Bu Blogda Ara
5 Haziran 2011 Pazar
SOLGUN YAPRAKLAR: AYDINLATMAYAN AYDINLAR
SOLGUN YAPRAKLAR: AYDINLATMAYAN AYDINLAR: "Aydın, aydınlıkla yakından ilişkili olduğu gibi aynı köklere sahiptir. Aydın, sorumluluk sahibi, yarınları düşünen, bulunduğu dönemde acılar..."
AYDINLATMAYAN AYDINLAR
Aydın, aydınlıkla yakından ilişkili olduğu gibi aynı köklere sahiptir. Aydın, sorumluluk sahibi, yarınları düşünen, bulunduğu dönemde acıları yüreğinin derinliklerinde hisseden, toplumsal yaşamı zedeleyecek ani refleksleri bilen ve onlardan gelecek zararlara karşı toplumu uyaran aydınlatan herkesten önce yanlışların kökünü kazmada bir nefer olan, Peygamberlerin varisleridir.
Hangi düşünceye sahip olursa olsun, aydın, bir Güneş gibi hem aydınlatan hem yakan bir kıvılcımı kendi içinde taşır. Mütref sofralarda karnını doyurduğu için, onların düdüklerini öttüren zavallı amipsel canlılardan farkı var onların. Aydın olmak o kadar kolay değil, ancak kolayca verilen bir isim haline geldi. Bu tarz kendilerine aydın isimlerini almış ancak aydınlanmadan bir nebze olsun yararlanmamış bu sahte göstermelik yalancı isimlerle damgalanmış varlıkların sözlerini ve kalemlerinin aktardıklarını okudukça böylesi bir açıklama yapmak zorunda kaldığım için mazur görün.
Aydınlara takıldım, ancak aydın olduğunu sananlarla yatıp kalkmayacağım; son dönemlerin gündemlerini hiç değerlendirme fırsatım olmadı. Uzun zamandır sağlık sorunlarıyla boğuşuyorum, Rabbim bizleri herhalde bu tarz yaşamlara takılmayalım diye biraz meşgul etti. Ama ona sonsuz şükürler olsun diyorum sonsuz hamdımı yaparak bazı toplumsal dokuların patolojik yanlarıyla ilgili ipuçları vererek, aydınların buradaki rollerinin ne olması gerektiğini merak eden biri olarak bazı sorgulamalar yapacağım.
Siyasi sistemin son dönemlerde kabuk değiştirdiğini bilmeyeniniz yoktur umarım. Bunu anlamak için herhangi bir hatırlatıcıya gerek yoktur. Yaz ayları ve ortalarında yılanların deri değiştirmesi gibi bizim de içinde yaşadığımız sistem tamamıyla olmasa da, kısmi bir kabuk değiştirmeye gidiyor. Bu değişim rüzgârlarının yönünü öğretilen öğretiler doğrultusunda dizayn etmeye çalışan toplum piskoposları, bu çalışmalarını çaktırmadan su altından saman yürüterek(!) devam ettiriyorlar. Bizim ülkemizdeki aydın sanılan sınıfa baktığımızda, onlarda bu demagojik hikâyeleri çaktırmadan topluma sindirtme peşindeler. Evet, aydınla başlamıştık yine aydınla devam edeceğiz. Aydınlamadan yoksun doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak ayıraçlarını (furkanı)bir yana atmış zavallıların bizleri ne kadar aydınlatacağını merak edeniniz var mı?
Yaşadığımız hayata uygun olan ve içimizdeki patlamaya hazır volkanları tutuşturacak hangi yazar yada kalem sahibi varsa alkışlamaya değer bulup onu göklere çıkarmıyor muyuz. Biz küfretmeye alışmış ve küfredenleri bağrımıza basıp onların peşinden koşmayı kendisine şiar edinmiş, anlama ve kavrama melekelerini süresiz tatile çıkarmış bir toplumun zavallı tek hücreli canlıları değil miyiz? Kendinizi fazla zorlamanıza gerek yoktur, biz böyle değiliz diyebilmek için gerekli savunmalar yapmaya dair… Son dönemdeki toplumsal atmosferi dikkate alırsanız söylediklerimi umarım biraz anlamlı bulacaksınız. Ancak boş ver gelen ağam giden paşam bu dünya böyle gelmiş böyle gider, kim daha çok avazı çıktığı kadar bağırıp anlaşılmayan dilde ıslık çalıyorsa sizin en favori adamınız o olabilir. Lakin benim düşlediğim hayatta herkes yaşadığı hayatın, atmosferini çevreleyen danışma kurulu üyelerinden mutlaka biri olması gerektiği için, aydın aydınlatan olmalı; vatandaş dediğinde vatanda bir taş değil, aynı toprak parçasını paylaşan akıl sahibi kişilerden oluşmaktadır. Bu yaşamı arzulayan ve bunun önünü engelleyen parazit ve amipleri görünce hasta yatağımda duramadım, bu karmaşa ortamında biraz olsun selim akılla insanlarımıza düşünmenin ve doğruyu kavramanın kapısını aralamak için kalemimi elime aldım, kime dokunuyorum ya da kimler rahatsız olacak diye taraf gözetmeksizin hakkın şahitliğini yapmak için yola çıktım.
Bu günün aydını (istisnalar varsa onlar hariç)karanlık sayfalara, karanlık bir hayatı, aydınlık harflerle yazmaktan utanç duymayacak kadar kendini aydınlık göstermeye çalışan zavallılardan oluşmaktadır. Bu zavallı yaşam atmosferinde tabiî ki, seçim yapmakta ve nelerin doğru olup olmadığını anlamakta zorlanacaksınız. Bu zorluk hali sizleri daha fazla doğruya yaklaştırması gerekirken, ne yazık ki, seçim yapabilme imkanı elinden alınmış zavallı popülasyon gruplarının sayısını sadece arttırmaktadır. Böylesi bir zavallılık kimliğini sahiplenmek istemeyenler, akıllarını her türlü dayatmacı kaldıraçların basınç alanından kurtarmalı, evrensel mahkemenin adil hâkimlerinin huzurunda kendisini yargılamalı ve kendisi hakkında verilecek kararlarda, aklını savcı, vicdanını da hâkim yapmalıdır. Böyle bir yaşamı kendinize reva görmezseniz, adını şimdi açıklamak istemediğim, aydın görünen ancak karanlıklardan bir türlü kurtulamamış, adları ne olursa olsun, mütref sofraların nimetlerinden beslenen ve oradan aldıkları enerji ile halkları karanlıklara taşıyarak aydınlık mesajlar verdiğini sanan bu aydınlanmaya muhtaç zavallıların kapsam alanlarından kurtulamayacaksınız. Onlar sizleri istediği gibi yönlendirecek ve yönetecek… Ben diyorum ki, zulmün genişlemesinin ve daha geniş alanları etkisi altına almasının iki temel aktörü var; bunlar mazlumlar ve zalimlerdir. Zalimlerin zulmünü arzulamayanlar akıl ve vicdan mahkemesinde yargılanıp kendisini aklasınlar, yoksa varislikten bi haber bu zavallıların emirleri doğrultusunda, karanlıkta tanınmayan nesneleri sizden tanımlamanızı isteyerek bölük yerinde say diyerek biraz olsun dinlenme moduna girerek sizin enerjinizi boşa harcayıp kendilerine gelecekte yeni bir hayat alanı oluşturmayı düşünebilirler. Sakın ola ki benim dediklerime değil, dediklerimin vicdanınızla ne kadar ölçüşüp ölçüşmediğine bakarak geleceğinizi tasavvur edin.
04.06.2011
Saat:17.30–19.00
Çengelköy/İst
EROL KEKEÇ
Hangi düşünceye sahip olursa olsun, aydın, bir Güneş gibi hem aydınlatan hem yakan bir kıvılcımı kendi içinde taşır. Mütref sofralarda karnını doyurduğu için, onların düdüklerini öttüren zavallı amipsel canlılardan farkı var onların. Aydın olmak o kadar kolay değil, ancak kolayca verilen bir isim haline geldi. Bu tarz kendilerine aydın isimlerini almış ancak aydınlanmadan bir nebze olsun yararlanmamış bu sahte göstermelik yalancı isimlerle damgalanmış varlıkların sözlerini ve kalemlerinin aktardıklarını okudukça böylesi bir açıklama yapmak zorunda kaldığım için mazur görün.
Aydınlara takıldım, ancak aydın olduğunu sananlarla yatıp kalkmayacağım; son dönemlerin gündemlerini hiç değerlendirme fırsatım olmadı. Uzun zamandır sağlık sorunlarıyla boğuşuyorum, Rabbim bizleri herhalde bu tarz yaşamlara takılmayalım diye biraz meşgul etti. Ama ona sonsuz şükürler olsun diyorum sonsuz hamdımı yaparak bazı toplumsal dokuların patolojik yanlarıyla ilgili ipuçları vererek, aydınların buradaki rollerinin ne olması gerektiğini merak eden biri olarak bazı sorgulamalar yapacağım.
Siyasi sistemin son dönemlerde kabuk değiştirdiğini bilmeyeniniz yoktur umarım. Bunu anlamak için herhangi bir hatırlatıcıya gerek yoktur. Yaz ayları ve ortalarında yılanların deri değiştirmesi gibi bizim de içinde yaşadığımız sistem tamamıyla olmasa da, kısmi bir kabuk değiştirmeye gidiyor. Bu değişim rüzgârlarının yönünü öğretilen öğretiler doğrultusunda dizayn etmeye çalışan toplum piskoposları, bu çalışmalarını çaktırmadan su altından saman yürüterek(!) devam ettiriyorlar. Bizim ülkemizdeki aydın sanılan sınıfa baktığımızda, onlarda bu demagojik hikâyeleri çaktırmadan topluma sindirtme peşindeler. Evet, aydınla başlamıştık yine aydınla devam edeceğiz. Aydınlamadan yoksun doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak ayıraçlarını (furkanı)bir yana atmış zavallıların bizleri ne kadar aydınlatacağını merak edeniniz var mı?
Yaşadığımız hayata uygun olan ve içimizdeki patlamaya hazır volkanları tutuşturacak hangi yazar yada kalem sahibi varsa alkışlamaya değer bulup onu göklere çıkarmıyor muyuz. Biz küfretmeye alışmış ve küfredenleri bağrımıza basıp onların peşinden koşmayı kendisine şiar edinmiş, anlama ve kavrama melekelerini süresiz tatile çıkarmış bir toplumun zavallı tek hücreli canlıları değil miyiz? Kendinizi fazla zorlamanıza gerek yoktur, biz böyle değiliz diyebilmek için gerekli savunmalar yapmaya dair… Son dönemdeki toplumsal atmosferi dikkate alırsanız söylediklerimi umarım biraz anlamlı bulacaksınız. Ancak boş ver gelen ağam giden paşam bu dünya böyle gelmiş böyle gider, kim daha çok avazı çıktığı kadar bağırıp anlaşılmayan dilde ıslık çalıyorsa sizin en favori adamınız o olabilir. Lakin benim düşlediğim hayatta herkes yaşadığı hayatın, atmosferini çevreleyen danışma kurulu üyelerinden mutlaka biri olması gerektiği için, aydın aydınlatan olmalı; vatandaş dediğinde vatanda bir taş değil, aynı toprak parçasını paylaşan akıl sahibi kişilerden oluşmaktadır. Bu yaşamı arzulayan ve bunun önünü engelleyen parazit ve amipleri görünce hasta yatağımda duramadım, bu karmaşa ortamında biraz olsun selim akılla insanlarımıza düşünmenin ve doğruyu kavramanın kapısını aralamak için kalemimi elime aldım, kime dokunuyorum ya da kimler rahatsız olacak diye taraf gözetmeksizin hakkın şahitliğini yapmak için yola çıktım.
Bu günün aydını (istisnalar varsa onlar hariç)karanlık sayfalara, karanlık bir hayatı, aydınlık harflerle yazmaktan utanç duymayacak kadar kendini aydınlık göstermeye çalışan zavallılardan oluşmaktadır. Bu zavallı yaşam atmosferinde tabiî ki, seçim yapmakta ve nelerin doğru olup olmadığını anlamakta zorlanacaksınız. Bu zorluk hali sizleri daha fazla doğruya yaklaştırması gerekirken, ne yazık ki, seçim yapabilme imkanı elinden alınmış zavallı popülasyon gruplarının sayısını sadece arttırmaktadır. Böylesi bir zavallılık kimliğini sahiplenmek istemeyenler, akıllarını her türlü dayatmacı kaldıraçların basınç alanından kurtarmalı, evrensel mahkemenin adil hâkimlerinin huzurunda kendisini yargılamalı ve kendisi hakkında verilecek kararlarda, aklını savcı, vicdanını da hâkim yapmalıdır. Böyle bir yaşamı kendinize reva görmezseniz, adını şimdi açıklamak istemediğim, aydın görünen ancak karanlıklardan bir türlü kurtulamamış, adları ne olursa olsun, mütref sofraların nimetlerinden beslenen ve oradan aldıkları enerji ile halkları karanlıklara taşıyarak aydınlık mesajlar verdiğini sanan bu aydınlanmaya muhtaç zavallıların kapsam alanlarından kurtulamayacaksınız. Onlar sizleri istediği gibi yönlendirecek ve yönetecek… Ben diyorum ki, zulmün genişlemesinin ve daha geniş alanları etkisi altına almasının iki temel aktörü var; bunlar mazlumlar ve zalimlerdir. Zalimlerin zulmünü arzulamayanlar akıl ve vicdan mahkemesinde yargılanıp kendisini aklasınlar, yoksa varislikten bi haber bu zavallıların emirleri doğrultusunda, karanlıkta tanınmayan nesneleri sizden tanımlamanızı isteyerek bölük yerinde say diyerek biraz olsun dinlenme moduna girerek sizin enerjinizi boşa harcayıp kendilerine gelecekte yeni bir hayat alanı oluşturmayı düşünebilirler. Sakın ola ki benim dediklerime değil, dediklerimin vicdanınızla ne kadar ölçüşüp ölçüşmediğine bakarak geleceğinizi tasavvur edin.
04.06.2011
Saat:17.30–19.00
Çengelköy/İst
EROL KEKEÇ
17 Şubat 2011 Perşembe
ÖLÜMDEN KORKMAK YERİNE, ÖLÜM GERÇEĞİYLE YÜZLEŞ!
“Hele can boğaza gelip,
dayandığında Ki o sırada siz
(sadece)bakıp durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız;
ancak görmezsiniz. İşte o vakit,
eğer ceza görmeyecek iseniz,
eğer doğru söylüyorsanız onu
(çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.
” Vakıa: 83-87
“Allah ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi amel işlediğini
görmek için yarattı.”Ölüm hayatın diğer kolu, bir vücudun iki uzvu
ya da bir terazinin iki kefesi gibidir. Ölüm ile yaşam birbirinden
ayrılması çok güç iki siyam ikizidir. Bunları birbirinden ayrı
düşünmek birini yok ederek diğerini yaşatmaya çalışmak olur ki, bu
mümkün değildir. Bir teraziyi tek kefeli kabul edip, o kefeyi hem
tartan hem de tartılan olarak anlamak nasıl ki imkânsızsa, ölüm ve
hayatı da birinden birini, yok sayarak sadece birinin hayat olacağını
düşünmek de imkânsızdır. Ölümle yüzleşmeden, yaşamdan tat
almak mümkün değildir. Yaz günü tarlasına ektiği ürünün nasıl olup
olmadığını görmek istemeyen, onları sulayıp bakımını yapmaktan
kaçan, gördüğü zaman moralinin bozulacağını düşünen bir insan
nasıl olsa güz mevsiminde ürününü devşirmek için, hasat yerine
gidince gerçekle yüzleşeceğini bileceğinden, tüm korkuları gerçeği
görmesine nasıl ki engel değilse, ölüm gerçeğini yok sayarak onunla
yüzleşmekten kaçmak bizi hiçbir zaman rahatlatmayacak, aksine
huzursuz edecektir. Ölümsüz bir yaşam, yaşamsız bir ölümü
düşünmek imkânsızdır. Yaşam ve ölüm birbirinden ayrılmayan bir
bütünün iki parçasıdır.”De ki, benim ölümüm ve dirim… Âlemlerin
Rabbi Allah içindir…”
Ölümü hatırlamak, korku ve endişeleri beraberinde
getirmemeli, ölüm yaşama canlılık getiren bir kıvılcım olmalıdır.
Çünkü biri olmadan diğeri hep eksik kalacaktır. Ölümü hayatın
gecesi, diriliği de gündüzü olarak algıladığımız zaman nasıl ki,
akşam olduğunda uykudan kendimizi alabilmemiz imkânsızsa,
ölüm geldiği zaman da ondan kendimizi uzaklaştırmamız imkânsız
olacaktır. Bu hakikati bilerek yaşayan bireyler, ölüm gerçeğiyle
yüzleşmekten ve hayatı ona göre yaşamaktan zevk alırlar. Ölüm bir
başlangıç, gece ve gündüzün birbirini dengelediği 23 Eylül ve 21
Mart tarihlerindeki gibi bir dönüşümdür. Nasıl ki, eylül ayından
önce gündüzü yaşamak daha fazla ise, Eylül 23’ten itibaren de gece
uzamakta gündüzler yavaş yavaş kısalmaya başlamaktadır.21
Aralıkta nasıl ki, en uzun geceyi yaşıyorsak, işte bunun gibi ölümün
de mutlaka diriliğe üstün geleceği bir vakit olacaktır. Bunu bilen
insan mutlaka bu gerçekliği bilerek yaşamı daha zevkli ve huzurlu
bir hale getirerek mutlu ve sükûnet içinde yaşamaya çalışır.
Ölümle yüzleşmeyenler her zaman ölecekmiş gibi hayat
boyu ölü yaşarlar. Onlar için bir kere ölüm yoktur, her an ölüp ölüp
dirilirler. Bu ölüm, ölümü hatırlayarak rahat yaşamak değil, ölümden
korkarak ürkek ve tedirgin yaşamaktır. Bu tedirginlik sanal bir
hayat kurmaya insanı zorlar, insan buna sahip olduğu zaman hem
dünyasını hem de ahretini kurtardığını sanır, bilmez ki sanal
yaşamlar, her zaman hakikatin yerine konulmak ve onu unutturmak
için oluşturulan birer boş kuruntuların ürünüdür. Günümüz insanı
bu hakikatlerle yüzleşmemek için, kendisine her an yeni
meşguliyetler oluşturarak, ölümden biraz daha uzaklaştığını san-
maktadır. Oysa 21 Aralık’ın gelmesi nasıl ki kaçınılmazsa, ölümün
gelmesi de kaçınılmazdır. Bunu hayatlarına bir değer olarak
yerleştirenler, Rahman’ın huzur kanatları altında Onun rahmetiyle
kuşatılarak yaşarlar.
Ölüm gündeme geldiği zaman, biz, dünyadan elimizi
eteğimizi çekmemiz gerektiğini düşünmeye başlar, sonra da kanatlarımız
yana düşer yerden kalkacak mecalimiz kalmaz. Bu durum
ölümle yüzleşmek değil, ölümün hayattan kopardığı korkak ve
ürkek kuşlar gibi, bir avcının silah sesinden tedirgin hayat süren
zavallılardır. Yaşamın anlamı denge üzerine kurulur. Dünyası
olmayanın ahreti olmaz. Dünya ahretin tarlasıdır. Dünyada
ektiğimizi biçeceğimiz, onları devşireceğimiz zaman ahrettir. Bir
ürünü ekip, onu öylece devşirmeden ürününü almadan aklı başında
bir insanı düşünebilir misiniz? Buna verilecek cevap elbette ki hayır
olacaktır. Peki, soruyorum sizlere dünya yaşamı boyunca ekinini
ekip, onun ürününü devşirmeden bırakacak bir insan düşünebiliyor
muyuz? O halde ölüm ahrete göçüp tüm ektiklerimizi
devşireceğimiz zaman ise, neden bu anı istemeyi ya da o günün
gelmesini bir yok oluş olarak değerlendirip kendimize
yakıştıramıyoruz. Bu günü bir yok oluş olmaktan kurtardığımız ve
ektiğimiz tüm ürünlerin güz mevsiminde hasatlarını toplayacağımız
bir zaman olduğunu bilerek, onu arzulamayı düşünmediğimiz
sürece yaşam bizim için çekilmez bir zindan olacak; her gün ölüp
ölüp dirilen bir korkak ve ürkek zavallı olarak yaşam serüvenini
farkında olmadan noktalayacağız.
Ölmeyi bilmeyenler, aslında yaşamayanlardır. Yaşamak
ölmeyi bilmek ve ölümle birlikte yaşamaktır. Paranoyak yaşamak,
ölümü bilerek yaşamak değil, ölüm sonrasında karşılaşacaklarımızın
ne olduğunu bilmediğimizden septik ve tedirgin yaşamaktır. Bir
günün içindeki gece ve gündüze nasıl ki alışkın yaşıyorsak, ölümle
yaşam arasındaki bağlantıyı da bilerek hayatta rahat yaşamak zorundayız.
Yoksa hayatta bizi korkutacak birçok farkında olmadığımız
saikler bizi yaşamdan koparıp ölüm tuzağı ile yaşamla aramızdaki
bağı yok eder. Bu bağı birbirinden ayrı iki farklı değermiş gibi anlamaya
çalışanlar, ölümle asla yüzleşemezler. Ölüm bizim ensemizde,
bizse onun kucağında, umudun avucunda her gün büyüyen bir
hakikatle yüz yüzeyiz. O halde soruyorum başta kendim olmak
üzere tüm insanlara; bu hakikati hayattan uzaklaştırmanın imkânı
var mı? Dünya elde ettiğimiz maddi, pozitif, kazanımları arttırma
yeri değildir. Dünya yarın bize lazım olan gerekli hâsılatı
kaldıracağımız ürünleri yetiştirme tarlasıdır. Bu tarlaya ne
ekileceğini bilmeyenler tüm hatları birbirine karıştırır. Sap ile samanı
ayıramaz, buğday ile arpayı birbirine karıştırır. Bizim dünya
hakkında anlatmak istediğimiz hayatın özünü, münzevileşmek
olarak algılayanlar, maddi dünyada elde etmek istediklerine bir kılıf
geçirebilmek için peşinen reddetme yoluna gider. Böylesi karmaşık
beyinlerden kurtulmayı, hissetmeyen yüreklerden olmamayı
Rabbimiz bizlere nasip etsin ve ölüm gerçeğiyle yüzleşerek
yaşamamızı sağlasın.”Ölümün ne zaman nerede geleceği belli
olmaz, o halde biz onu her zaman her yerde karşılayalım ki, onunla
yüzleşmekten korkmayalım…”
Yıl:2010
Yer:Çengelköy/İst.
EROL KEKEÇ
dayandığında Ki o sırada siz
(sadece)bakıp durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız;
ancak görmezsiniz. İşte o vakit,
eğer ceza görmeyecek iseniz,
eğer doğru söylüyorsanız onu
(çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.
” Vakıa: 83-87
“Allah ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi amel işlediğini
görmek için yarattı.”Ölüm hayatın diğer kolu, bir vücudun iki uzvu
ya da bir terazinin iki kefesi gibidir. Ölüm ile yaşam birbirinden
ayrılması çok güç iki siyam ikizidir. Bunları birbirinden ayrı
düşünmek birini yok ederek diğerini yaşatmaya çalışmak olur ki, bu
mümkün değildir. Bir teraziyi tek kefeli kabul edip, o kefeyi hem
tartan hem de tartılan olarak anlamak nasıl ki imkânsızsa, ölüm ve
hayatı da birinden birini, yok sayarak sadece birinin hayat olacağını
düşünmek de imkânsızdır. Ölümle yüzleşmeden, yaşamdan tat
almak mümkün değildir. Yaz günü tarlasına ektiği ürünün nasıl olup
olmadığını görmek istemeyen, onları sulayıp bakımını yapmaktan
kaçan, gördüğü zaman moralinin bozulacağını düşünen bir insan
nasıl olsa güz mevsiminde ürününü devşirmek için, hasat yerine
gidince gerçekle yüzleşeceğini bileceğinden, tüm korkuları gerçeği
görmesine nasıl ki engel değilse, ölüm gerçeğini yok sayarak onunla
yüzleşmekten kaçmak bizi hiçbir zaman rahatlatmayacak, aksine
huzursuz edecektir. Ölümsüz bir yaşam, yaşamsız bir ölümü
düşünmek imkânsızdır. Yaşam ve ölüm birbirinden ayrılmayan bir
bütünün iki parçasıdır.”De ki, benim ölümüm ve dirim… Âlemlerin
Rabbi Allah içindir…”
Ölümü hatırlamak, korku ve endişeleri beraberinde
getirmemeli, ölüm yaşama canlılık getiren bir kıvılcım olmalıdır.
Çünkü biri olmadan diğeri hep eksik kalacaktır. Ölümü hayatın
gecesi, diriliği de gündüzü olarak algıladığımız zaman nasıl ki,
akşam olduğunda uykudan kendimizi alabilmemiz imkânsızsa,
ölüm geldiği zaman da ondan kendimizi uzaklaştırmamız imkânsız
olacaktır. Bu hakikati bilerek yaşayan bireyler, ölüm gerçeğiyle
yüzleşmekten ve hayatı ona göre yaşamaktan zevk alırlar. Ölüm bir
başlangıç, gece ve gündüzün birbirini dengelediği 23 Eylül ve 21
Mart tarihlerindeki gibi bir dönüşümdür. Nasıl ki, eylül ayından
önce gündüzü yaşamak daha fazla ise, Eylül 23’ten itibaren de gece
uzamakta gündüzler yavaş yavaş kısalmaya başlamaktadır.21
Aralıkta nasıl ki, en uzun geceyi yaşıyorsak, işte bunun gibi ölümün
de mutlaka diriliğe üstün geleceği bir vakit olacaktır. Bunu bilen
insan mutlaka bu gerçekliği bilerek yaşamı daha zevkli ve huzurlu
bir hale getirerek mutlu ve sükûnet içinde yaşamaya çalışır.
Ölümle yüzleşmeyenler her zaman ölecekmiş gibi hayat
boyu ölü yaşarlar. Onlar için bir kere ölüm yoktur, her an ölüp ölüp
dirilirler. Bu ölüm, ölümü hatırlayarak rahat yaşamak değil, ölümden
korkarak ürkek ve tedirgin yaşamaktır. Bu tedirginlik sanal bir
hayat kurmaya insanı zorlar, insan buna sahip olduğu zaman hem
dünyasını hem de ahretini kurtardığını sanır, bilmez ki sanal
yaşamlar, her zaman hakikatin yerine konulmak ve onu unutturmak
için oluşturulan birer boş kuruntuların ürünüdür. Günümüz insanı
bu hakikatlerle yüzleşmemek için, kendisine her an yeni
meşguliyetler oluşturarak, ölümden biraz daha uzaklaştığını san-
maktadır. Oysa 21 Aralık’ın gelmesi nasıl ki kaçınılmazsa, ölümün
gelmesi de kaçınılmazdır. Bunu hayatlarına bir değer olarak
yerleştirenler, Rahman’ın huzur kanatları altında Onun rahmetiyle
kuşatılarak yaşarlar.
Ölüm gündeme geldiği zaman, biz, dünyadan elimizi
eteğimizi çekmemiz gerektiğini düşünmeye başlar, sonra da kanatlarımız
yana düşer yerden kalkacak mecalimiz kalmaz. Bu durum
ölümle yüzleşmek değil, ölümün hayattan kopardığı korkak ve
ürkek kuşlar gibi, bir avcının silah sesinden tedirgin hayat süren
zavallılardır. Yaşamın anlamı denge üzerine kurulur. Dünyası
olmayanın ahreti olmaz. Dünya ahretin tarlasıdır. Dünyada
ektiğimizi biçeceğimiz, onları devşireceğimiz zaman ahrettir. Bir
ürünü ekip, onu öylece devşirmeden ürününü almadan aklı başında
bir insanı düşünebilir misiniz? Buna verilecek cevap elbette ki hayır
olacaktır. Peki, soruyorum sizlere dünya yaşamı boyunca ekinini
ekip, onun ürününü devşirmeden bırakacak bir insan düşünebiliyor
muyuz? O halde ölüm ahrete göçüp tüm ektiklerimizi
devşireceğimiz zaman ise, neden bu anı istemeyi ya da o günün
gelmesini bir yok oluş olarak değerlendirip kendimize
yakıştıramıyoruz. Bu günü bir yok oluş olmaktan kurtardığımız ve
ektiğimiz tüm ürünlerin güz mevsiminde hasatlarını toplayacağımız
bir zaman olduğunu bilerek, onu arzulamayı düşünmediğimiz
sürece yaşam bizim için çekilmez bir zindan olacak; her gün ölüp
ölüp dirilen bir korkak ve ürkek zavallı olarak yaşam serüvenini
farkında olmadan noktalayacağız.
Ölmeyi bilmeyenler, aslında yaşamayanlardır. Yaşamak
ölmeyi bilmek ve ölümle birlikte yaşamaktır. Paranoyak yaşamak,
ölümü bilerek yaşamak değil, ölüm sonrasında karşılaşacaklarımızın
ne olduğunu bilmediğimizden septik ve tedirgin yaşamaktır. Bir
günün içindeki gece ve gündüze nasıl ki alışkın yaşıyorsak, ölümle
yaşam arasındaki bağlantıyı da bilerek hayatta rahat yaşamak zorundayız.
Yoksa hayatta bizi korkutacak birçok farkında olmadığımız
saikler bizi yaşamdan koparıp ölüm tuzağı ile yaşamla aramızdaki
bağı yok eder. Bu bağı birbirinden ayrı iki farklı değermiş gibi anlamaya
çalışanlar, ölümle asla yüzleşemezler. Ölüm bizim ensemizde,
bizse onun kucağında, umudun avucunda her gün büyüyen bir
hakikatle yüz yüzeyiz. O halde soruyorum başta kendim olmak
üzere tüm insanlara; bu hakikati hayattan uzaklaştırmanın imkânı
var mı? Dünya elde ettiğimiz maddi, pozitif, kazanımları arttırma
yeri değildir. Dünya yarın bize lazım olan gerekli hâsılatı
kaldıracağımız ürünleri yetiştirme tarlasıdır. Bu tarlaya ne
ekileceğini bilmeyenler tüm hatları birbirine karıştırır. Sap ile samanı
ayıramaz, buğday ile arpayı birbirine karıştırır. Bizim dünya
hakkında anlatmak istediğimiz hayatın özünü, münzevileşmek
olarak algılayanlar, maddi dünyada elde etmek istediklerine bir kılıf
geçirebilmek için peşinen reddetme yoluna gider. Böylesi karmaşık
beyinlerden kurtulmayı, hissetmeyen yüreklerden olmamayı
Rabbimiz bizlere nasip etsin ve ölüm gerçeğiyle yüzleşerek
yaşamamızı sağlasın.”Ölümün ne zaman nerede geleceği belli
olmaz, o halde biz onu her zaman her yerde karşılayalım ki, onunla
yüzleşmekten korkmayalım…”
Yıl:2010
Yer:Çengelköy/İst.
EROL KEKEÇ
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.
Popüler Yayınlar
-
Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir....
-
Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi t...
-
“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.” — Maksim Gorki, Ana (1906) Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz hab...
-
İçinde bulunduğumuz çağ, pek çok unvanla anıldı: teknoloji çağı, bilgi çağı, hız çağı… Ama eğer hakikatin kalemiyle yazılacak olursa, bu ça...
-
EK-5 Kararı: Hukuk ile Diplomasi Arasında EK-5 Listesi: Resmî Karar, Diplomatik Zamanlama ve Türkiye’nin Stratejik İkilemi ABD'den çok ...
-
İnsanlığın Sessiz Dengesine Dair İnsan… Kâinatın en gizemli aynası. Görünürde bir bedenden ibaret gibi dursa da derinlerde bir deniz taşır...
-
Bir İnsanlık EMAR’ı Üzerine Derin Bir Okuma İnsan, anlamın kıyısında doğar ama çoğu kez anlamın merkezine hiç ulaşamaz. Çünkü doğmakla yaş...
-
Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “ Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi ” diyordu. Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz ...
-
Suriye iç savaşı, yalnızca bölgesel güç dengelerini değiştiren bir çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihine kara bir leke ...
-
İnsanlık, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren hem kendini hem de kendini aşan bir kudreti anlamlandırma çabasıyla yüzleşmiştir. Bu çaba,...
Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK
Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
Senin rabbin sana senden yakın.....
omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."
kelebek gibi hafif olun dünyada
Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla
çöllerden geçerek varılır havuzun başına!