Bu Blogda Ara

8 Aralık 2024 Pazar

DİN VE İNSAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR SOHBET


Din ve İnsan İlişkisi Üzerine Yaklaşım

Değerli dostlar,
öncelikle ifade etmeliyim ki, insan olarak hepimizin temel amacı hayatta kalmak için doğru bir şekilde durmaktır. Bu duruş; adalet, ahlak, sevgi, saygı ve merhamet gibi evrensel değerler üzerine inşa edilmelidir. İnsanlık tarihi boyunca bu değerler, dinin temel öğretisi olmuş; Ancak zaman içinde ne yazık ki ki bu anlatılanlar insanın yanlış yorumlarına kurban edilmiştir. İşte tam da bu noktada, dinin özü ve insanın onu nasıl algılaması gerçeği üzerine konuşmak büyük önem taşır.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Benim bakış açımda, din insan için vardır, insan din için değil. Bu anlayışla hareket ettiğimizde, dinin asıl amacının, insanın huzuruna, barışa ve doğruya yönlendirmek olduğunu daha net görebiliriz. Ancak tarihteki gelişmeler, dini sadece bir inanç sistemi olarak değil, aynı zamanda güç olarak kullanıp insanları baskı altına alan bir manivela gibi görülmüştür. Bu, maalesef dini yozlaştıran en temel unsurlardan biridir.

Dostlar, gelin şu gerçeği hep birlikte kabul edelim: İnsanın özelliklerinden en önemli unsurlardan biri de hata yapmaya eğilimli olmasıdır. Bu, onun yaratılışının bir parçasıdır. Ancak insanın bu hatalarını düzeltmesi için içsel bir pusulaya ihtiyaçları vardır. İşte din, bu pusula görevini üstlenir. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: O pusulanın doğru yönünü göstermesi, insanın onu nasıl kullandığına bağlıdır. Eğer insan kendi çıkarlarına alet eder ve onu bir baskı aracı olarak kullanırsa, pusula hiçbir zaman doğruyu göstermez.

Bugün, din adına yapılan yanlışları gördüğümüzde, bu yanlışların, dini metinlerde değil, bu metinleri çarpıtan ilişkilerde aramalıyız. Allah'ın dini; Adalet, sevgi, barış ve huzur üzerine kurulmuştur. Bu değerler evrenseldir ve insan için  gereklidir. Ama günümüz dünyasında bu değerlerin yerini, ötekileştirme ve tahakküm almıştır. Bu durum, dinin yanlış temsil edilmesinden kaynaklanıyor. Oysa din, insanın temel ilkelerindeki ilişkileri beslemeli ve onun topluma uyum içinde yaşamasını sağlamalıdır.

Bir diğer önemli konu da din ile ideolojik ayrımcılığı yapabilmektir. Din, insanın Allah ile olan ilişkilerini düzenlerken, ideolojiler genellikle insanın toplumsal yaşamını belirler. boyuttadır Ne yazık ki, bazı ideolojiler dini kullanarak kendi güçlerini pekiştirme yoluna girmiş ve bu da dinin özünden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Burada en büyük tehlike, dini bir ideoloji gibi algılamak ve onunla toplumsal yaşamı tamamen kontrol etmeyi düşünmektir. Oysa din, insanın iç dünyasını ve bu için yaşamdaki yansıma boyutunu düzenler. Oysa Toplumsal  yaşam, adalet, hukuk ve özgürlüklere dayanmalıdır.

Birçok insan, dinin evrensel bir yönetim biçiminin olduğuna inanır. Ancak yönetim bir dinin emirlerine göre toplumu yönetmek ve o dini kabul etmeyenlere o dinin emirlerini dayatmak olamaz. Buna en güzel örnek Medine devletinde karşılığını bulmaktadır. Çünkü insanlık, farklı kültürlerin, inançların  bulunduğu ve bir arada yer alan bir yapıdır. Bu çeşitlilik, insanlığın en büyük zenginliklerinden biridir. Dolayısıyla, bir dinin tüm insanlığı yönetmesi yerine, her inanç grubunun kendi yaşam alanında özgürce var olabileceği bir düzen kurmamız daha sağlıklı olacaktır. Bu düzenin bütünlüğü ise adalet, özgürlük ve insan haklarına sahip olmasını gerektirir. Medine devleti Adalet özgürlük ve Hukuka dayanan bir devletti ve her inanç kendi değerlerine göre sorumluluk taşıyordu. Ancak herkesi ilgilendiren konularda bağlayıcı herkes için gerekli olan hukuka uymak zorundaydı.

Değerli dostlar, dikkat edilirse bugün dünya üzerindeki en büyük sömürüler, maalesef din adına yapılmaktadır. Dinsel kurumsallaşmalar, insanları yönetme ve kontrol etme aracı haline geldi. Bu, dinin asıl amacına tamamen ters bir durumdur. Allah, insanların özgür iradelerine değer veriyor, insanlar ne yazık ki bu özgürlüğü kısıtlamayı kendilerine hak görüyor. Oysa din, insanın gelişmesi, doğruyu bulması ve huzurlu bir yaşam sürmesi için bir rehber olmalıdır.

Bu noktada şunu da ifade etmek isterim: Bir insanın dindar olması, onu otomatik olarak ahlaklı yapmaz. Aynı şekilde, bir insanın dine inanmıyor olması, onun ahlaksız olduğu anlamına da gelmez. Çünkü ahlak, insanın gidişatının getirdiği bir özelliktir. Her insanın genetik kodlarına yerleştirilmiş bir yapı vardır. Ancak bu verilerin korunması ve geliştirilmesi için sürekli bir çaba gereklidir. İşte din, bu çabayı destekleyen bir araç. Ama unutmayalım ki, aracın doğru kullanılması, sistemin planına bağlıdır.

Benim düşüncem şudur: İnsanlık, inançları ne olursa olsun, ortak paydada buluşmalıdır. Bu ortak payda ise insanlığın onurudur. Adalet, sevgi, merhamet, saygı ve ötekileştirmeme gibi değerler, tüm insanlığın kabul edilmesi gereken evrensel ilkelerdir. Eğer bir toplum bu değerlere sahipse, o toplum huzur içinde yaşayabilir. Aksi takdirde, kesintiler ve bölünmeler kaçınılmazdır.

Son olarak şunu ifade etmek istiyorum: Her insan, kendi doğrularını bulma ve bunlara göre yaşama özgürlüğüne sahiptir. Ancak bu özgürlük, diğer insanların haklarına zarar vermemelidir. Eğer bir insan, kendi doğrularını muhafaza ettiği gibi onları başkalarına dayatmaya çalışıyorsa, burada bir sorun vardır. Çünkü gerçek doğruluk, zararların azaltılması, herkesin huzur içinde yaşamasının sağlanmasıdır.

Sevgili arkadaşlarım, eleştiri ve farklı düşünceler her zaman bizi geliştiriyor. Önemli olan, bu kritiklerin ayrıştırıcı bir çerçevede yapılmamasıdır. Eğer hepimiz farklı düşüncelere açık olur ve bunları bir zenginlik olarak görürsek, dünya çok daha güzel bir yer haline gelir. İşte benim hayalim, böyle bir dünyadır. Herkesin birbirine saygı duyduğu, sevginin ve merhametin hakim olduğu bir dünya... Bu hayal gerçek olur mu bilmiyorum burada. Âmâ bu hayallerimin gerçekleşmesi için,  bir kişi bile olsam, doğruluktan vazgeçmeden evrensel insani değerlere göre yaşamak için mücadeleme devam edeceğim....

Hepinize sevgi ve selamlarımla…

Erol Kekeç/05.12.2024/Sancaktepe/İST

2 Aralık 2024 Pazartesi

Omurgasızlar Çağı-Sürüngenlerin Dramı

Sahi, tarih kitaplarına bakılmasına gerek var mı? Hep aynı hikaye. Güç sahipleri, güçlerini koruma adına çeşitli savunma mekanizmalarını devreye sokar; adaleti, hukuku ve anayasal değerleri ise genellikle kendi konforlarına göre eğip bükerler. Tarih boyunca dünyanın dört bir yanında bu döngüyü görmek mümkün. Ancak işin ilginç yanı şu ki, bu "tanıdık manzara" sadece geçmişin tozlu sayfalarına hapsolmuş değil, günümüzün modern(!) toplumlarında da yaşamları tüm canlılığıyla sürüyor. 

Güç ve imkan sahibi olanların başrolde oynadığı bu büyük sahnede, ezilen halk ise ne yazık ki sahnenin arka planını süsleyen dekorlardan ibarettir. Gücü elinde bulunduranların, bu gücü korumak için çeşitli oyunlar ve alengirli düzeneklerle varlıklarını sürdürdüğü bir dünyada, ahlak ve erdem kavramları sıklıkla devre dışı bırakılır.

Bu hikayede bir başkahraman var: Omurgasızlar. Ama hemen biyolojiye dalmayalım; İngilizcede "omurgasız" tanımı, biyolojik değil, tamamen toplumsal bir metafor. Hani şu anda her deliğe girebilen, her yerde gidebilen, hangi güç patlaması yakınsa yerinde doğrularak ilerleyen tipler. İşte bu sürüngenler, toplumsal piramitlerin tepesine çıkmak için hiçbir etik tanıma sığmaz. Yalnızca güç elde etmekle kalmazlar, aynı zamanda elde ettikleri bu gücü, bir başka sürüngenin gelip onları yerinden etmemesi için de kullanırlar.

Omurgasızların beslendiği ekosistem oldukça ilginçtir. İlk olarak "alkışlayanlar ordusu" adı verilen bir tür yardakçılar grubu yaratılır. Bu yardakçılar, ağalarının önlerine koyduğu yemeği, yiyecekleri süreçte mükemmel birer sadakat örneği sergilerler. Ancak bir musluk kısılırsa, aynı yardakçılar aynı anda en azgın düşmana dönüşebilir. Otoritenin varlığını sürdürebilmesi için, bu alkışlayanlar ordusunun sürekli beslenmesi gerekir. Bu yüzden kamu kaynakları bol keseden dağıtılır.

Ancak bu ekosistemin asıl ilginç kısmı, "medya büyücüleri" olarak sunulan bir grup varlıktır. Bu büyücüler, gerçeklikten kopup, farklı bir hayali halkın önüne sürüklemekle  görevlidir. Siyahı beyaz, beyazı siyah gösterirler. Hakikatin çığlığını boğmak için, rengârenk illüzyonlarla dolu bir perdenin arkasında dans ederler. Halkın beynini sürekli manipüle eden bu medya organları, her gün yeni bir düşman, yeni bir kahraman yaratır.

Şimdi sorabilirsiniz: "Bu sürüngenler ve bunların ekosistemi hangi coğrafyada yaşıyor?" Hemen söyleyelim, böyle şeyler bizim coğrafyada pek görünmüyor(!) Yok, yok, şaka yapmıyorum, gerçekte görülmez! Bizde herkes hak, hukuk ve adalet için çalışır. Bizim burada sürüklenerek hızla yaşayanlar olduğu gibi, halkın geri kalanı ise gece gündüz demeden çalışır. Hatta öyle ki, dünya zenginliği sıralamasında bizim kotaranlarımız "yakın zamanda" sürekli üst sıralarda yer alıyorlardı. Halk fakirleşirken, onların mal varlığı astronomik bir hızla artar. Ama bu, tamamen "Bizim iyiliğimiz içindir!"

Yine de, Gine gibi "ilkel" toplumlara bir göz atalım. Beyaz kumların üzerinde yatıp güneşi içlerine çekerken, biz betonların arasında  kalıp onların hayatlarında huzur arıyoruz. 

Modern toplumlarda halk ezilmesine rağmen, yönetenlerinin bir eli balda bir eli yağda, itibarı korumak esas, onun için bu toplumlarda hayat süt limandır. Bu toplumlarda büyük bir kesim hayatta kalmaya devam ederken, diğer küçük bir kesim lüks içinde yaşar. Toplumun geri kalanının tek görevi, alkışlamak ve sorgulamamaktır. Çünkü sorgulama, omurgasızların ekosisteminde tehlikeli bir fikirdir, onun için provokasyon aracı olarak tehlikeli kabul edilir.

Beton duvarların arasında çekişenler için Gine'nin beyaz kumları uzak bir hayalden öteye geçemez. Gine'de insanlar doğalarından yararlanırken, bizler görsel medyada "yönetici ağalarımızın" nasıl korunduğunu görüyoruz. Onlar dünyanın en büyük ihalelerini kazanırken, onların kazançlarını ürünlerini alkışlamaktan bir adım  geri durmuyoruz.

Medya organları, hipnoz seansları düzenleyerek insanları sürekli bir uyku halinde sürdürüyor. Bir yanda "Allah" diye bağıran ama diğer yanda hakikate düşman olan kalabalıklar, manipülasyonun en trajik kurbanlarıdır. Onlar için gerçeklik, büyücülerin yarattığı illüzyonlardan ibarettir. Bu hipnoz hali, insanların düşünmesini engeller ve onları kölelik düzenine bağımlı hale getirilir.

Liyakatsizliğin, adaletsizliğin ve etik çürümenin egemen olduğu bir dünyada, toplumsal huzurdan ve mutluluktan söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle, bireysel ahlaki değerlerin yaşanması, bireysel  hayatta kalmanın tek yolu haline gelir. Ancak bu da yalnızca bireysel bir çözüm olmaktan öteye geçemez.

Bahadır Hataylı/01.12.2024/Sancaktepe/İST



1 Aralık 2024 Pazar

Sokaklardan Adalete---Bir Simidin Tanıklığı

 Bugün bir cumartesi sabahı... Gözlerimi açtığımda aklıma gelen ilk şey, şehirde dolaşmak ve bir simit eşliğinde insanları, sokakları, yaşamı izlemek oldu. Sıcak ekmek kokusuyla uyanan şehre adım attım. İlk durağım, köşe başındaki simitçi oldu. Bir simit satın alıyorum ve yavaş yavaş dolaşmaya başlıyorum. Görünen o ki, bu basit yürüyüş bile içinde pek çok gözlem barındırıyordu. Hayatın, insan ilişkileri, piyasanın ritmi ve sosyal dengeler, bir benzetme beraberliği adeta önümüzde sergileniyordu.

Pazarın hareketliliği, sokaktaki insanlar dikkatimi çekiyor. Çeşit çeşit insanlar… Kimisi elinde torbalarla pazardan dönüyor, kimisi kahve kokusu eşliğinde bir kafede kalıyor. Ama gözlemlerim sırasında farklılaşmış şeyler, bazı yüzdelerdeki gerginlik, yorgunluk ve umutsuzluktu. İnsanlar, dışarıdan ne kadar sakin görünse de, içlerinde birer fırtına taşınıyor.

Bir köşe başında oturan yaşlı bir amca dikkatimi çekiyor. Yanındaki pankartta “Bir simit parası...” yazıyor. Oysa elinde bulundurduğu eski bir gazetenin liderliği, ülkenin ekonomik büyüme rekorlarından bahsediyordu. İçimden şunu geçiriyorum: “Ekonomik büyüme nerede? Bu büyüme neden amcanın sofrasına ulaşamıyor?”

Yürüyüşüme devam ederken dikkatimi başka bir şey  çekiyor: Kamu çalışanlarının her geçen gün çoğalmasına rağmen, özel sektör çalışanlarının giderek daha güç yaşadığı gerçeği... Bir zamanlar özel sektör, daha yüksek maaşlar ve daha iyi çalışma koşulları sunarken, bugün Sokaktaki gençlerle sohbet ediyorum. Kamuya atanma sürecinden bahsediyorlar. Birisi, sınavda yüksek puan almasına rağmen atanamadığını anlatıyor. "Bir görüşmeye çağırıyorlar, puanının yüksekliği önemli değil" diyor. Diğerlerini ise ekliyor: “Sadık olman yeterli.” Bu beni derinden düşündürüyor. Ülkede liyakat yerini sadakate bırakmışsa, bu durum bizi nereye götürebilir? Kamuda bir "kulluk bürokrasisi" mi inşa ediliyor? Eğer durum böyleyse, bu anlayışın sonucu toplum için hayırlı olabilir mi?

İleride genç bir adamla  tanışıyorum. “Vergiler belimizi büküyor” diyor. “Elektriğe, doğalgaza, piyasa ürünlerine gelen zamlar zaten zor durumdayken bir de her gün yeni bir vergi kalemi ekleniyor.” Sözlerine ekliyor: “Peki, bu vergiler nereye gidiyor? Kamuda şişirilen kadroların maaşlarını ödemek için mi?” dünyada, toplumun omuzlarına yüklenen bu ağır verginin açıklamasını kim yapabilir? Eğer kamu rejiminin alım süreci liyakat yerine sadakatle belirleniyorsa, o zaman bu vergilerin amacı gerçekten toplumsal refahı artırmak mı yoksa bir “ulufe düzeni” mi inşa ediliyor?

Sokaktaki insanların yüzlerine baktıkça bir acı hissi büyüyor içimde. İnsanlar artık sadece günlük ihtiyaçlarını karşılamanın derdine düştüler. Umut yok, güven yok, adalet yok… Bir vatandaş olarak, bu adaletsizlikleri sorgulamak benim görevim değil mi? İnsanlar sessizleşmiş, hatta sindirilmiş durumda. Oysa yönetimin görevi devam ediyor, insanlara umut ve güven vermek değil mi? Ama görünen o ki, farklılıkları sindirerek, muhalifleri bastırarak ve doğruyu söyleyenlere “provokatör”, yanlışı eleştirenlere “vatan haini” damgası vurarak bunu başarmaya çalışıyorlar. Bu anlayışın bizi götüreceği yer olabilir mi?

Sokakları adımlarken, toplumun ekonomisi, toplum olarak ikiye bölünmüş durumda: Bir tarafta devasa kamu kurumlarında şişirilmiş kadrolarla güvenceli bir yaşam sürenler, diğer tarafta özel masraf asgari ücretle hayatta kalanlar. Ama bu ayrımlar sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve psikolojik bir uçurumu da beraberinde getiriyor.

Özel kurumda çalışan bir öğretmenle tanışıyorum. “Geçmişte özel kurumlarda maaşlar çok daha sağlıklı” diyor. “Ama artık kamuda çalışan, çalışanlarımızdan çok daha iyi durumda. Peki, bu kadrolara nasıl alınıyorlar? Bir sınav yapılıyor, ama sonrasında puanın önemi kalkıyor. Görüşmelere çağırıyorlar ve liyakat yerini sadakate ve tanıdığa bırakıyor.”

Bu durumu düşününce düşünce şu şekilde geliyor: Eğer liyakat yerine sadakat ön planda tutulursa, gelecekte evrensel nasıl bir düzen inşa edilebilir? Liyakat, bir toplumun ilerlemesi için temel taşlardan biri değil midir? Ama biz toplum olarak bu özelliğe hasret kaldık, gördüğüm kadarıyla  sadakat liyakatin ön koşulu haline gelmiş...

Son olarak, toplumda dikkatimi çeken bir başka konu, dinin nasıl araçsallaştırıldığı... Yönetim, dini söylemleri ve sloganları kullanarak insanları hipnoz etmeye, adaletsizlikleri örtmeye çalışıyor gibi görünüyor. Ama bu anlayışın insanlara nasıl zararlı uygulamaları olduğunu göremiyorlar mı? İnsanlar artık sorgulamaz, düşünmez hale gelmiş durumdadır. Ama bu sorgulamaların yapılmadığı bir toplum nasıl ileriyi görebilir? Çarşıdaki bu sessizlik, bir tür kabullenme mi yoksa içten içe büyüyen bir öfkenin habercisi mi, çözemiyorum.

Bir vatandaş olarak, adaletsizlikleri ve sorunları dile getirmek benim görevimdir. Yönetime kimse “kral çıplak” demiyor olabilir. Ama ben bunu söylemek zorundayım. Çünkü doğruyu dile getirmek, bir vatandaşın en temel sorumluluğudur. Eğer adaleti, yaşamı ve toplumsal huzuru yeniden inşa etmek istiyorsak, önce bu sorunların kabul edilmesi ve çözüm yollarının bulunması gerekir.

Bahadır Hataylı/30.11.2024/Sancaktepe/İST


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!