Bu Blogda Ara

14 Mart 2025 Cuma

Toplumsal Normlar Bireysel Özgürlükler ve Mahremiyet Üzerine Sosyolojik Bir Analiz

 


Toplum, bireylerin bir arada yaşadığı ve ortak normlar, değerler ve kurallar çerçevesinde hareket ettiği bir yapıdır. Bu yapı, tarih boyunca değişim göstermiş, farklı dönemlerde farklı ahlaki ve etik anlayışlar ortaya çıkmıştır. Günümüzde bireysel özgürlükler, mahremiyet ve toplumsal normlar arasındaki denge yeniden tartışılmaktadır. Özellikle giyim ve bedenin kamusal alandaki temsili, farklı kültürlerde farklı şekillerde algılanmaktadır. Bu yazıda, toplumların ahlaki normları ve bireysel özgürlükleri nasıl şekillendirdiği üzerine sosyolojik bir analiz yapacağım.

Toplum ve Ahlaki Normlar

Toplumda ahlaki normlar, genellikle ortak değerlerden, dinî inançlardan ve kültürel geleneklerden beslenir. Kimi toplumlarda muhafazakâr değerler baskınken, kimilerinde daha serbest normlar benimsenmiştir. Tarih boyunca giyim, toplumların ahlaki normlarıyla doğrudan ilişkilendirilmiş, çıplaklık veya mahremiyet kavramları belli çerçeveler içinde değerlendirilmiştir.

Örneğin, Viktorya dönemi İngiltere’sinde kadınların bedenlerini büyük ölçüde örten kıyafetler giymesi norm haline gelmişken, antik Yunan’da çıplaklık spor ve sanatın doğal bir parçası olarak görülmüştür. Benzer şekilde, İslam kültürlerinde örtünme, dini bir yükümlülük ve ahlaki bir norm olarak benimsenirken, Batı'daki bazı modern toplumlarda bireysel tercihler ön plana çıkmaktadır.

Ancak, modern dünyada bireyselleşme süreciyle birlikte, ahlaki normlar yerini daha subjektif değerlendirmelere bırakmaktadır. Kimi bireyler toplumsal normlara uyarken, kimileri de bunlara karşı çıkmakta ve özgün kimliklerini oluşturmayı tercih etmektedir.

Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Mahremiyet Algısı

Türkiye, Doğu ve Batı kültürlerinin kesiştiği bir ülke olarak toplumsal normlar açısından sürekli bir değişim içerisindedir. Geleneksel değerlere sahip muhafazakâr kesimler ile daha özgürlükçü bireyler arasında zaman zaman çatışmalar yaşanmaktadır. Özellikle son yıllarda sosyal medya, popüler kültür ve küreselleşmenin etkisiyle mahremiyet ve bireysel özgürlükler konusunda ciddi değişimler meydana gelmiştir.

Bir zamanlar aile yapısının ve mahremiyetin ön planda olduğu Türkiye’de, bugün sosyal medyanın etkisiyle özel hayatın kamusal alanda sergilenmesi yaygın hale gelmiştir. Eskiden yatak odalarına ait olduğu düşünülen özel görüntüler, TikTok, Instagram gibi platformlar aracılığıyla normalleştirilmeye başlanmış, bu da toplumun değer yargılarında büyük bir değişime yol açmıştır. Örneğin, gençler arasında popülerleşen "fenomen kültürü" sayesinde, mahremiyet sınırları giderek daha belirsiz hale gelmiş, özel hayatın ifşa edilmesi adeta bir norm haline gelmiştir.

Türkiye’de Sosyal Medyanın Toplumsal Yapıyı Etkilemesi

Türkiye’de sosyal medyanın hızla yaygınlaşması, bireylerin mahremiyet algısını ciddi şekilde değiştirmiştir. Eskiden sadece bireyin yakın çevresiyle paylaştığı anılar, bugün milyonlarca insanın erişebileceği platformlarda sergilenmektedir. Örneğin, YouTube ve TikTok gibi platformlarda aile içi ilişkilerin, romantik anların veya tartışmaların kamuya açık şekilde paylaşılması, bireysel özgürlüğün sınırlarını aşarak toplumsal değerleri etkilemektedir.

Bunun en büyük örneklerinden biri, fenomen olarak anılan kişilerin paylaşımlarında mahrem alanlarını teşhir etmeleri ve bunun gençler arasında bir "trend" haline gelmesidir. Genç nesiller, beğeni ve takipçi kazanma uğruna sınırları zorlamakta, özel hayatlarını tamamen kamuoyuna açmaktadır. Bunun sonucunda, geleneksel aile yapısının zayıflaması ve mahremiyet kavramının içinin boşaltılması gibi olgular ortaya çıkmaktadır.

Toplumsal Normların Hızlı Değişimi ve Etkileri

Türkiye’de özellikle 2000’li yıllardan itibaren yaşanan hızlı değişim, bireylerin geleneksel ahlaki normlara bakış açısını da etkilemiştir. Bir zamanlar tabu olan konular, bugün rahatlıkla konuşulabilmekte ve hatta teşvik edilmektedir. Örneğin, televizyon programlarında ve dijital platformlarda mahremiyet sınırlarını aşan içeriklerin artması, toplumun bu tür içeriklere olan duyarlılığını da azaltmaktadır.

Ayrıca, dijital medya platformlarının özgürlüğü teşvik eden yapısı, bireylerin etik sınırları göz ardı etmesine neden olabilmektedir. Örneğin, Türkiye'de yayınlanan bazı realite şovlar ve magazin programları, toplumun değer yargılarını doğrudan etkileyerek mahremiyetin ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Bu tür programlar, bireylerin özel hayatlarını kamuya açmalarını teşvik ederek, geleneksel aile yapısına ve toplumsal değerlere zarar verebilmektedir.

Özgürlük ve Toplumsal Sorumluluk Dengesi

Toplumun huzur içinde varlığını sürdürebilmesi için özgürlüklerin sorumlulukla dengelenmesi gerekir. Kimi bireyler, özgürlük adı altında başkalarını rahatsız edebilecek tavırlar sergileyebilirken, kimi bireyler de toplumsal baskılar nedeniyle özgürlüklerinden feragat edebilir. Burada önemli olan, bireyin kendi özgürlüğünü kullanırken, toplumsal dengeyi nasıl sağladığıdır.

Örneğin, Japonya gibi bazı toplumlarda bireylerin toplumsal düzeni bozabilecek giyim tarzlarından kaçınmaları beklenirken, ABD gibi bireysel hak ve özgürlüklerin ön planda olduğu toplumlarda bireyler kıyafet seçiminde çok daha serbesttir. Ancak her iki toplumda da bireylerin birbirine karşı saygılı olması, toplumsal huzurun korunması açısından önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, bireysel özgürlükler ve toplumsal normlar arasındaki ilişki karmaşıktır ve sürekli olarak değişime açıktır. Giyim ve beden algısı, bireyin kendini ifade etme biçimi olabilirken, toplumsal düzeni de doğrudan etkileyebilir. Türkiye özelinde ele alındığında, sosyal medya ve küreselleşmenin etkisiyle mahremiyet kavramının giderek değiştiği ve bireylerin özel hayatlarını kamuya açmalarının normalleştiği gözlemlenmektedir.

Bu süreçte önemli olan, herkesin kendini ifade ederken aynı zamanda toplumsal sorumluluklarını da göz önünde bulundurmasıdır. Özgürlük ve sorumluluk arasındaki denge, daha sağlıklı ve uyumlu bir toplumun inşası için hayati bir unsurdur. Mahremiyetin korunması ve bireysel özgürlüklerin etik çerçevede değerlendirilmesi, gelecekte toplumların daha bilinçli hareket etmesini sağlayacaktır.


Bahadır Hataylı/2025/Sancaktepe/İST

11 Mart 2025 Salı

Böl ve Yönet-Şeytani Plan


(Emperyalizmin Mezhep savaşları üzerinden Halkları kontrol etme Stratejisi)

Orta Doğu, tarih boyunca büyük güçlerin satranç tahtası olmuştur. Burada sınırlar cetvelle çizilmemiştir; kanla, ihanetle, direnişle belirlenmiştir. Bugün Şam’ın düşüşü sonrası yaşananlar da, geçmişte Irak’ta, Lübnan’da ve daha önce Osmanlı’nın çöküşü sürecinde sahnelenen oyunların devamıdır. ABD, İsrail ve Batılı müttefikleri, halkları birbirine düşürerek kendi çıkarlarını güvence altına almanın en etkili yolunun "mezhep savaşı" olduğunu defalarca kanıtlamıştır.

Suriye’de, Irak’ta ve bölgenin diğer parçalarında tanık olduğumuz mezhep savaşları, aslında halkların kendi doğal süreçleriyle gelişmiş çatışmalar değildir. Bunlar, dış müdahalelerle kışkırtılan, istihbarat örgütleri tarafından organize edilen, finansal desteklerle beslenen planlı savaşlardır. Bu yazıda, emperyalizmin mezhep çatışmalarını nasıl bir silah olarak kullandığını, bunun hangi araçlarla sürdürüldüğünü ve bu stratejinin kimlere hizmet ettiğini somut örneklerle ele alacağım.

I. Emperyalizmin Mezhep Silahı-Tarihsel Arka plan

Mezhepçilik, Orta Doğu halklarının genlerinde olan bir düşmanlık değildir. Tarih boyunca Şii ve Sünni Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar, Araplar, Kürtler ve Türkmenler yan yana yaşamış, hatta aynı safta savaşmıştır. Ancak emperyalizm, bu birliği bozarak kontrolü sağlamak için mezhep ve etnik farklılıkları birer patlayıcı mekanizmaya dönüştürmüştür.

Osmanlı Devleti'nin yıkılışıyla birlikte İngilizler ve Fransızlar, bölgede suni sınırlar çizerek halkları bölme politikasını hayata geçirdiler. Mezhep ayrılıklarını derinleştirmek, azınlıkları yönetimde kullanarak çoğunluğu baskılamak, halklar arasında düşmanlık yaratıp sürekli bir istikrarsızlık ortamı oluşturmak, emperyalizmin “Böl ve Yönet” stratejisinin temel unsurlarıydı.

Bu strateji, 20. yüzyılda İngiltere ve Fransa’nın politikalarıyla şekillenirken, 21. yüzyılda ABD ve İsrail’in eliyle uygulanmaya devam etmektedir. Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da ve Yemen’de yaşanan mezhep savaşları, büyük ölçüde dış güçlerin desteklediği bir kışkırtma sonucunda başlamış ve devam ettirilmiştir.

II. Suriye-Bölgede Emperyalist Planların Son Halkası

Şam’ın düşüşü sonrası yaşananlar, tam anlamıyla bir güç boşluğunun nasıl istismar edildiğinin göstergesidir. Suriye’de iç savaşın başından beri Batı ve İsrail destekli grupların mezhepçiliği körüklediğini biliyoruz. Bunun en bariz örnekleri şunlardır:

1. İsrail’in Suriye’deki Stratejisi: İç Savaşı Sürekli Devam Ettirmek

İsrail’in Orta Doğu politikası, hiçbir zaman barış üzerine kurulmamıştır. İsrail’in güvenliği, çevresindeki Arap devletlerinin sürekli bir iç savaş içinde olmasıyla garanti altına alınmaktadır. Bu nedenle İsrail, Suriye’de iç savaşın devam etmesini istemektedir.

Şam’ın düşüşü sonrası HTŞ’nin İsrail’in sınırına kadar ilerlemesine göz yumması ve hatta sessiz destek vermesi, emperyalizmin nasıl çalıştığını gösteren en net örneklerden biridir. İsrail, Suriye’de kimin iktidara geldiğinden ziyade, Suriye’nin parçalanmasını ve hiçbir zaman güçlü bir devlet olarak yeniden doğmamasını istemektedir.

İsrail’in doğrudan rolü şunlardır:

HTŞ ve diğer radikal unsurlara dolaylı yoldan destek sağlamak,

İran ve Hizbullah hedeflerini bombalayarak mezhep savaşlarını körüklemek,

Batı medyası üzerinden Suriye’deki çatışmaları sürekli olarak mezhep ekseninde göstermek.

2. ABD ve İngiltere’nin Mezhep Kışkırtmaları

ABD’nin bölgedeki varlığı, “Terörle Mücadele” kılıfıyla meşrulaştırılsa da, asıl amacı istikrarsızlık yaratmaktır. ABD, Irak’ta ve Suriye’de yaptığı gibi, önce mezhep savaşlarını kışkırtarak halkları birbirine düşürmüş, sonra da çözüm için askeri müdahalelerde bulunmuştur.

ABD’nin Suriye’deki Mezhep Stratejisi:

DAEŞ ve HTŞ gibi grupları sahaya sürerek Sünni-Şii savaşlarını kışkırtmak,

Kürt grupları destekleyerek Arap-Kürt düşmanlığını beslemek,

Suriye hükümetini İran ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle sürekli tehdit etmek.

3. Körfez Ülkelerinin Rolü-Parayla Satın Alınan Savaş

Körfez ülkeleri (Suudi Arabistan, BAE, Katar), Batı’nın Orta Doğu’daki taşeronları olarak mezhep savaşlarının finansörlüğünü üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın Vahhabi ideolojisini yaymak için bölgedeki Sünni aşiretleri silahlandırması, Katar’ın bazı radikal grupları fonlaması, İran’la olan rekabetin bir yansımasıdır.

Körfez Ülkelerinin Desteklediği Stratejiler:

Aşiretler üzerinden Sünni-Şii ayrımını derinleştirmek,

Selefi gruplara finans sağlamak,

Suriye ve Irak’ta İran’a karşı vekalet savaşı yürütmek.

III. Mezhep Savaşları Küresel Emperyalizmin Anahtarı 

Tarih boyunca emperyalist güçler, halkları birbirine düşürerek yönetmeyi tercih etmiştir. Suriye’de yaşananlar da bu stratejinin devamıdır. ABD ve İsrail, bölgede asla güçlü bir Arap birliği istememektedir. Çünkü güçlü bir Arap dünyası, İsrail’in ve Batı’nın çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Irak’ta, 2003’te ABD işgali sonrası yaşanan mezhep savaşlarının aynısı bugün Suriye’de sahnelenmektedir. ABD ve İsrail’in, Şii-Sünni çatışmalarını körükleyerek bölgedeki halkları birbirine düşürmesi tesadüf değildir.

Örnekler:

1. Irak’ta Camii Bombalamaları

2003 sonrası Şii ve Sünniler birlikte ABD’ye karşı gösteriler düzenlerken, Şii camilerinde bombalamalar başladı.

Bu saldırılar, mezhep savaşlarının başlamasını sağladı.

2. Suriye’de Alevilere Yönelik Katliamlar

Şam’ın düşüşünden sonra Alevilere yönelik saldırılar başladı.

Amaç, Sünni halkı Alevilere düşman etmek ve bir iç savaş yaratmaktı.

 Mezhepçiliğe Karşı Gerçek Direniş 

Emperyalizm, halkları dini ve etnik kimlikleri üzerinden bölerek zayıflatmayı amaçlamaktadır. Bu oyunları bozmanın tek yolu, halkların birlik olması ve emperyalizmin kışkırtmalarına karşı bilinçlenmesidir.

Mezhep savaşlarının kazananı hiçbir zaman halklar olmaz; kazanan daima emperyalizmdir. Suriye’de, Irak’ta ve Orta Doğu’nun tamamında barış ve istikrar ancak mezhep çatışmalarına karşı ortak bir bilinç geliştirilerek sağlanabilir.

 Uyanık Olalım, Oyuna Gelmeyelim

Tarih boyunca emperyalist güçler, bölgeleri sömürmek ve kendi çıkarlarına hizmet eden düzenleri kurmak için toplumsal fay hatlarını kaşımaktan geri durmadılar. Bugün Hatay'da ve bölgenin geneline yayılmak istenen provokasyonlar da aynı senaryonun farklı bir perdesidir. Bu girişimler sadece spontane çıkan olaylar değil, aksine uzun süredir planlanan ve hedefleri bölgeyi çatışma ortamına sürüklemek olan şeytanı oyunlardır. Çünkü Hatay, sadece coğrafi bir bölge değil, aynı zamanda tarih boyunca bir arada yaşamın, kardeşliğin ve farklılıkların uyumunun önemli bir simgesi olmuştur. Ancak, bu farklılıkları bir ayrılık ve kaos aracı olarak kullanmak isteyen Siyonizm ve onun görünmeyen elleri, bölgede kargaşa çıkarmak adına büyük bir oyun içindedir.

Hatay'ın kritik konumu ve tarihi mirası, emperyalist güçlerin her zaman ilgisini çekmiştir. Bilhassa Siyonist projeler açısından Hatay, Ege'den Mezopotamya'ya kadar uzanan büyük bir planın son kalelerinden biri olarak görülmektedir. Bu nedenle, bölgede huzurun sarsılması ve halklar arasında fitne tohumları ekilmesi için sistematik bir çaba gösterilmektedir. Hatay’ın dinî ve etnik farklılıkları bahane edilerek tahrikler yapılmakta, Lazkiye ve kırsal bölgelerinde bölgesel çatışmaları tetikleyerek, şehir halkını çığırından çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bu planların amacı, Hatay’ın toplumsal dengesini bozmaktan öte, tüm Türkiye’yi derinden sarsacak bir kaos oluşturmaktır.

Bu noktada, bölge halkına ve tüm Türkiye’ye büyük bir sorumluluk düşmektedir. Herkes bilmelidir ki, çıkan olaylar salt bir protesto veya sözde demokratik taleplerin dile getirildiği masum eylemler değildir. Arkasında büyük bir strateji vardır ve bu strateji, insanın özgür iradesini manipüle eden derin hesapları içermektedir. Hiçbir öldürmenin tarafı değiliz ve haksızlığı asla savunmuyoruz. Ancak, bu olayları kimin organize ettiğini ve hangi emellere hizmet ettiğini iyi anlamak zorundayız. Siyonizm'in bölgede kargaşa çıkartmak ve Türkiye’yi çökertmek için uyguladığı bu oyunlara karşı gözümüzü açmalı, millet olarak birliğimizi bozmadan hareket etmeliyiz.

Özellikle siyasi partilere de büyük bir sorumluluk düşmektedir. Hiçbir parti, Hatay’daki bu olayları kendi ideolojileri veya seçim stratejileri için kullanmamalıdır. Halkın birliğini bozacak her türlü siyasi manipülasyondan kaçınılmalıdır. Çünkü Hatay, herhangi bir partinin seçim kampanyasından öte, bütün bir milletin geleceğini ilgilendiren bir konudur. Seçimler gelir geçer, ancak toplumsal huzurun bir kez bozulması, onarılamaz yaralar açar. Bu nedenle, Hatay’daki halkımız bu oyunlara gelmemeli, nifak tohumlarını besleyen değil, yangına su döken olmalıdır.

Bölgenin, mezhepçilik üzerinden bölünmeye çalışıldığını, bu ayrışmanın bütün Ortadoğu’da nasıl bir kan dökülmesine sebep olduğunu gördük ve görmeye de devam ediyoruz. Irak, Suriye ve Yemen gibi bölgelerde başlayan ve halkı mezhepler temelinde birbirine düşman eden oyunların aynısını Hatay’da da sahnelemek isteyenlere karşı, birlik ve beraberlik içinde olmamız şarttır. Aksi halde, kardeş kanını akıtmak için sırtlan gibi bekleyenlerin tuzağına düşeriz.

Bu nedenle, tüm hemşerilerimize çağrımızdır: Fitneye, provokasyona ve emperyalist güçlerin oyunlarına gelmeyelim. Hangi görüşte olursak olalım, hangi kimlikten gelirsek gelelim, en önemli şeyin birliğimiz ve huzurumuz olduğunu unutmayalım. Siyonizm'in emellerini kursağında bırakacak en büyük silah, halkın sağduyu, kardeşliği ve dirayetidir. Uyanık olalım ve direnişimizi insani temeller üzerinden, akıl ve vicdanla verelim.

Erol Kekeç/10.03.2025/Namazgah-Çamlıca/İST

10 Mart 2025 Pazartesi

Yaşamaya Değecek Bir Kavga Ölmeye Değecek Bir Sevda

Hayat, bazılarının gözünde rastgele akan bir nehir gibi süregelir. Kimileri içinse o, ya yaşamaya değecek bir kavga ya da ölmeye değecek bir sevda uğruna harcanması gereken en değerli sermayedir. İnsan, boşluğa savrulmuş bir toz tanesi değildir. Onun ruhunda mücadele etme kudreti ve sevebilme yetisi vardır. İşte bu ikisi –mücadele ve sevda– bir insanın gerçek anlamda var olmasını sağlayan iki temel unsurdur.

Bazıları için hayat, yalnızca nefes alıp vermekten ibarettir. Sabah uyanır, yemek yer, işe gider, akşam eve döner, uyur… Yıllar boyu devam eden bu döngü içinde kendi sesini duymaktan aciz kalır. Fakat bazıları vardır ki, bir amacı olmadan yaşamayı ölümden farksız görür. Onlar, bir dava uğruna mücadele etmeyi veya bir sevda uğruna yanmayı bilirler. Çünkü insan, gerçekten yaşamak istiyorsa, yüreğinde bir kavga taşımalı ya da kalbinde ölümsüz bir sevdanın ateşini yakmalıdır.

Kavga Hayatı Anlamlı Kılan Direniş

İnsanın ruhu, mücadele ederek şekillenir. Tarihe baktığımızda, gerçekten iz bırakan herkesin bir kavgası olduğunu görürüz. Kimisi adalet uğruna savaşmış, kimisi zulme karşı direnmiş, kimisi ilim ve hakikat peşinde koşmuş, kimisi de insanlığı bir adım ileriye taşıyan keşifler yapmıştır. Ama hepsinin ortak noktası, onların boşlukta sürüklenmeyi reddetmeleri ve bir amaca sıkı sıkıya sarılmalarıdır.

Bir insanın kavgası, illa ki kılıçlarla, silahlarla ya da sokaklarda olmasına gerek yoktur. Asıl büyük savaş, insanın kendi iç dünyasında verdiği mücadeledir. Kimileri, kendi nefsine karşı mücadele eder. Kimileri cehalete karşı. Kimileri de haksızlıklara, zulme, yoksulluğa ve umutsuzluğa karşı. Önemli olan, insanın neyin mücadelesini verdiğini bilmesi ve ona tüm benliğiyle sarılmasıdır.

Bir öğretmen, cehalete karşı verdiği savaşla bir milletin kaderini değiştirebilir. Bir doktor, bir insanı yaşatarak dünyayı daha iyi bir yer yapabilir. Bir sanatçı, kalemiyle, fırçasıyla, melodisiyle insan ruhuna dokunarak ona yeni ufuklar açabilir. Bir anne, evladını iyiliğe, dürüstlüğe ve vicdana yönlendirerek, nesillerin kaderini değiştirebilir. Yani kavga, bazen bir toplumu sarsan büyük olaylarda, bazen de sessizce verilen bir mücadelede gizlidir.

Fakat mücadele etmek yürek ister. Rahata alışmış, konforundan ödün vermeyen, rüzgârın estiği yöne savrulan insanlar, gerçek bir kavganın içinde olamazlar. Çünkü her kavga, fedakârlık gerektirir. Bazen uyumadığınız geceler, bazen aç kaldığınız günler, bazen yalnızlığı göze almak ve bazen de acıya göğüs germek gerekir. Ama sonunda, uğruna mücadele ettiğiniz şeyin değerine ulaştığınızda, çektiğiniz her çilenin, verdiğiniz her mücadelenin hakkını aldığınızı anlarsınız.

Kavgasız bir hayat, rotasız bir gemi gibidir. Nereye gittiği belli değildir ve sonunda bir kayaya çarparak yok olur. Fakat bir kavganız varsa, yönünüzü bilirsiniz. Dalgalar sizi savursa da, fırtınalar önünüzü kapatsa da, denizin karanlığında ilerlemeye devam edersiniz. Çünkü bilirsiniz ki, bu mücadele sizin var oluş sebebinizdir.

Sevda Hayatı Sonsuz Kılan Ateş

Eğer yaşamak için bir kavganız yoksa, ölmeye değecek bir sevdanız olmalı. Sevda, insana en büyük gücü veren duygudur. Çünkü sevda, insanın içindeki en derin anlam arayışıdır. Sadece romantik bir aşk değil, ilahi bir aşk, bir ideale duyulan bağlılık, insanlığa karşı hissedilen derin bir sevgi de olabilir.

Sevda olmadan insan, mekanik bir varlığa dönüşür. Yaptıkları, yalnızca bir zorunluluktan ibaret kalır. Fakat insan gerçekten sevdiğinde, içinde bir ateş yanar. O ateş bazen bir insana, bazen bir fikre, bazen de tüm evrene karşı duyulan büyük bir bağlılık olur.

Aşk uğruna şehirler terk edilmiştir. İdealler uğruna canlar verilmiştir. Sevda uğruna şiirler yazılmış, dağlar aşılmış, denizler geçilmiştir. Çünkü sevda, insanı harekete geçiren en büyük güçtür.

Sevda, bazen bir insana olan derin bağlılıktır. Sevdiğin biri için kendinden vazgeçmek, onun mutluluğu için elinden geleni yapmak… Ama sevda sadece bir insana duyulan aşk değildir. Sevda, bazen vatan için fedakârlık yapmaktır. Bazen inanç uğruna her türlü zorluğa göğüs germektir. Bazen bir sanat eserine, bazen bir düşünceye, bazen de insanlığa duyulan büyük bir sevgidir.

Fakat sevdanın da bir bedeli vardır. Gerçekten seven kişi, fedakârlık yapar. Canından bile vazgeçebilir. Çünkü onun için sevda, bir varlık sebebidir. Gerçek sevda, insanı yüceltir. Ona güç verir. Onu, sıradanlıktan kurtarır ve adını sonsuzluğa yazdırır.

Eğer uğruna ölebileceğin bir sevdan yoksa, hayatın boş bir çerçeveden farksızdır. Fakat sevdan varsa, ömrün boyunca yanacak bir ışığın olur. O ışık seni aydınlatır, seni besler, seni var eder. Ve ölüm geldiğinde bile, adın silinmez. Çünkü sevda, insanı ölümsüz kılan en büyük mirastır.

Mücadele ve Sevda Hayatın İki Kanadı

Gerçek bir hayat, ancak mücadele ve sevda ile yaşanır. Eğer yalnızca mücadele ederseniz, ruhunuz katılaşır. Eğer yalnızca severseniz, mücadele etmeyecek kadar zayıf düşersiniz. Ama ikisini bir arada taşıyan bir insan, gerçekten yaşamış demektir.

Bir mücadele içinde olan kişi, sevdaya sahip olduğu sürece asla vazgeçmez. Çünkü bilir ki, uğruna savaştığı şey sadece bir zafer değil, aynı zamanda sevdiği bir şeydir. Aynı şekilde, gerçek bir sevda taşıyan kişi, o sevdayı koruyabilmek için savaşmak zorunda olduğunu anlar.

Düşünün ki, büyük âşıklar, büyük âlimler, büyük savaşçılar… Hepsi ya yaşamaya değecek bir kavga vermiş ya da ölmeye değecek bir sevdaya tutulmuş insanlardır. Onlar, hayatlarını anlamlı kılacak bir yol bulmuşlardır. Ve onların isimleri, çağlar boyunca unutulmamıştır.

Bugün, etrafınıza baktığınızda, kendinize şu soruyu sorun: Yaşamaya değecek bir kavganız var mı? Ölmeye değecek bir sevdanız var mı? Eğer bu sorulara yanıt veremiyorsanız, hayatınızı yeniden gözden geçirmenin zamanı gelmiş demektir. Çünkü insan, ancak gerçekten yaşadığı zaman, hayata bir anlam katar. Ve ancak sevdiği ya da uğruna mücadele ettiği şeyle, kendi ölümsüzlüğünü yaratır.

Hayatın anlamı, bu iki kelimenin içinde saklıdır: Kavga ve sevda. Eğer birini bile hayatınıza katabilirseniz, ölümsüzlüğe bir adım atmışsınız demektir. Ama eğer ikisini birden taşıyorsanız, işte o zaman gerçekten yaşamışsınız demektir.

Erol Kekeç/10.03.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!