Eski insanlar akıllarını yönettikleri zaman, ortaya çıkmadan önce düşüncelerini engellerler duygularını durdururlardı. Bu yüzden kullandıkları enerji az, elde ettikleri başarı büyüktü. Geçmişte kullanılan enerjinin azlığı ve başarının büyüklüğü, bu açıklamanın içinde yatar.
Eski insanların yaşamı tarih kitaplarına sığmayacak başarılarla dolu. Sonrakiler bu başarının arkasındaki denklemi çözmek için enerjilerini tükettiklerinden, başarıya imza atamamışlardır. Sonradan gelenler bir izin peşine takıldılar, bu izlerden dışarı çıkmamak için çok çaba harcadılar, bu çabaları çoğu zaman karşılıksız da kalabildi. Çünkü peşinden gittikleri insanı kendileri de gerçekten tanımamıştı. Tanınmadan gidilen yollarda, akıl ve irade egemen olmadığından, tüketilen enerji duygular denizinde batmakta olan bir sandalın küreğini çekmekle geçti. Demekki sonrakilerin yiyeceği ekmek henüz bitmemiştir. Çünkü enerjiye çok ihtiyaçları var, kaybedilen enerjinin ve deforme olan yaşamın sağlığa kavuşması için…
Eski insanların yaşamı, her geceden sonra doğan bir Güneş gibi, sonrakilere hep umut ışığı olmuştur. Onların hangisini ele alsan, hepsi bibirinden değerli ışıklara sahip. Onlar duygu denizinde yüzerken hiçbir zaman yüzdükleri denizin suyunu içmediler. Akıl pınarından beslenip duygu denizinde kulaç attılar. Bundan sonra yorgunluk nedir bilmediler, Az zamanda çok iş başardılar. Başardıkları her işin başına, akıl kuleleri kurdular, o kulelerde sonraki işlerin projelerini hazırladılar. Akıl her şeyin başıdır, akılsız insanın duygusuda düşünceside kısır kalmıştır. Kısır bir varlığın çocuk yapma şansı ne kadardır.
Akıl pınarından beslenmiş bir düşünce, değirmende öğütülmüş bir bulgur gibi sindirimi ve hazmı kolaydır. Ancak çeşitli makinelerle birkaç parçaya bölünmüş bulgurun sindirimi ve hazmı kolay değildir. İşte eskilerin düşünceleri kolayca sindirilmektedir, çünkü onlar akıl pınarında sulamadıkları hiçbir düşünceyi, akıl değirmeninde öğütmeden ambalajlayıp piyasaya sunmadılar. Durum böyle olunca, enerji kaybı olmadan birçok başarılara imza attılar. Sonrakiler ise parçalayıp yuttuklarından, hazımsızlık başladı başarı sanılanlar da başarısızlığa yol açtı. Bu başarısızlıklardan kurtulmak için tüketilen enerjiler bu defa köksüz ve dermensız yapılar doğurdu.
Evet, sonrakiler akıl pınarının sularını, duygu nehirlerine akıtarak akıl pınarı ile duygu nehrinin yatağını birleştirdiler, bu birleşim birçok şeyin tadını bozdu. Tadı bozulmuş şeyleri abur cubur tüketerek sağlıklı bir yaşam ve gelecek düşlemeside böylece hayal oldu. Nedenler oluşmadan sonucu beklemek gibi bu komik anlayıştan kurtulmak zorundayız. Komik dünyamızı bilimsel gerçekler olarak yutturmaya kalkarsak bilim kilisesinin engizisyon mahkemelerinde verilen karaları bozmak için daha çok enerji tüketeceğiz. Ortaya çıkan temelsiz bu etki tepki olaylarını çoğaltırken, yaptığımız işleride başarı diye sunacağız. Sonradan gelen bizlerin neden bu kadar akıldan korkup kaçtığımızı anlamak mümkün değil. Yaratıcının tüm canlılar içinde insana verdiği en güzel hazine (akıl) den yararlanmamak, insanın kendisine yapacağı en büyük bir zulümdür. Bazı gizli güç odakları bu hazineyi kendi kontrollerine alarak istedikleri gibi kullanma arzusundalar. Onların bakıcılığına bırakılan hazinenin içi boşaltılıp yerine de hiç işe yaramayan moloz yığınları doldurulabilir. Bu fırsat gizli güç odaklarına bırakıldığı ve onların kontrolünden alınmadığı sürece, onların birer piyadesi olarak daha çok enerji tüketeceğiz…
Bu gün gelinen nokta eskilerin düşüncelerinin altına bir açıklama yazmaktan öteye gitmemektedir. Antikçağ Yunan toplumu ve Ortaçağ İslam âlemine baktığımızda, o günkü başarıların kalite olarak günümüzü kat kat solladığını görebiliriz. O günkü başarıların arkasındaki en önemli güç, kesinlikle aklın doğru kullanılmasıdır. Akıl yapılmış eylemleri, onaylama merkezi olsa idi, böyle başarıların gerçekleşmesi imkânsızdı. Demek akıl, aktif yapısını koruyarak bilgi üreten bir mekanizma gibi çalışmış ki, bu gün insanlar onların düşüncelerine ancak bir dipnot düşecek kadar cılız ve acizler.
Yunan toplumunda tartışılmayan çok az şey vardır. Tartışmalarda akıl aktif olarak, fikir gemisinin dümeninde oturmaktadır. Dümeni elinde bulunduran akıl, her oluşumu kendi çekim alanında tutarak onun varlığına müsaade etmiştir. Şayet öyle olmamış olsaydı, bu gün düşünce olarak, Epikdetos, Sokrat, Platon ve Aristo gibi düşünürleri yaşadıkları dönemde bırakıp, akıl kaynağının sularını kendi avuçlarımızla içmiş olacaktık. Böyle bir durum olmadığına göre o güne karanlık demek aydınlığın ne olduğunu hiç bilmediğimizi gösterir. Ortaçağ karanlık çağ olarak takdim edilip geldi. Oysa Ortaçağda Farabi, İbn-i Sina, İbn_i Rüşt ve Gazali gibi aklı ve ilahi gerçekliği birleştirmeyi amaçlayan birçok büyük üstatlar o dönemi aydınlattı. O dönemde aydınlatılmış olan insanlık kültürü azala azala gelsede günümüze hala ortalığı aydınlatacak ışığa sahip. Tarihsel gerçeklik iyi değerlendirilirse, o günün taşınacak çok şeyi var günümüze. Aklı taca atan bir dünyada yoksa geçmişin başarılarını ulaşılması imkânsız efsaneler gibi sunmak kalır bizlere…
Ne der Farabi,’Din ile akıl aynı şeydir, Peygamber ve filozofunda birbirinden farkı yoktur. Çünkü din ilahi bir istemle insanları hakikate çağırmakta, felsefe ise aklı kullanarak insanları doğruya götürmektedir. Peygaber ve filozoflar farklı yöntemlerle aynı noktayı amaçlamaktadırlar.’Büyük düşünür, bu açıklamasıyla aklın ne kadar önemli olduğunu vurgular. Hatta şunuda söyler; dinde yaratıcıya ait aklı yaratan da O,o halde hakkı bulmada yaratıcının bu iki değeri kesinlikle bibirine ters olamaz. O insanlar akla bu kadar önem vermelerine rağmen, bizler aklı hayatın hep defansında oynattık ya da taca atmayı tercih ettik…
Yıl:27.03.2004
Saat:09.12—10.45
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.
Bu Blogda Ara
13 Nisan 2008 Pazar
DOĞRU ÖZGÜRLÜĞÜN ÇOCUĞUDUR
Düşüncenin ortaya çıkmasından korkmayın yalnızca, düşüncenin ayrımına varmanın ne kadar yavaş olduğunun farkında olun. Değişimlere kapalı kendisini otorite kabul eden düşünce, bir düşüncenin ortaya çıkmasından çok rahatsız olur. Ona göre yeni doğacak düşünceler hep yanlışlarla doludur. Doğru olan da sadece kendisini otorite kabul eden, kendi varlığıdır. Bu dar kalıplar içinde gelişmeleri gözlemek tabiki çok zordur.
Doğrular dünyasında yaşamak istiyorsak, özgürlükçü bir yapının varlığı gerekir. Özgürlüklerden uzak bir atmosferde, tek boyutlu bir bakış açısının doğruluğu ne kadar mantıklı olabilir. Mantıktan uzak doğruları, artık kafalardan ve yaşamlardan uzaklaştırmak zorunludur. Çünkü tek boyutlu bir bakış açısı, bünyesinde hep totaliter, feodal bir anlayışı taşır. Bu tür demoğojik serüvenlerin bir son bulma zamanıdır.
Doğruları hayatın odağına oturtmayı hedefleyenler, kendi dışındaki oluşumların varlığından şüphelenmez ve korkmaz. Zaten o kendisini doğrular kervanında görmek istemektedir. Bundan dolayı da her farklı düşüncenin rahatlıkla ifade edilmesini ister. Hatta her düşüncenin rahatlıkla ifade edilebilmesi için uygun ortam yaratmaya çalışır. Onun hayatı, farklı düşüncelerin ifade edilmesiyle doğru orantılıdır. Ne kadar çok farklı düşünce ortaya çıkarsa, bunlar arasından en doğru olanı ayıklayarak benliğiyle birleştirme ve hayatının bir parçası haline getirmesi kolaylaşır. Doğruyu kavramak için, farklı düşüncelerin birlikte yaşadığı ortamlar doğmak zorundadır. İnsanları tek tip jandarma gibi arzulayan yapılar, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, doğruya bir türlü ulaşamayacaklardır. Çünkü doğru mu yanlış mı olduklarını anlamak için her düşüncenin varlığını ortadan kaldırdıklarından böyle bir şansıda kaybetmişlerdir.
Doğru özgürlüğün çocuğudur, ancak özgürlükçü bir ortamda doğar ve gelişir. Özgürlüğün önüne bentlerin kurulduğu otmosferlerde, özgürlüğün çocuğu doğru mutlaka boğulacaktır. Düşünce tarihini inceleyenler bunu rahatlıkla görecektir. Yaratılmışlar evreninde tek olmayı amaçlayan her şey doğruluktan uzaktır. Bir şeyin değerini belirleyen, karşıtlarının varlığıdır. Karşıtların varlığından rahatsız olan ne varsa dengesizdir.
Tabii evrende bu güzellikleri şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür; bir kuşun ötüşünün çok güzel olduğunu söyleyebilmek için, o kuşun birçok farklı kuş türleri içinde ötüşünü dinlemek gerekir. Tek başına bu kuşun ötüşünün güzel olduğunu söylemek komik olur. Çünkü onun ötüşünün güzelliği ancak farklı ötüşler içinde anlaşılabilir. Diğer kuşları yok ettiğiniz zaman buna güzel demek kadar ahmakça bir eylem olamaz. O halde bir şeyin değeri ancak diğerleri içinde anlaşılır. Yakutun diğer taşlar içinde değerinin anlaşılması gibi…
Düşünce deyip geçmemek gerekir, beyin ürünü olan her şey değerlidir. Olumlu düşüncede olduğu gibi olumsuz düşünce de bir değer taşır. Beyinde sessiz düşünülüp ifade edilen her düşüncenin varlık sahnesinde yaşama hakkı vardır. Ancak yaşama hakkı olan hiçbir düşünce bir başkası üzerinde, zorla egemenlik kurma hakkına sahip değildir. Bir düşüncenin yaygın egemenliği, ancak genel kanının beğenisiyle mümkündür. Genel kanıdan anlaşılan, megafonu elinde bulunduranın kendi doğruluğunu avazı çıktığı kadar bağırması değildir. Doğru kendiliğinden sessiz bir yürüyüşle, istenmesede akıl istasyonunda mutlaka bir gün konaklayacaktır. Bunu bilen bir anlayışın telaşlanmasına korkmasına, kendi dışındakilere kükreyerek saldırmasına imkân var mıdır? Elbetteki hayır.
Şunu iyi bilmek gerekir ki, bir ideoloji, yeni bir bakış açısı; kendi doktrinini başkalarına yönelttiği küfür ve hakaretlerle doldurmuşsa, farkında olmadan kendisini anlatmıştır. Bu tür demode olmuş dünyalardan çıkmak gerektiğini düşünüyorum. İnsanlık ilk dönemden günümüze kadar hep bu cambazlıkları izleyerek geldi. Neden böylesi basit bir anlayış insanları kuşatsın istenir; demekki bu tip düşünen karaterlerin insanları sömürmek için kurdukları tezgâhın işlame yolu buradan geçmektedir. Ama biz hiçbir insanın yönlendirilmiş basit denek olmasını istemiyoruz. Her insanın aklının ürünü olan bir değeriyle varlık evreninde aktif danışma kurulu üyelerinden birisi olmasını arzulamaktayız. Bu kurulun üyelerinin mutlaka saygıya ve sevgiye layık olduğunu biliyoruz; işte tüm çabamız birbirini seven ve sayan karşıt düşünceler bütünlüğünü, varlık evreninde canlı kılmaktır. Çünkü bu evrende ancak doğrular ortaya çıkar ve gelişmeler gözlenebilecek kadar büyür. Doğruları ayıklayarak yaşanacak bir dünya kurmak için, Voltaire’nin dediği gibi: Düşüncelerinizi hiç sevmiyorum ancak düşüncelerinizi yaşayabilecek ortamı oluşturuncaya kadar sizinle birlikte savaşmaya bende hazırım.
Her şey karşıtlarla birlikte yaşar, karşıtlar bir bütünlüktür. Karşıtlardan birinin yok olması durumunda her şey yok olur. Bu felsefe doğacak her fikrin ana ilkesi olmalıdır. Yoksa her ortam anomik bataklık doğurur. Özgürlüğün çocuğu doğru bu felsefeye göre yaşayanlara armağandır.
Yıl:24.03.2004
Saat:08.40—09.30
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.
Doğrular dünyasında yaşamak istiyorsak, özgürlükçü bir yapının varlığı gerekir. Özgürlüklerden uzak bir atmosferde, tek boyutlu bir bakış açısının doğruluğu ne kadar mantıklı olabilir. Mantıktan uzak doğruları, artık kafalardan ve yaşamlardan uzaklaştırmak zorunludur. Çünkü tek boyutlu bir bakış açısı, bünyesinde hep totaliter, feodal bir anlayışı taşır. Bu tür demoğojik serüvenlerin bir son bulma zamanıdır.
Doğruları hayatın odağına oturtmayı hedefleyenler, kendi dışındaki oluşumların varlığından şüphelenmez ve korkmaz. Zaten o kendisini doğrular kervanında görmek istemektedir. Bundan dolayı da her farklı düşüncenin rahatlıkla ifade edilmesini ister. Hatta her düşüncenin rahatlıkla ifade edilebilmesi için uygun ortam yaratmaya çalışır. Onun hayatı, farklı düşüncelerin ifade edilmesiyle doğru orantılıdır. Ne kadar çok farklı düşünce ortaya çıkarsa, bunlar arasından en doğru olanı ayıklayarak benliğiyle birleştirme ve hayatının bir parçası haline getirmesi kolaylaşır. Doğruyu kavramak için, farklı düşüncelerin birlikte yaşadığı ortamlar doğmak zorundadır. İnsanları tek tip jandarma gibi arzulayan yapılar, ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, doğruya bir türlü ulaşamayacaklardır. Çünkü doğru mu yanlış mı olduklarını anlamak için her düşüncenin varlığını ortadan kaldırdıklarından böyle bir şansıda kaybetmişlerdir.
Doğru özgürlüğün çocuğudur, ancak özgürlükçü bir ortamda doğar ve gelişir. Özgürlüğün önüne bentlerin kurulduğu otmosferlerde, özgürlüğün çocuğu doğru mutlaka boğulacaktır. Düşünce tarihini inceleyenler bunu rahatlıkla görecektir. Yaratılmışlar evreninde tek olmayı amaçlayan her şey doğruluktan uzaktır. Bir şeyin değerini belirleyen, karşıtlarının varlığıdır. Karşıtların varlığından rahatsız olan ne varsa dengesizdir.
Tabii evrende bu güzellikleri şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür; bir kuşun ötüşünün çok güzel olduğunu söyleyebilmek için, o kuşun birçok farklı kuş türleri içinde ötüşünü dinlemek gerekir. Tek başına bu kuşun ötüşünün güzel olduğunu söylemek komik olur. Çünkü onun ötüşünün güzelliği ancak farklı ötüşler içinde anlaşılabilir. Diğer kuşları yok ettiğiniz zaman buna güzel demek kadar ahmakça bir eylem olamaz. O halde bir şeyin değeri ancak diğerleri içinde anlaşılır. Yakutun diğer taşlar içinde değerinin anlaşılması gibi…
Düşünce deyip geçmemek gerekir, beyin ürünü olan her şey değerlidir. Olumlu düşüncede olduğu gibi olumsuz düşünce de bir değer taşır. Beyinde sessiz düşünülüp ifade edilen her düşüncenin varlık sahnesinde yaşama hakkı vardır. Ancak yaşama hakkı olan hiçbir düşünce bir başkası üzerinde, zorla egemenlik kurma hakkına sahip değildir. Bir düşüncenin yaygın egemenliği, ancak genel kanının beğenisiyle mümkündür. Genel kanıdan anlaşılan, megafonu elinde bulunduranın kendi doğruluğunu avazı çıktığı kadar bağırması değildir. Doğru kendiliğinden sessiz bir yürüyüşle, istenmesede akıl istasyonunda mutlaka bir gün konaklayacaktır. Bunu bilen bir anlayışın telaşlanmasına korkmasına, kendi dışındakilere kükreyerek saldırmasına imkân var mıdır? Elbetteki hayır.
Şunu iyi bilmek gerekir ki, bir ideoloji, yeni bir bakış açısı; kendi doktrinini başkalarına yönelttiği küfür ve hakaretlerle doldurmuşsa, farkında olmadan kendisini anlatmıştır. Bu tür demode olmuş dünyalardan çıkmak gerektiğini düşünüyorum. İnsanlık ilk dönemden günümüze kadar hep bu cambazlıkları izleyerek geldi. Neden böylesi basit bir anlayış insanları kuşatsın istenir; demekki bu tip düşünen karaterlerin insanları sömürmek için kurdukları tezgâhın işlame yolu buradan geçmektedir. Ama biz hiçbir insanın yönlendirilmiş basit denek olmasını istemiyoruz. Her insanın aklının ürünü olan bir değeriyle varlık evreninde aktif danışma kurulu üyelerinden birisi olmasını arzulamaktayız. Bu kurulun üyelerinin mutlaka saygıya ve sevgiye layık olduğunu biliyoruz; işte tüm çabamız birbirini seven ve sayan karşıt düşünceler bütünlüğünü, varlık evreninde canlı kılmaktır. Çünkü bu evrende ancak doğrular ortaya çıkar ve gelişmeler gözlenebilecek kadar büyür. Doğruları ayıklayarak yaşanacak bir dünya kurmak için, Voltaire’nin dediği gibi: Düşüncelerinizi hiç sevmiyorum ancak düşüncelerinizi yaşayabilecek ortamı oluşturuncaya kadar sizinle birlikte savaşmaya bende hazırım.
Her şey karşıtlarla birlikte yaşar, karşıtlar bir bütünlüktür. Karşıtlardan birinin yok olması durumunda her şey yok olur. Bu felsefe doğacak her fikrin ana ilkesi olmalıdır. Yoksa her ortam anomik bataklık doğurur. Özgürlüğün çocuğu doğru bu felsefeye göre yaşayanlara armağandır.
Yıl:24.03.2004
Saat:08.40—09.30
Kadıköy(F.B.Merkezi)
(E.KEKEÇ)İST.
MÜSLÜMANIN MİLLİYETİ AKİDESİDİR
SEYYİD KUTUP
Müslümanlığın bir "ulusçuluk/milliyetçilik tarzı siyaseti"yle gerçekleşemeyeceğini en iyi anlatan Seyyid Kutup'un Yoldaki İşaretler kitabında geçen bu yazısıdır. Şehadetinin 41. yıldönümü dolayısıyla aziz hatırasına binaen yayınlıyoruz.
İslam, insanlığa değer ölçüleri ve bakış açılarının içyüzü ile bu değer ölçülerinin ve bakış açılarının mahiyeti hakkında yeni bir düşünce tarzı getirdiği gibi insanlar arasındaki ilişki ve bağlantı konusu ile ilgili olarak da yeni bir düşünce tarzı getirmiştir.
İslam, insanı Rabbine döndürmek, varlık ve hayat konusunda olduğu gibi değer ölçüleri ile kriterler alanında da bu ortaksız otoriteyi yegane egemenlik mercii edinmek, aynı zamanda bu otoritenin tasarrufu ile dünyaya gelinip yine Ona dönüleceği gerçeğine dayanarak insanlar arası ilişki ve münasebetlerde de bu otoriteyi tek dayanak olarak benimsetmek için gelmiştir. İslam, insanlar arasında onları Allah'a bağlayan tek bir ilişki ve bağlantı gerekçesi bulunduğunu, bu bağ kalmayınca insanlar arasında sevgi ve yakınlık kalmayacağını belirtmek için gelmiştir. YüceAllah şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsiniz
Ortada bir tek Allah hizbi vardır. Birden fazla olması söz konusu bile değildir. Diğer hiziplerin tümü, şeytan ve zorbaların (tabutların) hizipleridir. Ulu Allah buyuruyor:
Müminler Allah yolunda kafirler de tağut uğrunda savaşırlar. O halde Şeytanın yardakçıları ile savaşınız. Hiç şüphesiz, şeytanın tuzağı, hilesi zayıftır.
Allah'a ulaştıran yok tektir, diğer yolların hiçbiri Ona ulaştırmaz. Ulu Allah buyuruyor:
Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz. Başka değişik yollara koyulmayınız. Çünkü onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
Ortada bir tek ilahi nizam vardır. O da İslam düzenidir. Diğer bütün sosyal düzenler cahiliye düzenleridir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
Yoksa cahiliye egemenliğini mi istiyorsunuz? Oysa ki, iyi düşünen bir toplum için Allah'ın egemenliğinden daha iyi kimin egemenliği olabilir?
Bunun gibi ortada bir tek şeriat vardır, o da Allah'ın şeriatıdır. Diğerleri bir takım keyfi arzulardır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy. Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma.
Ortada bir tek hak vardır, birden çok olması mümkün değildir. Onun dışında kalan her yol sapıklıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Haktan sonra adaletten başka ne var ki? Niçin sapıyorsunuz?
Bunlar böyle olduğu gibi, ortada bir tek İslam yurdu vardır. Müslüman devletinin kurulmuş bulunduğu, Allah'ın şeriatının içinde yürürlükte tutulduğu, Onun koyduğu ceza sisteminin uygulandığı ve içinde Müslümanların birbirlerini yakın saydığı bir İslam yurdu. Diğer yerler, Darül-Harb (savaş yurdu)dir. Müslümanın buralarla ilişkisi ya savaş veya ateşkes sözleşmesine dayanan barıştır. Fakat oralar kesinlikle İslam yurdu değildir, oraların halkı ile Müslümanlar arasında da bir yakınlık söz konusu değildir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar. İman ettikten sonra hicret etmeyenlerle sizin aranızda (onlar) hicret edinceye kadar hiç bir yakınlık ve dostluk bağı (velayet) yoktur. Eğer böyle kimseler, aranızda barış antlaşması bulunmayan bir kavme karşı sizden yardım isterlerse onlara yardım etmeniz gerekir. Hiç şüphesiz Allah işlediklerinizi görür. Kafirler birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz birbirinizi desteklemezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık baş gösterir.
İman edip hicret ederek Allah yolunda cihad edenler, gerçekten mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret ederek onlarla birlikte cihad edenler de onlardandır.
İslam, böyle eksiksiz bir vuzuh ve kesinlik getirmiştir. İslam, insanı toprak ve çamur bağımlılığından, yine toprak ve çamur bağımlılığına dayalı olan et ve kan bağımlılığından kurtararak yüceltmeye gelmiştir. İlahi şeriatın uygulandığı ve vatan ile vatandaşlar arasındaki bağın Allah'a bağlılıktan ibaret olarak bilindiği yerden başka hiçbir yer Müslümanın yurdu değildir. İslam yurdunda Müslüman Ümmet arasında yegane organik bağ olan inanç birliğinden başka Müslümanın hiçbir milliyeti yoktur. Allaha inanmaktan doğan ve Allah yolunda kendisi ile yakınları arasında bağlantı sağlayan akrabalıktan başka hiçbir akrabalık Müslüman için geçerli değildir.
Allah'a ulaştıran birinci derecedeki bağlantı kurulup bu yoldan kan yakınlığı inanç ilişkisi ile pekişmedikçe Müslümanın babası, anası, kardeşi, eşi ve aşiret mensupları ile akrabalığı bir mana taşımaz. Ulu Allah şöyle buyurur:
Ey insanlar, sizi tek insandan yaratmış olan, sonra da o tek insandan eşini meydana getirip daha sonra bu çiftten türettiği birçok kadın ve erkeği yeryüzünde yayan Allahtan korkunuz. Kan akrabalarınızla ilgili olarak hep birlikte istekleriniz için başvurduğunuz Allah'tan korkunuz.
Ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer almadığı sürece, Müslüman olmayan ana-baba ile geleneksel münasebetleri devam ettirmek sakıncalı değildir. Fakat ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer alınca artık ne akrabalık ve ne de ilişki söz konusu olur. Abdullah bin Ubeyyin oğlu Abdullah (ra.) bu konuda bize açık bir örnek vermektedir.
İbn-i Cerir, İbn-i Ziyada dayanan bir rivayet zinciri ile şöyle bildirmektedir. İbn-i Ziyad der ki: CAllah'ın Resulü bir gün Ubeyy oğlu Abdullahın oğlu Abdullah'ı yanına çağırarak ona şöyle der: Görüyor musun, baban ne diyor? Abdullah da Ona Canam-babam yoluna feda olsun, ne diyor babam diye sorar. Peygamberimiz Ona diyor ki, Baban dedi ki Eğer biz Medineye dönersek, şerefliler, ayak takımını mutlaka kovacak.
Abdullah Ona şu cevabı verir, Vallahi babam doğru söylemiş. Sen ve Allah şeref sahibi, o ise ayak takımından bir zavallıdır. Vallahi, bütün şehir halkı iyi bilir ki, sen Medineye geldiğinde benim kadar ana-babasına bağlı hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi Allah ve Onun Resulü eğer babamın başını efendimize getirmekten razı olacaksa onu hemen getireyim Peygamberimiz Abdullaha hayır buyurdu.
Onlar, Medineye girince Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah kılıcını çekerek evinin kapısında babasının karşısına dikilerek eğer Medineye dönersek şeref sahibi ayak takımını kovacak, diyen sen misin? Vallahi şeref sahibi sen misin, yoksa Allah'ın Resulü müdür, şimdi kesinlikle göreceksin! Vallahi, Allah ve O%u2019nun Resulü izin vermedikçe ne bu eve girebilir ve ne de gölgesine sığınabilirsin.
Oğlunun bu tutumu üzerine babası ey Hazreçliler, oğlum beni evime koymuyor. Ey Hazreçliler, oğlum beni evime girmekten alıkoyuyor diye bağırdı. Oğlu da ona Vallahi Peygamberin izni olmadıkça içeri giremezsin diye cevap verdi. Bu durum üzerine evin önünde toplanan bazı kimseler Abdullah ile konuştular, fakat Abdullah onlara da Allah ve Resulü izin vermedikçe içeriye giremez diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimize vararak olup-bitenleri Ona anlattılar. Peygamberimiz onlara gidin Abdullah'a deyin ki, babasının evine girmesine müsaade etsin diye emir verdi. Adamlar Abdullah'a varıp durumu bildirince peygamberimizden emir geldiğine göre şimdi içeri girebilir dedi.
İnanç bağı kurulunca, aralarında kan ve soy akrabalığı bulunsun, bulunmasın, tüm müminler kardeştir. Ulu Allah bu ilkeyi sadece müminler kardeştir ayetinde kesin ve öncelik bildiren bir üslup ile açıklamıştır.
Yine yüce Allah şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar.
Bu dostluk ve yakınlık bağı nesilden nesile geçerek kuvvetli bir sevgi, samimiyet, dostluk ve dayanışma bağı ile bu ümmetin ilk neslini sonuncusuna bağlar. Ulu Allah buyuruyor ki:
Muhacirlerden önce Medineyi yurt ve iman barınağı edinenler, yurtlarına hicret edenleri severler. Muhacirlere verilen mallardan dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu meydana gelmez. Mallarına düşkün olsalar bile yine de cimriliğinden kendini koruyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Onların arkasından gelenler de ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki müminleri affet, müminlere karşı içimizde bir leke, bir çekememezlik duygusu barındırma, ey Rabbimiz, hiç şüphesiz sen esirgeyicisin, rahimsin.
Yüce Allah Müslümanlara daha önce geçmiş ve derin izler bırakmış olan Peygamberler kafilesini misal göstermektedir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Nuh Rabbine seslenerek dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum ehlimdendir. Senin vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin.
Yüce Allah ona buyurdu: Ey Nuh! O senin ehlinden değildir, o iyi amel işlememiştir. Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi bana sorma. Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.
Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Bilmediğim bir konuda soru sormaktan sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani Rabbin İbrahimi bazı emir ve yasaklarla imtihan etti ve o da onların gereğini yerine getirdi. Allah, seni insanlara önder yapacağım, buyurdu. İbrahim, soyumdan gelenlerden de... dedi. Allah ona, zalimler benim taahhüdüme erişemezler buyurdu.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu beldeyi güvenli yap ve halkından Allah'a ve Ahiret gününe inananlara rızık olarak çeşitli meyveler ver. Allah şöyle buyurdu: Kafir olana da az rızık verir, sonra da onu cehennem azabı çekmeye zorlarım. Orası ne fena bir yerdir!
Hz. İbrahim (as.) sapık yolda ısrar ettiklerini görünce anasından ve babasından ayrılır. Allah (cc.) (bu konuda) şöyle buyuruyor: Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan ayrılıp Allah'a dua ediyorum. Belki Allah'a yalvarmam sayesinde kötülerden olmam.
Yüce Allah İbrahimin ve kavminin güzel örnek olan yönlerini şöyle açıklıyor:
İbrahim de ve onunla beraber olanlarda sizin hesabınıza iyi örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Tek Allah'a inanmadıkça sizin ile aramızda düşmanlık ve kin vardır.
Ashab-i Kehfi meydana getiren gençler grubu, sırf Allah'ın dinine uymak için ailelerinden, kavimlerinden ve vatanlarından ayrılıp vatanlarında, aşiret ve aileleri içinde ona uygun bir zemin bulmakta sıkıntıya düşünce inançları ile birlikte Rablerine sığınıyorlar:
Biz sana onlar hakkında doğru bilgi veriyoruz. Bunlar Rablerine inanmış bir grup gençti, biz de onlara çok hidayet vermiştik. Ortaya çıkıp Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başka ilaha tapmayız, eğer taparsak o zaman saçma konuşmuş oluruz. Şu kavmimiz Onun dışında ilahlar edinmişler. Taptıkları hakkında açık delil getirseler ya! Allah'a yalan yere iftira eden kimseden kim daha zalim olabilir! deyince kalplerine metanet verdik. İçlerinden birisi onlardan ve onların Allah'ı bırakıp taptıkları putlardan ayrılınca mağaraya sığının. Umulur ki Rabbiniz size rahmetinden pay verir ve içinde bulunduğunuz sıkıntıda kolaylık verir.
Aralarında inanç ayrılığı meydana çıkınca Hz. Nuh ve Hz. Lut (selam üzerlerine olsun) eşlerinden ayrılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Allah kafirlere Nuhun eşi ile Lutun eşini örnek verir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun nikahı altında bulunurken eşlerine ihanet ettiler de onları kocaları Allah'ın hükmünden hiç bir şekilde kurtaramadı. Onlara öbür girenlerle birlikte siz de cehenneme girin denildi.
Firavunun eşi ise diğer yakadadır. Allah (cc.) buyuruyor:
Allah müminlere Firavunun eşini örnek verir. Hani Ya Rabbi! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni firavundan ve onun işlediklerinden kurtar, beni bu zalim kavimden kurtar demişti.
İşte böylece her türlü bağla ilgili örnekler artarda sıralanıyor. Babalık bağı Hz. Nuh olayında; evlatlık ve yurt bağı Hz. İbrahim olayında; aile, aşiret ve yurt bağları, hep birlikte Ashab-ı Kehf olayında; eşlik bağı da Hz. Nuh, Lut ve Firavun olaylarında
Yüce kafile, bağların ve ilişkilerin gerçekliği ve ilgili düşüncesini bu ümmete gelinceye kadar devam ettirdi. Bu ümmet, önünde zengin bir örnek ve tecrübe birikimi bulur. Onlar da Allah tarafından mümin ümmete gösterilen yolu devam ettirince inanç ayrılığı ortaya çıktığı ve temel bağ çözüldüğü zaman aynı aşiret ve aynı ev halkı ikiye bölündü. Ulu Allah müminlerin niteliği hakkında şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsin.
Allah bu kimselerin kalbine iman yazmış ve kendilerini katından bir rahmet ile desteklemiştir. Onları. Orada ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte Allah'ın hizbi bunlardır. Hiç şüphesiz Allah'ın hizbi felaha ermiştir.
Hz. Muhammed (sa.) ile amcası Ebu Leheb, yine amcazadesi Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki bağ kopunca, muhacirler ev halkları ile akrabalarına karşı savaş açıp onlarla Bedir günü bilfiil çarpışınca, işte o zaman, inanç bağı muhacirler ile Medine Müslümanlarını birbirine bağlayarak onları aynı evin halkı ve kardeş haline getirdi. İnanç birliği sayesinde kabile, milliyet ve yurt taassubunu ortadan kalkarak Müslüman Araplarla kardeşleri Bizans asıllı Suheyb (ra.) arasında birlik ve kaynaşma meydana geldi.
Allah'ın Resulü (sa.) onlara bu çeşit asabiyetleri bırakın, çünkü onlar kokuşturucu kavramlardır diye buyurdu. Yine onlara: Asabiyet uğruna savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir diye buyurdu.
Böylece bu kokuşmuş kavramın fonksiyonu sona erdi, kan asabiyetinin fonksiyonu Öldü o nara, milliyet narası Silindi o leke, kavmiyet lekesi. Böylece insanlık, kan ve et kokusundan uzak, çamur ve toprak lekesinden sıyrılmış olarak yüce ufukların temiz havasını teneffüs etme imkanına kavuştu.
O günden beri hiçbir zaman Müslümanın yurdu belirli bir toprak parçası olmamıştır, onun yurdu Darül İslam olagelmiştir. Üzerinde inancının yürürlükte olduğu ve tek Allah'ın şeriatının egemen olduğu yurt Sinesine sığındığı, savunduğu, korunması uğruna ve sınırlarının gelişmesi için şehid olduğu yurt Orası İslamı din olarak kabul eden ve onun şeriatını Şeriat edinen herkes için Darül İslamdır. Orası, aynı zamanda, Müslüman olmasa bile, İslamiyeti sosyal düzen olarak tanıyan herkesin de vatanıdır. Dar-ül İslamda yaşayan ehl-i kitap gibi
Gerek Müslümana göre ve gerekse antlaşmalı zımmiye göre İslamın egemenliği altında bulunmayan ve üzerinde onun şeriatının yürürlükte olmadığı her toprak parçası Dar-ül Harbdir. Doğum yeri de olsa, kan ve soyca bağlı da olsa, Müslüman böyle bir toprak parçasına karşı savaşır.
İşte Peygamberimiz (sa.) bu şekilde, doğum yeri olduğu halde, ailesi, aşireti, evi, sahabelerin geride bıraktıkları ev ve malları orada bulunduğu halde Mekkeye karşı savaşmıştır. Bu şehir, İslama boyun eğinceye ve içinde onun şeriatı yürürlüğe girinceye kadar ne kendisi ne de ümmeti için İslam yurdu olmamıştır.
İşte İslam budur, yalnız bu. İslam ne sadece bir sözdür ve ne İslam yaftası takınan ve İslam unvanı taşıyan bir ülkede doğmak ve ne de ana-babası Müslüman olan bir ailenin soyca varisi olmaktır. Ulu Allah buyuruyor:
Hayır, hayır, Rabbin hakkı için, onlar seni aralarında doğan anlaşmazlıklarda hakem tutmadıkça, sonra da verdiğin hüküm karşısında hiç bir iç burukluğu duymadan tamamen teslim olmadıkça Mümin olamazlar.
İşte İslam sadece budur ve sırf böyle bir ülke İslam yurdudur. Ne toprak ve milliyet taassubu ne soy ve akrabalık taassubu Ne kabile ve aşiretçilik taassubu
İslam, bakışlarını semaya çevirebilsinler diye insanları toprak bağımlılıklarından kurtarmıştır. Onları kan kösteğinden de kurtarmıştır, hayvanlara ait bir köstekten, yüceliklere yükselebilsinler diye.
Müslümanın özlemini çektiği ve yabancılara karşı savunduğu vatan, bir toprak parçası değildir. Müslümanın benimsediği milliyet, herhangi bir egemenliğin milliyeti değildir. Müslümanın bağrına sığındığı ve dışarıya karşı savunduğu aşiret de kan akrabalığı değildir. Müslümanın iftihar duyup altında şehid olacağı bayrak, bir kavmin, ulusun bayrağı değildir. Müslümanın sevinç duyacağı ve karşılığında Allah'a şükredeceği zafer, herhangi bir ordu galibiyeti değildir. Onun zaferi Allahın tarif ettiği gibisidir.
Allah'ın zaferi ve fethi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini görünce hamd ederek Rabbini tesbih et, hiç şüphesiz O tövbelerin kabul edicisidir.
Bu zafer, başka sancaklar altında değil, inanç sancağı altında kazanılan zaferdir. Başka amaçlar uğruna değil, Allah'ın dininin, Onun şeriatının zaferi için girişilen bir cihattır. Başka bir yurt için değil, belirtilen şartları taşıyan İslam Yurdu Dnun korunması uğruna verilen bir cihad ne ganimet ve ne de şöhret içinNe belirli bir toprağı ve ne de bir ulusu korumak için ne aile ve çocuk savunması için Yalnız onları Allah'ın dinine karşı belirecek bir fitneye karşı korumak için.
Rivayet edildiğine göre Ebu Musa (ra.) şöyle der:
Peygamberimize (sa.) kahramanlık uğruna mı, yoksa asabiyet uğruna mi, yoksa gösteriş uğruna savaşan kimse mi şehid olur diye sordular. Peygamberimiz şu cevabı verdi: Sadece Allah'ın sözü yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolunda şehittir.
Sadece bu durumda şehid olunur, yoksa tek amaç olan Allah'tan başka herhangi bir amaç uğruna girişilen hiçbir savaşta ölerek değil.
Müslümana inancı yüzünden savaş açılan, dinin alıkoyduğu, şeriatın uygulanmasına engel olunan her yer Dar-ül Harbdir. İsterse ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticaret müessesesi orada bulunsun. Buna karşılık inancının geçerli olduğu, şeriatının yürürlükte tutulduğu her yer İslam Yurdudur. Ailesi, aşireti, kavmi orada oturmasa ve ticari müessesesi orada bulunmasa bile
Vatan, inancın, hayat tarzının ve Allah'tan gelen şeriatın egemen olduğu bir yurttur. İnsana yaraşan vatanın manası budur. Milliyet, inanç ve hayat tarzıdır. İnsanlara yaraşan bağ ve birleşme gerekçesi budur.
Aşiret, kabile, ulus, milliyet, renk ve toprak asabiyeti, basit ve geri kalmışlık alameti olan bir asabiyettir. İnsanlığın manevi çöküntü dönemlerinde tanıdığı bir cahiliye taassubudur. Bu tiksindirici ve iğrenç niteliğinden dolayı Peygamberimiz (sa.) onu kokuşmuş diye vasıflandırmıştır.
Yahudiler kavim ve milliyet olarak Allahın halkı olduklarını ileri sürünce ulu Allah bu iddialarını reddederek birbiri peşi sıra gelip geçen nesillere, kavim, ulus, milliyet ve yurt farklılıklarına rağmen değer ölçüsü olarak sadece imanı göstermiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete eresiniz derler. Onlara de ki, tersine, din, dosdoğru yol olan İbrahimin dinidir. O müşriklerden değildi.
Ey müminler, Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Yakubun soyundan gelen, Peygamberlere indirilene ve Musa'ya, İsa'ya verilene ve Allah tarafından peygamberlere verilenlere inanıyoruz. Peygamberlerin hiç birini diğerinden ayrı tutmayız, biz Ona teslim olmuşuz deyiniz.
Eğer ehli kitap sizin gibi inanırlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, onlar mutlaka kötü yoldadırlar. Hiç şüphesiz Allah onların haklarından gelecektir. O işitici ve bilicidir. Bu Allah'ın boyasıdır. Allah'tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz Onun kulları olduğumuza inanmışız.
Gerçekten Allah tarafından seçilmiş halka gelince, o, milliyet, ulus, kavim, renk ve yurt ayrılığına rağmen Allah'ın sancağı altında bir araya gelen Müslüman ümmettir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız
Dilimlerinden birinin başında Arap asıllı Ebu Bekir'in, öbürünün başında Habeş asıllı Bilal'in, diğerinin önünde Bizans asıllı Suheyb'in, bir başkasının önünde İran asıllı Selman'ın ve diğer değerli kardeşlerinin bulunduğu ve birbiri peşi sıra gelen nesiller boyunca bu parlak uygulamayı devam ettiren bir ümmet bu. Orada milliyet, inanç; vatan Dar-ül İslam (İslam Yurdu)egemen güç, sadece Allah ve temel yasa da sırf Kurân'dır.
Yurt, ulus, milliyet ve akrabalık hakkında, Allah yoluna çağıranların gönüllerine böylesine yüce bir düşüncenin egemen olması gerekir. Bu düşünce o kadar açık olmalıdır ki, içine hiç bir yabancı cahiliye unsuru karışmamalıdır. Ne toprak şirki, ne milliyet şirki, ne ulus şirki, ne kavmiyet şirki, ne soy şirki ve ne de basit yakın akrabalık menfaatleri şirki. Bunların tümünü Yüce Allah terazinin bir kefesine koyarak aynı ayette açıklamakta ve iman ile onun gereklerini de öbür kefeye koyarak tercih hakkını insanlara bırakmaktadır. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaret piyasası ve hoşunuza giden evler sizin için Allah'tan, Onun Resulünden ve Onun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise Allah'ın sizin ile ilgili hükmünün gerçekleşmesini bekleyiniz. Allah fasıklar güruhuna hidayet vermez.
Bunun gibi, Allah yoluna davet edenlerin kalplerinde cahiliyenin ve İslamın gerçek vasfı, İslam yurdu ile harp yurdunun niteliği konusunda bir takım sathi şüpheler ve yanılgılar bulunmamalıdır. Onların düşüncelerine ve kesin inançlarına bu noktalardan çok sızmalar olabilir. Allah'ın egemenliğini tanımayan ve Onun şeriatının uygulanmadığı hiçbir yerde İslam yoktur. Yaşama tarzı ile ve hukuk sistemi ile İslamın yürürlükte olduğu yer dışında hiçbir yer İslam Yurdu değildir. İmanın ötesinde sırf küfür vardır. İslamın ötesindeki her şey cahiliyedir. Haktan sonra dalaletten başka bir şey yoktur.
Müslümanlığın bir "ulusçuluk/milliyetçilik tarzı siyaseti"yle gerçekleşemeyeceğini en iyi anlatan Seyyid Kutup'un Yoldaki İşaretler kitabında geçen bu yazısıdır. Şehadetinin 41. yıldönümü dolayısıyla aziz hatırasına binaen yayınlıyoruz.
İslam, insanlığa değer ölçüleri ve bakış açılarının içyüzü ile bu değer ölçülerinin ve bakış açılarının mahiyeti hakkında yeni bir düşünce tarzı getirdiği gibi insanlar arasındaki ilişki ve bağlantı konusu ile ilgili olarak da yeni bir düşünce tarzı getirmiştir.
İslam, insanı Rabbine döndürmek, varlık ve hayat konusunda olduğu gibi değer ölçüleri ile kriterler alanında da bu ortaksız otoriteyi yegane egemenlik mercii edinmek, aynı zamanda bu otoritenin tasarrufu ile dünyaya gelinip yine Ona dönüleceği gerçeğine dayanarak insanlar arası ilişki ve münasebetlerde de bu otoriteyi tek dayanak olarak benimsetmek için gelmiştir. İslam, insanlar arasında onları Allah'a bağlayan tek bir ilişki ve bağlantı gerekçesi bulunduğunu, bu bağ kalmayınca insanlar arasında sevgi ve yakınlık kalmayacağını belirtmek için gelmiştir. YüceAllah şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsiniz
Ortada bir tek Allah hizbi vardır. Birden fazla olması söz konusu bile değildir. Diğer hiziplerin tümü, şeytan ve zorbaların (tabutların) hizipleridir. Ulu Allah buyuruyor:
Müminler Allah yolunda kafirler de tağut uğrunda savaşırlar. O halde Şeytanın yardakçıları ile savaşınız. Hiç şüphesiz, şeytanın tuzağı, hilesi zayıftır.
Allah'a ulaştıran yok tektir, diğer yolların hiçbiri Ona ulaştırmaz. Ulu Allah buyuruyor:
Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz. Başka değişik yollara koyulmayınız. Çünkü onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır.
Ortada bir tek ilahi nizam vardır. O da İslam düzenidir. Diğer bütün sosyal düzenler cahiliye düzenleridir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
Yoksa cahiliye egemenliğini mi istiyorsunuz? Oysa ki, iyi düşünen bir toplum için Allah'ın egemenliğinden daha iyi kimin egemenliği olabilir?
Bunun gibi ortada bir tek şeriat vardır, o da Allah'ın şeriatıdır. Diğerleri bir takım keyfi arzulardır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy. Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma.
Ortada bir tek hak vardır, birden çok olması mümkün değildir. Onun dışında kalan her yol sapıklıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Haktan sonra adaletten başka ne var ki? Niçin sapıyorsunuz?
Bunlar böyle olduğu gibi, ortada bir tek İslam yurdu vardır. Müslüman devletinin kurulmuş bulunduğu, Allah'ın şeriatının içinde yürürlükte tutulduğu, Onun koyduğu ceza sisteminin uygulandığı ve içinde Müslümanların birbirlerini yakın saydığı bir İslam yurdu. Diğer yerler, Darül-Harb (savaş yurdu)dir. Müslümanın buralarla ilişkisi ya savaş veya ateşkes sözleşmesine dayanan barıştır. Fakat oralar kesinlikle İslam yurdu değildir, oraların halkı ile Müslümanlar arasında da bir yakınlık söz konusu değildir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar. İman ettikten sonra hicret etmeyenlerle sizin aranızda (onlar) hicret edinceye kadar hiç bir yakınlık ve dostluk bağı (velayet) yoktur. Eğer böyle kimseler, aranızda barış antlaşması bulunmayan bir kavme karşı sizden yardım isterlerse onlara yardım etmeniz gerekir. Hiç şüphesiz Allah işlediklerinizi görür. Kafirler birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz birbirinizi desteklemezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık baş gösterir.
İman edip hicret ederek Allah yolunda cihad edenler, gerçekten mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret ederek onlarla birlikte cihad edenler de onlardandır.
İslam, böyle eksiksiz bir vuzuh ve kesinlik getirmiştir. İslam, insanı toprak ve çamur bağımlılığından, yine toprak ve çamur bağımlılığına dayalı olan et ve kan bağımlılığından kurtararak yüceltmeye gelmiştir. İlahi şeriatın uygulandığı ve vatan ile vatandaşlar arasındaki bağın Allah'a bağlılıktan ibaret olarak bilindiği yerden başka hiçbir yer Müslümanın yurdu değildir. İslam yurdunda Müslüman Ümmet arasında yegane organik bağ olan inanç birliğinden başka Müslümanın hiçbir milliyeti yoktur. Allaha inanmaktan doğan ve Allah yolunda kendisi ile yakınları arasında bağlantı sağlayan akrabalıktan başka hiçbir akrabalık Müslüman için geçerli değildir.
Allah'a ulaştıran birinci derecedeki bağlantı kurulup bu yoldan kan yakınlığı inanç ilişkisi ile pekişmedikçe Müslümanın babası, anası, kardeşi, eşi ve aşiret mensupları ile akrabalığı bir mana taşımaz. Ulu Allah şöyle buyurur:
Ey insanlar, sizi tek insandan yaratmış olan, sonra da o tek insandan eşini meydana getirip daha sonra bu çiftten türettiği birçok kadın ve erkeği yeryüzünde yayan Allahtan korkunuz. Kan akrabalarınızla ilgili olarak hep birlikte istekleriniz için başvurduğunuz Allah'tan korkunuz.
Ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer almadığı sürece, Müslüman olmayan ana-baba ile geleneksel münasebetleri devam ettirmek sakıncalı değildir. Fakat ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer alınca artık ne akrabalık ve ne de ilişki söz konusu olur. Abdullah bin Ubeyyin oğlu Abdullah (ra.) bu konuda bize açık bir örnek vermektedir.
İbn-i Cerir, İbn-i Ziyada dayanan bir rivayet zinciri ile şöyle bildirmektedir. İbn-i Ziyad der ki: CAllah'ın Resulü bir gün Ubeyy oğlu Abdullahın oğlu Abdullah'ı yanına çağırarak ona şöyle der: Görüyor musun, baban ne diyor? Abdullah da Ona Canam-babam yoluna feda olsun, ne diyor babam diye sorar. Peygamberimiz Ona diyor ki, Baban dedi ki Eğer biz Medineye dönersek, şerefliler, ayak takımını mutlaka kovacak.
Abdullah Ona şu cevabı verir, Vallahi babam doğru söylemiş. Sen ve Allah şeref sahibi, o ise ayak takımından bir zavallıdır. Vallahi, bütün şehir halkı iyi bilir ki, sen Medineye geldiğinde benim kadar ana-babasına bağlı hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi Allah ve Onun Resulü eğer babamın başını efendimize getirmekten razı olacaksa onu hemen getireyim Peygamberimiz Abdullaha hayır buyurdu.
Onlar, Medineye girince Abdullah b. Ubeyyin oğlu Abdullah kılıcını çekerek evinin kapısında babasının karşısına dikilerek eğer Medineye dönersek şeref sahibi ayak takımını kovacak, diyen sen misin? Vallahi şeref sahibi sen misin, yoksa Allah'ın Resulü müdür, şimdi kesinlikle göreceksin! Vallahi, Allah ve O%u2019nun Resulü izin vermedikçe ne bu eve girebilir ve ne de gölgesine sığınabilirsin.
Oğlunun bu tutumu üzerine babası ey Hazreçliler, oğlum beni evime koymuyor. Ey Hazreçliler, oğlum beni evime girmekten alıkoyuyor diye bağırdı. Oğlu da ona Vallahi Peygamberin izni olmadıkça içeri giremezsin diye cevap verdi. Bu durum üzerine evin önünde toplanan bazı kimseler Abdullah ile konuştular, fakat Abdullah onlara da Allah ve Resulü izin vermedikçe içeriye giremez diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamberimize vararak olup-bitenleri Ona anlattılar. Peygamberimiz onlara gidin Abdullah'a deyin ki, babasının evine girmesine müsaade etsin diye emir verdi. Adamlar Abdullah'a varıp durumu bildirince peygamberimizden emir geldiğine göre şimdi içeri girebilir dedi.
İnanç bağı kurulunca, aralarında kan ve soy akrabalığı bulunsun, bulunmasın, tüm müminler kardeştir. Ulu Allah bu ilkeyi sadece müminler kardeştir ayetinde kesin ve öncelik bildiren bir üslup ile açıklamıştır.
Yine yüce Allah şöyle buyuruyor:
İman ettikten sonra hicret edip Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar.
Bu dostluk ve yakınlık bağı nesilden nesile geçerek kuvvetli bir sevgi, samimiyet, dostluk ve dayanışma bağı ile bu ümmetin ilk neslini sonuncusuna bağlar. Ulu Allah buyuruyor ki:
Muhacirlerden önce Medineyi yurt ve iman barınağı edinenler, yurtlarına hicret edenleri severler. Muhacirlere verilen mallardan dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu meydana gelmez. Mallarına düşkün olsalar bile yine de cimriliğinden kendini koruyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.
Onların arkasından gelenler de ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki müminleri affet, müminlere karşı içimizde bir leke, bir çekememezlik duygusu barındırma, ey Rabbimiz, hiç şüphesiz sen esirgeyicisin, rahimsin.
Yüce Allah Müslümanlara daha önce geçmiş ve derin izler bırakmış olan Peygamberler kafilesini misal göstermektedir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
Nuh Rabbine seslenerek dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum ehlimdendir. Senin vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin.
Yüce Allah ona buyurdu: Ey Nuh! O senin ehlinden değildir, o iyi amel işlememiştir. Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi bana sorma. Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.
Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Bilmediğim bir konuda soru sormaktan sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani Rabbin İbrahimi bazı emir ve yasaklarla imtihan etti ve o da onların gereğini yerine getirdi. Allah, seni insanlara önder yapacağım, buyurdu. İbrahim, soyumdan gelenlerden de... dedi. Allah ona, zalimler benim taahhüdüme erişemezler buyurdu.
Yüce Allah buyuruyor ki:
Hani İbrahim dedi ki: Ey Rabbim! Bu beldeyi güvenli yap ve halkından Allah'a ve Ahiret gününe inananlara rızık olarak çeşitli meyveler ver. Allah şöyle buyurdu: Kafir olana da az rızık verir, sonra da onu cehennem azabı çekmeye zorlarım. Orası ne fena bir yerdir!
Hz. İbrahim (as.) sapık yolda ısrar ettiklerini görünce anasından ve babasından ayrılır. Allah (cc.) (bu konuda) şöyle buyuruyor: Sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan ayrılıp Allah'a dua ediyorum. Belki Allah'a yalvarmam sayesinde kötülerden olmam.
Yüce Allah İbrahimin ve kavminin güzel örnek olan yönlerini şöyle açıklıyor:
İbrahim de ve onunla beraber olanlarda sizin hesabınıza iyi örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Tek Allah'a inanmadıkça sizin ile aramızda düşmanlık ve kin vardır.
Ashab-i Kehfi meydana getiren gençler grubu, sırf Allah'ın dinine uymak için ailelerinden, kavimlerinden ve vatanlarından ayrılıp vatanlarında, aşiret ve aileleri içinde ona uygun bir zemin bulmakta sıkıntıya düşünce inançları ile birlikte Rablerine sığınıyorlar:
Biz sana onlar hakkında doğru bilgi veriyoruz. Bunlar Rablerine inanmış bir grup gençti, biz de onlara çok hidayet vermiştik. Ortaya çıkıp Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başka ilaha tapmayız, eğer taparsak o zaman saçma konuşmuş oluruz. Şu kavmimiz Onun dışında ilahlar edinmişler. Taptıkları hakkında açık delil getirseler ya! Allah'a yalan yere iftira eden kimseden kim daha zalim olabilir! deyince kalplerine metanet verdik. İçlerinden birisi onlardan ve onların Allah'ı bırakıp taptıkları putlardan ayrılınca mağaraya sığının. Umulur ki Rabbiniz size rahmetinden pay verir ve içinde bulunduğunuz sıkıntıda kolaylık verir.
Aralarında inanç ayrılığı meydana çıkınca Hz. Nuh ve Hz. Lut (selam üzerlerine olsun) eşlerinden ayrılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Allah kafirlere Nuhun eşi ile Lutun eşini örnek verir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun nikahı altında bulunurken eşlerine ihanet ettiler de onları kocaları Allah'ın hükmünden hiç bir şekilde kurtaramadı. Onlara öbür girenlerle birlikte siz de cehenneme girin denildi.
Firavunun eşi ise diğer yakadadır. Allah (cc.) buyuruyor:
Allah müminlere Firavunun eşini örnek verir. Hani Ya Rabbi! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni firavundan ve onun işlediklerinden kurtar, beni bu zalim kavimden kurtar demişti.
İşte böylece her türlü bağla ilgili örnekler artarda sıralanıyor. Babalık bağı Hz. Nuh olayında; evlatlık ve yurt bağı Hz. İbrahim olayında; aile, aşiret ve yurt bağları, hep birlikte Ashab-ı Kehf olayında; eşlik bağı da Hz. Nuh, Lut ve Firavun olaylarında
Yüce kafile, bağların ve ilişkilerin gerçekliği ve ilgili düşüncesini bu ümmete gelinceye kadar devam ettirdi. Bu ümmet, önünde zengin bir örnek ve tecrübe birikimi bulur. Onlar da Allah tarafından mümin ümmete gösterilen yolu devam ettirince inanç ayrılığı ortaya çıktığı ve temel bağ çözüldüğü zaman aynı aşiret ve aynı ev halkı ikiye bölündü. Ulu Allah müminlerin niteliği hakkında şöyle buyuruyor:
Allah'a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah'ı ve Onun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsin.
Allah bu kimselerin kalbine iman yazmış ve kendilerini katından bir rahmet ile desteklemiştir. Onları. Orada ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. İşte Allah'ın hizbi bunlardır. Hiç şüphesiz Allah'ın hizbi felaha ermiştir.
Hz. Muhammed (sa.) ile amcası Ebu Leheb, yine amcazadesi Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki bağ kopunca, muhacirler ev halkları ile akrabalarına karşı savaş açıp onlarla Bedir günü bilfiil çarpışınca, işte o zaman, inanç bağı muhacirler ile Medine Müslümanlarını birbirine bağlayarak onları aynı evin halkı ve kardeş haline getirdi. İnanç birliği sayesinde kabile, milliyet ve yurt taassubunu ortadan kalkarak Müslüman Araplarla kardeşleri Bizans asıllı Suheyb (ra.) arasında birlik ve kaynaşma meydana geldi.
Allah'ın Resulü (sa.) onlara bu çeşit asabiyetleri bırakın, çünkü onlar kokuşturucu kavramlardır diye buyurdu. Yine onlara: Asabiyet uğruna savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir diye buyurdu.
Böylece bu kokuşmuş kavramın fonksiyonu sona erdi, kan asabiyetinin fonksiyonu Öldü o nara, milliyet narası Silindi o leke, kavmiyet lekesi. Böylece insanlık, kan ve et kokusundan uzak, çamur ve toprak lekesinden sıyrılmış olarak yüce ufukların temiz havasını teneffüs etme imkanına kavuştu.
O günden beri hiçbir zaman Müslümanın yurdu belirli bir toprak parçası olmamıştır, onun yurdu Darül İslam olagelmiştir. Üzerinde inancının yürürlükte olduğu ve tek Allah'ın şeriatının egemen olduğu yurt Sinesine sığındığı, savunduğu, korunması uğruna ve sınırlarının gelişmesi için şehid olduğu yurt Orası İslamı din olarak kabul eden ve onun şeriatını Şeriat edinen herkes için Darül İslamdır. Orası, aynı zamanda, Müslüman olmasa bile, İslamiyeti sosyal düzen olarak tanıyan herkesin de vatanıdır. Dar-ül İslamda yaşayan ehl-i kitap gibi
Gerek Müslümana göre ve gerekse antlaşmalı zımmiye göre İslamın egemenliği altında bulunmayan ve üzerinde onun şeriatının yürürlükte olmadığı her toprak parçası Dar-ül Harbdir. Doğum yeri de olsa, kan ve soyca bağlı da olsa, Müslüman böyle bir toprak parçasına karşı savaşır.
İşte Peygamberimiz (sa.) bu şekilde, doğum yeri olduğu halde, ailesi, aşireti, evi, sahabelerin geride bıraktıkları ev ve malları orada bulunduğu halde Mekkeye karşı savaşmıştır. Bu şehir, İslama boyun eğinceye ve içinde onun şeriatı yürürlüğe girinceye kadar ne kendisi ne de ümmeti için İslam yurdu olmamıştır.
İşte İslam budur, yalnız bu. İslam ne sadece bir sözdür ve ne İslam yaftası takınan ve İslam unvanı taşıyan bir ülkede doğmak ve ne de ana-babası Müslüman olan bir ailenin soyca varisi olmaktır. Ulu Allah buyuruyor:
Hayır, hayır, Rabbin hakkı için, onlar seni aralarında doğan anlaşmazlıklarda hakem tutmadıkça, sonra da verdiğin hüküm karşısında hiç bir iç burukluğu duymadan tamamen teslim olmadıkça Mümin olamazlar.
İşte İslam sadece budur ve sırf böyle bir ülke İslam yurdudur. Ne toprak ve milliyet taassubu ne soy ve akrabalık taassubu Ne kabile ve aşiretçilik taassubu
İslam, bakışlarını semaya çevirebilsinler diye insanları toprak bağımlılıklarından kurtarmıştır. Onları kan kösteğinden de kurtarmıştır, hayvanlara ait bir köstekten, yüceliklere yükselebilsinler diye.
Müslümanın özlemini çektiği ve yabancılara karşı savunduğu vatan, bir toprak parçası değildir. Müslümanın benimsediği milliyet, herhangi bir egemenliğin milliyeti değildir. Müslümanın bağrına sığındığı ve dışarıya karşı savunduğu aşiret de kan akrabalığı değildir. Müslümanın iftihar duyup altında şehid olacağı bayrak, bir kavmin, ulusun bayrağı değildir. Müslümanın sevinç duyacağı ve karşılığında Allah'a şükredeceği zafer, herhangi bir ordu galibiyeti değildir. Onun zaferi Allahın tarif ettiği gibisidir.
Allah'ın zaferi ve fethi gelip de insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiğini görünce hamd ederek Rabbini tesbih et, hiç şüphesiz O tövbelerin kabul edicisidir.
Bu zafer, başka sancaklar altında değil, inanç sancağı altında kazanılan zaferdir. Başka amaçlar uğruna değil, Allah'ın dininin, Onun şeriatının zaferi için girişilen bir cihattır. Başka bir yurt için değil, belirtilen şartları taşıyan İslam Yurdu Dnun korunması uğruna verilen bir cihad ne ganimet ve ne de şöhret içinNe belirli bir toprağı ve ne de bir ulusu korumak için ne aile ve çocuk savunması için Yalnız onları Allah'ın dinine karşı belirecek bir fitneye karşı korumak için.
Rivayet edildiğine göre Ebu Musa (ra.) şöyle der:
Peygamberimize (sa.) kahramanlık uğruna mı, yoksa asabiyet uğruna mi, yoksa gösteriş uğruna savaşan kimse mi şehid olur diye sordular. Peygamberimiz şu cevabı verdi: Sadece Allah'ın sözü yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolunda şehittir.
Sadece bu durumda şehid olunur, yoksa tek amaç olan Allah'tan başka herhangi bir amaç uğruna girişilen hiçbir savaşta ölerek değil.
Müslümana inancı yüzünden savaş açılan, dinin alıkoyduğu, şeriatın uygulanmasına engel olunan her yer Dar-ül Harbdir. İsterse ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticaret müessesesi orada bulunsun. Buna karşılık inancının geçerli olduğu, şeriatının yürürlükte tutulduğu her yer İslam Yurdudur. Ailesi, aşireti, kavmi orada oturmasa ve ticari müessesesi orada bulunmasa bile
Vatan, inancın, hayat tarzının ve Allah'tan gelen şeriatın egemen olduğu bir yurttur. İnsana yaraşan vatanın manası budur. Milliyet, inanç ve hayat tarzıdır. İnsanlara yaraşan bağ ve birleşme gerekçesi budur.
Aşiret, kabile, ulus, milliyet, renk ve toprak asabiyeti, basit ve geri kalmışlık alameti olan bir asabiyettir. İnsanlığın manevi çöküntü dönemlerinde tanıdığı bir cahiliye taassubudur. Bu tiksindirici ve iğrenç niteliğinden dolayı Peygamberimiz (sa.) onu kokuşmuş diye vasıflandırmıştır.
Yahudiler kavim ve milliyet olarak Allahın halkı olduklarını ileri sürünce ulu Allah bu iddialarını reddederek birbiri peşi sıra gelip geçen nesillere, kavim, ulus, milliyet ve yurt farklılıklarına rağmen değer ölçüsü olarak sadece imanı göstermiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Yahudiler ve Hıristiyanlar, Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki hidayete eresiniz derler. Onlara de ki, tersine, din, dosdoğru yol olan İbrahimin dinidir. O müşriklerden değildi.
Ey müminler, Allah'a; bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Yakubun soyundan gelen, Peygamberlere indirilene ve Musa'ya, İsa'ya verilene ve Allah tarafından peygamberlere verilenlere inanıyoruz. Peygamberlerin hiç birini diğerinden ayrı tutmayız, biz Ona teslim olmuşuz deyiniz.
Eğer ehli kitap sizin gibi inanırlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, onlar mutlaka kötü yoldadırlar. Hiç şüphesiz Allah onların haklarından gelecektir. O işitici ve bilicidir. Bu Allah'ın boyasıdır. Allah'tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz Onun kulları olduğumuza inanmışız.
Gerçekten Allah tarafından seçilmiş halka gelince, o, milliyet, ulus, kavim, renk ve yurt ayrılığına rağmen Allah'ın sancağı altında bir araya gelen Müslüman ümmettir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:
İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a inanırsınız
Dilimlerinden birinin başında Arap asıllı Ebu Bekir'in, öbürünün başında Habeş asıllı Bilal'in, diğerinin önünde Bizans asıllı Suheyb'in, bir başkasının önünde İran asıllı Selman'ın ve diğer değerli kardeşlerinin bulunduğu ve birbiri peşi sıra gelen nesiller boyunca bu parlak uygulamayı devam ettiren bir ümmet bu. Orada milliyet, inanç; vatan Dar-ül İslam (İslam Yurdu)egemen güç, sadece Allah ve temel yasa da sırf Kurân'dır.
Yurt, ulus, milliyet ve akrabalık hakkında, Allah yoluna çağıranların gönüllerine böylesine yüce bir düşüncenin egemen olması gerekir. Bu düşünce o kadar açık olmalıdır ki, içine hiç bir yabancı cahiliye unsuru karışmamalıdır. Ne toprak şirki, ne milliyet şirki, ne ulus şirki, ne kavmiyet şirki, ne soy şirki ve ne de basit yakın akrabalık menfaatleri şirki. Bunların tümünü Yüce Allah terazinin bir kefesine koyarak aynı ayette açıklamakta ve iman ile onun gereklerini de öbür kefeye koyarak tercih hakkını insanlara bırakmaktadır. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:
De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaret piyasası ve hoşunuza giden evler sizin için Allah'tan, Onun Resulünden ve Onun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise Allah'ın sizin ile ilgili hükmünün gerçekleşmesini bekleyiniz. Allah fasıklar güruhuna hidayet vermez.
Bunun gibi, Allah yoluna davet edenlerin kalplerinde cahiliyenin ve İslamın gerçek vasfı, İslam yurdu ile harp yurdunun niteliği konusunda bir takım sathi şüpheler ve yanılgılar bulunmamalıdır. Onların düşüncelerine ve kesin inançlarına bu noktalardan çok sızmalar olabilir. Allah'ın egemenliğini tanımayan ve Onun şeriatının uygulanmadığı hiçbir yerde İslam yoktur. Yaşama tarzı ile ve hukuk sistemi ile İslamın yürürlükte olduğu yer dışında hiçbir yer İslam Yurdu değildir. İmanın ötesinde sırf küfür vardır. İslamın ötesindeki her şey cahiliyedir. Haktan sonra dalaletten başka bir şey yoktur.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.
Popüler Yayınlar
-
Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir....
-
“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.” — Maksim Gorki, Ana (1906) Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz hab...
-
Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi t...
-
İçinde bulunduğumuz çağ, pek çok unvanla anıldı: teknoloji çağı, bilgi çağı, hız çağı… Ama eğer hakikatin kalemiyle yazılacak olursa, bu ça...
-
EK-5 Kararı: Hukuk ile Diplomasi Arasında EK-5 Listesi: Resmî Karar, Diplomatik Zamanlama ve Türkiye’nin Stratejik İkilemi ABD'den çok ...
-
İnsanlığın Sessiz Dengesine Dair İnsan… Kâinatın en gizemli aynası. Görünürde bir bedenden ibaret gibi dursa da derinlerde bir deniz taşır...
-
Bir İnsanlık EMAR’ı Üzerine Derin Bir Okuma İnsan, anlamın kıyısında doğar ama çoğu kez anlamın merkezine hiç ulaşamaz. Çünkü doğmakla yaş...
-
Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “ Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi ” diyordu. Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz ...
-
Suriye iç savaşı, yalnızca bölgesel güç dengelerini değiştiren bir çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihine kara bir leke ...
-
İnsanlık, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren hem kendini hem de kendini aşan bir kudreti anlamlandırma çabasıyla yüzleşmiştir. Bu çaba,...
Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK
Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
Senin rabbin sana senden yakın.....
omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."
kelebek gibi hafif olun dünyada
Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla
çöllerden geçerek varılır havuzun başına!