorunlarımızı sorun edinen, bizim acılarımız dinmeden acılardan kendini kurtaramayan başlar istiyoruz. İşte o zaman Bu toplumun yeniden şaha kalktığı gün olacaktır. Bu milletle bunu veremeyenler ne olur bu hakkımızı elimizden almayın ya da olun…

“Siz insanlara iyiliği söyler, kendinizi unutur musunuz, oysa kitabı da okuyorsunuz hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

“Ey İman edenler yapamayacağınız şeyleri neden söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey yapmadıklarınızı söylemenizdir.”

Bu ayetlerin bizlerin hayatına yeni bir başlangıcı getirmesi ve dosdoğru yaşayarak toplumsal imha sürecimizi durdurmak ümidiyle, herkesi Merhametlilerin en merhametlisine emanet ederek, bu gün zihinlere farklı bir yükleme yapmaya çalıştığım için rabbimden bunları hayra çevirmesini niyaz ediyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/08.04.2022/00.54



7 Nisan 2022 Perşembe

DÜNYASI KOZASI OLANLAR, DÜNYANIN KAPTANLIĞINI UNUTSUNLAR!

İpekböceğinin sonunun nasıl olduğunu, onun hayatıyla ilgili malumat sahibi olanlar bilirler. İpekböceği kozasını örmeye başladığı zaman, dışarıya kendisini kapatır sadece içeriyle ilgili olanları görür ve işine devam eder. Kozasını örer bitirir ve son noktayı koyduğu zaman, kendi hayatını sonlandırır, ancak o hala kendisinin çıkacağını sanır. Oysa insanlar, onun kozasını alıp ondan ipek yaparlar, ipeğin alınabilmesi için kozaları sıcak suya atarlar, koza açılır böcek kozadan çıkar ama ölmüş olarak çıkar, oradan sağ çıkma imkânı kalmamıştır.

İnsanlık yaşamı da çoğu zaman buna benzer. Kendi düşüncelerinin mutlak doğru olduğuna inanan ve ondan başka doğru kabul etmeyen anlayışlarda farkında ya da farkında olmadan kendi sonlarını hazırlarlar. Siyasal sistemlerde böyledir. Eleştiriye kapalı, yaptıklarının dışında doğrunun olma ihtimalinin olduğunu kabul etmeyenler ve tek adam olarak her yere emirler yağdıran totaliter yapıların son hali, bir ipekböceğinin sonundan farklı değildir. Düşünen insan ile düşünmeyen bir canlı arasında sonuç olarak fark yoksa acaba akıl ne işe yarıyor diye insan sormadan edemiyor.

Ortaokul ikinci sınıfta Rabbimin bir lütfu ile İslam ve onun yaşam kitabı Kur’an’ı Kerimle tanıştığım yıllarda, herkesin bir doğrusu vardı ve herkeste kendisinin Müslüman olduğuna inanıyor; ancak farklı düşünenler arasında bir selam bile esirgenir, hatta selam vermek insanı küfre götürüyor gibi algılanırdı. Öyle keşmekeş bir dönemde İslam’ı tanımaya çalışan, çoğu zaman da böyle düşünenler arasındaki bu duvarların neden var olduğunu sorgulamaya çalışırdım. Kimin yanına gidip neden böyle olduğunu sorduğum zaman, haksız olan kimse yoktu herkes haklıydı, ama haklılıklarını izah edecek ve karşıdakini ikna edecek devamlılığı olan bir düşünce yoğunluğundan da yoksunlardı. Tüm bunlara rağmen, bizim çocukluktan kaynaklanan duygusallığımız bizi bunların hiçbirinden koparmıyordu, birbirlerine görünmedikleri ortamlarda hepsini soruyorduk. Bu sormalarımız Allah’ta biliyor ki bir menfaat için değil; tamamıyla samimi duygusal ve içtenlikli halimizdi. Çok okuyan çocuklardık. Ortaokul ikinci sınıfta Ali Şeraitinin Hac kitabını okuyan ve hala tadı damağında, zihnini o konuda ondan başka tatmin edici başka bir mütefekkirin kitaplarında o hazzı alamamış bir okuyucuydum. Yani diyeceğim o ki, o dönemde farklı okumaları yapmak hayatımın vazgeçilmezleri arasındaydı. Lise bir öğrenciliğim dönemi, neredeyse Sosyolojik ağırlıklı Türkçe ’ye tercüme edilen tüm kitapları alıp bir an evvel okuyordum. Lise ikinci sınıfa geldiğimde en az üç tefsiri baştan sona okumuştum. Hatta “Fizilal-il Kur’an ”Tefsirini lise-2 de 35 bin liraya almıştım. Pansiyonda kalıyordum param yoktu, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir Hocam, git al ben sana destek olacağım demişti. Israrla bana o tefsiri aldırmıştı, o tefsirin Ödemesini hocama yapabilmek için, yaz dönemi İzmir’de Amerikalıların inşaatlarında çalışarak o parayı biriktirmiş 3 ay sonrası tekrar lise-3 öğrencisi olarak okuluma döneceğim zaman bir yıllık harçlığım olmuş, elbiselerimi almıştım hatta bir yıl evde tüketilecek buğdayı almak için Rahmetli Babama bir ton beş yüz kiloluk buğday parasını vermiştim. Öyle bir kendimi kaptırmıştım ki, O dönemin yazında, İzmir’in sıcağında Mevdudi’nin Hilafet ve Saltanat kitabını okuyarak; geçmişin olumsuzluklarını sorgulayarak kendimce bir düşünce alt yapısı oluşturuyordum. Sabah 07.30’dan ikindi saat 17.30 kadar çalışıyorum, o saatten sonra İzmir Fuarında ağaçların gölgesine gidip kitaplarla baş başa bir yaşam sürüyorum. Akşam gece yaklaştığı zaman İzmir’in gece kondu bölgesi olan Bayraklının Alpaslan mahallesine gidiyorum, oradaki gençlerle Kur’an ayetleri okuyoruz ve bir gençlik oluşturup o arkadaşlarla geleceğin yapılanmasını tartışıyoruz. O dönemdeki arkadaşlarımdan biri hala en samimi dostlarımdan İzmir’de önemli bir market sahibi, Rabbim hayırlı yolda yar ve yardımcısı olsun…         

Hafta sonları Urla Çeşme altına gidiyorum, orada benden bir iki yaş küçük olan genç kızlar var onlar yazlıktalar ben hafta sonu bir arkadaşımda kalıyorum, onlara tefekkür üzerine konuşmalar yapıyorum, yaratılış, hayatın amacı insanın yeryüzündeki fonksiyonunu gibi konuları duygusal ve tefekkür boyutlu konuşuyoruz. O genç kızlarımızın hepsi şortlu ve bisiklet sürerek sahilde günlerini gün ederken, belli bir dönem sonra ben bunlara hiç kapanın veya şöyle giyinin demediğim halde, onların çoğu kapanmıştı ve şortlu gezmeyi terk etmişlerdi. Çeşme altındaki Cami Hocasına giderek hocam o abi ne zaman gelecek diye hep beni sorarlarmış. Ben onları bir daha göremedim ama çok kitap gönderdim okumaları için…Lise3 öğrencisi olarak Bazı zamanlarımı da Bornova’da Ege üniversitesi kampüsüne giderek mühendislik fakültesi gençleriyle düşünce yoğunluklu küçük gruplara konuşmalar yapıyordum… O arkadaşlarla muhabbetimiz, siyasal yapıyı bizim cenah alıncaya kadar devam etti; ancak iktidar nimetlerinin çok sevimli gelmesiyle o arkadaşların çoğu ile bağlantılarım koptu, çünkü onlar artık o değildi oysa biz hep oyduk düşünsel bakış açısından, ama o derken statükocu o değil…

Bunlar çok güzel anılarımız olarak kaldı ama gelecek yaşamımızın daha güzel olması için çabalayanlardan olmayı tercih ettim. Bana tefsiri alan Hocam Bir dönem Refah partisinden Milletvekilliği yaptı, aynı dönemde iki hocam vekildi, birinin yanına yaklaşmak için kırk katır mı kırk satır mı dedirtecek kadar varmamız mümkün değilken, bana o tefsirin alınmasında destek olan ama daha sonra emanetini okul açıldığında iade ettiğim hocam, yarısını zorla aldı diğerini hediyem olsun dedi… O samimi ve içten hocamla vekil olmuş emekli olmuş Ankara’da oturmasına rağmen İstanbul’a her gelişinde beni evimden alır dostlarına gideriz ve hala heyecanımız insanlığın kurtuluşu ve insanlık faydasına adil bir yönetim için bizlere, bir kul olarak düşen sorumluluk nedir, bunları o günkü gibi değerlendiririz. Bunları neden mi anlatıyorum, her çiçekten polen almak nasıl ki kaliteli bir bal için önemli ve gerekli ise, ben düşünsel kalitenin birçok farklı ortamlardan alınan uyarıcıların birleştirilmesiyle elde edileceğine inandığım için, bunların hayatımda önemli mühürleri olduğu için kısaca değindim. Hatta Paul Feyereband’ın “Yönteme Hayır ”Kitabının tercüme edileceğini duymuştum ama daha basımı yapılmamıştı, o kitabı ararken Birleşik Dağıtımda Sayın Abdurrahman Arslan ve Ali Bulaç’la tanışmıştım. Abdurrahman abi delikanlı seninle tanışalım gel bir çay içelim dedi ve Ali Abi de geldi birlikte bir çay içtik yaşımı sordu,20 yaşındayım, ne okuyorsun, Sosyoloji okuyorum dedim. O zaman Ali Bulaç dedi ki, hakikaten böyle gençlere çok ihtiyacımız var… Çıktığı zaman kitap sana haber edeceğim dedi ve bağlantı kuracak o zamanın şartlarında normal bir telefon bağlantısı vermiştim; ama o bana ulaşmadan ben kitabı alıp okumuştum çıkınca, ondan sonra kritiğini yapmıştık aynı ortamda… Böylesi bir süreçten geçerek gelişen düşünce atlasımızın, her noktanın koordinatlarını yerli yerinde koymaya özen gösterdiğini söyleyebilirim. Ancak bazen beyin dağarcığım patlama noktasına geliyor ve kendi ördükleri kozanın içinde yaşam sürenler, kendi gidişlerini görmeden bir başkasına da aynı kozanın kutsallığını anlatarak onları da mahkûm etmeye çalıştıklarını gördüğüm zaman, dayanamayıp patlama noktasına geliyorum. Yoksa şahısların kişilikleri ve düşüncelerinin ne olduğu onu bağlar benimle ilgili değil, âmâ onu bir kutsal gibi dayattıkları zaman ben zıvanadan çıkıyorum.

Bugünkü gibi yine bir ramazan ayı 27 yıl önce Gaziantep’te bir eğitim kurumu, ramazanın ilk günü oruçluyuz sabah saat 10 gibi öğretmenler odasına gelmeyen arkadaşların hepsi öğretmenler odasına doldu; herkes birbirine sigara tutuyor çay söylüyor ortam gayet şenlik… Ben de masanın ucuna oturdum bahçedeki öğrencilere bakıyorum. Sol düşüncede olan bir arkadaş bana sigara uzattı sağ ol İb… Hoca dedim, oruçlu olduğumu söylemedim ama onların hepsi beni çok iyi biliyorlar. Sigara içen üzerime üfürmeye başladı; bir iki üç derken benim şalterler attı ve kalktım.  Bana bakın benim değerlerimi benimsemek zorunda değilsiniz ama hakaret etme hakkına hiç sahip değilsiniz, dua edin üzerimde silah yok, yoksa şu anda bu davranışı yapanların hepsinin kafasına sıkardım dedim. Hoca ne oldu özür dileriz yanlış anladın falan dediler ve kalkıp gittiler o günden sonra bir daha öğretmenler odasına uğramadılar ve her gördükleri yerde hocam nasılsınız ne var ne yok sağlığınız nasıl gibi yapayda olsa hal hatır sordular. Düşünüyorum da bunlara gerek var mıydı, herkes kendi varlığıyla yaşasa başkasına zulmetmese olmaz mıydı? Elbet olurdu, âmâ herkes kendisini kanıtlamak ve başkasına dominat olmak zorunda hissediyor kendisini… Bu hastalık insanları içinden çıkamayacakları bir kozaya hapsediyor. Bizler hayatımızda karşılık bulan düşüncelerimizi bir yerlerden su doldurur gibi doldurmadık, ilmek ilmek dokuyarak bir fikir sahibi olduk ve hatalı olanları geldiğim noktaya bakmadan yerine daha doğrularını koymaktan zevk alırım. Böyle bir bakış oluşturmak çok zor olmasa gerek, neden zor olsun ki, ben dünyada sahip olduklarımı korumak için yaşamıyorum ki, dünyada doğrunun hakkın ve adaletin önce kendi nefsimde sonra çevrem, daha sonra daha kapsamlı genişleyerek yayılması ve ortaya çıkması için çaba harcayanlardanım. Bu anlayışla geleceği kuşanmak isteyenler, kendi zindanlarını kendileri oluşturur mu, varsa öyle bir ihtimal onu terk etmekten ve doğruya yönelmekten kaçınmazlar.

Bu coğrafyanın talihi hep kara lekelere sahip, özellikle İslami düşünce bu topraklarda çok bahtsızlık yaşadı. İnsanlar bir bilgi sahibi olmadan, kritik akıl ve sorgulama becerisi kazanmadan doğrudan bir fikrin savunucusu oldular. Ondan sonra da o fikre uymayan herkese mührü bastılar. Sonrasında karman çorban bir yaşam ortaya çıktı. Bu yaşamlardan günümüze gelen örneklerin şu anki yaşamdaki karşılığına baktığımızda, böylesi karanlık tabloların içine bizleri çekmiş olmaları doğal bir süreç gibi görünüyor. Oysa bu karanlıkların hiçbirisi doğal olamaz, çünkü bizlerin düşünsel altyapısı doğal bir gelişimle oluşmadı, tamamıyla yapay ve zoraki bir yaşam alanına insanlar taşındı, istemeseler de grup ve kitle dürtüsüyle kendilerini o grubun bir elamanı olarak gördüler. Grup içindeki güven duygusuyla galeyana gelen fertler, o gruptan dışarı çıktıkları zaman, sudan çıkmış balığa döndüler. Sonrasında da kendi canını kurtarmanın derdine düştüler. Bu anlayışların hepsi çorak toprakta büyütülmeye çalışılan bir bitki gibi olmasına rağmen, dünyalık önemli kaynakların başına geçirildi ve onlar orayı korumakla görevlendirildi. Sınırsız yetki ile ödüllendirildiler. Onlar da bu durumu kendilerinin ayrıcalıklı olduklarından böyle görevlere getirildiğine inanmalarıyla, film koptu. O kopuş bu kopuş durdurana aşk olsun, freni patlamış bir tır gibi nasıl ve nerede hangi kayaya çarparak duracağını beklediğimiz korkulu bir yolculuk süreci başlamış oldu.

Karadeniz’de Köylüler yaylaya çıkmışlar büyükçe bir değirmen taşı yapmışlar, ama bu taşı nasıl getireceklerini bilmiyorlar. Köylüler içinde kendisine danışılan ve fikir alınan bilge kişi Temel’miş. Temel’e durumu anlatmışlar Temel bu çok kolay uşağım, bunu bana bırakın demiş. Haçan Uşaklar yaylaya gideyrük, ben o değirmen taşının içine kafamı koyacağım, onunla birlikte teker gibi olacağım siz oradan beni yuvarlayacaksınız, aşağı ovaya gidip beni orada bekleyeceksiniz, oraya geldiğimde hop hop diyerek beni uyaracaksınız ben de iki ayağımla sağa sola fren yaparak duracağım siz de değirmen taşını alırsınız demiş. Köylüler oldu demişler ve aşağıya inmişler. Taşı yuvarlamışlar aşağıdakiler de taşı izlemişler, taş yaklaşınca hop hop demelerine rağmen taş durmamış, inmiş bir yokuşta durmuş. Bakmışlar ki Temelin kafası yoktur. Ulan Uşaklar Temel geldiği zaman onun kafası var mıydı yok muydu, bunu ancak hanımı Fadime bilir gidip ona soralım demişler. Fadime’ye gelip sorduklarında Ha uşaklar Temel oraya girdiğinde kafası yok idi demiş, biz anlamıştık zaten olsaydı kafası da taşla gelirdi deyince, Fadime kafası olsaydı oraya kafasını geçirmezdi diye cevaplamış…

Evet, dostlar İnsan bazen kendisini kozaya hapsedecek kadar kafasını Temel gibi bir yerlere bırakmış olabilir. Ancak onun faturasının çok ağır olacağını bilmiş olsalar öyle bir kozanın içine girerler mi dersiniz? “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar.” Âlemlerin Rabbi Allah’ım, bunu boşuna söylemiyor. Çünkü insanın içindeki hırsının onu nereye götüreceğini ve başına ne getireceğini bildiği için, bu kadar açık beyanıyla bu sonla karşılaşmamızı istemiyor.1990’lı Yıllarda Güneydoğu’da din adına ne domuz bağları ile insanların öldürüldüğüne şahit olduk. Değneklerle sabah namazı çıkışında katledilenleri gördük gecenin saat üçünde kimsesiz sokakta evimin nasıl kuşatıldığını biliyorum. Bunların hepsi kendi kozaları dışında dünyanın olmadığını düşünen ve inandıklarına karşı da o kadar samimiler ki bunların hepsini bir ibadet aşkıyla Allah’a yakın olmak için yapıyorlardı. Peki, Allah’a yakın olmak için yapılan bu davranışların Hz. Ali’yi katleden Kutsal harici timlerinden ne farkı vardı. Asla yoktu ve olması da mümkün değildi. Çünkü harekete geçiren dinamikler ve hedef aynıydı. Amaçları Günahlardan arınmak ve Allah’a yakın olmak. Peki, bu eylemler kişileri aşıp yönetimler tarafından yapılamaz mı elbette yapılır. Irak’ta Saddam, mazlum ve mahrum Halepçe Halkını kimyasal gazlarla katlederken bir hedef için yapıyordu. Yani kendisi doğru onun dışındakilerin katledilmesi kendi doğrularının daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlamaktı. Yani ibadet aşkıyla yapıldı. İran’la süren savaşın arkasında Tüm batı ona verdi gazı o da saldırdı ve sonuç hüsran iki taraf için… Sonrasında elindeki bu silahlar imha olmazsa bu bölgede sorun olur diye düşünen Şeytan ABD, Saddam’a verdi gazı, Kuveyt’in eskiden Irak’ın bir vilayeti olduğu, basında bile dillendirildi ve Saddam’ın ağzının şorikleri akmaya başladı, bir gecede Kuveyt’i kuşattı ABD’nin hiç sesi çıkmadı ama bir gerekçe buldu ve dedi ki, Saddam burayla durmaz Suuda saldırabilir; onun için Dahran Limanına geldi yerleşti. Önce şişirdiler kendisine bir koza ördürdüler, oysa Saddam bu eylemleri yaparken kendi ölüm fermanını kendisi imzalamıştı. ABD sadece ipekböceğinin kozasını almak için kozayı alıp sıcak suya attı ve ipeği alıp gitti. Peki, Saddam ne oldu, ördüğü kozanın dışına çıktı ama yok oldu; kazanç ABD’nin kasasına aktı. Evet, dostlar İslam topraklarında buna benzer örnekler çok fazladır. Onun için, bu örneklerin sona gelmeden önce uyarılması ve kozaların etrafının kırılması ve kozanın dışında çok farklı bir yaşamın olduğunu uzun yıllar kendilerini kozaya hapseden yöneticilere hatırlatmak gereklidir diye düşünüyorum. Bana sorsalar, Sudan’da Ömer El-Beşir’in Temel gibi gerçekten kafası var mıydı yok muydu diye, oraya gittiği zaman kafası vardı ama orada uzun süre kalınca, kafasını bir yere bırakmış olmalı ki, sonuçta kafası olmadığı anlaşıldı derim.

Evet dostlar, kendi gettolarını kendileri oluşturanlar, ipekböceğinin kozasının son halini ve oradan nasıl çıkarıldığını idrak ederlerse, öylesi bir yaşamı kendilerine reva görmezler. Böylesi bir sonun içinde olmamak için gençlik ve çocukluk yaşamımdan örneklemeler yaptım ki, her an kendimizi yeniden sıfırdan başlıyor gibi yenileme imkânımız olsun…

Zaman hızla akarken, düğümler daha bir çözümsüz hale getirilmeden, kozanın son noktası örülmeden kozanın dışındaki yaşamın nasıl olduğu ve oradaki yaşamın kozanın içiyle benzer olup olmadığını anlayarak dışımızdaki dünyanın gerçekliğine kulaklarımızı ve gözlerimizi çevirerek yürekten bir hissediş yaşamalıyız ki, kozalar kendiliğinden açılsın ve ipekler kendiliğinden serilsin, biz ise ayaklarımıza dolanan ağların karmaşıklığından çıkarak aydınlık ufuklara gözlerimizi çevirerek, fecrin doğumuna şahitlik yapacak duruma gelelim…

Zamanda yolculuk benimki, bir yerde dur durak nedir diye sormam, her limana demir atmam, demir atacağım limanın her yanı ipekböceği kozalarına tahsis edilmiş ise, ya kozalakları sıcak suya atılmadan yırtarım ya da o limanı yakar, denizlerden karaya bir daha dönmem; ben denizlerin korkusuz ve deli kaptanıyım… Haşin dalgalara göğüs germeyi, yakılacak limana demir atmaya yeğlerim…

Selam sabır metanet ve dirayetle Kozaları delip dünyaya hakikat gözleriyle bakanlara selam olsun…

Erol KEKEÇ/07.04.2022/01.30

TARİHİN YARATTIKLARI DEĞİL, TARİHİ YAZANLAR OLALIM

Müslümanlar tarihlerinden ders alıp onların olumsuzluklarını bertaraf etmek ve olumlu yanlarından faydalanmak için tarihe yaklaşmazlarsa, kendi yaşamları da gelecek nesiller için içi yanlışlarla dolu bir tarih olarak bilinecektir. Tarihi yanlışlarından ders alınsa bir daha tekrarlanmaz, ancak tekrarlanıyorsa, tarih insanlara hiç ders vermemiş demektir.

Emevilerle başlayan ve sonraki dönemlerde de devam etmesi istenen algılardan birisi, dönemin âlimlerinin siyasal otoritenin lehine fetvalar vermesi ve onların olumsuzluklarının bilinmeyen hikmetlerinin olduğunu anlatmalarıdır. Bu anlayış Müslümanları yöneten zalim yöneticilerin zalimliklerine ses çıkarmamanın sevap olduğunu söyleyecek uydurma hadislerin oluşturulmasına kadar gitmiştir. Sizi yöneten ve sizden birisi ise, onun cehaletine ve zalimliğine rağmen ona itaat edin…”gibi. Oysa Kur’an’ının yaklaşımı bir zalime sözüyle, eliyle, gücüyle destek olmak veya ona meyil etmek zalim olmak için yeterlidir. Hatta zalimlere meyil etmenin bedeli cehennem ateşiyle karşılığını almaktır. Allah’ın beyanı böyle olmasına rağmen sizden olan zalim de olsa emir sahiplerine uyun sözleri tamamıyla, dönemin zalim yöneticilerinin istekleri doğrultusunda oluşturulan hipnotize masallarıdır.

Allah’a asiliğin olduğu bir yerde hiçbir yöneticiye itaat yoktur. Allah’a asilik, Allah’ın kullarını gözetmemek, kullar arasında tefrika oluşturmak, birleştirilmesi ve kaynaştırılması gereken kardeşlik ilişkilerini ayırmak ve düşmanlıklar oluşturmak bir asiliktir. Allah’ın sevdiği dost bildiği kullar yeryüzünde ekini ve nesli korur hakka şahitlik yapar adaleti gözetir. İnançlarına bakılmaksızın insanları liyakatlerine göre kurumsal mevkilere getirir ve herkese aynı oranda yakın ve uzak durur. Bunu kendisine göre uygulayan yöneticiler zalim, yönetimlerde zulüm yönetimleri olur. Allah, Müslümanım diyenlerin yaşamlarında böylesi olumsuzlukların olmasını asla istemez ve onlara yardım da etmez, merhametini onlardan alır gazabıyla o yeri baş başa bırakır.

Siyasal yönetimlerden beslenen ilim adamları, halkla yönetim arasında bir rehabilite aparatı olarak görev yaparlar. Halkın keskin ve gözü kara çıkışlarını yönetime ulaşmadan bertaraf ederek onları yönetimden uzaklaştırmak, hep bu ilim adamlarının görevi olmuştur. Halkı bilgilendirmek ve yönetimin yaptığı yanlışlardan dolayı yönetimi savunmaya geçmek, halka karşı durup ders vermek, siyasal otoriteden beslenen ilim adamlarının işi değildir. İlim ve bilimin herhangi bir merkezi otoriteden beslendiği ortamlarda doğruya ulaşmak hayli zor olur. Bu durumda, Bilim insanları, gücün meşruluğunu onaylayan ve onun ortaya koyduğu zulmün devamı için, bir emniyet aracı olur.

Bu olumsuzluklar, İslam toplumlarında insanların basiretini ortadan kaldırmıştır. Yanlışlara ses çıkarmayan ve yanlışların içinde hikmet arayan bulamadıklarında da kendilerinin bu hikmeti anlayacak nitelikte insanlar olmadığına inanırlar. Bu anlayış bir toplumun imha sürecidir. İslam toplumu Emevilerden günümüze bu imha sürecini yaşayarak, farklı düşünceleri barındıran uyanış çıkışları yaşamış ise, tamamıyla bu yönetimlerin kapsam alanından uzakta olmuştur. Çünkü onların kapsamına giren onların antenlerinden hep yayın yapmıştır. Onların dışında olanların başında ise Hem Emevilere hem de Abbasilere karşı mücadele edip hakkın yanında olan, onların zulümlerine asla meşruluk kazandırmadığı için zindanda şehit olan İmam Ebu Hanif’edir. İmam Ebu Hanife, Emevi Zulmünün yıkılması için Abbasilere destek olmuş, ancak onlar da zulmü devam ettirince onlara karşı da mücadele etmiş ancak netice onun öldürülmesiyle sonuçlanmıştır.

Dönemin siyasal iktidarlarından beslenmeyen ilim adamları İmam Ebu Hanife gibi hep susturulmuş ve katledilmişlerdir. Dolayısıyla Zalim sistemlerin zalimliklerini örterek bize kadar ulaştırılmaya çalışılan din, Kur’an’ın dışında, hak din olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü Kur’an’ın zalimlerin yaptıklarını onaylamayan ayetleri hatırlatıldığı zaman, hemen Kur’an dışında bir kaynak aramışlar, iktidarların beslemesi olan ilim adamları. Halkları inandırmaları için de Kur’an dışı kaynak, Kur’an’ın referans olması gibi etkili bir kaynak olmalı ki, Kur’an dışı bir yaşam oluşturulsun. Bunun için âlimleri kullanarak Allah’ın elçisini referans gösteriyor gibi, Allah’ın elçisinin sözü gibi oluşturdukları müsveddelerle, zulümlerine meşru dayanaklar oluşturmuşlar, bunları da günümüze kadar din diye bize aktarmışlardır.

Sonrasında Dinin dayanakları diye bir hiyerarşik makam belirleyerek kaynaklar oluşturmuşlar. Bu sistematik ve hiyerarşik kaynak sınıflaması, tamamıyla Allah’ın dinine karşı oluşturulan karşı dindir. Ancak Yaşadığımız ortamda bunları sorgulamak sizi din dışı bırakır. Çünkü onlar hiçbir şey bilmiyor muydu gibi size yönelen oklarla karşılaşırsınız. Önceden söylenmiş olan beşer mahsulü sözlere uymayı İlahi bir emir gibi telakki eden toplumların dini, öncekilerin masalları dışında bir yaşam olamaz. Oysa her dönemin dini ve yaşam kaynağı vahye dayanan Kur’an’dır. Resul de Kur’an dışı bir dinin temsilcisi değildir. Dolayısıyla Resulullah’ın sözü gibi anlatılan ama zalimlere içinde övgü barındıran ayrıca dinin kaynağı Kitap ile örtüşmeyen onu sulandırıp sınırları ortadan kaldıran sözler, Allah’ın Resulünün sözü olamaz. Çünkü onun konuştuğu Kur’an’dır. O Kur’an dışı bir söz söylemez. Ancak toplumsal yaşamda öyle bir algı var ki, Resulullah’ın söylediği vahiydir, yani ona atfedilen sözler de vahiy gibidir. Kur’an’a uymak ile ona uymak aynıdır demek, dinin ruhu ile uyuşmaz ve dine katkı yapmak ulamalar yapmak olur ki, bunun adı şirktir. Ben bir şey yapabilecek olsaydım önce kendimi cehennem azabından muhafaza ederdim… Diyen bir elçi, Allah’ın kitabı dışında farklı bir şey asla söylemez. O insan olarak yaşayan ve normal günlük insani ilişkileri olan bir beşerdir. Bunun dışında bizden farklı olarak bize getirdiği mesajı aktaran elçidir. Elçinin o görevi bizleri bağlar ve onun söylediklerine harfiyen uymak zorundayız. Beşeri münasebetlerindeki ilişkileri Kur’an gibi değildir, uyulabilir de uyulmayabilir de bundan dolayı kişi Allah’ın elçisini küçümsemiş olmaz, aksine ona atılacak iftiralardan elçiyi uzak tutar. De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin…”diyen ayetin ne anlatmak istediğini anladığımız gün Resulullah’ın zalimlerle hiçbir ilişkisinin olmayacağını da anlamış oluruz. Dolayısıyla Resule ait sözlermiş gibi uydurma masallarla bizleri zulümlerine ortak etmek isteyen zalimlerin bu manevralarına da inanmamış oluruz.

“Ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan Müslümanların ilki olmakla emrolundum…”Ayeti dikkate alındığı zaman, her şey karmakarışık olsa, ortalıkta anlatılan masallar Kur’an ile taban tabana zıt olsa da, kişi Kur’an’ı kaynak alarak aldığı zaman, karşılaşacağı olumsuzlukların hepsinin üstesinden gelebilecek basirette olur.

Ne yazık ki insan, hayatını etkileyen, zihni ve kalbi olgunluğa eriştirecek olan kitabın buyruklarını dikkate almaz da, kendisine sunulan masalları tüketerek boş kaldığında geviş getirerek hazımsızlığı gidermeye çalışan bir canlı gibi yaşamaktan zevk alır. İnsanın bu vurdumduymazlığı ve aymazlığı onu hakkın rotasında yer almaktan hep alıkoyar. İnsan bu rotayı doğru tespit edemediği zaman, yaşadığı ortamlardaki zalim yöneticileri alkışlayarak bunu da bir ibadet aşkıyla yerine getirir. Yanlış kurgulanmış ama gelenek olarak devam eden bu karmaşık çözümsüz denklemlerin içinde yaşamı zorlaşan ve gittikçe zihinsel bir paradoksa sürüklenen denek olmaktan çıkmak isteniyorsa, İnsan doğru kaynaktan, doğru beslenmesi gerekir. Doğru kaynağa gidersiniz, ancak o kaynaktan aldıklarınızı, o kaynağın sahibinin dediği gibi yapmazsanız yine sonuç hüsran olur.

Geçmişle günümüz ve yarınlar arasında, yaşadığımız dönemde ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum ve ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmam diyecek dirayette bir hayat ortaya koyamayacaksak, her dönemin siyasal iktidarlarından beslenen âlim sıfatlı koruma görevlilerinin verdiklerini tüketerek tüm vücut metabolizmamız zihnimizden yüreğimize kadar virüs kaparak sürüngen bir hayata mahkûm olacaktır.

İslam bir hayat nizamı olarak yaşamda karşılık bulursa, ortaya çıkacak geleneksel yaşamlarımız, Kur’an dışı bir kaynaktan beslenmemiş olacaktır. Kur’an’dan beslenen geleneksel ve devam eden yaşamlar, yarınlar için doğru bir bakış açısı oluşturmanın en azından kapısını aralamış olurlar. Bugün o kapıları aralayamazsak, yarınlar sanıyorum bu günlerden daha karmaşık olacaktır. Çünkü gelecek nesillerin hayatları rasyonel ve reel yaşamdan alınacak pozitif argümanlar üzerine olacaktır. Dolayısıyla inanma temelli bilgilerin onların yaşamında çok fazla karşılığı olmayacaktır. Ama reel yaşamdan yola çıkarak o bilgileri temellendirerek bir inanca dönüştürülecek sonuçlara ulaşacakları muhakkaktır. Dolayısıyla geleceğin rasyonel ve reel yaşamı içinde bizim oluşturacağımız bağımsız ve otoritelerden uzak sistematik düzenli, akılla kavranılacak türden bilgi kaynaklarına ulaşılacak yolları ortaya koymamız bizim bir sorumluluğumuzdur. Bunları ortaya koymaktan kaçınan korkan, âmâ yaşama dokunmayan ve kimsenin olumsuzluğunu ötelemeyen bilgileri aktararak gelecek nesillere bir ışık olduğumuzu sanmayalım. Işık olmak, tarihi aktaran değil, tarihi yorumlamaktan korkmayan ve aklı yaşamın dümenine oturtan, ama ilahlaştırmadan onun sorumluluk alanlarını çizerek, o alanda işini çok iyi yapmasına katkı sunmaktır.

Allah’ın Resulünden hemen sonra, Müslümanlar bir karmaşa ortamına girdilerse bu tesadüf değil, gönüllerde yatan bir hayatın dışa vurumudur. O görüntüler sonrasında bir din olarak inanmayı gerekli kıldı ve günümüzde iman esasları arasındaki muhteşem(!) yerini aldı. Yani diyeceğim o ki, Müslümanlar yaşadıkları dönemde, güce sahip olan otoriteyi günahsızlaştırarak, kendilerine Allah dışında yeni ilahlar oluşturmaktan kurtulmadıkları müddetçe, adı İslam diye bildikleri dinin gerçek hayattaki Karşılığı Şirk dini olur. Şirk dini üzere yaşayıp, onun uğruna mücadele edip, İslam olduklarını söyleyerek kendilerini avutarak yaşama son noktayı koyarlar.

Güce sahip olan siyasal otoritenin yanlışlarını yumuşatarak aktaran, siyasal yapının etrafına çöreklenmiş bilim adamlarının hepsi, insanlara sadece gücün belirlediği bir çizgi sunarlar. Onun dışına çıkmaktan korkarlar ve o konuları hiç gündeme getirmezler, çünkü kendi yaşamlarının maddi kaynağı onlar olduğundan o kaynaklarını kaybetmeyi göze almazlar.

Geçmişte siyasal yönetimler, dini değerleri kendi kontrollerine alarak, yaşamlarını tehlikeye sokacak dini fetvaları bastırmak için icat ettikleri dini müsveddeler, çağımıza kadar dinin emir ve yasakları olarak geldiği için, bunları kabul etmeyenleri dinden çıktı diyerek ötekileştireceğimize, kendimizin sahip olduğu dinin ne kadar Allah’ın dini olduğuna baksak daha iyi olmaz mı?

Müslümanlar, kritik ve sorgulamaya dayanan bir yaşamı, sorgulanmadan olduğu gibi aktarılan geçmişin uygulama ve düşünsel birikimlerini, bir yaşam manifestosu gibi alıp ona göre yaşadıkları müddetçe hep sömürülen toplumlar olarak kalacaklardır. Hayatta sorgulanmayacak hiçbir şey yok yoktur” Bilmediğiniz bir şeyin ardına düşmeyin, zira göz kulak ve kalp ondan sorumludur…”Buyruğu, bizlerin inanacağı esasları bile, anlayarak bilerek kabullenmemizi istemektedir. Hakikate ulaşmak için sorgulama, anlamak için kritik şarttır. Bunları hayattan uzaklaştırdığınız zaman, hayat, anlamsız müsveddeleri taşıyan bir yük vagonuna döner. “Canlılar içinde en altta yer alanlar, hiç şüphesiz aklını kullanmayanlardır. Akıl en büyük nimettir, bu nimetin işlevini yok etmek ve duygusal bağlılıklarla inanma temelinde bir gelecek oluşturmak, tüm nesillerin hayatını ipotek almak olur ki, bu ortamlarda gelişimden söz edemezsiniz. Kölelik bir yazgı değildir. O halde Müslüman topluluklar, köle bir hayatı değil, bilinçli tercih edilen bir hayatı verimli kılmak zorundalar. Bu verimlilik küçük çapta olsa da, geleceğe mührünü basacak bir yaşam olacaktır. Müslümanların, gelecek nesillerinin yeniden doğuş ve şahlanış hamlesi gerçekleştirmesi için, hikâyelerden uzak, Kur’an’ın özü ile tanışmaları gerekir. Merhum Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, ”Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan Kuran’ın, hiçbirimiz kaydında değil mananın, ya açar bakarız nazmı celilin yaprağına yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına, inmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için…”Bu yürekle hayat kaynağımıza yöneldiğimiz zaman, ne zalimlerin zulmü, ne nede zalimlere alkış tutacak zalimlerin sırtından yaşamını sürdürdüğü böcekler kalır. Böcek olmayı kabullenenler ezildiklerinde şikâyet etme hakkına sahip değiller. Dolayısıyla böceksiz ve onuruyla var olan, geleceğe mührünü basacak nesillerin oluşması için, öncelikle biz ayağa kalkıp hakikate şahitlik eden bir dinin, neferleri olduğumuzu ortaya koyacağız. Yoksa yarınların kararmasındaki her karanlık zerresinde bizlerin bir payı olacağını unutmayalım. “Kim bir çığır açarsa, o yoldan gidenlerin sorumluluğundan bir pay da onadır. Bunu bilerek ve aydınlık yarınlara meşale olmak olsun hayatımız…

Selam muhabbet ve dualarımla aydınlık yarınlara hep birlikte koşalım, karanlıkları korkusuzca kendi inine gömerek yola çıkalım…

Erol Kekeç/06.04.2022/02.23

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!