Bu Blogda Ara

24 Mart 2022 Perşembe

DEVLETİ KUTSAMA BEDELİNİ ÖDE SİSTEM OLUŞTUR!

Aklından gerektiği gibi faydalanan toplumları, sürekli sömürmek ve onları galeyana getirecek duygusal sloganlarla kullanımında sınır olmayan halk gibi, kanını emerek onlardan faydalanma şansınız yoktur. Âmâ akıldan yoksun kitleleri, harekete geçiren duygusal uyaranlarla sürekli kullanmanız ve onların kanlarının son demine kadar onları sömürmeniniz çok kolaydır. Onlar, Balık hafızalı dedikleri türdendir.

Neden, İnsani yaşam uyaranlarına önem veren toplumlarda, sosyal uyarıcılar yaşam kalitesine hizmet etmediği sürece, insanların yaşamında bir etkiye dönüşmemektedir. Çünkü bu ortamlarda toplumsal bilinç, duyguların harekete geçirdiği anlık hazları doyuran bir algı değildir. Yaşamın istikrarını bozmadan düzenli ve devamlılığı olan bir yaşam standardının belirleyen ölçüsü olarak görülür. Ondan dolayıdır ki, toplumsal bilinç oluşuncaya kadar tüm halk olarak büyük acılar yaşarlar ama bu acıların etkisi onları doğru seçim yapacak duruma getirdiği andan sonra, akıl yaşamlarının dümenindeki kaptan olur. Hayat kural ve hukuka göre devam eder. Ahbap çavuş ilişkisiyle, toplumsal hayatı etkileyen kurumsal işleyişler sürdürülmez. Herkes kendisine verilmiş olan statünün rollerini toplumsal hukuk ve mesleklerinin toplumsal yaşamdaki eşgüdümü çerçevesinde oynar. Çünkü toplumsal hayatın sürekliliğinin, böyle bir etkileşim ve işleyişle ancak mümkün olduğunu bilerek, tamamıyla akılcı bir yaşam ortaya koyarlar.

Akılcılığın, hayatın sürekliliğinin oluşmasında toplumsal belirleyici, en önemli uyaran olarak görüldüğü ve tercih edildiği ortamlarda, her gelenin keyfine göre duygusal ve ideolojik sloganlarla toplumu sömürmesi ve onları kullanması mümkün değildir. Çünkü bu ortamlar, her şeye düşünce temelinde ve tutarlı yaşam ölçeğinde ortaya çıkacak geçerli kalıcı genele dönük fayda boyutunda bakarlar.

Böylesi toplumlar ne yazık ki, batıda gözümüze çarpmaktadır.     Batı dışında Güney Asya ve uzak Asya’da da görülür. Batı bugünkü yaşamını geçmişte kendi içindeki soylu mücadelesine borçludur. Sömürgecilik yaparak yönetimlerinin başka toplumların kaynaklarını sömürmesinin adı değil, onurlu mücadele… Ancak Ortaçağda dini dogmatik dayatmacı bir algının zulmünden kurtulmak için az can vermediler. Bilimsel doğrular Kilisenin açıklamaları ile örtüşmüyorsa bilim olarak görülmedi. Bu düşünce ve buluşlarında ısrarcı olanlar bedelini çoğu zaman canlarıyla ödeyerek, bugün ki yaşamların bedelini o zaman ödeyerek sonraki nesillerine armağan ettiler. Dolayısıyla bedeli çok pahalıya mal olmuş toplumlardan bu hayatları almak isterken, uğruna nasıl mücadele edildiğini ve kurbanlar verildiğini anlamadan o yaşamlardan oluşturacağınız hayatlar, sizler için çok yapay ve anlamsız olacaktır. Bedelini ödemeyenler o hayatların kıymetini anlayamazlar. Biz bedelini ödemediğimiz bir yaşamı, kendi topraklarımızın yönetimlerinden talepte bulunuyoruz. Hiçbir yönetim, toplumsal menfaatleri korumak ve toplumsal aidiyet kimliğinin sürekliliğini devam ettirmek için oluşmamışsa, size böylesi imkânlar sunmayacaktır. Üçüncü dünyanın, yönetenleri tarafından, atanmış olan ama halkları tarafından seçildikleri sanılan yöneticileri zaten bu talepleri asla karşılayamazlar. Dolayısıyla Üçüncü dünya ülkeleri öncelikle kendi yönetim anlayışlarını belirleme yetisine sahip değilken, ortaya konulmuş seçenekler arasından, tercih ettikleri ile sürekli mutlu olacakları bir ortamın geleceğini bekliyorlarsa; bu arzularına asla kavuşamayacaklardır. Şayet karşılaşırlarsa bunu bir ganimet bilmeleri gerekir. Olumsuzluklarına bakarak üzülmek boşa heder olmak olur.

Bu örneklemelerimden sonra özellikle üçüncü dünyanın ithal edilmiş yönetim algılarıyla, yerel yönetimlerini seçtiklerini sanan halklar, bu gafletlerinden uyanmaları ve kendilerine gelmeleri gerekir. Bir yönetim biçimi başka yerden alınmaz. Yönetim toplumun kendi coğrafi kültürel ve tarihsel köklerinden ortaya çıkan bir kaderdir. Toplumların süreklilik kazanmış alışkanlıklarıyla örtüşmeyen ve onlar üzerinde etkileyici ve belirleyici izler bırakacak kadar içselleştirilemeyen yönetimlerin, toplumsal sürekliliği sağlaması düşünülemez. Onun için, toplum olarak insanlar yaşadıkları ortamlardaki kemikleşmiş yanlışlara karşı mücadele ederek, doğruyu bedel ödeyerek ortaya çıkarmazlarsa, pansuman için başka yerden gelecek pamukların ve sargı bezlerinin hiçbiri, o ortamların kanayan yaralarındaki kanları durdurmaya yetmeyecektir. Bizim toplumda, bu gruplar arasındaki yerini, duygusal refleksleri çok baskın olmasıyla çoktan almıştır.

Yönetim demek, arada bir yönettiği halka doğru olduğu sanılan bir günlük haz aldırmak değil. Yönetim, doğruların süreklilik kazandığı, yanlışların arada bir ortaya çıkmasının topluma hiç denecek kadar etkisinin olmadığı, bir yaşam alanı oluşturmaktır. Bu tür yönetimler, emek harcanarak uğruna bedeller ödenerek ortaya çıkan yönetimlerdir. Buralarda toplumsal yaşam bir rutine girmiştir. Aksaklıklar, yok denecek kadardır, toplum içinde sarsıcı ve psikolojik sarsıntılar oluşturacak düzeyde etkileyici olmazlar. İnişli çıkışlı günlük haftalık, insanların yaşam içindeki tabakaları değişecek düzeyde ani toplumsal haraketliliklere rastlayamazsınız.

Dolayısıyla haklar, kazanılarak elde edildiği için, onların korunmasının gerekliliği de bir o kadar kutsal olur. Devlet en güçlü ve üstün toplumsal kontrol sistemi olarak, insanların bu kazanımlarını koruma ve devamlılığını sağlama görevini kendi üzerine alır. Devlet, bahanelerin üretildiği ve şikâyetlerin yapıldığı bir makam olmaktan çıkıp, doğrudan sorumlulukların en üst düzeyde yerine getirildiği, soyut ve genelleşmiş karizmatik kimliğe bürünmüştür. Devletin, bu kimlikle tanımlandığı yerde, insanların yeryüzünde güvende sınır tanımayacağı en üst düzeyde görünmez bir güce, sorumluluklarını devretmenin bilinciyle yaşadıklarına şahit olursunuz. Kendisi gibi herkesin düşünmediğini inanmadığını çok iyi bilir, ama onlardan kendilerine bir zararın dokunmayacağını da bilirler. Çünkü insanlar kendilerini korumak ve gelecek tehlikelere karşı en üst düzeyde kendileri adına kendilerine sahip çıkan bir kontrol sisteminin varlığının olduğunu bilirler. Devletin insanlar tarafından bu düzeyde algılanması ve ona karşı sorunsuz bir güven duygusu oluşturmalarının gerisinde, belli bir çaba ve emeğin onlara kazandırdığı bu gücün yanlış yapma ihtimalinin olmadığına inanmış olmalarıdır. Eğer insanlar kendi yönetimlerini kendi ortamlarındaki kültürel tarihi ve coğrafi dinamikleri dikkate alarak kendi köklerinden gelen bir değer olarak görürlerse devletin kendilerine yanlış yapacağına inanmıyorlar. Yanlış yapma ihtimalinin olma olasılığını atlamıyorlar, ancak sorumluluğu devlete yüklemiyorlar, çünkü devlet işleyen bir sistem olarak görülüyor, yanlışları şahısların beceriksizliğiyle ilişkilendirerek akılcı bir eylemle, yöneticilerini hemen değiştirebiliyorlar. Şayet sistem günün koşullarına göre ihtiyacı karşılayamaz durumda görünüyorsa, bunun içinde ideolojik saplantılardan uzak, bilimsel raporlar doğrultusunda aksamaların olabileceği bölümleri yenileyebiliyorlar. Çünkü devleti kendileri ortaya çıkarıyor ve kendi sorumluluklarını ona vererek, herkes için kurallı bir hayatın devamını istiyorlar. Devlet bu görevleri yerine getirdiği zaman kimse başkasının işine karışmıyor, herkes kendi sorumluluk alanında yapması gerekenin en iyisiyle uğraşıyor. Çünkü devlet, insanların kendilerine bir ayrıcalığın sunulması için ele geçirilmesi gereken makamlar olarak görülmüyor. Aksine kimseye ayrıcalık tanınmaması için organizeli bir güce sorumluluklarını devrederek böylesi olumsuzlukları ortadan kaldıran sistemin kendisidir. İşte, batı bu duruma gelebilmek için duygusal sloganlarla yaşamaktan kurtulup, aklı hayatın dümenine oturttukları için, bedelini geçmişte ödeyerek güven duyacakları sisteme kavuşmuşlar. Bu gün o sistem, kendilerini kendilerinden fazla koruyor. Oysa biz ve bizim gibi toplumlarda durumun hiç iç açıcı olmadığına aklı dengesi yerinde olan her insanoğlu bunu rahatlıkla fark edecektir.

Bugün toplum olarak kıvranıyoruz. Herkes iktidar şöyle olmalı böyle olmalı, kimisi daha ne yapsın yapmadığı bir şey kalmadı, gözünüze dizinize dursun, siz vatan hainisiniz gibi duygusal reflekslerle, karşılıklı saldırı oklarını kınlarından çıkarıp ok atma derdindeler. Çünkü burada, devlet kendi güvenirliğini oturtup insanların hepsinin hak ve hukuklarını garanti altına alarak, onlara huzurlu ve standart bir yaşamı herkesin kendi sorumluluk alanı içinde yapacağının en iyisini yapması için bir zeminini oluşturamadığından, hep eleştirinin odağında kendisi olmuştur. Devletin bu eleştirilerin odağından çıkması için, İktidara gelecek olan herkesin kendi taraflarına ayrıcalıklı imtiyazlı bir ortam oluşturma anlayışından çıkması zorunludur. Şu ana kadar biz kendi ülkemizde böyle bir algının varlığına şahit olamadık. Her gelen iktidar toplumsal yaşamın kalitesini yükseltmek ve insanlara en iyi ortamı sunmak için gelmedi, onlar devletin imkânlarını kullandı, birazda biz kullanalım kendi adamlarımızı kurumlara sokalım diye didindiler ve bu ahlak dışı insanlıktan uzak çıkışlarını da hep meşru temeller üzerine oturmak isteyip savundular. Bunda hiçbir istisna tutmuyorum, tüm iktidarlar bunun alasını yaptı, kimisi çok aşırı gitti, kimisi korkudan göze alamadı, ama günahları hep ortak oldu.

Devletin bir sistem olarak oluşması halinde, bunların varlığını göremezsiniz. Oysa bizim ülkemizde sistem diye bir şey yoktur. Kişilere ve politik görüşlere göre, ilkokul öncesi çocukların bazen yetersiz kaldığı ama gün içerisinde sürekli yapıp bozarak oynadığı bir yapbozdan farkı olmayan bir geleneğimiz var. Bu gelenekten bir devlet çıkaramazsınız. Yeri geldiği zaman üç bin yıllık devlet geleneği olan, asıl devleti yöneten bir ihtiyarlar meclisi var vs. gibi efsanelerden bahsedenler çok olur, ancak yaşadığımız hayata baktığımız zaman, vaktin birinde bir dağın başında kimsenin gitmeye cesaret edemediği bir dev yaşarmış, bu dev o kadar güçlüymüş ama onu gören kimse olmamış, çünkü onu gören hiç yokmuş, görmek için giden de bir daha geri gelememiş… Gibi anlatılan masallardaki gibi bir devlet geleneğimiz olduğu kesin gerisini anlatmayayım…

Devlet, kutsanan görünmez ama yaptırımları can yakan hayatı çekilmez kılan, her şeyin kendisi için olduğuna inanan bir dev değildir. Devlet yaptıkları ve ortaya koyduklarıyla insanları huzurlu yaşatarak kutsanan bir hayatı ortaya çıkaran görünmeyen ama merhameti her yerde hissedilen herkese yuva ve kol kanat olan topraktır. Toprak gibi bağrına basmayan bir devlet, devlet değil, ancak ceberut kutsanmış, yanına gideni yok eden bir dev gibidir. Biz, duygularıyla Devletin başına gelenleri uçuran, akılla düşündüğünde imha eden şakşakçıların seçtiği bir yönetici ve o yöneticinin işlettiği bir sistemi devlet olarak görmek istemiyorsak, o zaman ortaçağ Avrupa’sında Kiliseye karşı bedel ödeyen aydınlanma çağıyla rasyonalitenin egemen olduğu dönem gibi bir döneme girmek zorundayız. Bizim karanlık çağımız duyguları tavan yapmış ideolojik, adaletten uzak, çamuru kendi tarlasındansa çok güzel, ama gül başka bahçede açmış ise hiç kokusu olmayan çok kötü bir çiçek diyerek etrafı karartan bu karanlık ortaçağ bataklığından aklın aydınlık yanında buluşmaya ihtiyacımız var. İşte o aydınlık ortamda erdemliler bir araya gelir, erdemlilerin oluşturacağı sistem, akıl ahlak bilim adalet ve huzur temelinde yükselen bir abide olur. O zaman kutsanan devlet değil, insanların yaşamına dokunarak kendiliğinden kutsanan bir sistem ortaya çıkar.

Biz duygusunu bizim gibi toplumlar çok yanlış algıladık; biz, yanlışlarda ortak hareket edip, karanlıklarımızın aydınlığa çıkmasını önlemek değil, aydınlık yanlarımızı ne pahasına olursa olsun, hep birlikte sahiplenerek sonrakilere miras bırakacak ortamlar oluşturmamız olarak anlamak zorundayız. Çıkarlarının fanatik savunucusu olanlar, bu tavırlarını ortak menfaat olarak başkasına dayatarak, doğruluğun ölçüsünün sadece kendisi ve taraftarlarından olmadığını aklıselimle anlamanın kaçınılmazlığını idrak ederek yaşamalıyız. Doğruluk, bir sistemin uygulamalarından ortaya çıkacak yargıların gerçek yaşamda karşılığın olması olduğunu, aklımızla ortaya çıkaracağız. Hırsların etkisiyle kök salan duyguların, karanlık bir yaşam alanı oluşturmanın ötesinde, herhangi bir icraatının olmadığını kavrayacağız. Bu karanlıkların aydınlanması için kaybedeceğimiz menfaatlerin gitmesinden korkmadan, herkesi aydınlatacak ve geleceğe taşıyacak bir sistemin devamlılığı için ödenecek bedellere hazırlıklı olacağız ve ondan sonra evrensel bir sistemin bizim toplum için gerekliliğinin önemini kavrayarak herkesi kucaklayacak bir devlet anlayışının gelişmesi için, çıkar iskelesine demirlemiş olan gemilerin hepsini yakarak, yeni gemilerle denize açılacağız. İşte o zaman göreceksiniz ki, hiç ummadığınız ortamlardan küçük çıngılar, koyu karanlık bir yaşamı aydınlatmak için meşale olarak yanacaklar…

Biz böyleydik, böyleyiz gibi kendimizi dev aynasında görüp kendimizle yüzleşmeyi hiç düşünmediğimiz yaşamımızla barışacağız. Yarınlar için umut dağıtmaktan uzaklaşıp bu gün insanlığa dokunduracağımız bir faydayı ele alacağız. Bu günü imha edenlerin yarınları kurtarmayı bırakın, yarınlarda olmayacakları bir yaşamı nasıl kurtaracaklarını anlamalarına katkı sağlayacağız.600 yıllık imparatorluktuk yine oralara doğru gidiyoruz gibi kendi kendimizle ironi yaparak yaşamanın kimseye bir faydasının olmadığını kavramak zorundayız. Köse torun dedesinin sakalıyla övünürmüş, ”benim dedemin bir sakalı varmış ki, mübarek ta… Dizine kadar uzanıyormuş, nurlu bir insanmış gibi masalları insanlara anlatarak, insanların en kıymetli değeri olan sermayelerini çalarak onları iflasa mahkûm etmeyeceğiz… Toplumun iflas ettiği bir yerde yönetenlerin ve yönetimin karı söz konusu olamaz. Anneden göbek bağı ile beslenen bir çocuğun yaşaması için nasıl ki göbek bağı ile anne arasında bağ olmalı ki çocukta yaşasın… Yönetimlerin yaşaması da toplum ile arasındaki göbek bağına bağlıdır. Bu bağı koparan yönetimlerin hiçbirisi yaşamamıştır ve de yaşayamayacaktır. Manipülasyonlarla insanların gerçek bilgi akışını değiştirip, onları bir yere kadar belki yönlendirebilirsiniz, âmâ akıl duvarına tosladığı ve o bilgilerin gerçek kimliği anlaşıldığı zaman o duvarı aşmanız imkânsızdır. Ne yazık ki, bazı yönetimler halkı ile bu göbek bağını kopardığı, yöneticilerin etrafındaki soytarıların şaklabanlıkları ve sirk maymunu gibi daldan dala atlayarak insanları hipnoza çalışmaları, yönetenleri var etmeyecektir. Soytarıların geçim kaynağı sirklerde ne kadar bulunup, onları seyretmek için gelen seyircilerden alacağı alkışa bağlı olduğu için, onlar ha bire yöneticilerini bu oyunlarla avutarak karanlıkları aydınlık gibi sunmaya devam ederler. Ancak göbek bağı kesildiği için nasıl ki çocuk ölü doğacaksa, bu yönetimlerin sonuçta karşılaşacağı son, ölü doğan çocuklardan farklı olmayacaktır.

Biz, bu olumsuzlukların kendi toplumumuzda oluşmaması için, düşünsel yoğunluklarımızı bir ideal olmanın ötesinde, reel yaşamda karşılığı olacak önermelerle güncellemeliyiz ki, kutsanmış devleti değil, kutsanan sistemin oluşması için bir adım atmış olalım… Yoksa gelecek günlerin vaat edilen aydınlıkları, bulunduğumuz dönemin üzerimizdeki bulutlarını ve karanlıkları götürmeye yetmeyecektir. Geçmişin Güneşiyle de bu günün bulutlarının giderilemeyeceğini bilerek, kendi dönemimizin güneşiyle buluşup onunla aydınlanıp ısınalım, yoksa parçalarımızın hangi devin kazanında kaynayacağını hesap edecek zamana hasret kalabiliriz…

Son olarak, daha fazla ayrıntıya girmeden diyorum ki, duygusal hırslarımızın karanlıklarını, aydınlık ufukların kaptanlığına aklı getirerek kendimize gelelim ki, yarınlara söyleyecek bir sözümüz olsun… Yarınlar, ana sütü gibi arı duru halis ve katıksız insanlık huzurunu taşıyan, erdemliler limanında bekleyen, adalet gemisiyle okyanuslara açılacak, inançlara sığınmayan ama inançları özgürce yaşayacağı ortama taşıyarak, geleceğe giden bu gemide yerimizi acilen alalım…

Mevla’m ne eylerse güzel eyler, güzel günlere kavuşmak ümidiyle selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/24.03.2022/02.16

                                                                                                    

                                                                


23 Mart 2022 Çarşamba

GECENİN MEHTABINDA KARDA DEMLENDİ YÜREĞİM

Yine sessizliğimi bozuyorum gecenin mahmurluğu içinde, ayın ışığı vuruyor alnıma, ben kendi içimde avazım çıktığı kadar bağırıyorum, kimsenin rahatını bozmadan… Kendini imha eden bir canlı var, yerküre kabuğuna sığmayan, ancak kabuğundaki çatlaklar etrafa rahatsızlık vermeden, dumanlar çıkıyor dışarıya, gök emiyor etrafa yayılmadan… Gökler ve yer şahit olsun acılarımıza ki, kabuğuna sığmayan, başkalarının mutluluğuna gölge yapmadan, içinde kendisi ile savaşan, mutsuzların üzerine serinletici bir bulut gibi kümelenmek istiyor yüreğim… Ellerim ulaşmıyor, yüreğim acı çekiyor, zihnime söz geçiremiyorum, aklım şaha kalkmış, duygularım bir sel gibi coşup gelirken, kendi önüme bendi, yine kendi elimle kuruyorum…

Gecenin sessizliğinde bir çığlık atasım var, imdat demeyeceğim, hala uyanmayacak mısınız, bakın ay batarken Güneş hüzne dalmış, Gök ağlıyor, yer her yanından çatlamış, kimseyi kaldıracak derman kalmamış dizlerinde; hala uyanmayacak mısınız diye, sesimin ulaşabildiği tüm yer küreye haykırmak geliyor içimden…

Vahşi doğanın kralları bile krallığı bırakmış, can havliyle nereye gideceğini şaşırmış, şimşekler çakıyor, Güneş hiç görmediğiniz şekilde tüm ışıklarını topluyor üstümüzden, ırmaklar sükûnetle akıyor sazlıkları sarsmadan, berdiler hiç sallanmıyor, balıklar karaya vurmuş, sulara elektrik verilmiş gibi hepsi karada baygın yatıyorlar…

Bir gök gürlemesi var ki, sanki ömrümden ömür gidiyor, yerin altından hiç duymadığım seslerle, motor gücü çok yüksek paletli araçlar geçiyor gibi içimi titremeler sararken, yer içindeki tüm sakladıklarını birden ortalığa saçmasın mı, neler kusmadı ki, görseniz midenizin bulanmasından, kalan yaşamınız varsa bir daha ağzınıza lokma alamayacağınız düzeyde sarsıntı yaşatır size…

Umutlarımı gecenin sessizliğinde tımar ederek, karşılaştığı acılardan ürkmemesi ve karanlıklardan tedirgin olmaması için, kimsenin bilmediği ve görmeyeceği yerde gizlerek çıkmıştım yollara… Mehtabın ışığı tam yüreğimin ortasına damga vurunca, hislerim şaha kalktı ve beni aldığı gibi semanın üzerinden yerin derinliklerine bıraktı.  Aniden, karanlıklar mehtaba meydan okur gibi, bir yorgan olup beni sarmaladı!

Sessizliğimi bozarak yola çıkacakken, tüm kelimeler yüreğime çakıldı, dilim şakırdayan bülbül gibi, yer ve zaman demeden sahibi dışında kimseyi dinlemez hep konuşurdu, sanki bu geceler kilit vurmuşlar dilime… Şairin dediği gibi, yüz anahtar, yüz anahtar; dil kilit yüz anahtar, kilitlidir gönül evi; açamaz yüz anahtar… Evet, gecenin sessizliğini haykırışlarım bozsun diye çıktığım bu yolda, kilit vuruldu sanki dilime, yüz anahtar çaresiz izlemekle yetindi.

Gecenin mahmurluğuna göz diken yabancı, ben mahmur gecelerde gezerim, mehtabın ışığında çayımı kardan demler, karın sıcak nefesiyle ısınır, geceye şiirler dizerim. Sen benimle uğraşırken, ben senin resmini karlar üzerine çizerim. Gün doğmadan geçenler, senin sicilini alıp insanlığın başkenti yüreklerin ortasına, kalbin attığı yere anlamlı kelimeler yazacaklar… Senin sicilini okuyan her yürek sahibi, sabahın evvelinde anahtarı getirip dilimi çözecekler…

Dilim ben seni, dilim dilim eylemedim ki, üzerine yemin edilen kalemin yazdığı kelimeler ve sözcüklere sen şahitlik yapasın diye… Şahitlik yapmayacaksan, getirseler de anahtarı, kimsenin seni açmasına müsaade etmeyeceğimi bilmeliydin… Şahitliği yapmayacak bir dil, hakikati onaylamayacak bir yürek, hangi gecede yola çıksa ne fark eder ki, geceler ona hep yabancı, ayın hüznü onun derdine çare olmaz ki!

Şahitliğin sözcüsü sen olman için, elimden geleni hep yaptığımı sanıyordum, oysa gecenin sakinliğini görünce sanıyorum sen de uykuya daldın… Tüm horultuların arşı alada bir ritim tutturarak geceye mersiye dizdiği saatlerde, samanyolundan bir yıldız kaydı, o yıldızla senin susmayan haykırışların semayı kuşattı. Semadan geri dönen yankılar yeryüzüne bir yağmur gibi inerken, gözlerin olsaydı da keşke onları görebilseydin… Gözlerim kamaştı, yüreğim hoplarken, içimde bir yabancı ses, yeniden karanlıklara damga vurmayı ihmal etmedi… Karanlıklar, bu karanlıklar, samanyolundan gelen yıldızın ışıklarını yere bir topraklama hattı gibi taşıyan dilime, savaş ilan ettiler… Karanlıklara elveda eden yüreğim, mehtabın hüzünleriyle o karanlıkları yakarak gökyüzüne ışık saçtı… O ışıklar içinde yanan ben, sanma ki bu karanlıkları sadece benim yanmamdır yok edip, yerine aydınlıkları getiren…

Yanıyor içim, için için yanarken yüreğim, susmak yakışır mı sana ey dilim! Ben karanlıkları gecenin sessizliğine gömerek, mehtabın ışıkları ile Güne çıkmayı beklerken, acemi seyyah yolunu şaşırmış olmalı ki, bizim rotada olduğunu bilmeden bir hışımla üstümüze gelmez mi, işte o zaman mehtabın ışıkları gidiverdi, seyyah karanlıklara gömüldü aydınlığa hasret gitti… Oysa kendi halini bilmiş olsaydı, gecede olduğunu fark edip, kıpırdamadan uykuya dalıp sabahı bekleseydi, toprağın her yanından bir ışık yansıyacaktı, çünkü yanmayan kalmamıştı küçükten büyüğe ne varsa yeryüzünde, ışığa ulaşamadıkları için, kendisini yakarak ışığa davetiye çıkarmışlardı.

Seyyah hırsının esiri olup karanlıkları kendi eliyle avuçlayarak, ışık diye elinin ulaştığı her yere karanlık saçarken, ışığın nasıl olduğunu sorduğunda kimse ona ışık yok diyememişti. İşte, ondan karanlıkları ışık diye saça saça ışıkları imha ederek, kendi zindanını seçmişti…

İçimdeki yabancı, ben yanarken sen orada kalamazsın, yanmaya dayanamazsın sen, benimle birlikte yanacaklar varsa, ben onlardan gecenin sessizliğinde haykırışlarımın arkasında duracaklarının sözünü almıştım, o gün sen hiç ortalıkta yokken bugün neden ve nereden geldin…

Bir güzü, savrulan yapraklar arasında bırakarak, çıplak ağaçların dalları üzerinde durmayan karın altında, kışı karşıladığım günlerin, çetelesini tuttuğumu unutmadım. Onları bir bir sayarken, gecenin içindeki haykırışlarım baharın gelişini haber versin ve günün doğumuna hasret kalan yüreklere müjdeli anları bildirmek için dilimdeki düğümü çözmüştüm… Güzün, savuran geceleri ve kışın ısıtmayan günleri dilime dokunamadı benim… Ama benimle birlikte yananların olduğunu bilen yüreğim, baharın içinde bekleyen yüz kilitten bir anahtar istedi dilime, dilime vurulan kilidi senin korkusuzluğun açacak ey benim cengâver kardeşim! “Sen yanmasan, ben yanmasam, o yanmasa, bu karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa…”

Aydınlık yarınlara kavuşmak ümidiyle, dilimdeki düğümü çözen mehtabın parıldayan ışıkları, gecenin sessizliğine bir destan yazacağım, yüreğimdeki yangını alıp götürsün dilimin haykırışları! İşte, o an herkes gülecek eğlenecek ve çocuklar göğün en yükseğinde uçurtmalarını uçuracak, Mevla’mın sözü gerçekleşecek “ve biz istiyoruz ki mazlumlara lütfedelim de onları yeryüzüne mirasçı kılalım…”          Mazlumların varis olduğuna şahit olmasam da, o günlerin döne döne geldiğini gördüğüm ve zalimlerin hesabının dürüleceğine yüreğim tam teslimiyetle bağlandığı için, kışın ısıtmayan soğuklarını karanlıklara terk ederek, baharın filizleri arasında tüm insanlığı sevgi bahçesinde sabah muhabbetinde görmek için, erkenden günün doğumunu bekliyorum, semanın duruşunu merhametiyle örten, yeryüzünün rahmetli bağrında, elimde bir tomurcuk, yüreğimde hüzün, dilimde coşku, kollarımı açtım hepinizi kucaklamak için!

Erol KEKEÇ/23.03.2022/01.39

22 Mart 2022 Salı

AHLAKSIZLIĞIN AHLAKİ DİZAYNI

 Toplum olarak ahlak sorununun dibine vurduk gibi geliyor bana… Eğer, gelecek beklentilerini yıkacak bir olumsuzluk yapıyorsa kişi, bu eylemini sorgularken şuradaki işimizi zora soktuk, eğer bir siyasi parti taraftarıysa, gelecek seçimleri riske attık, ya da filancaların nazarında kötü olduk, çünkü onlardan daha çok taleplerimiz olacaktı şeklinde; yaptıkları olumsuzlukların kendilerine kaybettirecekleri beklentiler açısından yaklaşmaktadırlar.

İnsanların bu tarz oluşturdukları bakış açıları, tamamıyla çıkar üzere oluşan davranış biçimlerini ortaya çıkarır. Bir ortamda yanlış bir eylemde bulunduğu zaman, bu eylemin kendisine kaybettireceğinin, yükleyeceği faturayı düşünerek eylemin sakıncalı olduğunu düşünür. Yani olumsuz bir eylemi yapmıyorsa, onun yanlış olmasından ve insanlara genel olarak zarar vermesinden dolayı değil. Olumsuzluk eğer hissedilmiyor ve insanlar üzerinde bir etki bırakmıyor, çıkar ve menfaatlerini sarsmıyorsa, olumsuz olup olmaması o kadar önemli değil… Yani olumsuz bir eylemin yapılmamasını anlatan bir ahlak yasasından yoksun, vicdan muhasebesi yapamayacak düzeyde ahlaki çöküntünün yaşandığı ortamlara şahit olmak, hakikaten insanı ürkütüyor.

Olumlu ve istenilen eylemlerin yapılması da, o eylemlerin içselleştirilmesi ve insanlığa faydalı olması için yapılmadığını ortaya çıkarıyor. Çünkü olumsuzluk fark edilmediği zaman ondan çıkar ve menfaat umanların, olumlu olan eylemlerde bulunması da kendi menfaatlerinin ötesinde olmayacağı aşikârdır. Mazlumlara zulmeden birini, kimse fark etmiyorsa ondan vicdanen rahat iken, fark edildiğinde çevresinde itibar ve saygınlık kaybı yaşayacağı endişesi taşıyarak o eylemleri karşısında üzülüyormuş gibi tavır içine girmesi, onun mazlumlara yardım eden olumlu ve vicdanen bir eylem yapacağını düşünmek ve ona inanmak onun hayata bakış anlayışı ile uyumlu olamaz. Dolayısıyla, insanlar ahlaki çöküntünün tabanını delmelerine rağmen, ahlaklı olduklarına da inanarak, kendilerini kandırmanın dışına çıkarak hayatları hakkında bir durum değerlendirmesi yapacak insanlıktan da uzak yaşamaktadırlar.

Yaşadığınız ortamlarda benim gibi herkes çokça şahit olmuş olabilir. Bu çıkışımız şu işimizi zora soktu, keşke böyle davranmasalardı,2023 çok zora girdi, bu pahalılık keşke daha sonralara bırakılsaydı, keşke böyle bir dönemde insanların başörtüleriyle uğraşmasalardı, seçimi alıncaya kadar sesimizi kesebilseydik gibi, her türlü ortamlardan değişik düşünsel, dile getirilen sözlere şahit olmaktayız. Bu sözlerin hepsinin kaynağında çok ciddi bir ahlak sorununun olduğu muhakkaktır. İnsanlar çıkarlarını korumak için belli ortamlarda seslerini çıkarmazlar veyahut ta çıkarsalar da etrafa yayılmasını istemezler. Örneğin, meşhur bir deyim var ya, bu söz ne kadar da bu ahlaksızlığı ifşa etmektedir. “Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin…”Yani köprüyü geçince ayı demende bir sakınca yoktur. Çocuklarına gençlerine bu düşünceleri aşılayarak onları eğittiğini sanan toplumlar ahlak problemi yaşarlar. Yani onların hayatını bağlayan evrensel bir ahlaki ilke bulamazsınız. Olsa da lokal şekilde dar ortamlarda göze çarpar, ama toplumun genlinde ahlaki değerlerin egemen olduğunu söyleyemezsiniz.

Bu örneklemelerin hepsine, uygun yaşam ortamlarını bulmanız mümkündür. Politik anlayışların farklı olduğu, değişik gruplar arasında gözlemlediğim şu eylemler, ne kadar acınacak ahlak yoksunu bir toplum olmaya doğru yolculuk yaptığımızı göstermektedir. Bizim ideolojimiz belli, laiklikten asla taviz yok, laikliği sarsacak inançların her yerde kolayca yaşanılması başka yaşamların özgürlük alanlarını kısıtlayacağı için, bu genişletmelerin belli bir sınırı olacak ama bunu şu an dillendirmenin faydası yoktur. Bu görüşler, siz söz sahibi olduğunuz zaman üslubunca yapılır. Bizim şimdi bu seçimleri alıp iktidar olmamız lazım. Onun için köprüden geçinceye kadar ayılara dayı demekte bir sakınca yoktur anlayışı tam bir hinliktir. Biz dindar insanlara karşı tepkilerimizi ayarlamalıyız, biz de dindarız ve iktidarımız dindar insanların oylarıyla iktidar oldu. Ancak bazıları başkalarının oyuncağı olduğu için onlara karşı olduk, onların dinle imanla ilişkileri yoktu tamamıyla ajanlık yapıyorlardı. Peki, o grupların dışında kalan ama size oy vermeyenler de var onlara nasıl bakıyorsunuz dediğiniz zaman, onların da dosyası var şu 2023’ü bir alalım iktidara karşı olan herkes hizaya geçecek, çünkü iktidar Müslümanların haklarını savunuyor onlara karşı çıkan Müslümanların birliğini istemediği gibi, devlete de karşı gelmektedir. Ama şimdi bunun zamanı değil, hatta Adana’daki eylemlerdeki bu orantısız güç kullanımı pekiyi olmadı, bu kötü oldu 2023’ü tehlikeye soktuk. Keşke bu görüntüler olmasaydı. Bu iki farklı anlayışın olduğuna ve konuşulduğuna şahit olan biri olarak soruyorum. Bu düşünce ve eylem sahipleri ahlakın neresinde yer alırlar?

Kitlelerin umutlarını ve hayallerini kendi çıkarları için kullanan ve onların umutlarını ve hayallerini yıkarak onlara çok kötü bir gelecek sunan anlayışların tümü ahlaken sorunlu anlayışlardır. Onların ahlaki bir ilkesi olamaz. Nesnel ve bağlayıcı bir ahlakın ancak tüm insanların davranışlarını belirleyen ahlak olması gerekir. Çıkarlarını korumak için, insanların hayallerini umutlarını ve geleceklerini kalkan olarak kullanıp, işleri bittiğinde kapsam dışı bırakanların hepsi adı ne olursa olsun ahlaklı olamazlar. Ahlaklı olmayanların toplumsal vaatlerinin hiçbir anlamı olmayacağı gibi inandırıcılığı da olamaz. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen bizim toplumda ideolojik taraftarlıklar ahlakın önüne geçtiği için, insanlar doğru ile yanlışı ayırt edecek basiretten yoksun yaşarlar. Toplumsal yaşamda eksen kayması olarak yaşamdan uzaklaşan ahlak, toplumsal ilişiklerde de kendi varlığını ortaya koyamamıştır.

Bir vatandaşın, bir başkasından bir menfaati varsa hemen onu olduğundan farklı olarak anlatarak önce bir yer oluşturur ve konuşmanın o kişiye ulaşması için de alenen etrafa duyurarak konuşur ki, menfaatini bir an evvel gerçekleştirsin. Menfaate ulaştığı andan itibaren onunla hiçbir yakınlığı olmaz ve o adam onun için sağılan bir inekten farksızdır. Sütü varsa kırmızı ineğin marifeti ve güzelliği anlatılır, sütü bitince kasaba teslim etmekte hiçbir sakınca görmezsin. İşte bu insanların ahlaksızlığı toplumsal yaşamda bir ahlaki öğreti gibi yaşanır olunca, toplumsal ahlak, tabanı delerek hayatın ortasına dinamiti koyar.

Yaşam alanlarımız değersizleşen ve gittikçe pahada da düşen ve ahlaklı bir toplumda bedava versen kimsenin almayacağı düzeye inmiş yaşamların hala kendilerine anlamlı bir yaşam olarak bakıp öylece övünmeleri, bu insanlarda ciddi bir değer ve yaşam körlüğü hastalığını ortaya çıkarmıştır. Değer bir pahadır, saygınlıktır, itibardır, merhamet ve adalettir. Bunlardan yoksun olanlar ve bunları kaybedenler, tekrar kendi cinsleri içinde bir yer edinmek için, menfaat endekslerini yükselterek, onların dışında ve onların da imreneceği bir maddi yaşama erişerek kendilerini değerli kılmak isterler ki, bunun adı aslında kendisi olmayan ve kendinden uzaklaşmış olanların, kaybolan kendilerini değerli kılmak için başka nesnelerle kendilerini tanımlayarak bir mertebeye ulaştıklarını sanmalarıdır.

Egoistlerin ve Hedonistlerin ahlaksızlığı bir ahlakmış gibi yansıttıkları yaşamların günümüzdeki yansımalarına bu hayatlar çok güzel örnek oluşturur. Yani insanın kendi özseverliğini öne çıkararak onu her şeyin üzerinde tutması nasıl ahlak oluyorsa, egoist anlayışa göre bu bir ahlaktır. Yani ahlaksızlık ahlak olarak değer buluyor aynı durum Hedonistler içinde geçerli, insanın haz aldığı eylemler ahlaklıdır. Bu haz maddi ve manevi hiç fark etmez, materyalist hedonistlere göre, ancak Epiküros bu konuda manevi hazın maddi hazlardan daima daha önde olduğunu dile getirse de, toplumsal yaşamı kuşatıcı bir ahlak anlayışını gündeme getirmezler. Günümüzdeki ahlaksızlıkta, sanki bu anlayışların devreden mirasına, sahip çıkmak gibi bir şeydir.

Ahlakın temelinde eminlik vardır. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.” Diyen elçinin ümmeti olduğunu söyleyen toplumlarda ahlaksızlık zirve yaparken, ahlak yerlerde sürünmektedir. Menfaatlerin temel kıstas ve ölçü alındığı ve her şeyin buna göre şekillendiği bir ortamda güzel ahlaktan söz edemezsiniz. Kendisi için istediğini, bir başkası için de istemedikçe, hayatın anlamlı olamayacağı ve birbirini sevmeyenlerin iman edemeyeceği, iman etmeyenlerin de cennete giremeyeceği anlatılırken, tamamıyla ahlaki bir ortama insanlar çekilmeye çalışılmaktadır. İnsanların birbirini sevip birbirine güvenmesi, arada muhabbetin ve iletişimin yaygın hale getirilmesi için, selamlaşmaktan söz edilmektedir. Yani esenlik dilemek, insanların birbirindeki güzellikleri görmesine neden olacağı için, güzellikleri görmek isteyenler onları yok etmek istemezler. Dolayısıyla sürekli kalıcı ahlakın yayılmasına ve yağın olarak yaşanmasına katkıda bulunurlar. Bu yaşamların oluşması için çaba harcamayanlar, öyle zamanla karşılaşırlar ki, hiçbir tırnağı kalmamış tekerleri olan araçta yolculuk yapar gibi nereye toslayacaklarına kendileri de karar veremezler. Toplumsal yaşamda ahlakın karşılığı, geldiğimiz süreç açısından bakıldığı zaman, özelde yaşanan ortamlar olsa da, kapsayıcılık açısından böyle bir değerin hayatta karşılığına rastlamak zorlaşmıştır.

Menfaatten uzak, herkes için iyilik düşünen ve bu uğurda ilk adımı atan kullardan olmamız dileğiyle, rabbim bizleri ve içimizde gizlediklerimizi ıslah ederek bizi adam gibi kullardan eylesin… “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” Sözüne anlam yükleyerek yaşayan bir toplum olmamızı ve kaynaşmanın zirve yaptığı hayatı rabbimin bizlere müyesser kılmasını en içten duygularımla istirham ediyorum… Rabbim bizleri bir araya getir ve sadece Hak için yaşayanlardan eyle…

Selam ve dualarımla…”Rabbim isteklerimizi katındaki değerlerinle daim eyle ki, buradaki hayatımıza bir anlam yükleyelim…”

Erol KEKEÇ/22.03.2022/01.23

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!