Yaşadığım hayattan öğrendiğim şu üç önemli hakikati, hayatımın temel felsefesi kılmaya karar verdim. Bu felsefi temellere oturan hayatların, çok isabetli yaşayacakları kanısındayım. Birinci hakikat, yapılacak şeyler çok olduğu zaman korkmayacaksın, ikincisi, yapılacak hiçbir şey olmadığı zaman aceleci olmayacaksın, üçüncüsü ise, doğru ve yanlış üzerine düşüncelerinden, insanlara söz etmeyeceksin.
Yaşanmamış düşüncelerden yola çıkan bizler, şiddetli çatışmaları yaşadıktan sonra, yaşamdan edindiğimiz tecrübelerle, hayatımızı devam ettirmeye karar verdik. Bu kararımızdaki olumlu yönleri başkalarıyla da paylaşmak için, sadece biraz sesli düşünüyoruz hepsi o kadar.
Yapılacak işler çoğaldıkça insanın azmi ve kararlılığı da artmalıdır. Ne kadar çok sorumluluk olursa, o kadar cesaret ve uyanıklık olmalı ve hatta daha da ileriye gitmelidir. Yapılacak şeyler çoğaldığı zaman, bunları yapmak için en az şu kadar zaman, şu kadar da insan olmalı ki, bunun altından kalkabilesin diye düşünenler, eyleme geçmediklerinden hiçbir şey yapamazlar. Oysa bir ucundan tutmak gerekir deyip ayağa kalktığında, o büyük işleri düzenler ve birde bakarsın korktuğu işin sonucuna varmak üzeredir. Gözde büyüterek korku nöbetlerini yaşayanlar öze inemezler. Her işin özüne inebilmek için tüm korkuları yenmek gerekir. Çünkü cevizin kabuğunu kırıp, cevizin özüne inmeyenler cevizin tamamını kabuk zanneder; ancak cevizin kabuğunu kırdığında, cevizin özüne iner ve korku dolu efsaneyide böylece yener. Efsaneler ve sihirli tabular korkunun yoldaşı, cesaretin düşmanıdır. Cesaretin olduğu yerde, tüm sihirli tabular Güneşin görünmesiyle eriyen buz dağları gibi teker teker eriyecek ve bir daha da kimseye büyüklüğünü yutturamayacaktır. Hayat, zorluk duvarına balyoz sallamaktan korkmayan insanların cesaretiyle yeniden düzene girecek ve insana içinde patlamamış çok önemli yanardağların olduğunu da öğretecektir.
Yapılacak işler çoğaldığı zaman, insan kurtuluş ümidi olarak, bahane bulmalara sarılırda, tüm başarısızlıklarının ardında mutlaka bunların varlığına inanmaya başlarsa, orada başarı merdivenlerinin tüm basamakları sökülecektir. Basamaksız bir merdivende, insanın atlayışları, hedefe varmada ne kadar isabetli olabilir. O halde bizim edindiğimiz bu tecrübeler insanlara birer örnek olmalıdır. Kocaman dağlar küçücük kum taneciklerinden oluştular, onları parçalayarak sonuca gitmek için, korkuyu yenmek ve daima taarruzda olmak hayatın ilk hedefi olmalıdır.
Yapılacak hiçbir şey olmadığında endişe ve kaygılardan kurtulmak gerek; aceleyle giyilen bir ayakkabı bile ters giyilebilir. Acelecilik, sağlıklı, istikrarlı ve isabetli kararlar almanın en büyük düşmanıdır. Seri ve hızlı olmakla acelecilik birbirinden ayrılmalıdır. Acelecilik, ne oldu, ne olacak, çok geç, bir an önce vs.gibi çırpınışlarla başlayan bir devinimdir. Bunların motivasyonuyla başlayan bir eylem, kesinlikle birçok yapılacak doğru işlerin temeline dinamit kor. Hayatın anlamsız, boş uyarıcıların isteği doğrultusunda dinamitlenmesini istemiyorsak, mutalaka sabır mekanizmasının denetimi altında, her eylemi ince eleyip sık dokuduktan sonra tabii gelişimine fırsat tanımalıyız. Yoksa çok kötü bir sonla karşılaşabiliriz. Bu durum, ansızın bastıran bir kışla, köylülerin olgunlaşmamış ham meyveleri koparıp evde bekleterek olgunlaştırırz, yoksa soğuktan donacaklar, başka yapacak şeyimiz yoktur deyipte, tüm meyveleri toplayıp çürütmesi gibidir. Evet, acelecilik hiçbir işte, yöntem olarak kullanılmamalıdır. Acelecilik sadece düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. F.Bacon’un deyimiyle, düzgün doğru yolda giden bir topal yoldan çıkmış hızlı bir koşucuyu daima geçer. Acelecilik yoldan çıkmış bir koşucunun yürüyüşünden farksızdır. Hedefe varmayı bırak, ilerledikçe hedeften uzaklaşacaktır. Aceleyle başlayan bir düşünce eyleme dönüştüğü zaman dönüşü olmayan bir yola girilmiş olur. Dönüşü olmayan bir yolda yürümektense, sabır ve metanetle bekleyip isabetli kararlar verip, doğru adımlar atmak her zaman en iyisidir. Gecikilmişte olsa, isabetli adımlar atmayı, aceleciliğe her zaman tercih ederiz. Bu yaşadığımız hayatın bizlere bir armağanıdır.
Doğru ve yanlış üzerinde de hiç konuşmayacaksın, bu bizim temel dokumuza ters olsada, yaşadığımız hayattan öğrendiğimiz üçüncü hakikat oldu. Yanlışı görüp, ona müdahale etmeyen bir insan düşünemiyoruz. Ancak insani değerleri ihtiva eden tüm değerlerin parçalandığı bir çağda buna müdahale etmeyi bir ahmaklık olarak görmekteyiz. Yani bu açıklamayı yaparken, iç çelişkileri yaşadığımızı da rahatlıkla söylemem gerek. İnsanca yaşamaktan kastımız, doğruluk, dürüstlük, ahlaklılık, kendini bilmek saygılı olmak, eleştiriyi hoşgörüyle karşılamak gibi değerlerin yaşanmasını vurgulamaktayız. Bu değerlerin içinin boşaltıldığı, ancak kavram olarak herkesin bunların arkasına sığındığı bir ortamda, dönek ve çok kişilikli insanlar çoğunlukta olduğundan, fazla enayi yerine konmayı düşünmediğimiz için böyle bir felsefeyi benimsedik. Bu felsefe, bizim isabetli kararlar almamız ve dönek insanların sermayelerini bitirmek açısından önemlidir.
Evet, çok zor olan bir kararı aldık, gözlemci ve tahlilci yönümüzü yaşatarak, doğru ve yanlış konusunda, yargıda bulunmadan herkese aynı bakıp, bildiğimizi kendi dünyamızda yaşayacağız. Doğrulara layık bir insanlık türediğinde o zaman paylaşım kapılarını açacağız. İdealist insanların mutlaka bir yanda olduğunu biliyoruz. Bu yanda doğrular yanıdır. Ancak orta yolcu, ne şiş ne kebab mantığıyla yaşanılan bir dünyada, insanın düşüncelerini açıklamadan yaşaması gerektiğini savunuyoruz. Düşünceler sesli ifade edilirse, mantıklar ve kararlar zaman zaman dış etkilerin tesiri altında kalıp isabetli davranmayabilir. Onun için bizler sessiz düşünüp doğrular ortaya çıkıncaya kadar, yaşam serüveninin böyle tamamlanmasını öneriyoruz. Bu hakikatler bizim açımızdan bir değer taşımaktadır, umarız insanlarda yaşamlarında bu değerlere önem vererek mantıklı hareket ederler.
Yıl:02.04.2004
Saat:09.10—10.50 Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E. KEKEÇ)
Bu Blogda Ara
13 Haziran 2008 Cuma
12 Haziran 2008 Perşembe
YARGININ GÖREVİ SORUN ÜRETMEK Mİ?
11.06.2008
Ahmet KEKEÇ - STAR
Her şeye muhalefet edenler (AB’ye, demokratikleşmeye, uzlaşmaya, özgürlüklere, hukuk devletine, serbest piyasa ekonomisine, köprüye, baraja, otoyola, limana, her şeye...) Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde TBMM’ye kontenjan tanınmasına da muhalefet ediyorlar.
Ne beklenirdi ki?
İdeolojik asabiyetle kalkışan Ahmet Necdet Sezer, ‘Solda Katılım Partisi’ Genel Başkanı Serruh Kaleli’yi ‘üye’ olarak atayabiliyor, ama ‘irade-i milliye’nin tecelli ettiği kurum olan TBMM ‘çeyrek üye’ bile atayamıyor.
Dikkatinizi çekerim; kurtuluş savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyet’i kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçen Meclis’ten söz ediyorum.
TBMM’ye kontenjan tanınmasına karşı çıkanlar (CHP ve bürokratik elit), Anayasa Mahkemesi’nin ‘bağımsız’ bir kuruluş olduğunu, birincil karakteri bağımsızlık olan kuruluşlara siyaset(çi) müdahalesinin yargıyı, özelde Anayasa Mahkemesi’ni siyasallaştıracağını öne sürüyorlardı.
Görünüşte doğru ve haklı bir gerekçe...
Bakalım öyle mi?
Anayasa yargısı organları, ‘mahkeme’ biçiminde örgütlenmişlerdir ama, bildiğimiz anlamda mahkeme değillerdir. Bu kurumlar, devlet tahakkümünü sınırlamanın meşru araçlarıdır; yani kazanılmış hakları ve hukuk devleti güvencelerini devletin (ve kimi zaman çoğunluk iktidarının) muhtemel tecavüzlerinden korurlar; korumaları gerekir.
Demek ki, Anayasa Mahkemesi, yapısı ve işlevi gereği basbayağı ‘politik’ bir
kurummuş.
Peki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının ‘hukuk devleti güvenceleri’ karşısındaki pozisyonu nedir?
Tartışmamız gereken asıl konu bu bence.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bizdeki gibi, olağanüstü yetkilerle donatılmış ve kafasına göre kural ihdas eden yargı kurumlarına rastlayamazsınız.
Nerden bakarsanız bakın, karşımızda, kuruluşuyla, varlığıyla, kimilerine göre aldığı stratejik ve politik kararlarla (parti kapatma davalarını, 367’yi, anayasa değişikliğinin esastan görüşülmesini buna örnek gösterebiliriz) spekülatif ve bazen de ‘sorun üreten’ bir kurum var.
Mustafa Erdoğan hocamın da belirttiği gibi, Türkiye’de hukuk fikri/nosyonu yeterli olmadığı, hukukun ‘haklarla olan bağlantısı unutulduğu ya da yok sayıldığı için, Anayasa Mahkemesi, ‘hukuk devleti güvenceleri’ni hiçe saymak pahasına, kendisinde ‘kural ihdas etme hakkı’ görebilmektedir.
Mesela, bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı (Ahmet Necdet Sezer) öncelikle ‘haklarla ilgili olması gereken başörtüsü meselesinin, Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarına göre çözüme kavuştuğunu söylüyordu.
Bu konuda artık düzenleme yapılamazmış.
Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin kararları yerine göre ‘dogma’ hüviyeti de taşıyabiliyormuş.
Bir şeyin (üstelik hukuk devleti güvenceleri kapsamında olması gereken bir şeyin) Anayasa’yla bağdaşıp bağdaşmadığını belirleyecek olan Anayasa Mahkemesi’nin ‘değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kuralları mıdır?
Bir anayasa yargısı organı, kendisini ‘yasama organı’ yerine koyup kural ihdas edebilir mi? Bu kuralı ‘yerleşik’leştirebilir mi?
Nasıl bir hukuk mantığıdır bu?
Demek ki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının hukuk devleti güvenceleri karşısındaki pozisyonu hiç de iç açıcı değilmiş...
Peki, TBMM’nin seçim sürecine dâhil edilmesi bu sorunu çözer mi?
İşin ‘halk iradesi’ boyutunu tartışmayı zül addediyorum.
Elbette üye seçiminde TBMM’ye de kontenjan tanınmalıdır...
Hemen. Şimdi. Hiç vakit geçirmeden!
Ahmet kekeç
star gazetesi
Ahmet KEKEÇ - STAR
Her şeye muhalefet edenler (AB’ye, demokratikleşmeye, uzlaşmaya, özgürlüklere, hukuk devletine, serbest piyasa ekonomisine, köprüye, baraja, otoyola, limana, her şeye...) Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde TBMM’ye kontenjan tanınmasına da muhalefet ediyorlar.
Ne beklenirdi ki?
İdeolojik asabiyetle kalkışan Ahmet Necdet Sezer, ‘Solda Katılım Partisi’ Genel Başkanı Serruh Kaleli’yi ‘üye’ olarak atayabiliyor, ama ‘irade-i milliye’nin tecelli ettiği kurum olan TBMM ‘çeyrek üye’ bile atayamıyor.
Dikkatinizi çekerim; kurtuluş savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyet’i kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçen Meclis’ten söz ediyorum.
TBMM’ye kontenjan tanınmasına karşı çıkanlar (CHP ve bürokratik elit), Anayasa Mahkemesi’nin ‘bağımsız’ bir kuruluş olduğunu, birincil karakteri bağımsızlık olan kuruluşlara siyaset(çi) müdahalesinin yargıyı, özelde Anayasa Mahkemesi’ni siyasallaştıracağını öne sürüyorlardı.
Görünüşte doğru ve haklı bir gerekçe...
Bakalım öyle mi?
Anayasa yargısı organları, ‘mahkeme’ biçiminde örgütlenmişlerdir ama, bildiğimiz anlamda mahkeme değillerdir. Bu kurumlar, devlet tahakkümünü sınırlamanın meşru araçlarıdır; yani kazanılmış hakları ve hukuk devleti güvencelerini devletin (ve kimi zaman çoğunluk iktidarının) muhtemel tecavüzlerinden korurlar; korumaları gerekir.
Demek ki, Anayasa Mahkemesi, yapısı ve işlevi gereği basbayağı ‘politik’ bir
kurummuş.
Peki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının ‘hukuk devleti güvenceleri’ karşısındaki pozisyonu nedir?
Tartışmamız gereken asıl konu bu bence.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bizdeki gibi, olağanüstü yetkilerle donatılmış ve kafasına göre kural ihdas eden yargı kurumlarına rastlayamazsınız.
Nerden bakarsanız bakın, karşımızda, kuruluşuyla, varlığıyla, kimilerine göre aldığı stratejik ve politik kararlarla (parti kapatma davalarını, 367’yi, anayasa değişikliğinin esastan görüşülmesini buna örnek gösterebiliriz) spekülatif ve bazen de ‘sorun üreten’ bir kurum var.
Mustafa Erdoğan hocamın da belirttiği gibi, Türkiye’de hukuk fikri/nosyonu yeterli olmadığı, hukukun ‘haklarla olan bağlantısı unutulduğu ya da yok sayıldığı için, Anayasa Mahkemesi, ‘hukuk devleti güvenceleri’ni hiçe saymak pahasına, kendisinde ‘kural ihdas etme hakkı’ görebilmektedir.
Mesela, bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı (Ahmet Necdet Sezer) öncelikle ‘haklarla ilgili olması gereken başörtüsü meselesinin, Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarına göre çözüme kavuştuğunu söylüyordu.
Bu konuda artık düzenleme yapılamazmış.
Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin kararları yerine göre ‘dogma’ hüviyeti de taşıyabiliyormuş.
Bir şeyin (üstelik hukuk devleti güvenceleri kapsamında olması gereken bir şeyin) Anayasa’yla bağdaşıp bağdaşmadığını belirleyecek olan Anayasa Mahkemesi’nin ‘değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kuralları mıdır?
Bir anayasa yargısı organı, kendisini ‘yasama organı’ yerine koyup kural ihdas edebilir mi? Bu kuralı ‘yerleşik’leştirebilir mi?
Nasıl bir hukuk mantığıdır bu?
Demek ki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının hukuk devleti güvenceleri karşısındaki pozisyonu hiç de iç açıcı değilmiş...
Peki, TBMM’nin seçim sürecine dâhil edilmesi bu sorunu çözer mi?
İşin ‘halk iradesi’ boyutunu tartışmayı zül addediyorum.
Elbette üye seçiminde TBMM’ye de kontenjan tanınmalıdır...
Hemen. Şimdi. Hiç vakit geçirmeden!
Ahmet kekeç
star gazetesi
10 Haziran 2008 Salı
YÜREĞİNLE KAL
Yüreğinle kal, benimle ol, aklınla gel! Duygularınla anlat… Dört yanın kuşatılmışsa çıkalım ortalığa, yıldızların altında seyredelim bibirimizi gökkubbe şahit olsun halimize… Ayarlanmış bir bomba gibi birden patlasın gülücükler yanağında. Usulca bir esinti gelsin, derinlerden yüreğime. Seni koklamak, yaksın beni serinliklerde, gözlerindeki retina aydınlatsın karanlıkları, bir kıvılcım doğsun artık geçmişimize. Silgisiz kaldık silmek için geçmişimizi, gözlerin yazsın geleceğimizi gecenin karanlığına!
Sevgi selini oluşturan suların kaynağı senin yüreğinde, o yüreğin saf ve temiz kalsın, doğumdan ölüme her yerde. Acılı haberi vermek için, bir kuş konarsa, bir gün pencerene, kapama gözlerini yalancı haber girmez senin yüreğine. Kor ateş gibi fokur fokur kaynayan o yüreğini, gecenin mehtabında dindirmek benim elimde… Bilirim sevgisiz büyümez yürekte sevgi, bunu anlatırsan duygularınla yüreğime, kucaklarım o zaman seni tüm benliğimle…
Yabancı ülkede bulduk birbirimizi, ondan açıldı yüreklerimizin içi. Ben aklınla gel dedim sana, sen ise benimle ol dedin bana. O gündür bu gündür gönlün kaydı bana, yüreğinle kaldın yanımda.
Yıllarca paylaşamadım yaban ellerde, sevgi ateşi sönmeye vardığında, tutuşturdum kendimi, yapayalnız bir yol ortasında, acıyarak bana sen çıktın karşıma. Dilimden anlayan bir sen vardın, sevginin doruğunda, sevginin bir adının da yabancı ülkede dildaş bulmak olduğunu herhalde önceden biliyordun, o yüreğinle ateşime bir göz attın, İbrahim’in ateşini söndürmek için su taşıyan bir küçük kuş gibi, yüreğinle çırpınıyordun. Yüreğin o gün yandı biliyorum, peki yüreğinin eriyen yağlarıyla yüreğimin yaşadığını biliyor muydun? Bunu ben sana anlatamazdım; ancak gökkubbe halimize şahit olduğunda bunu anladın.
Geceler sana yabancı, gündüzler benden çok uzaktı. İki yürek bir araya gelince, gecenin karanlığı yıldızların ışığında kaldı. O yıldızlar varya biz onlara takılarak geldik bu günlere. Sen onlara ters bakma, yolculuğumuz yıldızlara gebe.
Sen gün doğumuyla başladın hayata, akşamla ettin herşeye elveda. Ondan işte oturmamıştı hayatına denge. Dengede durmak için tutundun ateşime, ateşim çevirdi seni, yeryüzünde ışılarla çizilmiş göğe. O göğün ampulleri patlamayacağına göre, yüreğimizdeki sevgi saçılacak, umut vermek için, karanlıkta kalan herkese…
Bir yürekte çimlenir sevgi, iki yürekte açar çiçek, yaşamak isterse çiçek, iki yürekte açacak tek çiçek. Bu döngüsel denklem değil hiçbir zaman, sadece aklıyla gelen, yüreğiyle kalan insanlara bir armağan.
Ey sevgi pınarıyla yüreğini besleyen! Kuşatılmışlıklar içinde, beceremedik yaşamayı, çünkü oyun bilmeyiz biz, oyundur bu hayattaki sevgi, sürekli değişmekte aktörleri ve seyircileri. Ondan işte Gökkubbe bizi hep izledi, o ne sahte ne de dalavereci, seyircimiz çok şerefli, o sever korumasını ve sır saklamasını, varsa bir derdimiz sadece ona anlatılmalı, diğerleri yalan, ne anlam ifade eder gerisi…
yı:07.04.2004
Saat:10.50–11.50
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E.KEKEÇ)
Sevgi selini oluşturan suların kaynağı senin yüreğinde, o yüreğin saf ve temiz kalsın, doğumdan ölüme her yerde. Acılı haberi vermek için, bir kuş konarsa, bir gün pencerene, kapama gözlerini yalancı haber girmez senin yüreğine. Kor ateş gibi fokur fokur kaynayan o yüreğini, gecenin mehtabında dindirmek benim elimde… Bilirim sevgisiz büyümez yürekte sevgi, bunu anlatırsan duygularınla yüreğime, kucaklarım o zaman seni tüm benliğimle…
Yabancı ülkede bulduk birbirimizi, ondan açıldı yüreklerimizin içi. Ben aklınla gel dedim sana, sen ise benimle ol dedin bana. O gündür bu gündür gönlün kaydı bana, yüreğinle kaldın yanımda.
Yıllarca paylaşamadım yaban ellerde, sevgi ateşi sönmeye vardığında, tutuşturdum kendimi, yapayalnız bir yol ortasında, acıyarak bana sen çıktın karşıma. Dilimden anlayan bir sen vardın, sevginin doruğunda, sevginin bir adının da yabancı ülkede dildaş bulmak olduğunu herhalde önceden biliyordun, o yüreğinle ateşime bir göz attın, İbrahim’in ateşini söndürmek için su taşıyan bir küçük kuş gibi, yüreğinle çırpınıyordun. Yüreğin o gün yandı biliyorum, peki yüreğinin eriyen yağlarıyla yüreğimin yaşadığını biliyor muydun? Bunu ben sana anlatamazdım; ancak gökkubbe halimize şahit olduğunda bunu anladın.
Geceler sana yabancı, gündüzler benden çok uzaktı. İki yürek bir araya gelince, gecenin karanlığı yıldızların ışığında kaldı. O yıldızlar varya biz onlara takılarak geldik bu günlere. Sen onlara ters bakma, yolculuğumuz yıldızlara gebe.
Sen gün doğumuyla başladın hayata, akşamla ettin herşeye elveda. Ondan işte oturmamıştı hayatına denge. Dengede durmak için tutundun ateşime, ateşim çevirdi seni, yeryüzünde ışılarla çizilmiş göğe. O göğün ampulleri patlamayacağına göre, yüreğimizdeki sevgi saçılacak, umut vermek için, karanlıkta kalan herkese…
Bir yürekte çimlenir sevgi, iki yürekte açar çiçek, yaşamak isterse çiçek, iki yürekte açacak tek çiçek. Bu döngüsel denklem değil hiçbir zaman, sadece aklıyla gelen, yüreğiyle kalan insanlara bir armağan.
Ey sevgi pınarıyla yüreğini besleyen! Kuşatılmışlıklar içinde, beceremedik yaşamayı, çünkü oyun bilmeyiz biz, oyundur bu hayattaki sevgi, sürekli değişmekte aktörleri ve seyircileri. Ondan işte Gökkubbe bizi hep izledi, o ne sahte ne de dalavereci, seyircimiz çok şerefli, o sever korumasını ve sır saklamasını, varsa bir derdimiz sadece ona anlatılmalı, diğerleri yalan, ne anlam ifade eder gerisi…
yı:07.04.2004
Saat:10.50–11.50
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E.KEKEÇ)
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.
Popüler Yayınlar
-
Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir....
-
“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.” — Maksim Gorki, Ana (1906) Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz hab...
-
Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi t...
-
İçinde bulunduğumuz çağ, pek çok unvanla anıldı: teknoloji çağı, bilgi çağı, hız çağı… Ama eğer hakikatin kalemiyle yazılacak olursa, bu ça...
-
EK-5 Kararı: Hukuk ile Diplomasi Arasında EK-5 Listesi: Resmî Karar, Diplomatik Zamanlama ve Türkiye’nin Stratejik İkilemi ABD'den çok ...
-
İnsanlığın Sessiz Dengesine Dair İnsan… Kâinatın en gizemli aynası. Görünürde bir bedenden ibaret gibi dursa da derinlerde bir deniz taşır...
-
Bir İnsanlık EMAR’ı Üzerine Derin Bir Okuma İnsan, anlamın kıyısında doğar ama çoğu kez anlamın merkezine hiç ulaşamaz. Çünkü doğmakla yaş...
-
Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “ Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi ” diyordu. Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz ...
-
Suriye iç savaşı, yalnızca bölgesel güç dengelerini değiştiren bir çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihine kara bir leke ...
-
İnsanlık, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren hem kendini hem de kendini aşan bir kudreti anlamlandırma çabasıyla yüzleşmiştir. Bu çaba,...
Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK
Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
Senin rabbin sana senden yakın.....
omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."
kelebek gibi hafif olun dünyada
Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla
çöllerden geçerek varılır havuzun başına!