Bu Blogda Ara

24 Ocak 2022 Pazartesi

SİYASETİN LİMANI AHLAK GEMİYİ ÇIKARAN KAPTAN

 Siyaset üretmenin sonuna mı yaklaşıyoruz diye bazen sormadan edemiyorum… Ülkemiz gereceğini dikkate aldığımda, iktidardan, muhalefetten, hatta meclis dışı kalan siyasi partilerden, STK’lardan ve Siyaset bilimcilere kadar siyaset ekseninin dışında bir yaşam var gibi görüyorum. Toplumsal yaşamın sorunlarının çözüme kavuşması, geleceğin planlanması, nesillerin gelecek yaşam düzeylerini huzurlu bir toplumda sürdürmelerinin yollarının oluşturulması, kanunların ve Hukukun insan doğasıyla uyum haline gelmesi için çabalayan ortamları göremiyor olmak böylesi düşüncelerin oluşmasına haliyle katkıda bulunmaktadır.

Ülkemizde siyaset nasıl anlaşılmaktadır, doğrusu bunu anlamakta zorlanıyorum. Köyden insanların oyunu alacak diye siyasetle yakından uzaktan alakası olmayan birinin karşınıza siyasetçi olarak çıkmasına çok alışkınız. Üç beş parası olanın ve arkalarına da onlara destek olacak ciddi bir para kaynağına ulaşıldığı zaman hemen bir siyasi parti kurma süreci başlayabiliyor. Aslında bunlar bir siyasi oluşum ve siyasetle doğrudan ilişkisi olan oluşumlar değildir; sadece ülkenin gelir kaynaklarını biraz olsun biz nasıl tüketiriz ve istediğimiz alanlara nasıl yönlendirebiliriz diyenlerin politik kurnazlıkları olarak tanımlanması gerekir.

Politik kurnazlıkların ve politikaya dair ayak oyunlarının siyaset olarak görüldüğü ortamlarda siyaset dışı oluşumlar toplumsal yaşamı dizayn etmeye başlar. Siyasetçi, genelin menfaatlerini gözeterek toplumsal yaşamı daha kaliteli düzeyde yaşatmak için çözümler oluşturmaya çalışır. Yönetim anlayışlarını da daima yeni koşullar karşısında yenileyerek, kaybedeceği menfaatlerin hesabını yapmadan, kazanımları dikkate alarak mücadele verir. Çatışma ve kaos ortamlarının oluşumuna kapı aralamaz, çünkü oluşturacağı her kaos ortamı onların işini daha fazla zorlaştıracağı gibi, hem zaman hem de sermaye kaybına neden olabilir. Siyasetçi bunları dikkate alarak kendi yaşamını ve çabasını zorlaştıracak ortamların oluşmasına fırsat vermez. Siyasetçi, entelektüel, aydın, sosyal yönü güçlü, iletişim becerisi yüksek, merhametli, kuşatıcı ayrım gözetmeyen, tüm yönetiminde olan insanlara aynı oranda uzak ve aynı oranda yakın olmak zorundadır. Günlük, spontane eylem ve düşüncelerden yola çıkarak potansiyel bir tehlike arz eden bir kitle ile sürekli savaşıyormuş gibi gerilim katsayıları yüksek, enerji debisi düşük karanlıklara davetiye yazan pozisyonda olamaz.

Siyasetçi, öncelikle ortak aklı ve realiteyi dikkate almak zorundadır. Muhalif bir güç olduğunda da, sadece devlet imkânlarından istifade eden ve iktidarda olanlara saldırmak ve yapacağı işlere fren olmak zorunda değildir. Muhalefet, bir aracın yürümesi için araca ne kadar katkı sunabiliyorsa onları ortaya koyan olmalıdır. Oysa bizde muhalefet demek, iktidarda olanların bakışıyla bir sorunun çözümüne bakmıyorsa onların önüne nasıl engel olabilirim ve bunu yaptırmam diye düşünmektedir. İktidar da, kendisi bir önerge vermemişse önerge muhalefetten geliyorsa, doğru ve toplumun faydasına da olsa, içeriğine bakmaksızın onu reddetmek üzere formatlandığı için, toplum yararına siyasetçiler oluşmadığını görmekteyiz. Dolayısıyla, farklı ideolojik yaklaşımda olanların ülkenin gelirlerini yönetmek ve kendilerine geniş imkân ve alanlar oluşturmak için ülkenin yönetimine gelmesi, onların çok iyi siyasetçiler olduğu anlamına gelmemektedir. Mesleği siyasetçilerden oluşan ve o alanda ciddi çaba ve emek sarf eden insanlar ülke yönetimine gelmesi gerekir. Ülke yönetimi başlı başına en önemli iş olmasına rağmen, kim olursa olsun gelsin, iyi parmak kaldırıyor ve yöneticilerin sözünden çıkmıyorsa siyasetçi olabilir gözüyle bakılmaktadır. Böylesi ortamlarda Ülke sorunlarını kendisine dert edinen siyasetçiler değil, sadakati karşısında ne kadar karşılık alacağını hesap eden politik ayak oyuncular ülke yönetmek için sahneye çıkar. Bir Hastaneye ziraat mühendisini doktor olarak atayabilir misiniz, oradaki insanlar onun olmasını istese bile, ancak geçmişte bu anlamda fazla mezun veren okulların istihdam edemediği mezunları, okullara öğretmen olarak atandı, eğitimin geldiği noktaya hepimiz şahit olmaktayız.

Tüm mesleklerden oluşan insanlar, siyaset alanında ciddi akademik çalışmadan ve yeterli donanıma sahip olmadan ve o konuda gerekli sertifikaları, işin uzmanı siyasetçilerden almadan bu işin içine sokulmaması gerekir. Kim olursa olsun gelsin ülkeyi birlikte yönetelim demenin böylesi ortamlardaki karşılığı, gelin hep birlikte bize yakın olanlarla birlikte yönetime gelelim ve imkânları istediğimiz şekilde birlikte kullanalım demektir. Toplumda hiç olan, hiçbir karşılığı olmayanların siyaset ortamına girdikten sonra bir karşılığı oluyorsa, bunun anlamı, karşılıksız basılan paranın piyasaya girerek piyasaya ortak olması gibidir. Piyasası olan siyasetçiler ülke yönetimine geldiği zaman toplumda bir karşılığı olacaktır. Toplumda karşılığı olmayan tedavülden kalkacak anlayışlar, siyaset bilimi içinde yer bulabiliyor ve politik oyunlarla toplumsal yaşamı dizayn edebiliyorsa, siyaset dışı yaşamların siyasetin yerine geçmeye başladığı göze çarpar. Bizim toplumda da böyle bir sürece doğru gidiyoruz gibi geliyor bana… Çünkü siyasi olarak konuşulması gerekenler konuşulamıyor, toplumsal sorunlar kişisel sorun haline getirilip, kişiler arası düelloya dönüşüyorsa, toplum yönetimi yavaş yavaş yerini ring gösterisi yapmak için ringe çıkan boksörlerin yaptığı maça dönüşüyor. Bu maçta da duygusal bağlarla boksörler ile taraftarlar arasında bağlar kurulur. Boksörlerden hangisi daha çok taraftar toplayıp tezahürat alııyorsa o desteklenir, diğeri ringden mağlup ayrılır bir sonraki maça gözünü diker… Ülkemiz politik arenasında da siyaset bundan hiç mi hiç farklı olduğunu düşünmüyorum…

Bu örnekler, siyasetin nasıl oyunlar içinde oyun olduğunu görmemiz açısından sanıyorum biraz açıklayıcı olmuştur. Siyaset kişisel bir uğraş alanı olmaktan ziyade toplumsal yaşamın olduğu yerde olmazsa olmaz bir değerdir. Siyaset ilminden ve biliminden yoksun kafalar toplumsal kuşatıcılık içinde toplum düzenini sağlayacak yönetimden uzak olurlar. Bu eksikliği ortadan kaldırmak ve boşlukları doldurmak için yeni yöntemler geliştirmeye başlarlar. Çünkü insanda karmaşık duygular vardır. Bu karmaşık duyguların vermiş olduğu gerilimlere bağlı oluşan eksiklikleri gidererek rahatlamak için, insan kendisine sivrilecek alanlar açmaya çalışır. Açılan bu alanlarda sivrildiği zaman bulunduğu yerdeki eksikliği giderdiğini düşünerek yeniden kendine gelmeye çalışır ve ondan sonra sürecin nasıl bir yol izleyeceğine kendisi bile karar veremez. Farkında olmadan kişi sağlam zemin diye düşündüğü dibini bilmediği bir yere demir atar, bu demirleme çoğu zaman kendi isteği doğrultusunda olmaz, etraftan gelen tezahüratlar onun demir atacağı yeri belirler…

Yani siyasetin gemisini siyasetçi iyi bilmek zorundadır. Siyasetçinin işi geminin dümenine doğru oturmak ve mürettebatı o işle ilgili insanlardan oluşturmaktır. Yolcular gemi kaptanına müdahale diyor ve geminin yanaşacağı limanı onlar gösteriyor, geminin dalgalara karşı nasıl yol alması gerektiğini yolcular belirliyor ve kaptana sadece dümeni çevirmek kalıyorsa, o gemi batmayı çoktan hak etmiş demektir. Siyasetçi Azgın dalgalar arasında gemisini dalgalara rağmen karaya çıkaran bir kaptan olmak zorundadır. Kaptan denizin ve geminin nasıl ki tüm özelliklerini bilmesi gerekiyor, iklim ve meteorolojiyi yakından takip etmesi gerekiyorsa; siyasetçi bu özelliklere sahip olmadan toplum okyanusuna açılma hakkına sahip değildir. Toplumsal okyanusta toplum girdabına yakalananların batması bir geminin batışından çok daha tehlikeli olacağı için siyasetçi siyaset ilminin zirvesinde olmak zorundadır…

Bizim toplumda Siyasetçilerin toplumsal okyanusta iyi kaptan olmadıkları apaçık ortadadır, çünkü toplumda her fert bu geminin batmadan nasıl bir iskeleye yaklaşmasını konuşuyor ve herkes en iyi kaptanın kendisi olduğunu söylüyorsa, demek ki gemi kaptansız ya da gemi dalgalarla baş edecek düzeyde denizin kurallarını iyi okuyamayan bir kaptanla yol almaktadır anlayışı ortaya çıkar. Kendi ortamımızdan yola çıkarak diyorum ki, yeni bir siyaset anlayışı gelişmek zorundayız. Bu siyaset anlayışını, kendi kültür kodlarımızı üzerinde en iyi taşıyan tarihi kişiliklerimizden almak zorundayız. Yusuf Has Hacip, Farabi ve Edibali gibi insanların ortaya koyduğu ilkelerin, toplumsal yaşamı idare edecekler için birer başyapıt olduğu idrak edilmek zorundadır.

Siyaset gemisi karaya vurmuş, buradan çekicilerle yeniden engin denizlere açılma imkânı varken, bulunduğu yerin en iyi yer olduğuna inanıp oradan gemiyi denize açtığımızı sanırsak, şunu bilelim ki bu gemi buradan denize asla açılamaz olsa olsa daha fazla karaya demirler. Siyaset gemisinin karaya demirlemesi demek; Totaliter teokratik yaşamın rüzgârının yağmur getirmeyen bulutlarının semamızı kuşatıyor olduğunun ortaya çıktığı anlar demektir. Çünkü Karaya geminin oturduğunu bilgi olarak izah edemediğiniz zaman, öyle olmadığını söylersiniz aksini düşünenlere de düşündüğünden doğru potansiyel tehlikeli muamelesi yaparsınız, etrafınızdaki insanların da sizin söyleminize inanmasını beklersiniz. Yani totaliter teokratik bir algıya dayanan yaşamı, farkında olmadan insanlığa armağan edersiniz.

Bunu gören her politik oyun kurucu anlayış kendi anlayışını dayatarak bu süreci götürmeye çalışır ki, bunun adı siyaset olmaz; siyasetsizliğin insanları getireceği son nokta olur. Bu duruma gelmeden ya da böylesi ortamların oluşmasına fırsat vermeden siyaseti Siyasetle yapalım… Siyasetin limanı ahlaktır, ahlakı olmayan bir siyasetin gemisinin nerede demirlediğinin hiçbir önemi yoktur. Biz ülkemizi yönetecek siyasetçilerin ahlak limanından denize açılmasını ve tekrar ahlak limanına dönüp demir atmasını bekliyoruz… Bu bakış açısı, bir anlayış kazandırmak ve kafalarda soru işaretleri bırakarak insanların yeni zihinsel kurgu üretebilmelerine faydalı olmak amaçlı kaleme alınmıştır… Faydalı olmasını rabbimden temenni ediyor, ahlaki bir limana demir atmak ümidiyle siyasetçilerimizi kendi menfaatlerinden uzak toplum menfaatlerini sabırlara koruyarak siyaset gemisini ahlak limanına demirlemeye davet ediyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/22.01.2022/21.33

23 Ocak 2022 Pazar

DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRENLER YARINLARI KARANLIĞA GÖMERLER!

 Taraf olanlar bertaraf oldu diye anlatılan bir söz vardı ama kimse taraf olmayanların bertaraf olacağı günlere gelinebileceğinden bahsetmiyordu. Oysa taraf olmakla taraf olmamak arasında gidip gelen insanların her dönemde bozuk para gibi harcanacağı, taraftarlıklarından belli oluyordu. Medeni insan, her zaman bir taraftadır o hakkın adaletin doğrunun yanındadır. Doğruyu doğru olarak seçebilmek, sizin doğrunun yanında olmanızı gerektirir. Omurga taşıyan insan bir duruşa göre yaşar. Duruşu olan insanlar bulundukları her ortamda herhangi bir ideolojinin, grubun, liderin, partinin ya da gücü kontrolünde bulunduran otoritenin tarafında değildir. Onlar hep aydınlık tarafta bulunurlar ve insanları gölgelerinde bırakmak istemezler. Eğer insanlık bir gölgede kalacaksa o gölgenin de ancak doğruluk ve hakikatin gölgesi olmasını isterler. İnsanın olduğu yerde doğrunun ve hakikatin gölgesi nasıl olacak, mutlaka herkes kendi menfaatlerine göre belirleyici ve biçimlendirici olacak diyenlerin olacağını biliyorum. Ancak doğruluk yaşanmayacak ve yeryüzünde bir gelenek olarak devam etmeyecekse, yaratıcı neden doğruluk hakikat diye bir yaşamı var kıldı. Yaşanmayacak bir oluşumu insanlığın hayatının ortasına bomba gibi bırakarak insanlara zulmetmiş olmaz mı?(!) Böyle düşünen bir anlayışa verilecek en güzel karşılık bu olsa gerek…

Descartes’in deyimiyle, “Tanrı kavramı onun var olduğunun kanıtıdır. “olmayan bir şeyin bir kavramla anlatılması da mümkün değildir. Varlık evreninde ontolojik olarak Yaratıcı vardır ve o fani olan varlıkların içinde oluşan sonsuzluk düşüncesinin ta kendisidir. Çünkü sonlu bir varlığın sonsuzluğu arzulaması, ancak o sonsuzluğu onun ruhuna sonsuz bir varlığın koymasıyla mümkündür. Dolayısıyla sonsuz varlık mutlak hakikatlerin, doğruluğun iyiliğin, güzelin kendisidir diyen Platon’da bu evrende bir hakikat yaşamın olmasının mümkün olduğunu anlatmaktadır. Bunları örneklendirmemin sebebi, olmayan bir şeyin varlığını konuşmakta abesle iştigal olacağı için, hakikate uygun bir yaşam bu evrenin varlığının bünyesinde Tevhidi gerçekleştirmesinin yegâne nedenidir.

İnsanlık yaşamı, olumsuzlukları referans göstererek, onlardan daha ilerde olduğunu söyleyerek oluşturulacak bir hayat asla olamaz. İyiliklerin havarisi ve güzelliklerin yeryüzüne taşıyanı olup, adalet sancağını zulmün ortasına dikebilmenin yolu, olumsuzlukların hayatın hiçbir noktasında referans alınmamasından geçer. Bir yolun kendisi doğru ve istikamet üzere olduğu zaman yol üzerinde olumsuzluklar olsa da o olumsuzluklar yolun hakikat olmasını olumsuz etkilemez. Ancak yolun kendisi hakikatten uzak ve zulme dayanan bir yol ise yol üzerinde bazı olumlu sonuçların olması o yolun kendisini istikamet yolu asla yapmayacaktır. Bu durum Pis fosseptik kuyundan gelen kokuları gidermek için, rögardan akan atıklara temiz çeşme sularını akıtarak onları temizleyeceğini söyleyenin zamanı ve elindeki imkânları boşa harcamasından hiç farklı olmayacaktır.

Hakikat denklemi kurulmadan bu yaşamdaki varlık evreninde sorunların çözümü kolay olmayacak ve istenilen sonuca varılmayacaktır. Hangi inanç ve ideolojide olursa olsun yeryüzü yaşamını mutlu etmeyi düşünmeden insanların yaratıcıya gittiği zaman verilecek hesaplar üzerinden insanlara bir yaşam sunmayı düşünenler, asla doğruluk haritasının içinden bir koordinat seçemeyeceklerdir, dolayısıyla bulundukları yer onların hakikatle yüzleşmelerini engelleyecektir.

İnsanların dünyalarını imar edemeyen hiçbir düşünce ve inanç onların ahiretini kurtarmayı vaat etmesin, yalan söylemiş olur. Dünyada mutsuzluk, ıstırap, kahrolmuşluk, zulüm, cinayet, adaletsizlik, liyakatsizlik vicdansızlık egemen olan bir yaşamdan, geleceği aydınlatmasını beklemek sadece insanın kendi aklıyla alay etmesidir. Bundan dolayıdır ki, Ortaçağ Avrupa’sında skolastik anlayışa sahip olan batı insanları kilisenin girdabında boğarak, onlara cennet vaat etmeye devam etmiştir. Yani dünyalarını karanlığa gömenler, insanların sonrasını asla aydınlatamazlar. Allah Resulünün geldiği döneme bakarsanız, Mekke’de tefeciliğin egemen olduğu bir ortamda, insanları onların pençesinden kurtarmaya çalıştı, diri diri toprağa gömülen kızları hayata kavuşturdu, gasp ve haramiliği ortadan kaldırmak için mücadele etti, hatta buna en iyi örneklerden biri o gün Güç ve iktidar sahibi Ebu Cehilden bir yabancının malını alıp teslim etmesi de var… Hayvan muamelesi gören insanların boyunlarına yular takılarak Pazar Pazar satışlarını yok etti ve o zalimleri Hakka boyun eğdirdi. Mekke’den Medine’ye Hicret sonrası Medine’de Ensar ve muhacir kardeşliğini oluşturdu paylaşımcılığı ortaya çıkardı… Bunların birçok örneklerini verebiliriz, tüm bunlar insanlara ahiret vaat ederek değil, dünyalık zulümlerden insanlık kurtarıldığı zaman ahireti konuşma hakkının olacağını bilen bir elçinin uygulamalarıydı.

Allah’ın Resulünden sonraki ilk 50 yıl sonrasında oluşan anlayış, insanların dünyalıklarını cehenneme çevirerek onları ahirette güzel bir hayatın beklediğini söyleyerek oyun kuran zalimlerin elinde insanlık paçavraya döndü. Sonradan gelenler de, dünyalıklarına hizmet ettiği için, bu anlayışı sihirli bir buluş gibi gelenek haline getirdi ve İslam toplumu denen ortamların tüm yöneticileri tarafından bayraklaştırıldı. Geldiğimiz noktada ise tamamıyla dünyası harap olmuş, yaşamları zindandan, dışarıdaki aydınlığa hasret kalmış mahkûmların hayatına döndü. Yani üstü açık mahkûmlar olarak yaşar hale geldiler. Burada insanlığa anlatacağınız manevi değerler anlatılmadan iflas etmiştir, ne kadar şişirirseniz şiriniz patlamış balonun şişme umudu nasıl ki yoksa böylesi yaşamlarda sizin anlatacağınız manevi değerlerin cazibesi de olmayacaktır. Batı ile kıyasladığımız zaman, batı bu karanlık dehlizi aydınlanma ile deldi biz ise onların aydınlandığı dönemlerden başlayarak, hala çıkma ihtimali olmayan karanlık tünellerde, insanları aydınlığa çıkarmanın hayalleri ile insanlığın umudunu tükettik. Umudu tükenmiş insanlarda, sizin savurgan hayalleriniz bir göverme gerçekleştirir mi dersiniz(!)…

Dünyayı imar etmek ve dünyayı aydınlatmak için yaşadığınız ortamdan başlayarak insanların düşünmesinin önündeki tüm engelleri imkânlar ölçüsünde ortadan kaldırmanız gerekir, düşünmenin önünde dağdan yüksek ve insanların umutlarını kıran ve güçlerinin ötesinde barikatlar varsa ve bunlar gün geçtikçe katlanarak yükseliyorsa, düşünsel anlatımların ve manevi iklime insanları taşıyarak onları rahatlatmanın yolları kapanmış demektir. Bizim toplum için bir örnek verecek olursak, asgari bir yaşam standardı ile açlık sınırında yaşayan bir insan sabahtan akşama kadar mesai yaparak haftanın 6 günü aynı işi yaparak ailesini geçindirmek zorunda ise, bu insanın düşünebilmesinin önündeki tüm kapılar kapanmıştır. Olağanüstü bir sürprizle karşılaşması hariç…

Dolayısıyla, taraftarlık veya taraf dışı olarak sorunları görmek istememek, insanlığa hizmet etmek anlamına gelmiyor. Adalet ile adaletsiz sorunları çözmek, insan olmanın gereğidir. Adaletin olduğu toplumlarda az da olsa insanlık yararına bilimsel, felsefi, kültürel ve sanatsal etkinliklerin ortaya çıktığına şahit olursunuz ancak adaletin yerlerde süründüğü ortamlarda ancak insanlığın yerde süründüğüne şahit olursunuz. Doğu toplumlarının Batının geldiği noktanın ötesine geçebilmesinin tek yolu, yeryüzünde her canlının yaşama hakkının olduğu en yüksek düzeyde dillendirilecek ve yeryüzü imkânlarının tüm insanlık için paylaşımının önü açılacak, her varlığın yaşam kalitesi yükselecek, yaşam kalitesi yükselen insanlara ahiretin önemini anlatın, o zaman sözlerin bir anlamı olacak yoksa size tekrar iadesi gerekecek…

Ben bir insan olarak ve ayrıca sorumlu duyarlı bir Müslüman olarak Hakikate şahitlik etmeyenlerin hangi tarafta olurlarsa olsunlar gazabın kapsam alanından çıkamayacaklarını düşünüyorum… Neden 17 bin Tanzanyalının bir yılda tükettiğini bir Amerikalı bir günde tüketsin, bunu sorumlu duyarlı hakikate şahitlik edecek yeryüzünde adaletin sancağını taşıyan insanlar yaşamlarıyla ortaya koymazlar ve karşı oldukları anlayışlardan daha debdebeli hayat yaşayarak hangi kurtuluşa insanlığı götüreceklerdir. Bugün dünyanın ilk 100 zengininin yarıdan fazlası, İslam ülkesi dediğimiz toprakların yöneticileri ise, hangi kurtuluşu anlatacaksınız insanlara…

Acaba neden Göçmenler hep Batıya gider, hiç doğuya gelen bir göçmen görmedim ama sömürmek amaçlı ve turist olarak gelenler çok… Almanya’nın gayrisafi Milli hasılası 57 İslam Ülkesi dediğimiz ülkelerin milli gelirinden fazlaysa o zaman insanların nereye neden göçmen olarak gittiğini sorgulamaya gerek yok sanırım… Bu ülkeler içinde yine ele ayağa dokunan kaşığa gelen biri varsa o da Türkiye, tüm olumsuzluklara rağmen yeryüzü mazlumlarına kol kanat açarak onların yardımına ulaşmayı ihmal etmiyor… Bu istek ve sorumluluk kendi halkı ile barışık yaşam ortamı oluşturmasına engel değildir. Kendi vatandaşının ihtiyaçlarını giderip onlara             insanca yaşayacağı ortamı oluşturamıyorsa dünyanın en ücra uçlarına kadar gitse de onlar her zaman gölgede kalmaya mahkûmdur. Yani diyeceğim o ki, Toplumsal dayanışma kardeşlik toplumsal adalet olmayan bir ortamın tüm ampulleri patlamış demektir. Karanlıkta bir tünelden çıkarken acaba daha kaç tünel kaldı diye karanlık tünellerin hesabını yaparak yaşamak istemiyorsak kendimize gelmek zorundayız.

Toplum olarak taraftarlık uyaranlarıyla harekete geçmeyi bırakalım ve hakikatin tarafı olarak yaşamaya yemin edelim ki, yarınlarımız karanlıklardan kurtulmuş olsun… Bu güne kadar ki yaşamlarımız bir karanlıktan bir başka karanlığa geçerek geldi, bunun temel dinamiği adaletin dışında ne varsa hepsini yaşam alanımıza çekmemiz ve adaleti hayattan uzaklaştırmamız oldu… Onun içindir ki batı dünyasına özenmeyi bırakıp kendi bünyemizdeki omurgayı diriltelim bu omurga sadece ve sadece adalettir diğerleri bunun üzerine oturur… Adaleti inşa edersek o zaman dünyaya yön veren olabiliriz ve diğer tüm imkânlar bizim şemsiyemiz altında toplanır. Adalet yoksa yeryüzünün imkânsızlıklarına da sahip olsanız, yaşam alanlarınız bir cazibe alanı olamaz. Onun içindir ki adaletin ayağa kalkması ve doğrulması yeryüzünün batışını az da olsa geciktirecektir. Bunun dışında kalan tüm yaşamlar dine dayansa ve bu dinin de ilahi olduğunu söylese de yok olmaya mahkumdur.”…Zalimler yakında nasıl bir devrilişle devrileceklerini bileceklerdir….”Şuara:227

Tüm bu açıklamaların üzerine daha fazla söz söylemek istemiyorum sözlerin en güzelini Allah söyler…”Onlar sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar ”Rabbim bizleri sözlerin en güzeline uyan ve yeryüzünde adalete şahitlik eden kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/23.01.2022/14.00

22 Ocak 2022 Cumartesi

DİNLE GELİŞEN MUHTEŞEM YAŞAMLAR(!)

Bal tutan parmağını yalar ahlaki dinamiklerle büyüyen ve o çerçevedeki meradan beslenenlerin, ahlak kitabının ilkelerine göre yaşamasını bekleyemezsiniz. Onların nazarında ahlak kitabından bahsetmek en büyük hainlik demektir. Hainlikle ifade ediliyor olmanız sizin yanlış olduğunuzdan değil, sadece onların alışılagelen çıkar ve menfaat duygularına uygun hareket etmiyor olmanızdandır. Bu anlayışların doğal yaşam akışı haline geldiği ortamlarda yanlışların ölçüsü hiçbir zaman doğrular olmuyor, varsa bir yanlış ve kötü onun durumu ondan daha kötü olan veyahut ta ona yakın olan bir başka kötüyle ölçülerek değerlendirilmektedir. Yani kötüler içinden bir başka kötüyü sana dayattıklarında onların yanlış algı ve kötü tutumlarına destek olmadığınız zaman, kötülükler merasının dışında kaldığınız için sizlere tehlikeli virüs taşıyan biri olarak bakılır.

Bu tarz düşünmeler ve bu düşünmelere göre oluşan yaşamlar daha çok duygu kodlarıyla örülmüş kabile cemaat ve feodal yaşam algılarının bir karakteri olarak göze çarpar. Bu yaşama sahip olan topluluklarda rasyonalite ve matematiksel doğru hesaplamalar bir anlam ifade etmez, tamamıyla kabile reisinin ya da feodal yapının yönetim merkezinin söylediği sözlerin doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın doğruluğu kabul görür. Çünkü aralarındaki duygusal bağ ve duygusal birliktelik akılcı ve realist düşünmenin yerini almıştır. Geçmişte bir İmparatorun ya da kabile reisinin yaşamı son bulmadan onun yerine başka birinin geçme ihtimalinin olmamasının en belirgin yanı, duygusal beklentilerin ve ülküleştirmenin zirve yapmasındandır. Bir şahsı ülküleştirdiğiniz zaman onun her yanlışının ve sözünün arkasında gizemli bir yan ve hikmet ararsınız. Bu anlayış zihinsel kurgu üretmenin önüne konulan ve zihinlere vurulan bir prangadır. Bu prangadan kurtulamayan toplumlar mutlu huzurlu ve refah düzeyi ileri insani yaşam kalitesinin her geçen gün artarak yükseldiği bir hayattan mahrum yaşarlar. Çünkü onlar için en iyi hayat kendilerine sunulandır. Kendi emekleriyle bir şeyi elde etmeyi değil de kabile reisinin kendilerine tanıyacağı hakkın, ulaşılması çok zor bir hak olduğunu düşünürler…

Bu tür ortamlarda yönetici durumunda olanlar uzun süre yönetimlerini devam ettirirler. Rasyonel bir etkileşim etkisinde kalma endişesi ortaya çıktığında ve etkileşimin etkileme boyutu da kitlelerde baskın düzeyde karşılık bulma ihtimali olduğunda, etkileşimin tüm yolları kapatılır. Tek ağızdan bilgilendirme esas alınır. Buna uymayan farklı sesler olursa onlar da tüm kabile tarafından aforoz edilmeyle yüz yüze kalırlar…

Kabilesel yaşamların süreklilik kazanması için otorite, meşruluğuna bazen inanca dayanan gizemli bir meşruiyet yüklemeye çalışır. Bu gizemlilik onu olağanüstü bir sürece taşır ve kabile üyeleri böylesi bir otoritenin varlığını korumanın Tanrının emri olduğunu, buna itiraz edenlerin de Tanrıya savaş ilan ettiğini ve dolayısıyla canının malının helal olduğu anlayışını ortaya çıkarır. Bu anlayışları her ortamda ve tarihi geçmişe baktığımızda görmek mümkündür. Modern devletler neden hep bu kabile yönetimleri tarafından hedef alınır, çünkü rasyonalite baskın da ondan ferdiyetçilik ve özgürlükler uğruna insanların mücadele vermesinin kapılarını açar. Oysa bu feodal yapılarda insanların bu imkânlara kavuşması mümkün değildir. İnsanların varlığı kabilenin varlığıyla orantılıdır. Kabile ve kabile reisi var ise TAMAM, kişiler o kadar önemli değildir. Bu algı Allah Resulünden sonra gelen yönetimlerde de kendisini gösterdi, hatta Emevi ve Abbasiler döneminde zirve yaptı Osmanlı ile bu zirve en az beş asır devam etti… Allah’ın elçisi o topluma yönetici olarak gelmemişti, uyarıcı olarak gelmişti, ahlaki değerlerden uzaklaşan şirk dininin yaygın hale geldiği tefeciliğin toplumsal bir yaşam felsefesi olduğu ortama, onları uyarmak ve tevhide davet için geldi. Allah’ın Resulü her an vahiy aldığı için oluşacak yönetimde de insanlar onu doğal bir lider olarak gördüler, ancak Allah’ın elçisinin o toplumda olması onun mutlaka bir devlet başkanı olmasını da gerektirmiyordu. Allah tarafından her an uyarılan ve hata olacağı zaman düzeltilen bir elçi olduğu için, doğal olarak Medine de kurulan devletin de yöneticisi oldu. Zaten ondan daha iyi birinin de yönetme şansı yoktu, çünkü doğrudan vahyin kontrolündeydi. Durum böyle olunca o dönemde Müslümanlar da gelişen algı, en dindar olan ve Allah’ın Resulüne en yakın olan aynı zamanda devlet başkanı olmalı anlayışını doğurdu. Hatta Hz. Ebubekir’in halife olması da böyle bir anlayışın sonucuydu. Halife denmesinin sebebi de din ile devlet işlerini birlikte üzerinde barındıran özel vasıflara sahip biri görülmesindendi. Ancak bu durum ilk iki Halife döneminde tam isabet olsa da, Hz Osman döneminde o kadar isabetli olduğu söylenemez, Hz Ali dönemine gelindiğinde ise Ali’nin feraseti hikmetli kavrayışı ve ilmi yönden bir deha olması iç karışıklıklar ve Muaviye’nin tükenmez hırslarının gölgesinde kalmıştır. Müslümanların, Allah’ın Resulünden sonra başlayan tarihleri sancılı başlamış ve o sancı Emevilerle birlikte tam bir dönüşüm yaşayarak, Seküler yaşam dinle meşrulaştırılarak gelecek kuşaklara İslam Medeniyeti diye sunulmuştur. Abbasîlerle de devam etmiş Osmanlı’da da Devleti Ali Osmaninin Bekası için kardeş katli helaldir gibi, Dinle meşruluk kazanan cinayetler işlenmiştir. Yani İktidar ve politika uğruna cinayetler meşruluk kazanmıştır. Bu anlayışların oluşmasının temeline baktığımızda hepsinde, iktidar gücünün meşruiyetini dine dayandırmaktadır. Çünkü din inanmayı gerektirir ve sorgulamadan ve akılcı yaklaşımlardan uzak doğrudan duygusal bağlar kurmayı içerir. Bu durum yönetenlerin işini kolaylaştırmaktadır. İnanma temeline dayanan ve duygusal bağlarla size bağlanmış olanları yönetmeniz ve onları istediğiniz şekilde kanalize etmeniz çok kolaydır. Burada sizin çok çaba sarf etmeniz gerekmiyor, ortak uyaranları ön plana çıkarıp onlar üzerinden gündem oluşturmanız sizi hem hedef olmaktan çıkarır, hem de sizi kahraman yapar erişilmesi imkânsız Tanrının gönderdi bir mehdi olarak görülmenize sebep olur. Oysa Modern devlet algısında yönetim, tam olmasa da bireylerin özgür seçimleri sonunda oluşur, ortak aklın belirlemiş olduğu kurallara uygun davranmadığı zaman da meşruiyetini kaybeder, meşruluğu kaybolan yönetimler yerini meşru olan başkalarına bırakır. Bu uygulama kabile ve feodal yönetim algılarında göze çarpmaz. Bu yönetimlerde yönetenler destanlarla tebaasını meşgul eder, savaş üzerine bir hayat düşler ve sürekli insanları ortak bir noktada toplamayı ve duygusal patlamaya hazır olmalarını sağlarlar.

Böyle topluluklarda Reisin eleştirilmesi ve onun yanlış yapacağının anlatılması doğrudan kutsal değerleri hedef almış bir açıklama olarak görüleceği için, aynı toplum içinde daima farklı kutup başlarından elektriklenme yaşayan topluluklar karşı karşıya gelir ve Yönetimdekiler doğrudan hedef olmaktan çıkarlar. Böylesi ortamlarda ortak aklın belirlediği doğrularda buluşmanız ve ortak bir yaşamın belirleyici kurallarını oluşturmanız çok zordur. Çünkü karşılıklı çatışma üzerine oturan anlayışlar kitle bazında duygulardan beslendikleri için akılcı açıklamalardan hiç mi hiç hoşlanmazlar, ondan dolayıdır ki bu toplulukların kaderinde hep sömürülmek yatar.

Duygusal bağlarla birbirine bağlanmış toplulukların en güzel yanı kalbi değerlerin canlı olmasıdır, ancak bu canlılığı akılla birleştiremediklerinden dolayı hep kandırılmak bahtlarına bir piyango gibi çıkar. Neden çok şiir yazarız duygusalız uzun havalarımız var her birinin bir hikâyesi var… Hikâyelerle büyüdük keşke ufkumuz akılla açılsaydı, vicdanımız kalbimizin derinliklerinden gelen hakiki bilgilerle karar verebilmeyi becerseydi, işte o zaman bu toplumların yeryüzüne medeniyet inşa edeceğine hep birlikte şahit olurduk…

“Bal tutan parmağını yalar”deyimleşmiş bu sözleri başımıza taç edeceğimize” insana ancak emeğinin karşılığı var deseydik ”Allah’ın bu buyruğu ile mücadeleci düşünen usanmayan doğru olanları koruyan kimseye ayrıcalık tanımayan yönetim anlayışları geliştirebilirdik. “Emaneti ehline ver” buyruğunu bilseydik, hiçbir iş savsaklamaz ve herkes düşüncesi inancı ne olursa olsun insanlık yararına kamu hizmetlerinde olurdu. “Onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar ”buyruğunu bilseydik duygusal bağları aklımızla perçinler ve duygu denizinde akıl iskelesine demir atardık. “Onlar, anne babası hatta yakınları olsa bile onlara adalette ayrıcalık tanımazlar ”Buyruğunu bilseydik vicdanımızın direği sızlardı, bizden olmayanlara karşı yanlış bir davranış içine girildiği zaman… Yani diyeceğim o ki, duygusallık bir yaşam algısı olarak güzel, biz duygusu, paylaşımcılığın temelindeki genleri oluşturur, ancak bu genlerin yaşam alanına doğması gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için aklı devre dışı bırakmaması gerekir. Aklı duygulara feda edenler, heba olmaya mahkûmdur. Yöneten ve yönetilenlerin orada birbirlerine laf attıklarını bir görsen, yönetilenler diyecek ki, siz gece gündüz dolap kurar bize yanlışı doğru gibi gösterirdiniz an dolsun ki sizler olmasaydınız biz doğru yolu hakikati bulanlardan olacaktık derler. Yönetenler de diyecek ki, size bir doğruluk geldi de biz mi sizi onlardan uzaklaştırdık, siz zaten halinizden memnun ve bir sapıklık içindeydiniz, hayır hayır siz gece gündüz dolap kuruyor ve bizi kandırmaya çalışıyordunuz rabbimiz bunların azabını iki kat ver diyecekler, onların azabı zaten iki kat…”

Duygusal birlikler bazen yolun sonunda çıkmaz sokağa dönüşebiliyor, bunun temel sebebi de yönetenlerin erişilmez olduğuna halkını inandırması, halkının da yönetenine toz kondurmaması insanları yok oluşun kenarına getirir. Yani körler sağırlar önce birbirini ağırlar, varacakları nokta körlerin ve sağırların birbirini kazıklamasıyla sonuçlanır…

Tüm bu açıklamalardan sonra konumuzu son bir açıklama ile bağlayalım, Hiçbir yönetime din kimliği giydirilmemelidir. Aklı kör eder, doğrudan inanma temelinde olur ve düşünmenin sınırları daraltılır, yanlışlar duygusal gazlarla pompalanır ve yanlışta hız limiti olmaz ta ki uçuruma varıncaya kadar, sonrası heba olan bir yaşam olur…

Nerede ne zaman bulunduğumuzun önemi yoktur, önemli olan nerede ne yaptığımız ve insanlık yaşamına ve doğanın İmar atına ne kadar katkıda doğru bulunduğumuzdur. Bu anlayışla ayağa kalkarsak her şeyi yeniden değerlendirmemiz ve gören gözleri Baş tacı yapmamızın aciliyetini anlamış oluruz… Yaşam, A. Comte’un deyimiyle ”Evrensel karşılıklı sosyal bağımlılık ilkesine göre devam eder.” Bunu dikkate almaz ve ortak aklı referans olmaktan çıkarır ben merkezcil yaşamın doğal akışını sağlayan kodları imha edersek, her şey imha olur. “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar,” doğrudan uzaklaşır ve bataklığa gider, rabbim bizleri idrak eden ve hakikate şahitliklerinde kusur etmeyen, özgür kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/22.01.2022/01.19   

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!