Bu Blogda Ara

20 Nisan 2021 Salı

ÖRNEK ÖNDER MUHAMMED (as)

 “Sen yüce bir ahlak üzerindesin” Kutsal davanın örnek önderi böyle bir ahlak üzerine olması gerekir. Yani “onun ahlakı Kur’an’ın kendisiydi,” sözünün yaşamında anlam kazandığı bir önder kutsal davanın lideri olabilir. Bu dava kutsaldır diye herkesin ağzından düşürmediği ancak neyin davası olduğunu insanların anlamakta zorlandığı dava ile bu davanın, kıyasın aynı kurallarına göre değerlendirilmesi insanlığın ne olduğunu bilmiyor olmaktan kaynaklanabilir.

“Sen yüce bir ahlak üzerindesin” Bu ahlakın kodlarını çocukluğundan beri yaşayarak elde ettin. Çocukluğundan aldığın bu terbiye, gençlik yaşamını biçimlendirdi. Gençlik yaşamındaki olgunluk düzeyin seni Risalet’i taşıyacak duruma getirdi. İşte ondandır ki,” Sen yüce bir ahlak üzerindesin, o ahlaka sahip olmayanlar bu davayı omuzlayamazlar. Senin etrafında toplanacak olan insanlar da senin ahlakınla ahlaklanacaklar. Sen en iyi bir örneksin. Senin çocukluğun gençliğin ve tüm hayatın insanların içinde geçti, onlar senin yaşamına şahitler. Bu şahitliği yapanlar senin onlara sunacağın değerlere sırt dönerlerse, şunu bil ki, onun sebebi sen değilsin çünkü senin güvenirliğin onlar tarafından perçinlenmiştir. Ancak onlar bile bile hakkı yalanlarlar. Sakın ha onların yaptıkları sana acı vermesin çünkü sen yüce bir ahlak üzerindesin…

Bir davanın önderliğini üstlenenlerin, davadan önce yaşamlarıyla herkes tarafından doğruluğu hususunda ittifak edilen bir yapıya sahip olması gerekir. Ahlaki bir duruş oluşturamayanların, kutsal değerleri temsil makamında olmaları, kutsal değerlerin değer kaybına uğramasına neden olur. O değeri kendiliğinden barındırsa da o ahlak yoksunu yaşamlar onunla özdeş olduklarını iddia edip durdukları sürece, kendilerinin inandırıcılığını kaybetmekle sınırlı kalmazlar. Temsil makamında olduklarını iddia ettikleri değerlere de ciddi bir erozyon yaşatırlar. Bizim toplum için bu söylediklerimize herkesin rahatlıkla şahit olacağını düşünüyorum. Ahlak yoksunu olanlar ve o yaşamlarıyla kendilerinin örnek alınması gerektiğini vurgulayarak, sloganik ifadelerle insanlara hitap ettiklerinde, kendilerini anlatmış olmuyorlar, doğrudan değerlerin bir temsili makamında olduklarını vurgulayarak, değerleri baş tacı yaptıklarını söylüyorlar. Böylece değerlerin kutsallığından kendilerine bir pay çıkarırken, aslında kendi basit sıradan ve ahlak yoksunu yaşamlarıyla değerleri örtüştürerek kendi seviyelerine çektiklerini idrak etmezler. İşte, Kendi bulunduğumuz toplumda İlahi değerler böylesi bir ahlak yoksunluğunun eliyle vitrinde sergilendiği için o değerlerin sırtına ahlak yoksunlarının rüsvay yaşamlarının faturası yüklendi. Toplumsal bilinç düzeyi düşük cehalette bilge olan insanlar da bunu kullanarak kutsal değerlere bir saldırı yapmayı kendilerince meşru ve doğal görmeye başladılar. Bu sürecin yaşanmasındaki etken faktör, doğrudan ahlak yoksunu olanların gafletlerini örtmek için bu değerlerle kendilerini özdeşleştirerek faturayı değerin sırtına vurmalarıdır.

Allah’ın davasına sahip çıkanların, yaşamlarındaki bu tutarsızlıklar, yüce bir ahlak sahibi olanlara yerlerini bırakmadığı sürece, yeryüzünde Hakkaniyete dayanan bir yaşamın tüm insanlığa ışık saçacak düzeyde kabul görmesi de cazibesini kaybedecektir. Ancak bu kaybediş davanın kendisinden kaynaklanan bir etken olmayıp, yaşam alanlarındaki ciddiyetsiz sıradan anlamsız yaşamların bu değerler içinde bir yer edinmesindendir.

Muhammed (as)’in hayatı tüm bu boşluklara yer vermeyecek düzeyde bir Güneş gibi herkes tarafından kabul görecek bir yüceliğe ve örnekliğe sahipti. İşte, Risalet böyle güçlü azimli yüce ahlak sahibi insanın omuzlarına yüklendi ve o ağırlığın altında eridi.” Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” Uyarısı beni ihtiyarlattı diyen bir elçinin yaşamından söz ediyorum. Ruhi bir olgunluğa ulaşmış, ahlakın zirvesinde yaşayan ve herkesin nazarında emin bilinen ve güvenilir kişiliğe sahip bir elçi ancak bu davayı anlatacak ve ona öncülük edecek yaşama sahip olabilir.

Allah’ın Resulü elçi olarak geldiği dönemde, Mekke’de Müşriklerin azılı yöneticileri onun davasına karşı gelmişlerdi. Bu karşı duruş onun kişilik ve karakteriyle hiçbir ilgisi yoktu çünkü onlar da biliyorlardı ki, toplumlarının en güvenilir şahsiyeti bu davadan bahsediyordu. Ancak böyle bir şahsiyetin getirdiği değerler yeryüzüne adaleti, barışı kardeşliği, hakkaniyeti hâkim kılar ve zulmün her türlüsünü ortadan kaldırır vahşilikleri, gaddarlıkları hırsızlıkları talanı ve tefeciliğin her türlüsü olan ribayı hayattan al aşağı ederdi. Yaşamlarının devamı zulümlerinin büyüklüğüyle doğrudan ilişkili olan Velid Bin Muğireler, Ebu Süfyanlar, Ebu Cehiller gibi kurumsallaşmış zulmün elebaşları bundan doğal olarak rahatsızlık duyarlardı ve de öyle oldu. Bunların rahatsızlık duymalarının sebebi, Allah’ın elçisinin getirdiği sistemin, onların sistemlerini al aşağı edeceği endişesine sahip olmaları ve gelecekte de bunun gerçekleşeceğini görmüş olmalarıydı.

Allah’ın elçisi Muhammed(as) o topluma öyle bir çıktı ki, mazlumlar ezilenler, köleler, kadınlar onun mesajına kulak kabarttı. Çünkü onlara yenilik getiriyordu. Köleleri özgürlüğüne kavuşturan bir mesaj yankılanıyordu. Kölelere özgürlük vaat ediyordu. Umeyye Bin Haleflerin makamları sarsılıyordu. Bilal o toplumun ayak takımı değil bundan böyle, Kişilik sahibi İzzetli bir insan olarak yaşayacak ve barış dininin mensuplarını Allah’a çağıracaktı. Diri diri toprağa kızları gömülenler bu utançla yaşamaktan kurtulacaklardı. Borçlandıkları tefecilerin borçlarını ödeyemeyen mazlumlar, bu borçlarının karşılığı olarak kızlarını tefecilere vermek zorunda kaldıkları utançla yaşamaktansa onları küçük yaşlarda toprağa gömerek kendilerince bir çıkış yolu arayıp vahşet bir geleneğin zulmünden kurtulacaklardı. Haksızlıkların önüne geçilecek ve dışardan Mekke’ye tacir olarak gelenler, kimsesi olmadığı zaman Mekke’nin bu zalimleri tarafından talan edilmeyeceklerdi. Ensesi kalın ve göbeği şişkin olanlara ayrı bir yasa mazlumlara ayrı bir yasa uygulanmayacaktı. Eğer birinin eli kesilecekse hırsızlık için bu herkese uygulanacaktı. Yani Zalim despotlar bu dini kabullendiklerinde tüm bunların başlarına geleceğini bildikleri için direndiler. Ancak bu direniş onların ecellerini geciktirmediği gibi, saltanatlarının da devamını sağlamadı. Bir kadının mal gibi kullanıldığı ve erkeğin istediği gibi kullanacağı bir paçavra olmaktan çıkacak ve kadına insani bir onur ve kişilik kazandırılacaktı. Tüm bu gelişmeler, bu dini kabul edenlerin çoğalmasıyla ve Müslümanlar bir güce ulaştıklarında, zalim müşriklerin karşılaşacağı acı sonun bu olduğunu çok iyi biliyorlardı. Onun için her türlü yola baş vurdular hatta Muhammed(as) ile anlaşma yoluna bile gittiler. Bir gün Allah’ın Resulüne gelerek, Ey Muhammed! biz senin getirdiğin dine girelim ancak bizi bu çulsuzlarla bir arada mı tutacaksın, bizler Mekke’nin ileri gelen eşrafıyız malımız mülkümüz çocuklarımız güçlü ve bizlerin kabileleri de çok güçlü biz şimdi bu kölelerle nasıl bir arada duralım, eğer bunlarla bizi aynı yerde tutacaksan hiç olmazsa biz geldiğimizde onlar olmasın, onlar yanına geldiklerinde de bizler burada olmayalım diye bir teklifte bulundular. Resul bunların bu isteklerini düşünmeye başlamıştı ki, Rabbi onu hemen uyardı,” Onların hidayetinden sana ne Allah dileyene hidayet verir, oysa sen onların iman etmesi için nerdeyse göğe bir dayanak yapıp oradan mucize getirecektin, yeri delip oradan bir delil getirmek isteyecektin sakın bilmeyenlerden olma…” buradaki ince noktayı inşallah idrak edenlerden oluruz.

Bu din, özgürlük eşitlik adalet, hakkaniyet üzerine oturan tamamıyla toplumsal yaşamı konu alan bir dindir. Bireysel ibadi eylemler, yüce bir ahlak sahibi olabilmek için Allah ile konuşma buluşma ve murakabe anlarıdır. Bu haller yaşanarak Yüce bir ahlak sahibi olmaya doğru pişer ve olgunlaşırız bu olgunluk süreciyle toplumsal yaşam içindeki rollerimiz başlar. Toplumsal roller oynanırken murakabe anlarının bir yaşam olarak dayatılmadan, insanların insanca yaşayacağı ortamın koşullarının iyileştirilmesi için mücadele verilmelidir. Allah’ın elçisinin bu mücadeleyi başlatacak olması kaygısı zalim müşrikleri perişan etti. Yoksa sabahtan akşama kadar Erkam’ın evinde ibadet edip suya sabuna dokunmadan yalvarıp yakarsalardı, müşrikler bundan zerre bir endişe duymazlardı hatta onları Mekke için en güvenilir insanları olarak başka toplumlarla mukayeseli yarışmaları olduğunda onları temsilen bunların olmasını isterlerdi. Ancak görüyoruz ki, dinin hayata dokunması gerekiyor. Açlar için bir çözümü olmalı, tefeciliği ortadan kaldıracak bir formül üretmeli, herkesi hayata döndürmeli, malı belli ellerde toplanan bir devlet olmaktan çıkarmalı, İnsanlar arasında renge, cinsiyete ve imkanlara göre oluşan bir eşitsizliği ortadan kaldırmalıdır. Yani diyeceğim o ki, Din bir kurtuluş huzur, sükûnet ve barış oluşturmalıdır. İşte Allah’ın elçisi böyle bir güzelliği insanlığa yaşatmak için seçilmiş ve Risalet sorumluluğu İnsani bir duruşla olgunlaşarak bu mücadeleyi sırtlanmış yüce ahlak sahibi örnek bir önderdir. Bu örnekliği kendilerine bir rehber olarak benimsemeyenler bu din adına söz söyleme hakkına da sahip olamazlar. Muhammed (as)’in getirdiği din yaşatırken, cahilleri rehabilite ederek hayata kavuştururken, ümitleri yok olmuşlara umut verirken, bugün İslam alemi olarak bilinen topraklarda, insanların elinden bunların hepsi alınmış ve insanlar biyolojik yaşamlarını devam ettirmek için yaşam savaşında hep kaybedenler arasında yer alıyorsa, İslam’dan bahsetmek bir utanç durumudur.

Bu yaşamlarla Muhammed (as) ne ümmet olabiliriz ne de o dinin içinde olduğumuzu iddia edebiliriz. Yaşadığımız topraklarda dünyaya kazıklar çakarak, kazıklar kavmi olarak adlandırılacak duruma gelip İslam toplumu olarak kendimizi isimlendirmek tamamıyla yalandır. “Müslüman, İnsanların elinden dilinden emin olduğu insandır. Bu eminliği yakalayarak İnsanların davranışlarını düzeltmek için bizlere bakarak kendilerine çeki düzen verdikleri bir saat gibi işleyen hayatımız yoksa, Muhammed(as)’in ümmetiyiz demekten utanç duyalım…Muhammed(as)Bir rahmet elçisidir öldüren yakan yıkan yok eden biri değil, tüm insanlığın kurtuluşuna vesile olmak için canla başla, onlar merada otlanırken onlar adına onlardan habersiz kafa yoran yürek tüketen geceleri ağlayan Rabbine el avuç açarak, Rabbim bunlar cahildir bunları affet diyecek kadar merhametle dolu bir insandır. Bu yol, Muhammed (as)’i evlerimize yaşamımıza her anımıza davet ederek onun getirdiği hükmün gereklerini canlı olarak yaşayarak hayata yeniden başlayalım. Yoksa “… Allah Bizi giderir yerimize başka bir topluluk getirir…”” Onlar hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan Allah için mücadele ederler bu Allah’ın bir lütfudur onu herkese vermez…”

“Şayet Allah’ı sevdiğinizi iddia ediyorsanız bana uyunuz ki Allah’ta sizi sevsin…” Allah’ın sevdiği kullardan olmak dileği ve temennisiyle dua ve selamlarımla…

Erol KEKEÇ/20.04.2021/01.04




19 Nisan 2021 Pazartesi

KUTLU DAVANIN ÖRNEK ÖNDERİ

Yeni bir dünyanın kurulması için eski zihinlerin bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir. Var olan kalıplardan çıkmış olanlar ancak o kalıpların belirlediği ölçüler içinde, bulundukları kalıplar içinde bir taşıyıcı olabilirler. Taşıyıcı olanlar yeni bir dünyanın nasıl kurulacağıyla ilgili yaratıcı bir düşünce geliştiremedikleri gibi gerekli eforu da ortaya koyamazlar.

Muhammed (as)’in Mekke toplumundaki eğitilme dönemine o günün koşullarıyla bakamayanlar, bugünün bakışıyla o dönemden aldıkları bulgularla günümüze ait sorunları çözmek için farklı ortamlar sunamazlar. Muhammed(as) doğmadan önce babasını kaybetti, altı yaşında annesini ve sekiz yaşında da dedesi Abdulmuttalib’i kaybetti. Böylesi bir yaşama buradan baktığımız zaman acınası bir yaşama ilk adımı atan ve insanlığın yaşamına yeni bir devrim getirecek insanın nasıl bir sıkıntılı süreçte hayatını devam ettirdiğine şahit oluruz. Ancak bunun altında yatan hikmetin ne olduğunu tefekkür edip hikmet gözüyle baktığımız zaman rahmet dolu bir hayatın önderinin eğitim ve terbiye yolunun nasıl da ıstıraplı bir süreçten geçerek yetiştirildiğini anlarız.

Acaba Muhammed (as) neden okuma yazma bilmeden anasız babasız ve en yakın dünyadaki koruyucusunu kaybederek böylesi bir çetin yolculuğa çıkarılmış olabilir. Mekke şehrinin sokaklarındaki kültürden uzaklaştırılarak, bir süt anneye teslim edilir, çölün ortasında rüzgârın her an yolları kaybettiği ve kum fırtınalarının gözleri kamaştırdığı bir yerde acaba neden yaşama zorlanmıştı. Çocukluğu neden buralarda geçmeliydi. Mekke kültüründen ve yaşamından uzakta yepyeni bir yaşama başlayacak olan bir insanın, zihin duvarları yeniden bağımsız şekillenmeli, doğanın vahşi ortamında yollar kaybolsa da hikmetle bu yolları yeniden inşa edecek bir zihin ve yürek iklimine kavuşması gerekirdi. Allah’ı azimuşşan öyle bir eğitim modeli ortaya koydu ki, o çöllerde yapayalnız iyice pişen olgunlaşan ve yürek gözüyle olaylara bakıp onları tefekkür ettikten sonra nasıl en iyisi ortaya çıkarılabilir, onunla ilgili tüm eğitimleri burada onun yüreğine nakşetti. Hiç okuma yazma bilmiyordu altı yaşına kadar doğal hayatın içinde acılarla onu yoğurdu. Böylesi bir ruhi eğitimden sonra Mekke’ye onu getirdi. Ancak Mekke’deki yaşamın içinde de o kültürle yoğrulmasını istemedi, aldı onu koyun çobanlığına götürdü. Koyun çobanlığı Muhammed (as)in hayatında önemli bir yere sahip oldu. Çünkü koyunları otlatan ve onları korumakla görevli bir çobanın, gelecekte içinde olacağı toplum içinde acılar ıstıraplar duyacak bir olgunluğa erişmesi gerekiyordu. Muhammed (as) böyle bir ruhi eğitimle olgunluğa erişecek ve Allah’ın terbiyesinde aklen ve fikren dünyayı yeniden inşa edecek yapıya kavuşacaktı. Yani diyeceğim o ki, Muhammed (as) hayatını kendi ruhi ve ufku yolculuğuyla elde ederek yepyeni bir zihin ve yürekle geleceği inşa etmek için bu hazırlıkları yaparak yola çıktı. Bu olgunluğa sahip olduktan sonra ancak hayatın gerçek yüzüyle karşılaşacaktı.

Okuma yazma bilmeyen biri acaba neden böyle bir yolculuk için seçilmiş olabilirdi. Eski yaşam tarzıyla büyümüş ve o değerleri içselleştirmiş olan biri yeni ve farklı ortamlar oluşturmakta aciz kalırdı. Ondan dolayı Muhammed(as) bir harf okuma bilmiyordu, yani geçmiş kültür kalıplarından arınmıştı, anne baba ve dede sevgisinden ve onların korumasından da uzak büyüdü ki, onların kendisi üzerinde bir etkisi oluşmasın, yani yepyeni bir yaşam için olağanüstü bir güzellik ortaya koyacaktı. Böylesi büyük bir davanın yeryüzünde insanlığa mesajını katıksız aktarması için, onun önderinin de arı duru bir yürek ve ufku gelişmiş sabır dağlarından yıkılmaz bir azamete sahip olması gerekirdi. Yüce yaratıcı elçisine bu görevi vermeden onu öyle bir pişirdi ki, yarınlarda karşılaşacağı tüm sorunların altından kalkabilecek dirayeti göstermeliydi.

Koyunları otlatan onlar için bir sorumluluk duyan, kendisi karnını doyururken onlar için acı duyan ve onlara gelecek bir tehlikenin önüne geçmek için çaba harcayan birinin olduğundan hiç haberleri yokken, onları düşünen biri yarınlarda toplum için aynı sorumlulukları taşıması için böylesi bir olgunlaşma sürecinden geçmesi gerekiyordu. İşte Muhammed (as) böyle hazırlanmıştı yükleneceği sorumluluğa…

Mekke’nin en zengin ileri gelen ailesinden olmasına rağmen acı ve ıstıraplarla yaşayarak geleceğe hazırlanan ve zihin kalıpları tüm etkilerden ve yaşamlardan bağımsız şekillenen bir dirayetle inkılapçı bir elçi geliyordu. Farklı bir yaşam ve hayat ancak böylesi bir önderin örnekliğinde şekillenebilirdi. Muhammed(as)hayatının bu yönünü dikkate almayanlar bulundukları dünyanın tortularından kurtulmadan, onun getirdiği mesajın taşıyıcısı olamazlar. Allah’ın Resulü şöyle uyurdu, kötülüklerden Allah’ın korumasıyla hep uzak kaldı, Mekke’deki putlara Allah onu yaklaştırmadı vs. gibi ona ait olmayan ve tamamıyla Allah’ın kontrolünde olan bir elçiyi kendilerine örnek aldıklarını söyleyerek bir anlamda kendi sorumluluklarını da yok saymaktadırlar. Muhammed (as) kendi iradi olgunluğa eriştikten sonra Allah kırk yaşında ona böylesi bir görevi verdi. Ancak o yaşa kadar tamamıyla insani bir duruş sergiledi ve hayatını kendi iradi kararlarıyla biçimlendirdi. Bu duruşa sahip olmak için çaba harcamayanlar, Allah’ın elçisi koruma altındaydı, biz kim o kim gibi kendilerini kurtarmaya çalışırken, Allah’ın Resulüne büyük bir iltifatta bulunmuş olmuyorlar aslında. Doğru biz kim o kim, Allah’ın seçilmiş elçisi ama kırk yaşında başladı o süreç. O yaşa gelinceye kadar yaşadığı hayat toplumda örnek bir model oldu, Muhammed-ül Emin olarak isimlendirildi. Bu ismi ona verdiren onun Risalet’i değil, yaşamındaki örnek insani duruşuydu. Bu duruş onun hayatına çok rahmet taşıdı. Bunlardan biri ve ilki, Yirmi beş yaşında Mekke’nin en zengin taciri Olan Hatice’yle evlenmesi oldu. Malını korumak ve malını daha da çoğaltmak için eşinden ayrılan kadın, malından tüm varlığından vazgeçerek Muhammed(as) ile evlenmişti. Muhammed (as)’in kişiliği öyle bir oturmuştu ki, etrafta herkesin hayranlık duyduğu bir gençti. Bu gence hayran olanlardan biri de Hatice’ydi, Hatice bu hayranlığını tüm malını hizmetine sunarak onunla evlenmeyi istemişti. Bu evlilik Hatice’ye hem bir ayrıcalık kazandırdı hem de kırk yaşından sonra ona göz aydınlığı çocuklar bağışlattı. Muhammed (as) bu yola öyle bir donanımla çıktı ki, gelecek onun ufkuyla şekillendi, Mekke’nin kapitalist ve puta tapan toplumundan yepyeni bir hayatın örnek modeli çıktı, toplumu inşa etmek durup dururken olmadı, Ebubekir gibi Sıddık dost onun Risalet’inden önce ona bağlanmıştı. Osman Onun en samimi dostlarındandı. Abdurrahman bin Avf, Zübeyir ve Talha gibi isimler ve daha sonra bunlar İslam tarihinde önemli yeri olan sahabeler, Muhammed (as)’in insani kimliğiyle kendisine dost olanlardı. Bu oluşumun nasıl bir süreçten geçerek şekillendiğini ve dünyaya meydan okuyan bir medeniyet haline geldiğini bilmeyenler, hayatla ilgili söyleyecekleri doğru bir duruştan yoksun olurlar.

Günümüzün Müslüman ve sorumlu alim ve aydınları, Muhammed (as) Risalet öncesindeki hayatını iyice anlamak zorundalar. Onu hep Risalet’iyle tanımlayarak Risalet'in yüklediği sorumlulukla anlamaya çalışırlarsa, istenilen bir yaşam için model olamazlar. O yaşamın modeli olan Muhammed (as)’in hayatı günümüze taşınmalı, nasıl bir eğitim ve olgunlaşma aşamasından geçerek öylesi bir toplum ortaya çıkardığı iyice idrak edilmelidir. Emin vasfı Örnek bir medeniyetin temelini oluşturmaktadır. Allah bu ismi ona vermedi isim onun gençliğinde ortaya koyduğu eylem ve düşüncelerinden dolayı toplumun ortak kanaati olarak ona taktim edildi ve öylece Risalet’e doğru yavaş yavaş hazırlandı.

Kırk yaşına geldiğinde il vahiyle karşılaştığında vücudunu bir tedirginlik sarmıştı. Acaba bana bir şeyler mi oluyor yoksa cinler mi bana musallat oldu gibi endişeleri de vardı. Oysa onun geçmiş yaşamı böyle bir kutlu davanın omuzlarına yükleneceği örnek bir önderi hazırlamıştı. İşte o örnek önderin yaşamını örnek alırsak bugüne ait söyleyeceğimiz çok fazla mesajımız olur. Ama onun yaşamından habersiz sadece onu Risalet boyutuyla tanırsak, bizler bu davanın canlı tanıkları olmaya güç yetiremeyiz. Bu dava onurlu ve uğruna gözümüzü kırpmadan yürüyeceğimiz bir davadır. İnsani kimliğimizle ayağa kalkalım Müslümanım demeden önce insan olarak nasıl yaşanılır ve Muhammed (as) nasıl yaşadı ona bir bakalım ve onu kendimize örnek alalım ki, bizler de birer emin olarak bilinelim…Sonrasında bu eminlik vasfının kimlere ait olduğu ve hangi yaşamın bir armağanı olduğunu insanlar anlayacaklar ve bize yöneltecekleri sorularla bizim davamızı anlayacak kapıyı onlar aralayacaklar…O zaman fevç fevç insanlar hakikatin yolunda bir yolcu olacaklar bu çok zor değil biz insan olalım Muhammed (as)’in gençliğini ve Risalet öncesindeki hayatını, kendi eğitim ve olgunlaşma felsefesi bilelim ve kendimize gelelim başka söze gerek kalmayacaktır.

Muhammed (as)’a bugün dost olmayanlar onun kutlu davasının bir neferi olamazlar…Selam ve Muhabbetle…

Erol KEKEÇ/19.04.2021/0014


18 Nisan 2021 Pazar

İNSAN KENDİ SİLAHINA TESLİM!

 “Akan su pis tutmaz” derdi eskiler, ancak yeniler şişe suyu içtikleri için akan suyun nasıl olduğunu pek anlamazlar. Bu söz başlı başına bir yaşamın ontolojik temelini dillendirmektedir. Herakleitos, Boşuna dememişti,” İnsan akan bir sudan ikinci kez yıkanmaz” diye. Buradaki akış, hareket ve sürekli bir değişimi anlatmaktadır. Yaratıcı varlığın dışında var olan her şey sürekli bir farklılaşmayı kendi bünyesinde taşır. Ondandır ki, yapısında daima bir farklılaşma göze çarpar. Bir damla su olan insan, ana rahminde gelişmeye başlar bir organizmaya dönüşür sonrasında yeryüzüne gelir, yavaş yavaş olgunlaşarak kendi gelişimi tamamlar. Bu gelişim zirveye çıktığında inişe geçer ve eski haline döner.

Yaratıcı, malın mülkün ve altının tek bir elde toplanarak orada koruma altında kalmasını istememektedir. Sürekli aynı yerde kalan mal, gelişimini ve faydasını da imha eder. Allah’ın size verdiği mallarla imkanlarla, Allah’ın yarattığı imkanları elde edemeyenlerin faydalanmasını sağlayın ki, mallarınız sürekli bir değişim ve yenilenme sağlasın, yoksa kokuşarak pörsümeye gideceği muhakkaktır.

Bir buğday ambarına koyduğunuz buğdayın yeri değiştirilip toprağa ekilmesi ve insanların kullanımına sunumu olmazsa, bitlenerek küflenerek çürüdüğüne şahit olursunuz. Ancak ambarınızı boşaltır ve insanlara dağıtırsanız onun yerine hem taze buğdaylar koyarsınız hem de sizin dışınızdakilerin yaşamlarına katkıda bulunursunuz. Bu durum, yaşamın devam etmesini ve var oluşunun arkhesine karşılık gelmesini sağlar.

Son üç yüz yıldır insanın hem yüreği hem de yaşadığı evren çok kirlendi. Bu kirlilik insanlığın yaşamına farklı istek ve karanlıkları da beraberinde getirdi. Toprağa yerleşik tarım ve hayvancılıkla geçim sağlayan topluluklarda sahiplenme güdüsü ve yığarak kendisini kurtulanlardan olduğunu anlatmak için toplumda ifsat kaynaklarına pek rastlanmaz. Kentlerin oluşumlarıyla birlikte ilk çağlardan beri sınıflaşma ve farklı tabakalarda yer alanların bulundukları hali etrafa göstermek için imkanlarını da bir gösteriş aracı olarak kullandıklarına rastlamaktayız. Çünkü kentleşme bir anlamda, gösteriş merkezleri olarak ortaya çıkmaktadır. Peki neyi gösterecek orda yaşayan insanlar, bazıları agoralarda kendi oyunlarını sergilerken, kimileri pazarların sahibiymiş gibi kendi mallarını ortaya koyar, kimileri kendilerini mutlak güç sahibi gibi, herkesi kendi kontrolüne almaya çalışır ve diğerlerine zulmetmeye başlar. Böyle olunca kentler bir panayır alanı olarak karşımıza çıkar. Panayır yerlerinde insanların itibarı sahip olduklarının büyüklüğü ve onları elinde tutup ne kadar devam ettirdiğiyle ölçülür. Oysa tarım topluluklarında insanların değerleri, kendi değerlerinden daha üstün tutulduğundan insanların bir değeri var ve insanlar kendilerini anlatmak için dışardan sahip oldukları bir imkanla kendilerini anlatmazlar doğrudan kendileri var, Sahip olduklarını da tasarruflarında olan bir eşyayı el değiştirerek başkalarına da fayda sağlasın diye sürekli bir değişim ve dönüşüm ortamını oluştururlar. Yani aylarca evlerinden çıkmadan yaşamlarını devam ettirecekleri yiyecek ve içecek biriktirmezler. İhtiyaç duydukları anda, onu ihtiyaçlarını karşılamak için alırlar.

Toprağa yerleşik ilk topluluklarda sahiplenme hırs ve başkalarını sömürme güdüleri, onları kamçılayacak bir rekabet ortamıyla karşılaşmadıkları için çok fazla gelişkin olmadığı gibi, onları geliştirmek için özel çabalara da pek rastlayamazsınız. Ancak kent toplumları, beraberinde ortaya çıkan sanayi devrimi ve endüstriyel ortamların doğmasıyla bu isteklerin çok hızlı bir trendle hareketlendiğini görürsünüz. Bu haraketlilik rekabet ortamlarını oluşturur, ferdi rekabetin dışında ciddi bir toplumsal rekabette ortaya çıkar. Toplumsal rekabet içinde belli grupların ve cemaatlerin kendi şartlarını oluşturduğuna ve başka grup ve cemaatlerle yarışacak düzeyde sahiplik ve aidiyet vasıflarını yarış alanına döktüklerine şahit olursunuz. Bu sahiplik gösteri merkezleri bir vitrin haline geldiğinde ve farklı insanların da bu vitrinleri albenisi yüksek, varılması elde edilmesi gerekli bir yaşam gibi algıladıkları ortamda, mal ve mülk, bırakmamak üzere elde edilmesi gereken bir değer olarak görülür. Bu algı değişimi ve rekabet ortamının oluşumunda, insanın yaşam alanlarındaki farklılaşmanın önemli rol oynadığını görmekteyiz.

Sanayileşme ile hızla değişim gösteren kent yapılaşması yüksek katlı binaların çoğalmasına ve bu binaların belli ellerde sahiplikler oluşumuna neden olmuştur. Bu bina sahiplerinin artması malın belli ellerde toplanarak o ellerin dışına akışını durdurmuş ve Devlet bu imkanları koruyanları her iniş durumuna geçtiklerinde tüm imkanlarıyla onları tekrardan çıkışa zorlamıştır. Yani Üretim araçları ve imkanların belli ellerde toplanarak onların dışında kalanlar tarafından rahatlıkla kullanılmasının önüne geçilmiştir. Böyle olunca değişim durdurulmuş ve kâinatın tam ortasına insanlığın onuru kazığa çakılmış, kokuşmuş mal ve nesneler insanlığın onurunun üzerine kurşun gibi dökülerek, sadece mal ve imkanlar algılanır olmuştur. Yaşamın devamını sağlayan ve yaşam için gerekli olan kazanımlar, bir anda insan ile bulunduğu konumu değiştirmiş ve insan mal ve nesnelerin çoğalması ve korunması için bir kolluk gücüne dönüşmüş, insanın değeri insan olmasından çıkmış, sahip olunacak nesnelere sağlayacağı katkıya bağlanmıştır. Yani insan, insan olarak varlık sahnesindeki yerini, kendi kazanımlarının değişmezliğine ve büyümesine terk etmiştir. İnsanın ve onurunun varlık sahnesinden böylesi vahşi bir algıyla al aşağı edilmesi onun hayrına olmamıştır. Çünkü onu bir nesne olarak kullanacak, maksimum fayda sağlamasına önem verilen ama minimum hakların takdim edileceği bir sürüye dönüşümü sağlanmıştır.

Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla Covit-19 virüsüyle bütün bir insanlığın korkuyla kuşatılmasının arkasında o mallara sahip olanların bütün bir insanlığı nesneye dönüştürme çabalarının hızlanarak zirveye doğru çıkarken vitese geçmeyen aracın tutukluluk yapması vardır. Bu tutukluluk hali aslında bütün bir insanlığı dirilterek kendine getirmesi ümit edilirken, daha bir köleleşmeye doğru nefeslerini tutarak akmayan sudan içerek kendi zehirlerini kendi oksijen çadırından almaktadırlar. Akan su kir tutmaz demiştik, akan hava yenilenir ve size daima temiz hava taşır, bu süreç sizin akledebilme melekelerinizi de canlandırır. Ancak o değişim durursa, sizin zihinsel ve kalbi uyanış destanı da imha olur ve bir korku sizi sarar, o korkuyla acaba sıra size ne zaman gelecek tedirginliği ile kendinizi dışa kaparsınız hem elinizdekileri hem de kendinizi koruduğunuzu sanırsınız. Oysa bu durum sizlerin, evrenin yaşamının üzerine oturduğu değişimi durdurarak kendi yok oluş fermanınızı hayata geçirdiğiniz andır.

Konumuzun başında anlatmaya çalıştığımız önermemize yeniden dönersek, kapital yaşam ağı, insanlığın hayatını kolaylaştırdı masallarının tesirinden çıkarak, insanlığa nasıl bir imha operasyonu olduğunu anlamak zorundayız. Yani malların belli ellerde birikerek değişime konu olmaması ve Mülk Allah’ın olduğu halde bu mülkün belli ellerde birikerek akışının ve faydalandırmasının önüne geçilmesi kâinatın düzenine yapılan en büyük saldırıdır. Bu saldırı güçleriyle birlikte hareket etmek elbirliğiyle yaşadığımız evrene ve kâinatın kutup başlarına müdahale etmektir. Bu kutup başlarıyla oynanırsa ne olur, hemen söyleyeyim öyle bir kısa devre olur ki, tüm kâinatın ışıkları patlar ve karanlık, bütün bir yaşam evrenini kuşatır, sonrası hesap günü herkes hesaba durur. Yani İnsanlık kendi saldırgan ve vahşi tavırlarıyla hesabı yaklaştırır. Ne kadar oburca yiyerek tüketmeye çalışırsanız o kadar çabuk kasiyere hesaba gidersiniz. Ancak imkanlar yeryüzünde paylaşılarak herkes arasında dönüp dolaşan bir suya dönerse o su herkesi faydalandırır. Çünkü su hayattır. Bir malın su gibi herkese akmasını sağladığımız gün, yeryüzü yeniden canlanacak farklı bir yaşam olacak ve biriktirilen mallar bir pislik olmaktan çıkacak kimsenin nefretle baktığı bir canavar olma özelliğini yitirecek ve bir nimete dönecek. Allah’ın mülkünün bir nimet olması için tüm yaratılmışlar arasında dönüp dolaşan ve gittiği her yere hayat ve yaşam götüren bir su gibi akmasına katkı sunalım. Bunu yapmaz da her geçen gün sahip olduklarımızı daha bir korumaya ve kollamaya çalışırsak, şunu unutmayalım ki, sadece pislik ve leş gibi kokan bu sahiplendiklerimizden kurtulmak için kendi burunlarımızı kapamak zorunda kalacağız. İçinde yaşadığımız günler bize bir uyarı olmasını ümit ediyorum…Yoksa herkes hayatı hakkında verilmiş olan fermanın uygulanacağı gün dışında bir bekleyişte olmasın derim…

Selam ve dualarımla, Evrenin temizlenmesine ve herkesin mutlu, huzurlu bir güne berrak ve duru bir zihinle uyanıp, müşfik bir kalple kucak açması için, akan sudan herkes bir defa yıkansın ki akan su olsun…

Erol KEKEÇ/17.04.2021/23.23


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!