Bu Blogda Ara

11 Mart 2022 Cuma

KORUMA GÜDÜSÜ BİR TUZAK MI?

 Şu ana kadar hiçbir canlıya tuzak kurup onlar için hainlik düşünmedim, ancak sesine hayran kaldığım bülbüllerim hariç… Ben onlar için gecelere kadar uyumazdım sabah şafakta kalkıp onların güzel nağmeleriyle günüme güzellikler katardım. Kış gelince uçup giderler diye, onların arkasında duygusal acılar çekmemek için onları göndermek istemedim…

Yaz mevsiminin sonuna yaklaşmıştık, artık kuzeyden poyraz, güneyden garbi yavaş yavaş esmeye başlamış, pamuk kozalakları patlamış, tarla başlarında pamuk toplamak için gelen işçilerin gaz lambaları karanlıkta uzaktan yere düşmüş bir yıldız gibi görünmeye başladığında, gönlümden gidenler ve onun yerine gelecek olanlar beni yanlış yapmaya itiyor olabilir miydi acaba…

Okulların açılma günleri yaklaşmış, ben gidince bahçeyi terk edecek bülbüllerin nağmeleri bir daha yankılanabilir miydi kim bilir? İşte, o heyecan ve duygu yüklü gözkapaklarım açılmadan, sabah erkenden onları bir tuzakla yakalamak geliyordu içimden… Önce çok güzel bir kafes yaptım, bülbülün yavrularını yuvasından alıp kafesin içine koydum. Kafesi aradan ikiye böldüm ama etrafı tamamıyla açık ve yavruların ötüşü annenin her türlü riski göze almasına neden olacak durumda, kapağı açık bıraktım, sert bir yayla içeri girince hemen kapanacak durumdaydı. Yavruların ötüşü annenin tehlikeyi göze almasına sebep oldu ve sabah bir saat mücadele sonunda kafese girdi, tak diye kapı hemen kapandı ve ben amacıma ulaşmıştım. Sıra babaya geldi onu da yakalarsam bir yaz sonunda okula gitmeden üç yavru ve anne baba toplam beş tane bülbülüm olacaktı. Onların gitmesini hiç istemiyordum ama ben gidecektim, 15 tatilde ancak okulumdan gelecektim tam beş ay onlarla görüşemeyecektim.

Ben onları yok etmek için değil, çok sevdiğim için, güzel seslerini her daim duyabilmek adına onları bir kafese hapsedecek kadar gözlerimi karartmıştım. Rahmetli babamın çok ısrarlarına rağmen bunlara olan aşkımdan vazgeçmedim ve son yirmi günümü hep onlarla geçirdim. Ancak ötüşleri değişti, her gün sabah saatlerce süren ötüşleri üç beş dakikayı geçmez oldu ve çok sönük ve dertli ötüyorlardı. Onların derdi beni de sardı acaba bir şey mi olacak diye onlara daha bir sarıldım. Sabah erkenden kalkıyorum yemlerini sularını hazırlıyorum, onların yiyeceği çekirgeleri yakalıyorum kuşluk vakti ama yine de istediğim nağmeli ötüşleri yakalayamıyorum. Babam oğlum çok yazık bunları bırak tekrar gelirler demesine rağmen, içim el vermiyor bırakmayı, ama okula gideceğim için içimde de bir acı, bunlar ne olacak diye hep sorguluyorum.

Nihayet okulların açılmasına iki gün kalınca babam, oğlum sen buradayken kendi ellerinle bırak, yazın yine gelirler demesine rağmen bırakmak hiç işime gelmiyordu, ama onlara bir şey olmasından da çok korkuyordum ve içimi hüzün kaplamıştı. Babam bir söz aldı benden, oğlum bak bunlar acı çeker ve kötü olacak olursa ben onları bırakırım tamam mı anlaştık mı dedi, ben gönlüm razı olmasa da tamam dedim dillerimle, babam da hem benim gönlümün olmasını üzülmememi, ayrıca onlarında acı çekmemesini istiyordu. O da böylece istediğini elde etmiş oldu. Yani benim bülbüller benden iki üç gün sonra doğanın içine salıverilmiş ve herkes onların güzel ötüşlerini yeniden dinlemeye başlamışlar… Kışın geldiğimde Rahmetli babacığım, evladım o hayvanlar öleceklerdi, çok acı çekiyorlardı ben de onları bıraktım, sen de zaten onların ölmesini istemezdin diyerek durumu bana anlatmaya çalıştı.

Ben bülbülleri çok sevdiğim için, onlara bir zararın gelmesini önlemek ve uzaklara gittiklerinde başlarına bir şey gelmesin diye kafese koyarak onların tabiatını imha etmiştim farkında olmadan… İnsan bazen severek imha edebiliyor farkında değilken… Bülbüllerim özgürlüğüne kavuştuktan sonra ben onların güzel nağmelerini hep dinledim. Ama onları oraya hapsedip sürekli orada koruma altına alsaydım ötmeyi bile unutacaklardı sanıyorum…

Yaşadığımız hayatın içindeki koruma duvarları bazen öyle acı veriyor ki, onları anlayıncaya kadar acılar acıları doğuruyor, sonrasında çözümü olmayan karanlıklarla karşılaşmak hayatımızın kanunu olup çıkıyor… Anne ve babalar benim bülbülleri korumamdan daha katı çocuklarını koruma altına alırlar ve onları bir kafeste büyütürler, kafesin dışına çıktıklarında yok olacaklarını sanırlar, onun için çocuklar 30’lu yaşlara gelinceye kadar hala kendi başlarına bir şey yapamazlar. Hep arkalarında onlara yol gösterecek anne ve babalarını gözlerler. İyi niyet ve sevgiyle başlayan koruma güdüsü, farkında olmadan koruduklarımızın yeteneklerinin yok olmasına ve ölümle yüz yüze gelip imha olmalarına sebep olabiliyor.

Doğal yaşamın kanunu insan yaşamında da aynen gözlenebilecek bir yaşam biçimi olmasına rağmen, bizler doğayla hayatımızı o kadar birbirinden ayırmışız ki, kendimize ait farklı yapay suni doğalar oluşturduk. Bu yapay doğalarımızda oluşturacağımız her tür yaşam biçimi, doğamızla alakası olmayan bir yaşam olup çıkıyor karşımıza, ama bizler hala doğal ortamımızda var olduğumuzu sanıp kendimizi avutma derdindeyiz.

Her canlı kendi doğal ortamın doğasıyla olduğu zaman yetilerini en güzel ortaya çıkarıyor, âmâ kendimiz oluşturduğumuz ortamların doğasında insanları yaşatıp, yeteneklerini ortaya çıkarmasını beklediğimiz müddetçe yetenekleri imha etmeye devam edeceğiz. Nesillerimizi kurban etmemek için, sevgimizin yerini aklımız almak zorundadır. Sevgi duygularımızın bir ürünüdür. Duygular gerçeklikle karşılaştığı zaman kendisinin olmasını isteyebilir, ancak aklımızı akılcı kullanmaktan kaçınmayalım ki, doğal yaşamı zulme çevirmeyelim.

Bizim babalarımız sorumsuz değillerdi, bizleri serbest bırakırlardı ancak bu serbestlik onların denetiminden çıktığımız anlamına gelmezdi. Bizim gönlümüzün olduğu davranışları ortaya koymamızı isterlerdi. Oysa biz çocuklarımızın doğallığını yok ederek onların ortaya koyacağı davranışların rotasını biz belirliyoruz ondan sonra sen özgürsün kendi davranışlarını kendin yapıyorsun diyerek sorumluluğu da onlara yükleyerek, kendi isteklerimizin olmasını arzuluyoruz ya da neden bizim dediklerimizin olmadığını sorguluyoruz. Bu tavırlarımız onların doğal ortamlarını yok ederek bir kafes içinde özgürce davranmalarını bekleyerek onların neden kötü gidiş ortaya koyduklarını anlatarak şikâyet etme hakkımızın olmadığına inanıyorum.

Benim babam benim babalığımdan daha iyi bir babalık yaptığına inanıyorum on tane çocuğu nasıl yetiştireceğini çok iyi biliyordu. Bir gariban köylü olduğu halde 8 tane çocuğunu uzak diyarlarda okutacak kadar da hayata yabancı olmayan onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışan bir babaydı. Oysa bizler çocuklarımızın bizlere bir şey öğreteceğini bırakın, onların bizim belirlediğimiz alan dışında öğreneceklerinin doğrulukla yakından uzaktan alakası olmayacağını düşünerek onlara hiç değer vermeyiz. Bunların arkasındaki temel etmen tamamıyla koruma güdüsünün bizleri doğrudan yanlışa yönlendirmesi olduğu muhakkaktır. Bu süreç devam ettiği müddetçe ya onları ölündürüp işe yaramaz hale getireceğiz, ya da elimizden kaçıracağız bir daha bize dönmek istemeyen, bulundukları coğrafyayı terk eden göçmen kuşlara benzeteceğiz.

Koruma güdüsü, yanlışlar ağının içindeki bir yuva gibi görülmelidir. Bu yuvanın doğru olma ihtimali çok az ama yanlış olma olasılığı çok yüksektir. Ondan dolayı kendi yaptığımız kafeslere hapsettiğimiz gençlerimizi o kafeslerden çıkaracak cesareti ortaya koymazsak, öyle bir gün gelecek ki, o kuşların kafesinin yanına yaklaşma cesaretimiz kalmayacaktır.

Kafeslerin kapılarını açalım nesillerimizi kendi doğal ortamlarında yaşayarak kendi ötüşleriyle doğaya renk katan bülbüller gibi hayatın içinde onları dinleyerek kendimizden geçelim ve onların eylemlerine bir değer verelim ki, ötüşleri daha güzel olan bülbüller gibi bunların da mücadele aşklarının devamını sağlayalım…

Çocukluğumda kurduğum o tuzakları bir daha kurmamak için yeminim vardı ama gençlerimizi aynı tuzaklara koyduğumuzu görünce, hep tuzak kuran ve kurduğu tuzak içinde bir yaşamı öğütleyen cani olarak kendimi tanımlamak geliyor içimden…”Bir İnsanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” Öldürmek sadece biyolojik olarak düşünülmesin, ruhen ölüm, bedenen ölümden daha etkilidir. Ruhen ölenlerin bedenen canlılığının hiçbir anlamı yoktur uzayda yer kaplaması dışında…

Gençlerimizin kendi vatanlarından uzaklaşmak istemeleri bir kafese konulan bülbülden hiç de farklı olmadığına inanıyorum. Kafesin dışında istediğiniz bir yaşam varken, kafesin içi sınırları ve doğal olamayan ötüşlerle bülbülün öttüğünü iddia ettiğimiz bir yer olduğu belli, buranın o bülbüle çekici olması nasıl ki mümkün değilse, vatanlarının bir kafes gibi ruhlarını daralttığı gençlerimiz için de vatan çekiciliğini kaybetmeye başlamıştır. Bu ruhen daralmaya neden olan anlayış, davranış ve düşünceler değişmediği sürece bu ötüşlere hasret kalacağımız toprakları, vatan olarak bağrımıza basacağımız unutulmamalıdır.

Her yetenek mesleğinde kendi becerisini ortaya koymak ister. Bu becerilerin belli kalıplara sokularak o kalıplardan çıkması istenmemelidir. Şayet yetenekler belli kalıplardan çıkarılması gereken fabrika ürünü gibi görülmek isteniyorsa, orada hayat fabrikasyon olmaya çok yakın demektir. Son günlerde doktorların sürekli başka ülkelere göç etmesi de böyle bir kafes mantığından doğan sonuçlar olduğuna inanıyorum. Mesleki doyum olmadığı zaman sizin vereceğiniz parasal karşılıklar bir anlam ifade etmeyebilir. Onun içindir ki, insanların yeteneklerini en iyi şekilde rahatça insanlık yararına kullandıkları ortamlar oluşturmak gerekir. Bu, doğal tabii ortamları yaygınlaştırmakla alakalıdır.” İşiniz eğlenceniz olsun…”anlayışı içinde bir doğal yaşam alanı oluşturamıyorsak, yaptığımız ve inşa edeceğimiz her yer bir kafes hükmündedir. Kafeslerden nağmeli seven çekici ötüşler bekleyemezsiniz. Orada birbirini yiyecek duruma gelmiş olanlarla karşılaşırsınız.

Hayatımızı bir kafeste geçirmemizi isteyenler bilerek böyle bir kafese koymadıklarını sanabilirler, benim bülbülleri korumak için onları hapsettiğim gibi, ancak onları ölümle yüz yüze bıraktığımı görünce büyük bir ihanet içinde olduğumu fark ettim. Aslında koruma güdüsüyle yola çıkan ben, bir canlıyı imha edecekken bilge rahmetli babamın beni uyandırmasıyla hatamı fark edip kendime geldim… Hata insan içindir, hatayı görmek ve ondan dönüş yapmak insan olmaktır. Rabbim, nesillerimizi imha etmeden kendimize gelmeyi ve hatalarımızı görüp basiretle ondan uzaklaşıp doğruya yönelip hakikati yaşayanlardan eylesin bizleri… Göçmen kuşların transit geçiş güzergâhı olmasın diye onlara dokunmadığımız gibi, nesillerimizin transit geçiş güzergâhı olmasını istemiyorsak, vatanımızı herkesin yeteneklerinin büyük ekranlarda görüntülendiği bir sinema perdesi haline getirip renklendirelim… Yoksa renksizlik hayatımızın belirleyeni olacak…

Koruma güdüsüyle imha ettiklerimizi, doğal yaşam alanlarında, işiniz eğlenceniz olsun düsturuna göre yaşayacakları doğal ortamlara taşımak olmalı görevimiz…

Selam ve dualarımla,

Erol KEKEÇ/11.03.2022/01.20

10 Mart 2022 Perşembe

ÇOCUKLUĞUMUN ACILARINDAN ALMIŞTIM MUTLULUĞUMU

 Bir taşın gölgesine bıraktığım içme suyum aklıma geldi birden… Pamuk sularken hava çok ısınmış ve Güneşin tam tepede olduğu bir yaz günü gever değiştirmek için yürüdüğümde, orada duran sudan biraz içeyim diye yöneldim bir de baktım ki, boz bir yılan tam benim içme suyunun başında durmuş, sanki zehrini içine kusacak gibi bekliyor, nasıl kendisine hücum edeceğimi anlayınca çamur ve sudan daha çıkmamıştım ki, birden şimşek gibi benden tarafa atladı. Sudan çıkmamla kürekle üzerine saldırmam ani oldu hemen benden uzaklaştı. Buna benzer olaylar benim doğal yaşam ortamımdı çocukluğumda ve gençliğimde. O vahşi doğal ortamda yılanların zehrinin etkisinde kalmadım ama yaşam alanım insanlardan oluştuğu andan bu yana, insan olduğunu sandığım varlıkların zehriyle kuşatıldı. Bundan dolayı bir türlü kendime gelmeyi beceremiyorum. Birinin zehrini hafiflettim demeden peşinden bir başkasının zehri yetişiyor hemen…

Bir yaz günü temmuz ayında sıcaklık beynimi patlatacak gibi beni yakıp kavururken, birden baş dönmesi yaşamaya başlamıştım, sular kaynamış gibi, ovaya bakıyorum yollar çok uzuyor, gözlerimin önünden perde perde sıcak dalgalar geçiyor, köyle aramda nereden baksanız 3-4 km mesafe var, bağırsam kimseye sesim ulaşmaz. Ancak bana yakın yerde traktörün römorkunun altında gölgelenen tanıdıklarımdan bir iki kişi vardı, benim gibi pamuk sulamak için gelenlerden… O tarafa bir ıslık çaldım bu gün gibi hiç unutmuyorum, Lakabı ivez olan, Abdurrahman hocanın abisinin oğlu benim de o günden sonra arkadaş olduğum Bedir, sesimi duydu ve benden tarafa geldi. Bedir koluma girip beni römorkun gölgesine götürdü orada bir saat kadar dinlendim ve kendime gelince onun tüm ısrarlarına rağmen ben giderim sen zahmet etme diyerek köyün yolunu tuttum. Oysa traktörle beş dakikada beni köye ulaştırabilirdi, ancak ben tüm rahatsızlığıma rağmen bir başkasına zarar vermeyeyim diye o yolu göze aldım, zorla son takatimde eve vardım ve kendimi yere attım. O yıl lise 2. Sınıfa geçmiştim. Rahmetli babam beni o durumda görünce oğlum yılan sokmuş olamaz değil mi dedi, hayır baba suyun başında duruyordu ancak onun suya herhangi bir şey yaptığını görmedim ve ondan sonrada içmedim dedim, oysa ben önceden birkaç defa o sudan içmiştim. O ana kadar yılanın o suya bir şey yapabileceği hiç aklıma gelmemişti. Eve vardığım andan itibaren tam bir ay hiç kendime gelemedim, baş dönmesi mide bulantısı ve baş dönmesiyle yediğimi kusarak uzun bir zaman geçirmiştim. Doktor İzzettin İyiel beni muayene edip ilaçlar yazmıştı, geçer bir iki güne güneş çarpmış demişti. Bu gün düşündüğümde o günleri hatıralarım arasında yeniden canlı canlı o serüvenimi bu gün gibi yeniden yaşarken, şimdi anlıyorum ki, yılanın zehriyle zehirlenmiş olma ihtimalim çok yüksekmiş…

O gün yaşadığım o acılar bugün hayatımda bir anı olarak unutulmayacak eserlerim arasında yerini alırken, benim hayatım bir esere hala dönüşemedi. Yani, bahtımız acılar kaynağından beslenmek için var olmuş gibi, her yanımızdan acılar fışkırarak üzerimizde kümelenmekte… Acılarla başlayan çocukluğum, acılar içinde mutluyken, bugün mutluluklarım acılarla dans ederken hep kaybeden tarafta yerini aldı. Mutluluğuma tuzak kuran, acılarımı silmek için çırpınarak elde ettiğim, kazandığımda bahtiyar olacağımı sandığım, hayatımı benden çalan yaşamadığım hatıralarım…

Her yandan kuşatılmışım, mutluluk avına çıkan haramiler yolumu kesmiş, benimle onlar arasında kesişme ihtimali olmayan bir boşluk var, bu iki ucu birbirine ulayacak ulamacılar da kalmadı hayatımda! Eskiden ulema diye sarıldığım ancak ulanmışların beyanları ile hayatımı süslediğim, karanlık gecelerin ateş böceği biranda çekip gitti hayatımdan; ondan sonra mutsuzluklarımı huzura çevirebilmenin yollarını aramaya başladı yüreğim beni dinlemeden…

Ben unutulmuş diyarların hatırlandıkça mutluluğa ulaşan bahçesinden bir gül koklamıştım vakti zamanında, gül takılı kalmış yakamda, onun kokusu hala burnumun direğini sarsan… O kokular burnuma ve genzime nüfuz edince duramıyorum yerimde bir çağlayan gibi çağlayıp geliyor içimden gözyaşlarım, gözlerimin vanası bozuk olduğundan iyice berkittirmiştim bir tamirci çırağına ondan boşanmıyor gözlerimden yaşlar… Bu gözler nelere şahit oldu, hepsine şahitlik etmeye kalksa ömrüne bir ömür daha eklense, vallahi onlara ayıracak zamanı belki yakalayamaz.

Eskilerin meşhur bir sözü vardı, paran varsa kefil ol, zamanın varsa şahit ol diye! Ben bunların ikisine de mahrum kaldım ne zamanım kaldı şahit olacak ne param var fakir fukarayı gördüğümde onlara kefil olacak, ondan olsa gerek içimde bir alev yandıkça yanıyor, her yanım kapalı olduğundan dumanlar içimi kapladı, her tarafım duman, ey dostlar bunca dumanı üstüme salmanız insana reva mı, yakışır mı bunlar insan olana…

Bir yaz günü güneşin çata çat sıcağında suyuma zehrini bırakan yılan bana acı vermedi bu kadar… Neden bu kadar acıyı bir canlıya yaşatmaktan zevk alır, sizin o yürek sandığınız vicdan yoksunu oduna dönmüş ruhsuz bedenleriniz… Yoksa ben mi fark etmiyorum sizdeki acıma duygusunun saklandığı yeri? Ama bildiğim bir şey var hakikaten yılanların tümü, günümüzde acıma duygusunu kaybetmiş insan olduğunu sandığımız varlıkların vicdanlarına yuva kurmuşlar. Beni o gün zehirlediği için, içimde yer bulamıyor kendine yuva kurmaya, panzehri ile karşılaşınca girdiği gibi çıkıp gitmek zorunda kalıyor…

Gündem olmayı çok isteyen ama asla gündeme dönük bir mesajı olmayan ancak kendilerini insan sananlar! Sanıyor musunuz ki, vicdansızlıklarınızda yuva kurmuş yılanlar bu kadar insanı zehirlemeye ve yok etmeye yeter. Sizin yılanlarınız ancak sizi yok eder, herkes kendi yılanını içinde barındır, ancak başkasını sokacağını sanır. Yürekler ya gül kokar ya zakkum, bakın yüreklerinize neyin kokusu orada baskın olan… Bir gün olur yürekler hepten durulur, o gün kaynaktan akacak çağlayanlar kalmaz, herkes yürek coğrafyasında güzellikleri paylaşarak gülfidanları büyütmek ister, oysa gülfidanları, bülbüller o coğrafyayı terdekince onları çoktan unutmuşlar. Güllerin unuttuğu yüreklerde ancak zakkum ve yılanlara bir yatak kalır. Geç olmadan yılanlar sizin suya kusmadan, isterseniz temiz suları kendi ellerinizle saki olarak dağıtma fırsatını kaçırmayın…

Gecenin genlerinden, yüreğime gündüzün tohumları saçıladursun, ben geceleri unutursam, yılanlar suyuma yeniden zehrini kussun…

Çıkamaz mı sanıyorsunuz yoksa bu kadar basit karanlıklar, aydınlığa… Ben yolları hep karanlıkken geçmeyi severim, gündüz yollara çıkmam, gündüzleri yol yordam bilmeyenlerin ellerinden tutup tehlikeli bayırları geçirmeye çabalarım, geceleri kendime ayırır, kimsesiz olduğumu sandıklarında tırnaklarımla karanlıklardan bir gedik açarım. Güneşin aydınlığından ışık çalmaya çalışan kör kazmayla güneşin bağrına kazma sallayanlardanım, sizin karanlığınız bana ne yazar…                                       

Ben karanlıklara acıyarak bakan, aydınlığa özlem ve hasretle yanan, tutuşturulmuş bir çıra gibi her an aydınlık taşımayı isterdim, oysa ben karanlıklara gömülmüşüm…

Hangi karanlıklar senin için daha iyi, söyle de bilelim diyenler olabilir belki, ben aydınlığı karnında taşıyan, doğurmak için sancıların tavan yaptığı, zifiri karanlıklardan herkesin tedirgin olduğu, içinde umut, ışık hayat, yenilik güzellik ve gelecek taşıyanları isterim ve onlarla birlikte olmaktan çok mutluyum dokunmayın bana; bırakın ben bu karanlıkların tadını çıkarayım…

Çocukluğumun aydınlığından aldığım mutlu yıllarıma özlem duymayı çoktan unuttum, bugünün karanlıklarına gizlenmiş olan mutlulukları arıyorum ben… Bu karanlıkları birlikte imha ederek aydınlık yarınlara hep birlikte çıkmaya ne dersiniz? Bu benim belki tesellim sanılır, oysa ben kendini teselli eden bir aydınlık arayanlardan değilim, herkesin üzerine rahmet kapılarının açıldığı içinde bir kıvılcımda ben olduğum aydınlıkların hayranıyım, o günleri sabırla beklerken bu duygularımın dışarıya sızdığına şahit olunca, birileri bu nedir diye sormadan gelin birlikte bu yolda olalım demek için haykırışlarım… Ne yılanlar sokabilir beni ne yalanlar dolanır başımda, ben yalanlar ülkesinin bulutlarını yürek kanatlarıyla savurdum, yılanları serbest bıraktım onlar da kendi tabiatlarına göre yaşasınlar; biliyorum ki, ben beni bilirsem, benim sahibim beni bırakır mı başkasının zehrine…

Ey dostlar haydi ayağa kalkalım, toprağı yeniden karalım, pulluklar çıksın ortaya, atları koşalım, traktörler olmasa da olur, mazot olmuş olmamış ne çıkar, biz elleriyle toprağı karan, tırnaklarıyla yeri kazıyan, toprağa hayat kazandıran bir medeniyetin inşasından gelenler değil miyiz… Tüm medeniyetlerin karanlığa giriş yaptığı bu çağda, kendi karanlıklarımızı delerek aydınlığa gözlerimizi açmanın tam zamanı, doğrul ve kendine gel, bugün değilse ne zaman!

Çocukluğumdaki mutluluklarımı yakalamışçasına öyle bir hafifliyorum ki, sanki göğün yedinci katında ayaklarımda hiç çamur olmadan hızımı kesenlere aşk olsun der gibi uçuyorum; bu uçuş aydınlığın güzelliklerin huzurun mutluluğun kardeşliğin,sevincin,saygının sevginin harmanlandığı bir havayı solumak için…Yoksa bu kadar hızla bu yol nasıl gidilir, sanıyorum adaletin güneşinin doğduğu yere gidiyorum, ondan çok sevinçli ve coşkuluyum gelin bu coşkuma sizleri de ortak edeyim var mısın…

Erol KEKEÇ/09.03.2022/00.41

9 Mart 2022 Çarşamba

DEĞERLER EĞİTİMİ ALGISI ÜZERİNE AYKIRI BİR YAKLAŞIM

 Geçmişten kalan bakiyeyi yiyip tüketenler geleceğe borçlu girerler… Geleceğe borçlu girenler hangi alanlardan kar edelim de bu borçlardan bir an evvel kurtulalım diye çırpınırken, bir de bakarsınız sırtlarındaki borcun miktarını biraz daha kalınlaştırmışlar… Hayat böyle, bazen ummadığınız yerden sırtınıza yeni yükler vurmakta çok mahirdir, siz farkında olmadan iki ayağınızı bir pabuca sokar, bazen de ayakkabıları size ters giydirir, kafası yerde ayakları yukarıda sizi yürütürken doğru yaptığınıza sizi ikna eder.

İkna olunmayan bir düşünceyi eyleme geçirmekte zorlanabilirsiniz, ancak size öyle yaldızlı cümlelerle bunu anlatır ki, siz bunu bir an evvel pratiğe aktaralım diye yerinizde duramazsınız. Yıllardır dillerden düşmeyen ama yaşamda hiç iz bırakmayan bir ifade değerler eğitimi… Değer, olumlu olumsuz ölçülebilen, düşünsel ve eylemsel yaşama iz bırakan kazanımlardır. Bu kazanımlar bazen mutluluğumuza damga vurur, bazen estetik beğeni duygularımızı biçimlendir, bazen de entelektüel birikimlerimizi geliştirerek düşünsel ayrım yapabilme becerilerimizi canlandırır. Bunları yapamıyorsa o zaman değer değil, değersizlik yaşama damgasını vurmuş olur.

Son 15 yıl içinde özellikle ilahiyat camiasında değerler eğitimi diye gündemden düşmeyen, ancak daha öncesinde Rahmetli Ahmet Şişmanın çalışmalara bir ön ayak olmasıyla, çeşitli ellerle sistematik bir bilgi haline getirilerek, MEB’in programı içine alınmak istenen, zamanla bu öneriler kabul bularak; çeşitli okullarda pilot uygulamalarla yaygınlaştırılmasına karar verilen değerler eğitimi, bundan sonra ilkokuldan üniversiteye kadar okul müfredatlarına alınmasına karar verilmiş. İyi mi kötü mü oldu diye, o sorgulamalara girmeyeceğim, ancak benim zihnimde bir yer oluşturmayan bu açılımı, düşünsel olarak kritiğinin yapılmasına inandığım için, bu gün onu biraz sorgulamayı düşünüyorum…

Ahlak, bir değerdir, ahlakın kodlarıyla oynandığı bir çağda hangi değer sisteminin eğitimini vermeyi başarabilirsiniz? Batıda bu kavramların belki bir anlamı olabilir ve yeni bir algıymış gibi insanlara heyecan katabilir. Ancak Kendilerine Müslüman diyen toplumlarda bu kavramın çok da heyecan katacağına inananlardan biri değilim. Müslümanın hayatı baştan sona, tepeden tırnağa bir değer olmasına rağmen o değerler hayatınızın hiçbir noktasında karşılık bulmazken,  değerler eğitimi diye yeni bir algı oluşturuyormuş gibi, farklı isimlerle anlatılan reklam kokan çalışmaların hiçbirisi, bu tür toplumların tezgâhında karşılık bulmaz ve müşterisi de olmaz. Onun için kendisiyle barışık, inandıklarıyla hem hal olan yaşamlar anlamlı kılındığı zaman bunları dillendirmek bile Fuzuli olduğu anlaşılacaktır. Bizim toplum için sorguladığımız zaman, değerler eğitimi nasıl bir karşılık bulur dersiniz?

Sayın Cumhurbaşkanımızın çok güzel bir açıklaması vardı geçmişte, olumsuzluklar mesela hırsızlık babadan oğula geçer derdi. Yani çocuklar babalarına bir olumsuzluk aktarmaz, baba ne yapıyorsa çocuklar onları taklit ederler ve onların izinden giderler diyordu. Çok doğru ve yerinde bir açıklamaydı. Ancak yaşam alanlarımıza baktığımız zaman, öncekiler her türlü olumsuzluğu yaşarken, sonrakilere olumlu ve güzel yaşamların ne olduğu bir ders olarak anlatıldığında, çocuklar kitaplardan aktarılanlara mı uyacaklar, yoksa atalarının gittiği yoldan mı gidecekler? “Ön tekerlek nereden geçerse arka tekerlek oradan geçer, otu çek köküne bak ”gibi atasözleri, yaşam hakkında az da olsa bizlere bazı ipuçlarını vermesine rağmen, bunları hiç dikkate almadan değerler eğitimi diye tutturulup gidilen yol, sahiden ne kadar tutar dersiniz?

Oğlum kızım yalan söyleme, hırsızlık yapma, yerlere çöp atma, saygısızlık yapma vs. gibi öğütler dışarıdan bakıldığı zaman bir değer deposundan akan nasihatler gibi görülür. Oysa bunları bu şekilde ifade etmek doğrudan doğruya o nesilleri bunları yap diyerek onlara yol göstermek anlamı taşır. Çünkü bunları yapma diyenler neden bunların yapılmamasını öğütlerler, bunları yapanların hayatlarının ne kadar kötü kokuşmuş ve tutarsız olduklarına şahit olduklarından, olumsuzlamayla değerleri yerleştirmek isterler.

Oysa değerler, insanın yeteneklerinin geliştirilmesine ve yaşam alanlarında kendisinden başkalarına da katkı sunacak iyi-doğru ve güzel olan özellikleri içinde barındırmalıdır. Sevdiğinizi korumak kollamak ve ona bir zarar gelmesin diye hassasiyetle üzerine eğilirsiniz. Sevmediğiniz ve yaşamınızda hiçbir karşılığı olmayan devinimlerin yaşamınızdaki karşılığı ne kadar olabilir. İşte, değerler eğitimi diye getirilmek istenen eğitim anlayışına, bu çerçevede baktığımız zaman anlamsız içi boş sadece yıpranmışlıkların ve duyulan acıların dindirilmesi adına ne olduğu ve ne getireceği etraflıca tahlil edilmeden gündeme sokulmak istenen torik bir çaba olduğunu görüyorum.

Evinde küçük çocukla konuşmayan, onunla dertleşmeyen, ona söz hakkı vermeyen, onu bir fert olarak görüp onun görüşlerine saygı göstermeyen, doğru insanların öyküleriyle onları eğitmeyen, onlar gibi yaşayarak birlikte bir yolculuğu yapmayan, ne pahasına olursa olsun doğruluğa yaklaşmayan, imkânlarını başkalarıyla paylaşmayan, cimri malı yığdıkça yığan, başkalarının görüşlerine değer vermeyen onları ötekileştiren, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, kendisi tıka basa yerken başkalarının açlığından etkilenmeyen, ölçüyü tartıyı bozan, çifte standartlılıkta üstüne kimseyi tanımayan yaşamların, toplumsal hayatın omurgası haline geldiği toplumda, hangi değerler eğitimini ders olarak anlatmayı düşünüyorsunuz sahiden ben de merak ettim(!)

Ehli olmayan insanları toplumsal kurumlarda istediğiniz yere yerleştirerek, sonrasında çocuklara haktan hukuktan hakkaniyetten adaletten ehlillikten bahsedeceksiniz ne için ve ne adına… Ülkeyi soyan soyana, herkes kendi gemisini kurtarma derdinde iken, vatan millet sevgisini anlatacaksınız; nasıl ve kimleri ikna edeceksiniz? Televizyon ekranlarından Allah’ın Resulü şöyle aç kalırdı, böyle karnına taş bağlardı diye anlatacaksınız, âmâ siz ömrünüzde bir defa olsun onun çektiği acının havasını bile teneffüs etmekten kaçınacaksınız, peki hangi değer anlatılan sahiden… Estetikten bahsedeceksiniz, âmâ estetik olan ne kadar obje varsa hiçbirinin yaşamda bir karşılığını bırakmayacaksınız! Hakaretin iyi olmadığını anlatacaksınız ancak toplumda hakaret etmeden yaşayan bir ferde hasret kalacaksınız, sahiden bu anlatılan nerenin değeri demez mi bu nesiller sizce?

Bu örneklemeleri vermemdeki gayem, neyi niçin ve ne adına yapmak zorunda olduğumuzu bilmeden anlamadan; uygulama alanlarında örneklerine rastlanmazken böyle bir değirmende buğday öğütmenin nasıl un olacağını düşündük mü onu anlamak istiyorum… Geviş getirmeye alışmış olanlar, dışarıdan gıda almadan, sürekli gevişle kendilerini doyuracaklarını sanıyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olurlar. Geviş getirebilmek için, yemiş doymuş olmak gerekir ki, onu hazmedebilmek için o uğraş verilsin… Yani durup dururken hayvanlar bile geviş getirmezken, insanların tekerlemeler öğrenerek, büyüklerime saygı, küçüklerimi sevmek, milletimi özümden çok sevmektir diye ezberlettiğinizde; sahiden değer sahibi mi yapmış oluyorsunuz?

Değerler yaşamdan doğar. Yaşamda karşılığı olmayan bir değer olamaz. Konuşurken sizin dışınızda farklı düşünenlere tahammül edemiyorsanız, istediğiniz kadar hoşgörünün ne olduğunu okuyun… Bir pazara gittiğinizde pazarcının öne dizdiği gösterişli meyveleri değil de arkadaki çürükleri seçip poşetinize koyup sizi eve gönderdiğinde istediğiniz kadar dürüstlüğü anlatın… Çok güzel ses sanatçılarının o güzel deyişleri, sizin tarafın sözleri değilse, onu ıslıklattıranların ne kadar da sanatı sevdiğini söylemesi, sizlerin derste sanat ve sanatçı hakkında anlattıklarınızın ne kadar karşılık bulmasını sağlayabilir?

Onun için diyorum ki, değer sahibi insanları yaşamdan silerek değerler eğitimi dersi vermekle değerli insanlar oluşturamazsınız. Değerli ilkeli insan olmak demek herhangi bir inanç ve ideolojiye taraf olmak demek değildir. Sadece insan olmak ve insan olduğu için, kendi cinslerine de aynı hakları tanıyarak onlarla eşit olarak yaşamaktır. Değer yaşamın kendisi olmalıdır. Değer bir ders ve öğreti değil yaşam biçimidir. Muhammed-ül Emin olmak bir değerdir. Bunu teorik olarak istediğiniz kadar, istediğiniz dilde, istediğiniz yaldızlı kelimeleri seçerek anlatın, davranış olarak emin olunan bir anın karşılığı asla olamaz ve olamayacaktır. Değerler yukarıdan aşağıya doğru bir takip süreci izler. Balık baştan kokar dememiz ondandır. Yani büyük olan ne yaparsa geridekiler onun aynısını yaparlar… Kral halkın bahçesinden bir meyve koparırsa, adamları bahçeyi tarumar eder. Değerler eğitimi diye tutturulan anlayış aslında, pasifleştirme ve aktif zihni köreltme metodudur. Bunun yerine sorgulama, tanıma, tanımlama kritik yapabilme ve ayırıcı özelliklerle neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayabilecek, beyni mekanizmalarını çalışır duruma getirme; bana göre en iyi değer eğitimidir.

Eğer bu nesle yapılacak bir iyilik olacaksa, basmakalıp ezbere dayanan zihni körelten yanlış geleneklerin hamallığını yapan, insanları yaşamdan bıktıran, kurumsallaşmış eğitim mottolarının kıskacından kurtulmak gerekir. Yaşamda karşılığı olmayan ve uygulanmayan bir eğitim, eğitim olamaz. Eğitim, adı üzerinde öğrenmenin, yaşam alanında davranışlarla ifadesidir. Kalıcı ve sürekli davranış değişimleri içselleşerek yapılıyorsa bunun adı eğitimdir. Çünkü bilişsel bir öğrenmenin yaşam alanında kendisini ifade etmesidir. Şartlı uyaranlara gösterilen şartlı tepkilerle oluşan değişimler, insani bir kavrayış olamayacağı için, bunları şahsen ben eğitim sınırı içinde değerlendiremiyorum… Onun içindir ki, değerler eğitimi başlığı altında yaygınlaştırılmak istenen eğitimin içeriği, “bizim çocuk bina okur döner döner yine okur “ifadesinin basamak atlayarak eğitim kurumlarında ders olarak resmileşmesi olarak değerlendirilmesidir diye düşünüyorum…

Son olarak diyorum ki, Özellikle bizim gibi duygu kodları her an kıvılcımlanmaya hazır olan toplumlarda, eleştirel ve sistematik düşünme ve kritik yapabilme yetilerini ortaya çıkaran dersler konulmalı ve o derslerle çocuklarımız biraz beyinlerini çalıştırır duruma getirilmelidir. Bu dersler iyi kötü-doğru yanlış-güzel çirkin gibi değerleri birbirinden ayıklayacak ve seçecek donanıma ulaşırlar. Bunu kazandırabilmiş bir eğitim kurumu görevini başarıyla yerine getirmiş olur. Naçizane devletteki bu üst akla benim önerim, çocukları yeni bir dolambaçlı yola sokmadan, doğrudan insan olma melekelerini en iyi kullanacakları zeminlere taşımanın mücadelesini okullarda ön plana çıkarmanızdır…

Selam ve muhabbetlerimle…

Erol KEKEÇ/08.03.2022/01.25

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!