Bu Blogda Ara

10 Ocak 2025 Cuma

Hayat Ve Ölüm

 

Para ile satın alınan sadakat, daha fazla para ile de satılır. Bu, insanlık tarihinin acı bir gerçeği ve insan doğasının çıplak gerçekliğidir. Sadakat, adından da anlaşılacağı gibi çoğu zaman bir bağlılık duygusu olarak kabul edilir. Ama bu bağlılığın temelinde ne vardır? Bir çıkar mı, yoksa sırf bir değer mi? Eğer bu bağlılık kısa vadeli çıkarların bir ürünü ise, daha büyük çıkarlar ortaya çıktığında ne olur? İşte tam da bu nedenle, insanın sadakati para ile müzakere edilebiliyorsa, bu sadakatin her zaman satılabilir olduğunu bilmek gerekir.

Başlayan her şey biter. Bu sade bir söz gibi görünse de, aslında yaşamın derin bir hakikatidir. Doğa, insanlar, gökyüzü, evren… Hepsi bir döngü içerisindedir ve döngü, bir sonla nihayete erer. Ama bu bitim, her zaman bir trajedi midir? Yoksa yeni bir başlangıcının habercisi mi? İnsanlar genelde sonların kederine kapılır; ama o sonun ardında yeni bir kapının açılıp açılmayacağını düşünmez. Başlayan her şey biter, evet, ama biten her şeyin ardından yeni bir şey başlar.

Büyük bir servet, büyük bir köleliktir. Bu, çoğu insanın fark edemediği bir paradokstur. Servet sahibi olmak özgürlük gibi algılanır; ama aslında öyle midir? Servet, sahip olan kişiyi koruma, arttırma ve yitirme korkularıyla zincire vurur. O kadar büyük bir sorumluluk yükler ki, insan kendi özgürlüğünü feda eder. Servetin gerçek anlamını sorgulamak gerekir. İnsanı mutlu eden servet mi, yoksa anlamlı bir yaşam mı?

Ölüm, bazen ceza, bazen bir armağan, çoğu zaman da bir lütuftur. Bu cümle, insan yaşamına dair çok çelişkili ama bir o kadar da gerçek bir durumu dile getiriyor. Bir insanın yaşamı son bulduğunda, gerçek anlamda ne sona erer? Bir trajedi mi, yoksa insanın çektiklerinden kurtuluşu mu? Tarih boyunca, ölüm hem bir son, hem de bir başlangıç olarak algılanmıştır. Ancak onun bu çoklu anlamı, bizim ona yüklediğimiz anlamlarla ilgilidir. Yaşamın anlamı, ölümle tamamlanır mı, yoksa ölümle birlikte yeniden tanımlanır mı?

Yeryüzünde gün ışığına layık olmayan nice insanlar vardır ama güneş her gün yeniden doğar. Bu ne kadar adil? Gün ışığına layık olmayan insanlardan kastımız, belki de kötülük yayan, başkalarının mutluluğunu çalan kişiler olabilir. Ama hayat, kendi adaletini doğadan alır. Güneş, kimin hak edip etmediğini sorgulamaz; ışığını herkese sunar. Bu bir adaletsizlik gibi görünse de, aslında evrenin tarafsız bir dengesi vardır.

Hayatı komedi sananlar, son espriyi iyi düşünsünler! Hayatı hafife almak, belki de kötümserliğe bir panzehir olarak görülür. Ama son espriyi düşünmeyen bir zihin, yaşamın sonunda hayal kırıklığına uğrar. Hayat, bir komedi sahnesi gibi algılandığında, trajedinin sert tokadı daha da çok hissedilir. Espri, derin bir farkındalıkla yapılmadığında, insan kendi zaafının kurbanı olur.

Yaşıyorsak, hâlâ umut var demektir. Bu, yaşama dair en sade ama en derin gerçeklerden biridir. Umut, insan ruhunun vazgeçilmez bir parçasıdır. Ama umudun kaynağı nedir? Sadece yaşıyor olmak mı, yoksa yaşamanın anlamına dair bir şeyler bulabilmek mi?

Aza sahip olan değil, çok isteyen fakirdir. Bu, insanın gerçek mutluluğu nerede bulacağına dair bir ışık tutar. Sahip olduklarımıza değil, sahip olmak istediklerimize odaklandığımızda, gerçek bir fakirliğe mahkûm oluruz.

Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey, yaşamın anlamını kaybetmektir. İnsan, sahip olduklarını kaybetse bile, eğer bir anlam bulmuşsa yeniden başlayabilir. Ama anlamını kaybettiğinde, elindekiler ne kadar değerli olursa olsun, hiçbir şey ona yetmez. Yaşamın anlamı üzerine düşünmek, belki de insanın en temel ihtiyacıdır.

Unutmazsan senin, affetmezsen onun canı acıyacaktır. Unutma, affetmek ve unutmak sadece iyi insanların intikamıdır. Affetmek, bir zayıflık değil, bir güç göstergesidir. İnsanın kendi iç huzuru için gereklidir. Ancak affetmenin önemi, unutmakla birlikte gelir. Çünkü unutulmadıkça affetmek, tam anlamıyla gerçekleşmez. Bu yüzden affetmek ve unutmak, insanın kendi ruhunu özgürleştirmesidir.

Ey hayat, senin bu kadar önemli tutulman ölüm sayesindedir. Ölüm, hayatın değerini artıran, ona anlam katan bir gerçektir. Ölüm olmasaydı, yaşamın bir sonu, bir amacı olmazdı. İnsanlar, ölümün varlığını bilerek yaşarlar ve bu bilgi, onları hem korkutur hem de harekete geçirir. Hayatı anlamlı kılan, onun bir sonunun olmasıdır.

Unutma ki, birlikte olduğun insanın geçmişini kurcalamak, onunla kurmayı düşündüğün geleceği yok etmekten başka bir şeye yaramaz. İnsanlar, geçmişlerinden ders alırlar ama bu geçmişin sürekli gündeme getirilmesi, onların yeniden başlamasını engeller. Geçmişi kurcalamak yerine, geleceği inşa etmeye odaklanmak gerekir.

İnsanları tanımak için onları sınamaktan korkmayın; çünkü kaybedilmesi gerekenler, en önce kaybedilmelidir. Hayat, bazen insanların gerçek yüzlerini görmemiz için bize fırsatlar sunar. Bu fırsatları değerlendirmek, uzun vadede daha sağlıklı ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. Kaybetmekten korktuğumuz şeyler, aslında bize zarar veren şeyler olabilir.

Gençliğinde bilgi ağacını dikmeyen, yaşlılığında rahatlayacağı bir gölge bulamaz. Gençlik, öğrenmenin, biriktirmenin ve geleceğe yatırım yapmanın zamanıdır. Bu zamanı boşa harcayan bir insan, yaşlandığında bunun bedelini öder. Bilgi ve tecrübe, insanın en değerli sermayesidir ve bu sermaye, gençlikte biriktirilir.

Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir. İnsan, derin acılarını dile getiremediği için, onları içinde taşır. Bu acılar, çoğu zaman insanı olgunlaştırır ama aynı zamanda onu sessizleştirir. Derin acıların dili, suskunluktur. Bu, bir zayıflık değil, bir güçtür. Çünkü derin acılar, insanın en derinlerdeki gücünü ortaya çıkarır.

Ölüm her şeyi eşit kılar. İnsanların sosyal statüleri, servetleri, başarıları… Hepsi, ölüm karşısında anlamsız hale gelir. Ölüm, insanları aynı düzleme getirir ve bu, hayatın en büyük eşitleyicisidir. Ancak ölümün bu eşitleyici gücü, yaşamın anlamını sorgulamamıza da neden olur. Hayatta önemli olan, ölümden önce nasıl yaşadığımızdır. Geride bıraktığımız izler, bizim gerçek mirasımızdır. Ölüm, bu mirası değerlendirmek için bir fırsattır ve insan, bu fırsatı yaşamı boyunca inşa eder.

Bahadır Hataylı/09.01.2025/Namazgah/İST


8 Ocak 2025 Çarşamba

Zalim Yöneticinin Akıbeti-Güç ve Gerçek Arasında Bir Savaş

Zalim bir yönetici, yaptığı her eylemin doğru olduğuna kendini inandırır. Bu inanç, yalnızca kendi hatalarını görmezden gelmekle kalmaz; aynı zamanda, çevresindekilerin de bu yanılgıya inanmasını talep eder. Çünkü böylesi bir zihin, kendi doğrularını sorgulamayı zayıflık olarak görür. Oysa gücün asıl sınavı, doğruluğu savunmaktan değil, yanlışlarını görebilmekten geçer. Ne var ki bu tür bir lider, eleştiriyi düşmanlık, muhalefeti ihanetten başka bir şey olarak algılamaz. Yanlışlarından rahatsız olanlar ortaya çıktığında, kendini haklı çıkarmak için acımasız yöntemlere başvurmaktan çekinmez.

Bir Yanılgının Başlangıcı-Güç Sarhoşluğu

Zalim liderin bu tutumu, çoğunlukla gücün sarhoş edici etkisiyle başlar. Güç, kontrolü elinde tutmanın verdiği güvenle bireyin algısını bozabilir. Böyle bir lider, çevresindekilerin eleştirilerini bir tehdit olarak algılar. Onun için hata yapmak zayıflıktır ve güç, zayıflığa yer bırakmaz. Bu nedenle, hata yaptığını kabul etmektense, hatasını doğru gibi göstermeye çabalar.

Ancak hakikatin karşısında duran bu çaba, zamanla bir savaşa dönüşür. Çünkü yanlış, ne kadar güzel paketlenirse paketlensin, hakikat karşısında bir gölge gibi dağılır. Bunu bilmesine rağmen zalim lider, çevresindekilerin sessizliği ya da korkuyla boyun eğişini, haklılığının kanıtı olarak görür. Eleştirel sesleri susturmak için önce manipülasyona başvurur. Eleştirenleri toplum içinde küçük düşürmek, yalnızlaştırmak ya da fikirlerini itibarsızlaştırmak için türlü yöntemler dener. Eğer bunlar işe yaramazsa, şiddet ve tehdit yoluna sapar.

Bir yönetim toplantısında, genç bir danışman, liderin bir kararını sorgulamaya cesaret ettiğinde, odada derin bir sessizlik oluşur. Zalim lider, yüzünde soğuk bir gülümsemeyle konuşmaya başlar:

"Bu tür düşünceler, bizim birliğimizi bozabilir. Sadece düşmanlarımızın işine yarar," der ve bakışlarını toplantıdaki diğer katılımcılara çevirir. Bu sözler, danışmanın açıkça bir tehdit altında olduğunu herkese ilan eder. O andan itibaren, odadaki herkes, liderin kararlarını sorgulamanın sonuçlarını kendi zihinlerinde tartar.

Zulmün Aracı-Mobbing ve İzolasyon

Zalim yöneticinin en sık başvurduğu yöntemlerden biri, muhalif sesleri baskıyla susturmaktır. İş yerinde mobbing, bu baskının en somut örneklerinden biridir. Düşünen ve sorgulayan çalışanlar, liderin öfkesinin hedefi olur. Onlar yalnızca birer birey değil, aynı zamanda liderin kendi korkularını yansıttığı birer aynadır. Çünkü bu kişiler, liderin yanlışlarını gözler önüne seren bir tehdit gibi algılanır.

Bir başka örnek olarak, aynı lider, departman müdürlerinden birini hedef alır. Müdür, bir projede etik olmayan uygulamaları rapor etmiştir. Ancak bu rapor, liderin karizmasını zedelemiştir. Müdür, öncelikle toplantılara davet edilmemeye başlar. Daha sonra iş yükü artırılır, her hatası büyütülerek gündeme getirilir. Sonunda ise liderin himayesindeki medyada müdür hakkında asılsız dedikodular yayılır. Bu durum, yalnızca müdürün değil, diğer çalışanların da sindirilmesine yol açar.

Mobbing yalnızca bireyi değil, toplumu da zehirler. Bir zalim lider, iş yerindeki bu baskıyı toplumsal alanda da yayar. Fikir adamlarını susturmak, onları toplumdan dışlamak ya da itibarsızlaştırmak, zalim liderin gücünü koruma çabalarının bir parçasıdır. Çünkü bu lider, düşüncenin özgür olduğu bir toplumda var olamayacağını bilir. Özgür fikirler, onun inşa ettiği korku imparatorluğunu temellerinden sarsar.

Ancak baskının ve izolasyonun bir sınırı vardır. İnsan doğası, baskıya belli bir noktaya kadar boyun eğebilir. Baskının sürdüğü her an, bireylerin içinde biriken öfke, sonunda bir volkan gibi patlar. Bu patlama, liderin inşa ettiği sahte güvenlik duvarlarını yıkacak güce sahiptir.

Hakikati Bastırmanın Bedeli

Zalim bir liderin en büyük hatası, hakikati bastırabileceğine inanmasıdır. Hakikat, kurumuş bir yaprağa benzemez ki rüzgarla savrulup yok olsun. Aksine, hakikat bir tohum gibidir. Bastırıldıkça toprağın derinliklerine iner ve orada filizlenmeyi bekler.

Bir lider, yanlışlarının üstünü örterek haklı çıkacağını zanneder. Ancak her örtbas edilen yanlış, daha büyük bir yanlışa zemin hazırlar. Hakikati inkâr etmek, yalnızca liderin değil, onun çevresindeki herkesin ahlaki bir çöküş yaşamasına yol açar. Yanlışların doğru gibi gösterilmesi, toplumu adaletten ve vicdandan uzaklaştırır. İnsanlar, gerçeği değil, liderin dayattığı sahte gerçeklikleri kabullenmek zorunda kalır. Bu durum, toplumsal dokunun yıpranmasına, insanların birbirine güvenini kaybetmesine ve ahlaki değerlerin çökmesine neden olur.

Bir gazeteci, liderin yolsuzluklarını ifşa eden bir makale yayımlar. Ancak lider, halkı bu gazetecinin "yabancı güçlerin ajanı" olduğuna inandırır. Gazeteci, hapse atılır. Fakat bu olay, halkın hafızasında bir yara olarak kalır. Liderin güç oyunları, hakikatin yayılmasını kısa vadede engelleyebilir, ancak uzun vadede halkın öfkesini biriktirir.

Bir Zalimliğin Sonu

Zalim liderler, sonunda her zaman aynı sonla karşılaşır: Yalnızlık. Çünkü korkuyla inşa edilen bir güç, zamanla etkisini kaybeder. İnsanlar, korkularını aştıklarında, zalimin gücü bir hayal gibi çöker. Her şeyin kendi kontrolünde olduğunu düşünen lider, bir gün çevresindeki sessizlikte yalnız kalır. O sessizlik, liderin haklılığına değil, toplumun onun adaletsizliğinden duyduğu bıkkınlığa işarettir.

Bir gün, zalim lider, halkın meydanlarda toplanarak "Adalet istiyoruz!" diye bağırdığını duyar. Ancak artık çok geçtir. O güne kadar halkı baskıyla susturan lider, halkın öfkesinin karşısında duracak bir çözüm bulamaz. Halkın öfkesi, bir fırtına gibi liderin sarayını yerle bir eder.

Hakikat, hiçbir zaman tamamen bastırılamaz. Güz rüzgarı, sararmış yaprakları süpürüp götürdüğünde, yerini yeşil filizler alır. Bu filizler, toplumun yenilenen umududur. Çünkü hiçbir lider, hakikatin karşısında duracak kadar güçlü değildir.

Hakikatin Galibiyeti

Sonuç olarak, zalim bir yönetici, yaptığı her hatayı doğru gibi göstermeye çalışsa da, hakikat her zaman galip gelir. Yanlışları doğru gibi göstermek, yalnızca geçici bir çözümdür. Hakikat, zamanı geldiğinde en güçlü zalimi bile yerle bir edecek bir kuvvetle ortaya çıkar. Çünkü hakikatin doğası budur: Görünmez gibi görünür ama zamanı geldiğinde tüm çürümüşlüğü süpürüp götürür. Ve zalimin ardından geriye yalnızca sararmış yaprakların hatırası kalır.

Bahadır Hataylı/09.08.2024/Sancaktepe/İST

7 Ocak 2025 Salı

Siyasi Testler -Sabır Masalları ve Çözüm Beklentileri

Son zamanlarda ülkenin politik, ekonomik ve sosyal atmosferinde dikkat çeken gelişmeler yaşanıyor. Bir yandan halkın alt kesimleri artan ekonomik sıkıntılarla mücadele ederken, diğer yandan siyasi gündem adeta bir hayal tiyatrosu sahneliyor.

Bir sabah uyanıyorsunuz ve "Etrafımız sarıldı" manşetleri ile karşılaşıyorsunuz. Ülke gündemi anında tehlike moduna giriyor. Düşman olarak çizilen haritalar ekranlarda beliriyor, mesafeler ölçülüyor, "tehdit"in ciddiyeti anlatılıyor. Bu ortamda "birlik ve beraberlik" çağrıları yükseliyor. Mesaj açık: Zorluklar karşısında dayanışma göstermeli, acıya katlanmalıyız. Ancak bu durumun perde arkasında, halkı mevcut ekonomik buhranın "olağanüstü şartların doğal bir sonucu" olduğuna ikna etme çabası saklıdır. Alt gelir grubu için anlatılan hikâye net: "Fakirliğe sabredin, cennette ödüllendirileceksiniz."

Yalnız bu kurgunun gerçek hayatla ilgisi ne kadar? Hadi gelin, bu meselenin derinlerine inelim. Birkaç hafta geçiyor, tehdit gündemi yerini tamamen farklı bir tartışmaya bırakıyor. Birden bire, ülke içinde bölünme meselesi ele alınıyor, "terör örgütüyle masaya oturabiliriz" gibi söylemler telaffuz ediliyor. Aynı ülkede "bütünlüğü koruma adına" alt gelir grubu sabır gösterirken, belli lobiler ve çıkar çevreleri bir kez daha ekonomik pastadan büyük dilimler almanın planlarını yapıyor.

Sonra gündem yeniden değişiyor. Bu defa Suriye. Sözde "rejim devriliyor", muhalifler zafer kazanıyor, rejim yıkılıyor. Herkesin dilinde "Emevi Camii'nde namaz" hayalleri. Kimileri, "Türkiye Ortadoğu'nun lideri olacak," demeye başlıyor. Ama sonra anlaşılıyor ki, işler hiç de sanıldığı gibi değil. Mezhep çatışmaları alevleniyor, ülkede kaos hâkim. Tüm bu kargaşanın arasında ise Türkiye'nin nerede durduğu sorusu cevapsız kalıyor.

Bu noktada şu soruyu soruyorum: Sahiden bizim yerimiz neresi? Halkın alt kesimleri bu denklemde neye dayanarak zorluklara sabretmeye devam etsin?

ALT GELİR GRUBU- GÖRÜNMEYEN KAHRAMANLAR

Bir an düşünelim, bu insanların günlük yaşantısını. Asgari ücretliler ve emekliler. Hayatlarını sürdürmek için yalnızca en temel ihtiyaçlarına yetecek kadar gelir elde ediyorlar. Ancak mevcut düzende onlar için dahi sürdürülebilir bir yaşam inşa edilemiyor. Artan kira fiyatları, enflasyonla birlikte yükselen gıda fiyatları ve enerji giderleri... Her geçen gün bu yük omuzlarına biraz daha fazla çöküyor. Bunun aksine; üst gelir grupları, refah seviyelerinde her geçen gün artan bir iyileşme yaşıyor. Bu dengesizlik yalnızca ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda insan onuru ve eşitlik ilkelerinin sistemli bir şekilde çiğnenmesi anlamına geliyor.

Asgari ücretle çalışan bir insan, sabahtan akşama kadar alın teri dökerken aldığı maaşın neredeyse tamamını kiraya, geri kalan faturalarına ve diğer zorunlu harcamalarına ne harcayacak . Elinde ne kalıyor? Kocaman bir hiç! Ama bu kişilerden, "sabır" bekleniyor. "Fakirlikte keramet vardır" masalları anlatılıyor. Bunları duyan kişi doğal olarak şu soruyu soruyor: "Fakirlik, gerçekten bir lütufsa, neden zenginler bunu tercih etmiyor?"

İDARE ETMEK Mİ, YOKSA GERÇEK ADIMLAR ATMAK MI?

Halktan sabır bekleyen bir yönetim anlayışı, gerçekte hangi sorunu çözebilir?

  • Adalet kavramının yerleşmediği bir toplumda sabır ne işe yarar?

  • Alt gelir grubu, sistematik olarak yalnızca "idare etmeye" mecbur bırakılırken üst gelir grubu daha fazla imtiyazla donatıldığında bu düzen hangi gerekçeyle sürdürülebilir?

  • İnsanlara refah ve adalet sözü verilirken aynı anda zengin-yoksul arasındaki uçurumu derinleştiren politikalar nasıl açıklanabilir?

Burada yönetime bir eleştiri getirelim. Sorunun farkında olmak, çözüm üretmek değildir. Ekonomi politikaları yalnızca güçlüleri daha güçlü, zayıfları daha zayıf hale getirecek şekilde düzenleniyorsa, bu yönetim zaafıdır.

ÇARE NEDİR?

Toplumu ayakta tutan temel direkler eşitlik, adalet ve refah paylaşımıdır. Eğer halkın geniş kesimleri temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorsa, bu direkler çöker. Burada şunları vurgulamalıyız:

  1. Adil Ekonomik Dağılım: Adaletin temeli, herkese hakkı olanı vermektir. Vergi sistemi, gelir adaletini sağlamak üzerine kurulmalı. Lüks tüketim üzerinden alınan vergiler artırılmalı, düşük gelirli gruplara destek artırılmalıdır.

  2. Gerçek Asgari Ücret: Asgari ücret sadece "geçinmek" için yeterli olmalı değil. Aynı zamanda bireylerin sosyal yaşama katılmalarını, geleceğe dair hayaller kurmalarını sağlayacak seviyede olmalıdır.

  3. Refah Paylaşımı: Bütçe yönetiminde halkın geniş kesimlerini etkileyen projelere öncelik verilmelidir. Yollar ve köprüler kadar önemli olan, halkın cebini rahatlatacak projelerdir.

  4. Adalet Mekanizmasının Güçlendirilmesi: Hukuk sistemi herkes için eşit adalet sunmalıdır. Ekonomik ve sosyal sınıf farkı gözetmeksizin hak, hukuk, adalet ilkesine uygun davranılmalıdır.

  5. Eğitim ve Bilinçlendirme: İnsanları "sabır" kavramını sömürerek kandıran anlayışın karşısında bilinçli ve hak arayışında olan bireyler yetiştirilmelidir. Eğitimde eşitlik sağlanarak alt kesimin sosyal hareketliliği artırılmalıdır.

HALK İÇİN ÖNERİLER

Halkın kendi refahını ve geleceğini temin etmesi için örgütlü ve bilinçli bir mücadele içinde olması şarttır. Pasif bekleyiş, mevcut sorunların katlanarak artmasına yol açacaktır. Ezilen kesim, hak arama bilincini geliştirmelidir. Bu noktada öneriler:

  • Örgütlü Mücadele: Sendikalar ve sivil toplum kuruluşlarına katılarak hak arayışını organize bir şekilde sürdürmek.

  • Bilinçlenme: Haklarının farkında olmak, doğru bilgiye ulaşmak ve sorgulayıcı bir yaklaşım geliştirmek.

  • Birlik ve Dayanışma: Bölünmeden, ortak haklar etrafında birleşerek güçlü bir halk hareketi oluşturmak.

Bu tablo, hem yönetimin hem de halkın üzerine düşen görevleri açıkça göstermektedir. Adaletsizlik sürdüğü müddetçe toplumsal huzur sağlanamaz. Halk, "sabır masalları" ile avunmaya devam ettiği sürece zengin-fakir arasındaki uçurum daha da derinleşecektir. Yönetim ise ekonomik ve sosyal politikaları köklü bir şekilde değiştirip halka eşit refah sağlamakla yükümlüdür.

Gerçek bir değişim, samimi ve köklü adımlarla mümkündür. Halk ayağa kalkarsa, yönetim de bunun gereğini yapmak zorunda kalır. Unutmayalım: Değişim, asla tepeden gelmez. O, her zaman halkın kalbinden doğar.

Bahadır Htaylı/07.01.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!