Bu Blogda Ara

9 Mart 2022 Çarşamba

DEĞERLER EĞİTİMİ ALGISI ÜZERİNE AYKIRI BİR YAKLAŞIM

 Geçmişten kalan bakiyeyi yiyip tüketenler geleceğe borçlu girerler… Geleceğe borçlu girenler hangi alanlardan kar edelim de bu borçlardan bir an evvel kurtulalım diye çırpınırken, bir de bakarsınız sırtlarındaki borcun miktarını biraz daha kalınlaştırmışlar… Hayat böyle, bazen ummadığınız yerden sırtınıza yeni yükler vurmakta çok mahirdir, siz farkında olmadan iki ayağınızı bir pabuca sokar, bazen de ayakkabıları size ters giydirir, kafası yerde ayakları yukarıda sizi yürütürken doğru yaptığınıza sizi ikna eder.

İkna olunmayan bir düşünceyi eyleme geçirmekte zorlanabilirsiniz, ancak size öyle yaldızlı cümlelerle bunu anlatır ki, siz bunu bir an evvel pratiğe aktaralım diye yerinizde duramazsınız. Yıllardır dillerden düşmeyen ama yaşamda hiç iz bırakmayan bir ifade değerler eğitimi… Değer, olumlu olumsuz ölçülebilen, düşünsel ve eylemsel yaşama iz bırakan kazanımlardır. Bu kazanımlar bazen mutluluğumuza damga vurur, bazen estetik beğeni duygularımızı biçimlendir, bazen de entelektüel birikimlerimizi geliştirerek düşünsel ayrım yapabilme becerilerimizi canlandırır. Bunları yapamıyorsa o zaman değer değil, değersizlik yaşama damgasını vurmuş olur.

Son 15 yıl içinde özellikle ilahiyat camiasında değerler eğitimi diye gündemden düşmeyen, ancak daha öncesinde Rahmetli Ahmet Şişmanın çalışmalara bir ön ayak olmasıyla, çeşitli ellerle sistematik bir bilgi haline getirilerek, MEB’in programı içine alınmak istenen, zamanla bu öneriler kabul bularak; çeşitli okullarda pilot uygulamalarla yaygınlaştırılmasına karar verilen değerler eğitimi, bundan sonra ilkokuldan üniversiteye kadar okul müfredatlarına alınmasına karar verilmiş. İyi mi kötü mü oldu diye, o sorgulamalara girmeyeceğim, ancak benim zihnimde bir yer oluşturmayan bu açılımı, düşünsel olarak kritiğinin yapılmasına inandığım için, bu gün onu biraz sorgulamayı düşünüyorum…

Ahlak, bir değerdir, ahlakın kodlarıyla oynandığı bir çağda hangi değer sisteminin eğitimini vermeyi başarabilirsiniz? Batıda bu kavramların belki bir anlamı olabilir ve yeni bir algıymış gibi insanlara heyecan katabilir. Ancak Kendilerine Müslüman diyen toplumlarda bu kavramın çok da heyecan katacağına inananlardan biri değilim. Müslümanın hayatı baştan sona, tepeden tırnağa bir değer olmasına rağmen o değerler hayatınızın hiçbir noktasında karşılık bulmazken,  değerler eğitimi diye yeni bir algı oluşturuyormuş gibi, farklı isimlerle anlatılan reklam kokan çalışmaların hiçbirisi, bu tür toplumların tezgâhında karşılık bulmaz ve müşterisi de olmaz. Onun için kendisiyle barışık, inandıklarıyla hem hal olan yaşamlar anlamlı kılındığı zaman bunları dillendirmek bile Fuzuli olduğu anlaşılacaktır. Bizim toplum için sorguladığımız zaman, değerler eğitimi nasıl bir karşılık bulur dersiniz?

Sayın Cumhurbaşkanımızın çok güzel bir açıklaması vardı geçmişte, olumsuzluklar mesela hırsızlık babadan oğula geçer derdi. Yani çocuklar babalarına bir olumsuzluk aktarmaz, baba ne yapıyorsa çocuklar onları taklit ederler ve onların izinden giderler diyordu. Çok doğru ve yerinde bir açıklamaydı. Ancak yaşam alanlarımıza baktığımız zaman, öncekiler her türlü olumsuzluğu yaşarken, sonrakilere olumlu ve güzel yaşamların ne olduğu bir ders olarak anlatıldığında, çocuklar kitaplardan aktarılanlara mı uyacaklar, yoksa atalarının gittiği yoldan mı gidecekler? “Ön tekerlek nereden geçerse arka tekerlek oradan geçer, otu çek köküne bak ”gibi atasözleri, yaşam hakkında az da olsa bizlere bazı ipuçlarını vermesine rağmen, bunları hiç dikkate almadan değerler eğitimi diye tutturulup gidilen yol, sahiden ne kadar tutar dersiniz?

Oğlum kızım yalan söyleme, hırsızlık yapma, yerlere çöp atma, saygısızlık yapma vs. gibi öğütler dışarıdan bakıldığı zaman bir değer deposundan akan nasihatler gibi görülür. Oysa bunları bu şekilde ifade etmek doğrudan doğruya o nesilleri bunları yap diyerek onlara yol göstermek anlamı taşır. Çünkü bunları yapma diyenler neden bunların yapılmamasını öğütlerler, bunları yapanların hayatlarının ne kadar kötü kokuşmuş ve tutarsız olduklarına şahit olduklarından, olumsuzlamayla değerleri yerleştirmek isterler.

Oysa değerler, insanın yeteneklerinin geliştirilmesine ve yaşam alanlarında kendisinden başkalarına da katkı sunacak iyi-doğru ve güzel olan özellikleri içinde barındırmalıdır. Sevdiğinizi korumak kollamak ve ona bir zarar gelmesin diye hassasiyetle üzerine eğilirsiniz. Sevmediğiniz ve yaşamınızda hiçbir karşılığı olmayan devinimlerin yaşamınızdaki karşılığı ne kadar olabilir. İşte, değerler eğitimi diye getirilmek istenen eğitim anlayışına, bu çerçevede baktığımız zaman anlamsız içi boş sadece yıpranmışlıkların ve duyulan acıların dindirilmesi adına ne olduğu ve ne getireceği etraflıca tahlil edilmeden gündeme sokulmak istenen torik bir çaba olduğunu görüyorum.

Evinde küçük çocukla konuşmayan, onunla dertleşmeyen, ona söz hakkı vermeyen, onu bir fert olarak görüp onun görüşlerine saygı göstermeyen, doğru insanların öyküleriyle onları eğitmeyen, onlar gibi yaşayarak birlikte bir yolculuğu yapmayan, ne pahasına olursa olsun doğruluğa yaklaşmayan, imkânlarını başkalarıyla paylaşmayan, cimri malı yığdıkça yığan, başkalarının görüşlerine değer vermeyen onları ötekileştiren, kendinden başka kimseyi düşünmeyen, kendisi tıka basa yerken başkalarının açlığından etkilenmeyen, ölçüyü tartıyı bozan, çifte standartlılıkta üstüne kimseyi tanımayan yaşamların, toplumsal hayatın omurgası haline geldiği toplumda, hangi değerler eğitimini ders olarak anlatmayı düşünüyorsunuz sahiden ben de merak ettim(!)

Ehli olmayan insanları toplumsal kurumlarda istediğiniz yere yerleştirerek, sonrasında çocuklara haktan hukuktan hakkaniyetten adaletten ehlillikten bahsedeceksiniz ne için ve ne adına… Ülkeyi soyan soyana, herkes kendi gemisini kurtarma derdinde iken, vatan millet sevgisini anlatacaksınız; nasıl ve kimleri ikna edeceksiniz? Televizyon ekranlarından Allah’ın Resulü şöyle aç kalırdı, böyle karnına taş bağlardı diye anlatacaksınız, âmâ siz ömrünüzde bir defa olsun onun çektiği acının havasını bile teneffüs etmekten kaçınacaksınız, peki hangi değer anlatılan sahiden… Estetikten bahsedeceksiniz, âmâ estetik olan ne kadar obje varsa hiçbirinin yaşamda bir karşılığını bırakmayacaksınız! Hakaretin iyi olmadığını anlatacaksınız ancak toplumda hakaret etmeden yaşayan bir ferde hasret kalacaksınız, sahiden bu anlatılan nerenin değeri demez mi bu nesiller sizce?

Bu örneklemeleri vermemdeki gayem, neyi niçin ve ne adına yapmak zorunda olduğumuzu bilmeden anlamadan; uygulama alanlarında örneklerine rastlanmazken böyle bir değirmende buğday öğütmenin nasıl un olacağını düşündük mü onu anlamak istiyorum… Geviş getirmeye alışmış olanlar, dışarıdan gıda almadan, sürekli gevişle kendilerini doyuracaklarını sanıyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olurlar. Geviş getirebilmek için, yemiş doymuş olmak gerekir ki, onu hazmedebilmek için o uğraş verilsin… Yani durup dururken hayvanlar bile geviş getirmezken, insanların tekerlemeler öğrenerek, büyüklerime saygı, küçüklerimi sevmek, milletimi özümden çok sevmektir diye ezberlettiğinizde; sahiden değer sahibi mi yapmış oluyorsunuz?

Değerler yaşamdan doğar. Yaşamda karşılığı olmayan bir değer olamaz. Konuşurken sizin dışınızda farklı düşünenlere tahammül edemiyorsanız, istediğiniz kadar hoşgörünün ne olduğunu okuyun… Bir pazara gittiğinizde pazarcının öne dizdiği gösterişli meyveleri değil de arkadaki çürükleri seçip poşetinize koyup sizi eve gönderdiğinde istediğiniz kadar dürüstlüğü anlatın… Çok güzel ses sanatçılarının o güzel deyişleri, sizin tarafın sözleri değilse, onu ıslıklattıranların ne kadar da sanatı sevdiğini söylemesi, sizlerin derste sanat ve sanatçı hakkında anlattıklarınızın ne kadar karşılık bulmasını sağlayabilir?

Onun için diyorum ki, değer sahibi insanları yaşamdan silerek değerler eğitimi dersi vermekle değerli insanlar oluşturamazsınız. Değerli ilkeli insan olmak demek herhangi bir inanç ve ideolojiye taraf olmak demek değildir. Sadece insan olmak ve insan olduğu için, kendi cinslerine de aynı hakları tanıyarak onlarla eşit olarak yaşamaktır. Değer yaşamın kendisi olmalıdır. Değer bir ders ve öğreti değil yaşam biçimidir. Muhammed-ül Emin olmak bir değerdir. Bunu teorik olarak istediğiniz kadar, istediğiniz dilde, istediğiniz yaldızlı kelimeleri seçerek anlatın, davranış olarak emin olunan bir anın karşılığı asla olamaz ve olamayacaktır. Değerler yukarıdan aşağıya doğru bir takip süreci izler. Balık baştan kokar dememiz ondandır. Yani büyük olan ne yaparsa geridekiler onun aynısını yaparlar… Kral halkın bahçesinden bir meyve koparırsa, adamları bahçeyi tarumar eder. Değerler eğitimi diye tutturulan anlayış aslında, pasifleştirme ve aktif zihni köreltme metodudur. Bunun yerine sorgulama, tanıma, tanımlama kritik yapabilme ve ayırıcı özelliklerle neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayabilecek, beyni mekanizmalarını çalışır duruma getirme; bana göre en iyi değer eğitimidir.

Eğer bu nesle yapılacak bir iyilik olacaksa, basmakalıp ezbere dayanan zihni körelten yanlış geleneklerin hamallığını yapan, insanları yaşamdan bıktıran, kurumsallaşmış eğitim mottolarının kıskacından kurtulmak gerekir. Yaşamda karşılığı olmayan ve uygulanmayan bir eğitim, eğitim olamaz. Eğitim, adı üzerinde öğrenmenin, yaşam alanında davranışlarla ifadesidir. Kalıcı ve sürekli davranış değişimleri içselleşerek yapılıyorsa bunun adı eğitimdir. Çünkü bilişsel bir öğrenmenin yaşam alanında kendisini ifade etmesidir. Şartlı uyaranlara gösterilen şartlı tepkilerle oluşan değişimler, insani bir kavrayış olamayacağı için, bunları şahsen ben eğitim sınırı içinde değerlendiremiyorum… Onun içindir ki, değerler eğitimi başlığı altında yaygınlaştırılmak istenen eğitimin içeriği, “bizim çocuk bina okur döner döner yine okur “ifadesinin basamak atlayarak eğitim kurumlarında ders olarak resmileşmesi olarak değerlendirilmesidir diye düşünüyorum…

Son olarak diyorum ki, Özellikle bizim gibi duygu kodları her an kıvılcımlanmaya hazır olan toplumlarda, eleştirel ve sistematik düşünme ve kritik yapabilme yetilerini ortaya çıkaran dersler konulmalı ve o derslerle çocuklarımız biraz beyinlerini çalıştırır duruma getirilmelidir. Bu dersler iyi kötü-doğru yanlış-güzel çirkin gibi değerleri birbirinden ayıklayacak ve seçecek donanıma ulaşırlar. Bunu kazandırabilmiş bir eğitim kurumu görevini başarıyla yerine getirmiş olur. Naçizane devletteki bu üst akla benim önerim, çocukları yeni bir dolambaçlı yola sokmadan, doğrudan insan olma melekelerini en iyi kullanacakları zeminlere taşımanın mücadelesini okullarda ön plana çıkarmanızdır…

Selam ve muhabbetlerimle…

Erol KEKEÇ/08.03.2022/01.25

8 Mart 2022 Salı

BASTIĞIN YERLERİ TOPRAK DİYEREK GEÇME TANI!

Ülkemizin yaşadığı bu trajik vakaları yıllar öncesinden ülkelerin gelişmişliklerini anlatırken ayrıntılarıyla kendi toplumumuzu örneklendirerek çok anlatmıştım. Hatta bazı konuları internet üzerinden kendi köşemde de defalarca izaha çalıştığım zamanlar olmuştur. Ülkemiz ve Milletimizin sorunlarını çözelim ve mutlu bir toplum olalım diye fikir üretirken kendi yaşamımızı devam ettirecek ekonomik imkânları kazanmakta da gecikmiş olduk.

Bir ülke düşünün ki, her yanı denizlerle çevrili içinden onlarca tatlı su ırmakları akıyor, toprakları verimli ve can eksen can bitecek durumda, ilkokul yıllarımda kırsal nüfusumuz ülke nüfusunun %80 ini oluşturuyordu, geldiğimiz an itibarıyla %5 kır köy nüfusu kalmış… Diğerleri büyük kentlerin sokaklarında başı kesik tavuk gibi yaşarken tarlalarımıza fare ve kargalar dadandı, tüm mahsullerimiz kayboldu. Topraklarımız boş kaldı, çünkü boş kalmasıyla kaybedilen bir şey olmuyor, âmâ ekimiyle kaybedilen çok şey oluyor…

Bir ülkenin yaşamıyla alakalı ürün çeşitliliğinin ekimine kendisi değil de bir başkası karar veriyor ve onların istekleri doğrultusunda ekim dikim yapılıyorsa ülkenin kendisi zaten sömürge kolonisidir. Sömürülen ülkeler kendi kaderlerini kendileri belirleme hakkına sahip olamazlar. Bizim ülke olarak kaderimizi karşı olduklarımız belirliyorsa, acaba bizi yönetenler bu başkalarıyla nasıl bir ilişki ağı içindedirler diye sormadan da edemiyoruz. Mesela bir örnek vereyim son günlerde dışarıdan buğday ithal etmek için alınan karara göre, alınacak buğday fiyatı, sanıyorum 6.200 krş. olarak belirlenmiş. Ancak kendi köylüsünden aldığı buğdaya verilen taban fiyatı.2.200 krş. civarı olduğu dikkate alınırsa, acaba ülkeyi yönetenler kendi çitçilerini ne kadar korumuş olurlar. Yoksa bir başkasının çiftçisinin malını getirerek kendi çiftçisini imha mı eder? Bu uygulamalar iktidarların değişmesiyle değişen bir durum olmuyor maalesef, her gelen aynı uygulamanın türevlerini yaparak kendi insanını yaşamdan bıktırır duruma getirmiştir.

1983 yılı ile başlayan renkli yaşamların cazibe haline getirilmesi, 1989 yılında, o dönemlerde, zirveye taşınmıştı. Renkli yaşamların çılgınlıkları köy yaşamını etkisi altına aldı ve köylerden ciddi bir kaçış başladı. Çünkü köylerde merkezden uzak insanların algı dünyasını yönetebilmek ve onlara istediğiniz bilgiyi istediğiniz hale getirip sunmak için, sizin kontrol alanınızda olması gerekirdi ve de öyle yapıldı. Merkezlerden uzak yerler merkezlere taşındı, kapitalizmin kıskacında can çekişen yaşamlar ideal hayatlar gibi sunuldu, ülkenin her insanı kayıtsız şartsız kapitalizmin iyi bir tüketicisi olduğunu kanıtlamak için, onların ürünlerine bir ömür boyu taksitle abonman oldu, aldıkça aldı, taksit sayısı azalınca bir başka taksitle, taksitler arasında boşluk bırakmadı. Yani şehre gelmiş olmanız sizi mutlu yapmadı, mutluluğunuzu elinizden aldı, mutlu olmak için elinize bir elmalı şeker verdi, yedikçe yiyesiniz geldi ama bir türlü haz doyum eşiğine sizi ulaştırmadı. Böylece hızlı bir trende giren yaşam serüveniniz, sizi bulunduğunuz ortamlara uyum sağlama zorunluluğuna soktu. Bu giriş o dalış sizi sizden aldı ve sizi mutlu edecek sizin dışınızda, size sizi tanıtacak unsurları aramaya sizi götürdü. Hala arıyorsunuz ama bir türlü kaybettiğiniz kendinizi bulamıyorsunuz. Şehrin en ücra köşelerinde, dar ve karanlık loş sokaklarda, bazen çok ışıklı geniş caddelerde, çoğu zaman şehirlere yolcu taşıyan otobüsten inenler arasında ararken kaybedilen sizi, sizin kendi içinizde olduğuna hiç ihtimal vermiyorsunuz, hep dışarıda kendinizi aradınız; onun içinde köyünün evlerinde seni sana hatırlatan baykuşlar yuva kurdu o viranelerde… Gelinen noktada Baykuşlara mı bırakacaksınız yoksa yasınızın tutulmasını…

Böyle başlayan şehirli olma sevdamız meğer yalanmış, biz köylü olmaktan hep mutluyduk ama birileri bize siz şehirlisiniz, maaşlarınız olacak, her eve para girecek eksik malzemelerinizi alacaksınız, yaşam hızlı bu hızlı yaşama sizler de katılmalısınız, hep köyde olmakta nereye kadar gibi sözlerle, bizi bizden çok düşünerek beynimize tecavüz edip, duygularımızla bizi savaştırdılar. Bilirsiniz duyguların savaşında taraftar toplamak çok kolay olduğu için, aklımız duygularımıza yenildi ve duygularımızın vermiş olduğu gazla, biz bu şehirlerin oksijensiz gaz kokularını soluyarak oksijen tedavileri görecek yaşamlara şükür(!) gelebildik…1995’li yıllara geldiğimizde bu süreç o kadar ilerlemişti ki, ondan geriye dönüş zillettir dercesine kendimizi kaptırmış, toplum olarak zıvanadan çıkmış, AB diyerek o yolda can vermeye hazırdık(!)…Şimdi verdiğimiz o canlarımızı arıyoruz ama bir türlü onlara tekrar kavuşamıyoruz.2000’li yıllara geldiğimizde artık düşlerimiz gerçek olmuş elimizdeki imkânlarımızı da hepten kaybetmiştik, ama ülkenin durumunun çok iyi olduğunu, bu günkü gibi söyleyenler vardı. Bir esnaf o kadar içine işlemiş ki, dönemin başbakanının önüne, sayın başbakanım ben bir esnafım, ben bir esnafım diyerek, yazar kasasını fırlatacak duruma gelmişti… İnsanların mutlu yaşamlarını şehrin kâbusuna kurban eder, köylerini boşaltırsanız, onun canhıraş yakınmalarına cevap verecek yüzünüz olmaz.

Bu yaşamlar, batıdan gelen acı reçetelerin uygulanmasıyla insanımızı yaşamından nefret ettirdi. Ve kendisiyle barışamaz duruma geldi. Kendisiyle barışması zor olan bu insanları, toplum olarak barışık yaşamaya hangi güçle ikna edebilirsiniz öyle bir marifetiniz varsa, uygulayın da görelim bakalım… Yani diyeceğim o ki geçmişten beri devam eden, öldürme süründür, canlı bırak yaşatma taktikleriyle bu millet canından nefret eder duruma getirildi. Son 20 yıl içinde çok hızlı bir döneme girdik, değer sistemlerinden tutun, yaşam dinamiklerine ve onların üzerinde şekillenen oluşumlara kadar her taraf batı kasırgalarının kapsam alanına girdi. Şimdi yaklaşana aşk olsun, dokunanı kavuruyor ve dokununca kendinizi ondan kurtaramıyorsunuz; yangın sizi içine çekiyor, ne tarafınızın yandığını bile anlamıyorsunuz. Sonuçta kömüre dönmüş bir kadavra olmanıza rağmen, hala yaşadığınıza da inandırılmış olmanız başka bir trajedi…

Devlet, kendi halkına doğruyu söylemekten kaçınır duruma gelebiliyor, bazı uygulamalarının altında yatan gerçek sebepleri gizleyerek, kendi insanının elindeki imkânların yok olmasını kendi eliyle yapabiliyor. Geçmişte bir kuş gribi vakası yaşanmıştı, dönemin malı-ye bakanının çocuğunun tavuk çitliği ile bir başkasının kümesleri sınır olmasına rağmen Malı-ye bakanının çocuğunun çiftliğine hiç uğramayan girip, yan ve bitişik komşunun tüm tavuklarını kuşattığı için hepsi devlet eliyle itlaf edilebiliyordu. İsrail’in ürettiği ebter olan tohumları çiftçiye vermek için, çiftçinin geçmişten günümüze gelen tohumları tescillenmediği için kullanımına yasak getirilebiliyordu, neden diye sormayın çünkü İsrail bu işlerin en iyisini üretmişti,(!) bir daha ekemiyorsunuz, sizin yorulmanıza gerek yok istiyorsunuz o size yolluyordu; yani her şey sizin için yapılıyordu… Tohumda planlama süreci başlamıştı modern tarım yapılacaktı, az masrafla çok fazla ürünler alınacaktı… Alındı belki doğru, ancak o tarım alanlarında çalışanlar şimdi şehirlerin uyuşturucu trafiğini yönlendirenlerin elinde bir kurban, ya da çok parası olanların masasında gece hayatlarının bir mezesi olarak tüketilmektedir. Şehirli olduk hayat değişti, eskiden bunlar var mıydı diyenler, bazen çıkabiliyor; hakikaten bunlara bu kadar şahit olmadık çok doğru söyleniyor… Çiftçiye tarım alanlarını boş bıraktırarak, onları destekleme adında dilenciliğe özendirmek ve bu dilencilikten memnun olanların da bir daha o tarım alanlarının içine girmeme isteği, sahiden nasıl oluştu sanıyorum bilenler vardır.

İç Ege ve Batı Akdeniz bölgesinde İsraillilere özel tohum üretme merkezleri için yerler vererek onların o alanlarda kontrollü GDO’lu tohumlar üretmesine müsaade eden devletimiz, aynen bu gün olduğu gibi ticari mekanizmaların kontrolünü yapmadığı ya da yeterli yapamadığı için, bu kuruluşlar milleti canından bıktırır duruma getirdi. O tohum üretme çiftlikleri adı altında kurulan İsrail laboratuvarları tohumları orada sadece deneyebilecekken, ne yazık ki, farklı bölgelerdeki seralara büyük paralar vererek onları kiralayıp, normal üretimmiş gibi, yasak olan o tohumlardan ürettiği ürünleri bu topluma satarak, insanlar onu yedikçe istekleri değişti, algıları değişti, menfaatperest bir topluma dönüştü… Geldiğimiz noktada üreten insan değil, edece bekleyen ve birilerinin kölesi olmaktan mutlu olan ve onun müsaade ettiği imkânları kullanmayı insan olmak sanan, bir toplum türevi ortaya çıktı. Dışarıdan gelip birisi onların tezgâhlarını işletmese kendisine yetecek üretimi yapmaktan kaçınan zavallı durumuna sokulan bir nesil inşa edildi… Bunların tümü, gıdamızın bozulmasına göz yuman, bizi korumak zorunda olanların destekleriyle başımıza geldi. Bunlar bir iddia değil, yaşam alanlarından elde ettiğim ve çoğuna şahit olduğum bulgulardan yola çıkarak yaptığım yorumlamalardır. Bu ülkenin buğdayı kendi insanına yetmiyorsa, sözlerin tükendiği yerde yaşıyoruz. Eskişehir Bölgesinin şeker pancarının şeker oranı %70’lerde olduğunu biliyorum yani rekoltesi en yüksek yer şeker için, peki buna rağmen neden Eskişehir bölgesinde şeker üretimi kotaya tabi… Bütün bu örnekler gösteriyor ki, biri bizi dikizliyor evinde yaşıyoruz, burada bizi düşünenler de o programın yapımcılarına hizmet eden elamanlar olmalılar ki, bu kadar kötülüğü bize reva görmüş olsunlar…

Kendi çiftçisini ve köylüsünü korumak isteyen ve üretim yapanları özendirmek ve teşvik etmek için onlara kolaylıklar yapılması gerekirken, sürekli önüne barikatlar kuran, hangi anlayış toplumsal kalkınma yaptığına bizi inandırabilir. Bir ülkenin teknolojik gelişmesinin önünde engel mi ki tarımsal üretim, sürekli patates soğan yok, neden sebze meyve bu kadar pahalı diyenlere karşı hemen söylenen söz, iha ve siha’lar önemsiz mi, siz bunları hala anlamadınız mı diye karşı çıkılır. Hakikaten ben anlamadım. Bir toplum fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz ve onunla ilgili gelişmişlik seviyesi yerlerde ise başka gelişmeleri anlatması bile abesle iştigaldir. Hiçbir şey birbiriyle kıyaslanmayacak kadar önemli ve değerlidir. Bu önemi anlayamayanlar saman mı, İHA’mı diye insanları birinden birine tercih yapmaya zorlayanlar var ya, işte onların ta kendisi olsa olsa bir çuval saman olur…

İnsanların açlıkla baş başa kaldığı bir yerde tabi ki önemli olan gıdadır. Âmâ kendilerini savunmak ve varlıklarını devam ettirmek için yapılan üretimlerin hiçbirisi değersiz değildir. Ancak bunları yapamadık veya bunda eksiğiz ama bakın biz İHA’lar yaptık demek yaşamla bir çelişki oluşturur. Biz bir tarım ve hayvancılık ülkesiyiz topraklarımız buna müsait. Bunları en güzel şekilde yapıp diğer ülkelere örnek olmak zorundayız. Ancak biz tarım alanlarımızı imara açarak, oralara bina dikerek insanları oraya taşıyıp oraları doldurup, sonra onların karınlarını nasıl doyuracağımızı bilmeyecek kadar da gerçeklikten uzak yaşayıp, en iyi bilenlerdeniz.(!)Ülkenin tüm verimli alanlarını ve zeytinliklerini imara açıp oraları önce kamulaştırıp, sonrasında imar verip satarak büyük rantlar elde ettiğimizde, bir üretim mi yapmış oluyoruz, yoksa yaşadığımız alanları göz göre göre imha ederek kendimize cehennem mi hazırlıyoruz. Doğayla savaşanlar hep kaybetti ve kaybetmeye mahkûmdur. Son ağaç kesildiğinde, son tarlaya binalar dikildiğinde, köydeki son ev şehre geldiğinde, uçan kuşlar bu toprakları terk ettiğinde; işte o gün hiçbir beşli çete kazandığı kâğıt parçalarının yenmediğini anlayacaktır.

Geçtiğim her yerde bir beton yığını görmekten nefret eder oldum… Bu beton yığınlarının olması için her gün yasalar çıkarıp arazileri onlara peşkeş çekenlere aynı nefreti taşımıyor değilim… Geçmişte Sarf edilen bir sözü bu günkü yazının içeriğine binaen, kullanmak istiyorum…”Biz ülkemizi pazarlıyoruz ”dendiği zaman çok sorgulamıştım kendi çapımda; baktım ki hakikaten ülkemiz pazarlanmış… Kimilerinin zehir yaymasına, kimilerinin beton çöplüğüne çevirmesine, kimilerinin kimyasal atıklarıyla mikroorganizmaların yok olmasına sebep olmasına, kültürel etkileşim ve küresel göçlerle değer sistemlerinin yerle bir olması için, her ortamdan gelenlere uygun bir zemin haline getirilen ülke toprakları hakikaten pazarlanmış oldu… Ülkenin tanıtımı anlamında bir pazarlama ağından söz edebilmemiz için, ülkenin ithalat ve ihracatı arasında çok ciddi uçurumların olması gerekir. Yani İhracatın yanında ithalatın lafının bile olmaması gerekir ki, o ülkenin hakikaten tanıtım anlamında pazarlanmış olduğuna inanalım… Oysa bizim ülkemiz bizim dışımızdakilerin rahat yaşayacağı ve rahatlıkla girip çıkabileceği cennet olurken, bizler için biyolojik yaşamın devamında bile zorluk çekilen bir üstü açık hapishaneye dönmüş oldu. Tüm bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin her karış toprağı şehit kanları ile sulanırken böylesi pervasızca bu topraklara yapılacak kötülükleri içim kaldırmıyor ve kalbim dayanmaz olduğu için yazıyorum…

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı, düşün altında binlerce kefensiz yatanı… Her karış toprağı kan ile sulanmış bu vatanın, bir taşı öksüz ve yetim kaldığı zaman, yüreğime hançer saplanıyor gibi içten gelen acıların vermiş olduğu sarsıntıya dayanmak çok güç olduğundan, dışarıya aktarıyorum acılarımı ve sizlerle paylaşıyorum. Ülkemizin genetiği ile oynandı, insanlarımızın davranışlarına bakarsanız hırs ve ihtirasları o kadar hamuta kalkmış ki, onların bu coğrafyanın ürünü olmadığını anlarsınız. Her yanımız delik deşik neresinde köstebek, fare, kösnü ve kirpi yuva yapmış anlamaz olduk, güven ve eminlik bitti, her an nerden nasıl bir saldırıya uğrarız hesabıyla yolda yürür hale geldik, belli bölgelerde… Oysa biz köyümüzde evimizin kapısını hiç kapamamıştık, yaz günleri dışarda tahtın üzerinde yatardık, ama şimdi köyümüzde evin kapısını örtmeyi bırak, kilitleyerek yatıyoruz. Nerden nasıl bir tehlike gelecek acaba diye endişelerle yatıp farkında olmadan uykuya dalıyoruz. Çocukluğumda traktörün römorkunda yatar gökyüzünde yıldızları seyreder, kayan yıldızlardan hangisinin benim yıldız olduğunu hayal ederken tefekkür âlemine dalar; yaratıcının o gizemli sırrına vakıf olurken rahmetini iliklerime kadar hisseder pamuk tarlalarında kimse görmesin, belki ayıp olur diye gizli gizli namaz kılmaya giderdim… Oysa evde Babam annem namazlarını kılardı; ancak ben beş yaşında bir çocuk olarak o ibadetin büyüklere has bir davranış biçimi olduğunu sanırdım… Ne zamanki algılamaya başladık o zaman babam Rahmetli bize Kuran’ı Kerimden bazı küçük sureleri ezberletmeye başladı. İşte o zaman hayatın anlamı daha başka bir tatla ortaya çıkıyordu. Kış günü her taraf ekin tarlaları, çevre köylerden hayvanlar gelip onları yemesin diye kardeşimle ben hayvanları tarladan kovalamaya giderdik. Merhum babam bizi motive etmek için kim erken gelirse diğeri gelinceye kadar ona bir dua öğreteceğim derdi, biz o heyecanla ekin tarlalarında hiçbir şey bırakmazdık, günde en az onlarca seferimiz olurdu… Hatta hiç unutmam Sübhanekeyi, kardeşim bana yetişinceye kadar, ben erken gelip onu ezberlemiştim…

Geçmiş mutluluğumuzu köyümüzün çamurlu yollarında, dere kenarındaki söğüt ağaçları, sazlıklar ve kamışlar arasında bıraktık, gökyüzü biz onu unuttuğumuz için bize kırıldı gülmüyor artık yüzümüze… Ülkemizi pazarlayanlara sesleniyorum, Gökle yer arasını ayırırsanız gök ağlamaz, yer hasret çeker gözyaşları onu diriltmez ve hazan rüzgârı eser üstümüzden bir bakarsınız ülkemizin her taşında viranelerin yasını tutan baykuşlar öter olmuş… Bizim ocağımıza baykuşların yuva kurmasına müsamaha gösteren her kim varsa onların hepsini yaradana havale ediyorum ve sizlere olan muhabbetlerimle satırlarıma son verirken sizleri, en güzel günleri yaşayacağınız ülkemin topraklarında umutla ve huzurla yaşayacağınız günlere kavuşmanızı rabbimden temenni ediyorum… Aydınlık yarınlara hep birlikte kavuşmak aşkıyla…

Erol KEKEÇ/07.03.2022/01.03


7 Mart 2022 Pazartesi

AHLAK TRENİ SON İSTASYONA VARMAK ÜZERE

Ahlak denildiği zaman, genel anlamda birçok kişinin aklına gelen ilk anlam cinsellikle ilgili sapmalar veya genel kabul gören tutum ve davranışlar dışında, bir yaşam akla gelir. Bunun böyle anlaşılmasının temeline indiğimiz zaman, insanlar arasında belli davranış biçimleri kutsallaştırıldığı için, toplumların oluşturduğu bu kutsalların dışında yaşayanlar ahlaksız olarak kabul edilir ve ona göre bir tavır takınılır.                                             Oysa ahlak ve ahlaksızlık insanlık tarihi boyunca toplumsal yaşam kodları olarak nesilden nesille aktarılarak gelen fıtri genetik kodlarla ilişkili bir davranış biçimidir.

Ahlak, Âdeme eşyanın bilgisini öğrettik ayetinde tecelli bulan ve Âdemin bel kemikleri arasından insanlığın sülbünün alınıp hepsine sorulan, ben sizin rabbiniz değil miyim sualine karşılık, sen bizim rabbimizsin biz şahit olduk denilen günde ki, tüm ruhların ahit imzalayarak karşılık verdiği zaman, imzalanan mukavelenin adıdır ahlak… Böyle bir sözün alınmasının gerekçesine baktığımız zaman, Rabbimiz, bizim bunlardan haberimiz yoktu, atalarımızın yaptıklarından dolayı bizi sorumlu mu tutacaksınız dememek için yapılan bir sözleşmedir o…

Evet, sevgili kardeşlerim şunu iyice idrak etmemiz lazım ki, ahlak bizlerin ruhları ile yapılan mukavelenin maddeleridir. Onlara uymadığımız zaman veyahut ta o maddeleri değiştirip işimize geleni ahlaki, işimize gelmeyeni ahlaksızlık olarak tanımladığımız bir yaşamda, doğru rota bulamazsınız. Yarınlarda biz bunları gelenek olarak gördük ve onların bize taşıdıklarını ahlak olarak bilip yaşadık deme şansımız da olmayacaktır. Çünkü Âdeme eşyanın bilgisi öğretildiği zaman neyin iyi neyin kötü, neyin doğru neyin yanlış, neyin güzel neyin güzel olmadığının ölçüleri de verildi. O kriterlere dikkat etmezsek, herkese göre değişebilir diyerek oluşturacağımız kafa yapılarımız; hiçbir yapı inşa edemeyecektir.

Ahlakın temel ve üzerinde durulması gereken kavramları, iyi, kötü, vicdan, ahlak yasası, adalet, huzur ve mutluluk sorumluluk, özgürlük ve irade gibi kavramlardır. Diğerleri bunların etrafında şekillenir. İyi ve kötünün ne olduğu, Âdem as’a öğretilen kavram atlası içinde mevcuttur. Ör. Tüm insanların geçiş güzergâhı üzerine büyük bir taş yuvarlanmış ise, bunu oradan kaldırmanız iyi bir eylemdir. Ancak öyle bir yere bir taş yuvarlamanız ve insanların geçişini engelleyerek onlara eziyet etmeniz kötüdür. Bunun böyle olduğunu anlamak için kendi fıtri gen haritanızın kodlarıyla, toplumsal yaşamınızı reaksiyona geçirmeniz yeterlidir. Yani bireysel iç dinamikler toplumsal yaşamın belirleyici ölçüsü olmak zorundadır. Bu dinamikler, her insanın vicdan coğrafyasında yerli yerinde yerleştirilmiştir. Biz o coğrafyayı iyi tanımaz ve o coğrafyanın koşullarında yaşayacak ürünleri oraya ekmeyi düşünmezsek, orası çorak tarlaya döner ve hiçbir uyarandan etkilenmeden vicdansız varlıklarla ortalık dolup taşar.                                                                     

İnsan, kendi fıtrat kaynağından uzaklaştıkça lağım sularıyla beslenen varlıklar gibi tüm vücut hastalık kaplamaya başlar. Neden yeni doğan çocukları günahsız masum olarak görüyoruz, çünkü onlar saf arı duru fıtrat kaynağından besleniyorlar, toplumsal kalıplar onları şekillendirinceye kadar…                                                                                             

Toplumsal kalıplar kendi doğal coğrafyasından uzaklaşıp, çorak topraklarda üretim yapmayı hedef haline getirmişlerse böylesi ortamlarda fıtrattan gelen ve Âdemle öğrenilmiş olan iyi ve kötü ölçülerine göre doğru bir yaşamı oluşturmanız mümkün olmayabilir. Çünkü iyilikler kötü, kötülükler iyi olarak tanımlanıp toplumda karşılık bulduğu zaman, bunların kıskacından kurtulmakta öyle kolay olmayabiliyor. Çok basit ve sıradan eylemler, toplumsal algı doğrultusunda en büyük günah sebebi sayılabiliyorken, toplumları imha eden ve insanların vicdanlarını kasıp kavuran eylemler ise, sıradan basit bir davranış gibi algılanır hale gelebiliyor. Bu durumda toplumların helaki kaçınılmaz oluyor… Dijital çağda bu yaşam tarzı nerdeyse genel bir hastalık haline gelmiş ve fıtrat yazılımının yerini almış, insanlar doğal kaynağından uzaklaşarak ahlaki açıdan lağım sularıyla beslenirken, vicdan diye bir kavramın arkasına sığınarak günah çıkarmaya çalışıyorlar… Oysa bu hal onları temizlemeye yetmeyecek kadar cılız ve basittir.

Ahlak yasası, insanın kendi içinden dışarıya yansır, vicdan yasanın tek hâkimidir. O hâkimin verdiği kararlar, fıtrat kitabında bir yazılım olarak insanın yüreğinin derinliklerine yaratıcı tarafından yerleştirilmiştir. Ancak bu yasaya uygun yaşayıp yaşamama özgürlüğü de ona bahşedilmiştir. Kimileri o yasayı bulup ona göre yaşamayı bir hedef haline getirirken, kimileri o yasaları ihmal ederek kendi istek ve arzularını bir yaşam kitabı haline getirip ona göre yaşamayı tercih edebiliyor. Her iki durumda da insanın kendi tercihi ve özgürlüğü devreye giriyor. İnsan bu tercihlerini yaparken kendi fıtrat yazılımındaki kitaba ya uyuyor ya da uymuyor, dolayısıyla sonuçta bunların ortaya çıkaracağı acı ve mutluluklara katlanmakta onun sorumluluğu olur.

Hiç kimsenin, bizden önce böyle bir yaşam vardı, biz de ona göre yaşamak zorunda kaldık, onların devamıyız şeklinde gerekçelere ve bahanelere sarılma hakkı yoktur. Çünkü her insanın ruhu ile yapılan anlaşma da söylediğimiz şu veciz söz hayatımızın üzerine oturduğu bir değer sistemidir. “Rabbimiz, bizim bunlardan haberimiz yoktu, atalarımızın yaptıklarından dolayı bizi sorumlu mu tutacaksınız, demeyesiniz diye sizinle sözleşme yaptım siz de evet dediniz…”Herkes evetine ya sadık kalır ya da yan çizer ama sonucuna katlanmak zorundadır. Dolayısıyla bizim şu an yaşadıklarımız yapmak zorunda olup ta yapmadıklarımızın faturasını dünya yaşamında ödeme şeklidir. Oradaki faturamızın nasıl ve ne boyutta olduğunu bilmiyoruz ama burası iyi değilse oranın çok iyi olacağını şahsen ben düşünemiyorum…     

Vicdanların sıcak suya atılıp içi boşaltıldıktan sonra, ya yazılımsız ya sahte bir yazılımla yerine konulduğu bir ortamda insanların hassasiyetleri kaybolur. Kimse kimsenin umuruna gelmez, herkes kendi çıkar ve menfaatinin korunmasını düşünür. Kendi dışında olanların tarumar olması ve yanarak yok olması onu hiç alakadar etmez. Başkaları acından ölse onun için esas olan kendi açlığının giderilmesi ve gelecek günler için istif yaparak başaklarının o günkü haklarını çalarak onların yaşamını zora sokmaktır. Hırsızlık sana ait olmayanları almak olarak tanımlanır doğru bir tanımdır. Ancak şu boyutu dikkate alınmaz, bugün benim ihtiyacım var onu karşılayacak kadar erzak alıyorum ama kendi yaşamının garanti olduğunu düşünerek önümüzdeki yıllarda ve aylarda tüketeceklerimi de alıyorum; imkânım olduğu için, ancak bir başkası imkânları kısıtlı olduğundan günlük yaşamını devam ettirecek erzakını ben bitirdiğim için alamıyorsa; ben onun hakkını çaldım ve hırsızlık yaptım. Bu ahlaken sorgulanamıyorsa orada ahlak yasasını harekete geçiren vicdan ölmüş demektir. Ahlak, insanların iki bacak arasına sıkıştırılıp orada imha edildiği için, hayatın içine çıkamadığından başımız belalardan bir türlü kurtulmaz oldu.

İnsanların fıtrat donanımlarını bozduğunuzda ahlaksızlığın alasını yaşarsınız ama kendinizi ahlaklı sanırsınız. Çünkü sizin ahlak dediğinizin içi ahlaksızlık, ahlaksızlık dediğiniz de çoğu zaman ahlak olarak karşımıza çıkar. “Gemisini kurtaran kaptan ”sözünün bir deyim haline gelerek her ortamda kullanılması, ahlaksızlığın zirve yaptığının kanıtıdır. Menfaatçiliği, bireyselliği, başkalarının haklarını gözetmemesi ve kendi çıkarı için dünyayı ateşe vermesinin hiçbir öneminin olmadığının vurgulandığı bir ifadenin, ahlaki öğreti olarak anlatıldığı ortamda ahlaki manifesto delinmiştir. “ Bal tutan parmağını yalar ”Ne demek yahu, böyle bir anlayışı alkışlayacak kadar dindar olanlarla, bir toplum camileri de dolduruyorsa, vay o toplumun haline ki nasıl vay…(!)

Ahlakın kaynağı olan fıtrat genleriyle beslenen insanlar, anne sütüyle beslenen çocuklar gibi arı duru ve sağlıklı bir yaşam oluştururlar. Bu kanal kapandığı zaman toplumsal yaşamdaki ahlak kodları çıkar menfaat ve günün koşullarına göre şekil alır, hatta çağ sana uymuyorsa sen çağa uyacaksın, yani herkes insanlıktan çıkmış ise, sen insan olarak yaşamak istiyorsun ama kimse sana uymuyorsa, sen onlara uyacaksın gibi kutsal ahlaki (!) sözlerle gençlere nasihatin yapıldığına çoğu zaman şahit olabilirsiniz. Bu örnekler toplumsal yaşamdaki ahlak kodlarımızın fıtrat yazılımıyla ne kadar da bağlantılı olduğunu görmemiz açısından sanıyorum bizlere bir bilgi verecektir. Ahlak iflas etmiş ise yazılı kurallarla böyle bir toplumu yeniden inşa edemezsiniz. Bir toplumu ahlaki çözülmenin ve erozyonun elinden alıp doğal bir ortama kavuşturmanın biricik yolu, kuralların sahiciliği, adil olması ve yaptırımının caydırıcı bir içeriğe sahip olmasıyla ancak mümkün olabilir. Hukuk kuralları sürekli değişim içindeyse orada bağlayıcı ahlaki ilkeler yok olduğundan hukukla bu eksikliği gidermek istersiniz. Ancak ahlak yeniden dirilirse böyle bir uğraş alanının çok da kayda değer olmadığına hep birlikte şahit olabiliriz. Azerbaycan Türkeri’nin çok güzel veciz bir sözleri vardır. “Az yiyerek tabibe gitmirem, düzgün doğru yolda gidirem hekime gitmirem”Görüyormuyuz böylesi bir sözün yaşam alanındaki karşılığının toplumsal yaşamı biçimlendirmedeki rolünü…

Önce insan, sonra yaşam, ardından korunma, paylaşım, iletişim etkileşim ve karşılıklı insanların birbirlerine ihtiyaç duyması… Bu denklem doğru kurulduğunda ve terazi doğru tartı yaptığında, ahlaksızlıklar bir yağmur sonrasında atmosferdeki tüm virüslerin yok olması gibi gidecektir. Ancak ahlaksızlığın yayılmasına prim verenler olduğu sürece ahlaksızlık dini bir öğreti gibi ibadet aşkıyla yerine getirilebiliyor. Son dönemlerde çokça kullanıldığına kendi kulaklarımla şahit olduğum bu söz nasılda ahlaksızlığın dini bir kalıba sokularak meşru hale getirildiğini gözler önüne sermektedir. ”Çalmış ya da almış olabilir ama bir araştırın bakalım neden almıştır, bir yerde ya caminin eksiği vardır ya da filanca yere yardım için alınmış veyahut ta İmam Hatip açılması için para gerekiyor ondan dolayı alınmıştır…”Bu sözler ahlaksızlığın ahlakın yerini aldığının canlı örneklerine en büyük bir delildir. Ahlaksızlık yapanların, mecliste aklama komisyonundan geçirilerek,  oy ve kalkan parmaklarla meşru hale getirildiği bir ortamda, alt katmanlardakiler bunun alasını yapma hakkının kendisinde olduğuna neden inanmasın ki(!)

Ahlaksızlığın yaygın hale gelerek gelenek halini aldığı ortamlarda, mana bütünleşmesi yok olmayla karşı karşıya kalır. Toplumsal değerler insanları bir arada tutacak cazibe ve albenisini kaybeder. Bir devletin yönetim mekanizması ama gerçekten, ama iş olsun tarzında çıkarılmış olan, Yolsuzlukla mücadele ve onları sorgulama komisyonundan rahatsızlık duyarak onu kaldırmak için bir yönetim değişimini göze alabiliyorsa, orada ahlak imha olmuş demektir. Yolsuzlukla mücadele komisyonu kurulduğu zaman eğer siyasi partiler, biz o zaman ilçe yönetimlerinde çalışacak bu işlere karışmamış başkan bulmakta zorlanırız, onun için bunu kaldırmak lazım diyerek kaldırabiliyorlarsa, orada toplumsal yaşam ahlaki açıdan komada, yaşama şansı kalmamış demektir. Yanlışlar fazla diye onların yok edilmesini göze alamıyor, doğruları suçlu ve günahkâr bulup onları imha ediyorsanız, kendi ecelinizi kendiniz yaklaştırırsınız. “Hak bir gün mutlaka batılın beynini parçalayacaktır.”

Son dönemlerde toplumdaki ciddi erozyonları görünce, böyle bir yazıyı kaleme almak zorunda kaldım. Ahlakın yerlerde süründüğü bir ortamda dindar nesil değil, ancak dini insanlara dar edeceğiniz bir nesil yetiştirirsiniz. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, insan yaşıyorsa kendini yenileme imkânı vardır diyerek, bazı hatırlatmaların dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu ahlaki çözülmenin önüne geçilmezse, adalet yerlerde sürünürse, kişilere göre menfaatlerin meşru ve gayri meşru olarak adlandırılması yapılırsa, ahlaki olmayan her davranışın berbat olduğu açıklanarak taraf ve anti taraf olduğuna bakılmaksızın, insani bir duruşun ortaya çıkması, toplum ve millet olarak var olmamızın temel taşıdır. Ahlaksızlığın yayılmasında kimlerin ne kadar katkısının olmuş olacağını inşallah bir sonraki yazımızda gündeme alalım…

Selam ve muhabbetlerimle, Vicdanlar kanamasın, insanlık can çekişiyor, ahlaklı bir tabip lazım hayata dönmesi için… O tabipler ortaya çıkmalı yoksa yarınlar olmayacak ve güneş yeniden doğmayacak…

Bahadır Hataylı/06.03.2022/16.21

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!