Bu Blogda Ara

23 Eylül 2024 Pazartesi

İyi Yönetimin Aynası-Refah mı, Utanç mı?

“Bir ülke iyi bir biçimde yönetiliyorsa düşkünlük ve yoksulluğun varlığı utanç verici bir şeydir. Bir ülke kötü bir biçimde yönetiliyorsa şeref ve zenginlik gibi şeylerin varlığından utanç duyulmalıdır.”

Konfüçyüs

Konfüçyüs'ün bu sözü, derin bir yönetim ve toplum eleştirisi içerir. Bu cümlede hem iyi hem de kötü yönetim sistemlerinin toplumsal refah ve zenginlik üzerindeki etkileri sorgulanmaktadır. Konfüçyüs’ün felsefesi ahlaki erdemler, iyi yönetim ve toplumsal düzen üzerine yoğunlaşmıştır. Şimdi bu sözü daha derinlemesine inceleyelim.

İyi bir yönetimden bahsederken, devletin en temel sorumluluklarından biri olan halkının refahını sağlamayı ve toplumdaki yoksulluğu ortadan kaldırmayı kastederiz. Bir ülkede eğer iyi bir yönetim varsa, vatandaşların temel ihtiyaçları karşılanır, fırsat eşitliği sağlanır ve adalet sistemi işler. Buna rağmen yoksulluk ve düşkünlük varsa, bu utanç verici bir durum olarak görülmelidir. Çünkü bu, toplumda ya kaynakların adil bir şekilde dağıtılmadığını ya da yönetimin belirli kesimleri ihmal ettiğini gösterir.

Yoksulluk, bireysel sorumluluğun bir sonucu olarak değil, toplumsal ve sistemsel sorunların bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Eğer devlet, eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçları karşılayamıyorsa, bu, yönetimin başarısızlığını gösterir. İyi yönetilen bir devlette yoksulluk ve düşkünlük olmamalı, tüm vatandaşlar asgari yaşam standartlarına sahip olmalıdır. Dolayısıyla, Konfüçyüs’ün sözündeki "utanç", yöneticilerin başarısızlığına işaret eder.

Kötü bir yönetimde ise, adalet, fırsat eşitliği ve sosyal dayanışma gibi temel değerler genellikle göz ardı edilir. Kötü yönetim, genellikle gücün kötüye kullanıldığı, yolsuzlukların yaygın olduğu ve devletin vatandaşların çıkarlarını korumadığı durumlarla ilişkilendirilir. Böyle bir durumda, şeref ve zenginlik gibi kavramların varlığı bile utanç verici hale gelir. Çünkü zenginlik çoğu zaman haksız yollarla elde edilir ve şeref, sadece belirli bir zümrenin koruması altında olur.

Kötü bir yönetim altında, zenginlik çoğunlukla birkaç kişinin elinde toplanır. Bu da toplumsal eşitsizlikleri daha da derinleştirir. Yoksulluk ve zenginlik arasındaki uçurum büyüdükçe, zenginliğin bir statü sembolü olarak görülmesi ve onurlandırılması, ahlaki bir çöküşün göstergesi olur. Böyle bir toplumda, zenginliğin varlığı toplumun büyük bir kısmı için utanç verici bir hale gelir; çünkü bu zenginlik genellikle sömürü, yolsuzluk veya adaletsiz yöntemlerle elde edilmiştir.

Konfüçyüs’ün yönetim felsefesi, ahlaki liderlik ve erdemli yöneticilerin toplumun refahını sağlamadaki rolünü vurgular. Bir toplumda yöneticiler erdemli olmalı, halkın çıkarlarını gözetmeli ve adil bir yönetim sağlamalıdır. İyi bir yönetim, toplumsal eşitlik ve adaleti sağlamalı, halkın maddi ve manevi refahını artırmalıdır. Eğer yönetim bu erdemlere sahip değilse, toplumda adalet ve eşitlik sağlanamaz.

Bu noktada, Konfüçyüs'ün öğretisindeki "liyakat" kavramı önem kazanır. Yönetimin başında olan kişiler, liyakatli, bilgili ve erdemli olmalıdır. Ancak o zaman toplumda zenginlik ve şeref hak edilmiş olur ve utanç verici bir durum ortaya çıkmaz.

Günümüzde de Konfüçyüs'ün bu sözü büyük bir öneme sahiptir. Bugün dünyada birçok ülke, yoksulluk ve gelir eşitsizliği gibi sorunlarla karşı karşıyadır. İyi yönetildiği iddia edilen ülkelerde bile yoksulluğun varlığı, yönetim sisteminin sorgulanmasına neden olabilir. Bunun yanında, kötü yönetim örneklerinde zenginliğin ve gücün belirli bir elit kesim arasında toplanması, toplumun geniş bir kesimi tarafından adaletsiz olarak görülmektedir.

Özellikle kapitalist sistemin baskın olduğu toplumlarda, zenginlik ve şeref çoğu zaman toplumsal başarı göstergeleri olarak kabul edilse de bu değerlerin altında yatan sömürü, eşitsizlik ve adaletsizlikler de dikkate alınmalıdır. Konfüçyüs'ün işaret ettiği gibi, iyi bir yönetimde, zenginlik hak edilmiş olmalı ve toplumun genel refahını artırmalıdır. Eğer bu sağlanamıyorsa, bu, utanç verici bir durumdur.

Konfüçyüs'ün bu sözünden yola çıkarak, bir ülkenin yönetimi, halkın refahını, adaleti ve toplumsal eşitliği sağlama konusunda başarılı olmalıdır. İyi yönetimde yoksulluk ve düşkünlük, adil kaynak dağılımının sağlanamamasının bir göstergesi olduğu için utanç vericidir. Kötü yönetimde ise, şeref ve zenginlik gibi kavramlar, toplumsal eşitsizliğin ve yolsuzluğun bir sonucu olarak görülmeli ve bu da utanç kaynağı olmalıdır.

Bu çerçevede, Konfüçyüs'ün öğretilerini modern dünyaya uyguladığımızda, yönetimin ahlaki temellere dayanması gerektiği ve bireylerin refahı kadar toplumun genelinin iyiliğini gözetmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. İyi yönetim, sadece ekonomik refah sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal adaleti ve ahlaki değerleri de korur.

Bahadır Hataylı/22.09.2024/00.30/Sancaktepe/İST



22 Eylül 2024 Pazar

Gizli Ajanda-Küresel Egemenlik Planları

 Birleşmiş Milletler ’in “Geleceğin Zirvesi” gibi uluslararası toplantılar, genellikle büyük küresel sorunlar hakkında çözüm önerileri sunmayı amaçlayan platformlar olarak sunulsa da, eleştirel bir bakış açısıyla bu zirvelerin gerçek amacı çok daha derin ve tehlikeli planlara işaret edebilir. Zirvede konuşulan konuların yüzeyde küresel işbirliği, çevre sorunları ve adil bir finansal sistem gibi önemli başlıklar altında tartışıldığı söylense de, aslında zirvenin gerçek amacı, dünya üzerinde daha geniş bir kontrol mekanizması kurmak ve ulus devletleri zayıflatmak olabilir. Buna göre, zirvenin en büyük tehlikesi, dünya halklarını kontrol altına almayı hedefleyen bir elit tabakanın, ekonomik ve politik gücü merkezileştirme çabasıdır. Bu çerçevede, her bir madde derinlemesine analiz edilip ele alındığında, şu sonuçlara ulaşabiliriz:

Geleceği Koruma Maskesi Altında Uluslararası Sağlık Egemenliğinin DSÖ'ye Devri

BM’nin “geleceği koruma” başlığı altında önerdiği uluslararası mutabakat, sağlık yetkilerinin DSÖ’ye devredilmesini içeriyor olabilir. DSÖ, küresel sağlık politikalarını yöneten bir kuruluş olarak pandemiler gibi krizlerde merkezi bir güç olarak sahneye çıkıyor. Ancak eleştirmenler, bu tür bir merkezi yapının ulusal egemenliği ciddi şekilde zayıflatabileceğini savunuyor. Örneğin, COVID-19 sürecinde DSÖ'nün aldığı kararların, ulusal hükümetlerin bağımsız politikalar geliştirme kabiliyetini nasıl etkilediği hala tartışılıyor. Pandeminin yönetimi sırasında alınan karantina ve kısıtlamalar gibi küresel politikalar, birçok ülkenin sağlık politikaları üzerinde ulusal düzeyde karar alma gücünü kaybettiğini gösterdi.

Bu süreç, bazı kesimler tarafından dünya genelinde bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanması, büyük teknoloji ve ilaç firmalarının güç kazanması ve nihayetinde bir tür küresel sağlık diktatörlüğünün kurulması olarak değerlendiriliyor. Sağlık krizi bahanesiyle toplumların daha da kontrol altına alınmasının kapıları aralanıyor. Bu durum, gelecekte DSÖ'nün alacağı kararların, halk sağlığına dayalı olarak uygulanacak daha büyük küresel baskıların başlangıcı olabilir.

İklim Değişikliği ile Mücadele mi? Toplumların Kontrolü İçin Bir Araç mı?

İklim değişikliği tartışmaları da aynı şekilde kontrol mekanizmalarının devreye sokulması amacıyla kullanılabilir. İklim değişikliği elbette gerçek ve ciddi bir sorundur, ancak zirvede bu sorunun nasıl ele alınacağı daha da önemli. Eleştirmenler, iklim değişikliği adına alınacak kararların, çevresel kaygılardan ziyade, toplumların üzerindeki denetimi artırmaya yönelik bir bahane olduğunu savunuyor. Örneğin, karbon ayak izi hesaplamaları, karbon vergileri ve yeşil enerji geçişi gibi adımlar, sadece çevresel sürdürülebilirliği sağlamak değil, aynı zamanda bireylerin ve devletlerin üzerindeki ekonomik yükleri artırarak, merkezi bir otoriteye bağımlı hale getirilmesini sağlıyor olabilir.

Bunun bir örneği, karbon ayak izi politikalarıdır. Bireylerin günlük yaşamında yaptıkları her şey, karbon emisyonlarıyla ölçülebilir hale getirilip sınırlamalar getirildiğinde, bu kontrol mekanizmasının bir parçası olabilir. Özellikle yoksul ülkeler, zengin ülkelerin belirlediği karbon kotalarına uyum sağlamak zorunda kaldıklarında, ekonomik ve politik açıdan daha bağımlı hale gelebilir. Zirvede bu tür çevresel düzenlemeler görüşülürken, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı bombardımanların çevresel zararları ya da büyük şirketlerin çevreyi kirleten faaliyetleri gündeme gelmiyor. Bu durum da, iklim değişikliği bahanesiyle aslında belirli güç merkezlerinin kontrol sağlama amacı taşıdığına işaret ediyor.

Adil Finansal Sistem Adı Altında Dijital Para ile Küresel Kontrol

Zirvede "daha adil bir finansal sistem" başlığı altında gündeme getirilen dijital para sistemleri, ulusal para birimlerinin yerini alarak, dünya ekonomisinin merkezi bir yapıya devredilmesine neden olabilir. Dijital para birimleri, her bir işlemi kaydedebilir, izleyebilir ve kontrol edebilir hale getirildiğinde, hükümetler üzerindeki kontrol mekanizmalarının güçlendirilmesine zemin hazırlayabilir. Dijital para sistemleri, merkez bankaları tarafından kontrol edilerek, ulusal devletlerin ekonomik politikalarını dahi merkezi bir otoritenin insafına bırakabilir.

Örneğin, Çin’de uygulanan sosyal kredi sistemi ile bireylerin davranışları izlenip değerlendirilirken, dijital para birimleri de bireylerin finansal özgürlüğünü sınırlayabilir. Bu tür bir sistemde, bireylerin ekonomik faaliyetleri, devletin politikalarına uygun olup olmadığına göre şekillendirilebilir ve kontrol altına alınabilir. Böyle bir sistem, dünya genelinde küresel elitlerin ekonomik gücü elinde toplamasını sağlar ve halkın ekonomik bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırır.

Tek Dünya Devletine Doğru Bir Adım

Bu zirve ve benzeri uluslararası toplantılar, dünya genelinde bir "Tek Dünya Devleti" düzenine doğru atılan adımlar olarak yorumlanabilir. Ulus devletlerin egemenlik haklarının DSÖ gibi kurumlara devredilmesi, iklim değişikliği bahanesiyle halkın kontrol altına alınması, dijital para sistemleri aracılığıyla ekonomik bağımsızlığın yok edilmesi gibi politikalar, dünyanın belirli bir elit grubun çıkarlarına göre yönetilmesine zemin hazırlayabilir.

Sonuçta, bu tür zirveler, yüzeyde uluslararası işbirliği ve dünya sorunlarını çözme amacı taşıyormuş gibi görünse de, gerçekte dünya halklarının özgürlüklerini sınırlama, ulus devletlerin güçlerini ellerinden alma ve merkezi bir küresel yönetim oluşturma çabasıdır.

Bahadır Hataylı/19.09.2024/18.50/Namazgah/İST


17 Eylül 2024 Salı

Değişim Rüzgârları Altında Yitik Bir Toplum

Gardaş, bir zamanlar köylerimizde sabahın ilk ışıklarıyla uyanır, tarlada çalışmanın, komşularla selamlaşmanın huzurunu yaşardık. Çocuklar sokaklarda güvenle oynardı, büyüklerine saygıyla yaklaşırlardı. Ailede her fert birbirine kenetlenmişti, sofralar bereketli, muhabbetler derindi. O günlerden bugünlere geldik; her şey hızla değişti. Dijital dünya, teknolojinin parıltılı yüzüyle bize sunduğu hayatla ruhlarımızı aldı, köyler boşaldı, tarlalar sessizleşti. Beton binaların arasında kaybolduk, evlerin sıcaklığı yerini soğuk duvarlara bıraktı.

Artık çocuklar bilgisayar başında büyüyor, ekranlar arası hayatın peşindeler. Anne-baba öğütleri dinlenmez oldu, değerlerimiz yitirildi. Eskiden komşumuzun halini hatırını sorardık, şimdi apartmanlarda birbirimizi tanımaz olduk. Sevgi, saygı, paylaşma ve hoşgörü arka planda kaldı. Dün bizde olan bu asil duruş, bugün yerini umursamazlığa bıraktı.

Kardeşim, serserilik, kavga, şiddet hayatımıza sızdı. Asalet yok, sabır yok, anlayış yok. İnsanlar birbirini kıskanıyor, dedikodu yapıyor, oysa eskiden birinin derdi hepimizin derdiydi. Çıplaklık, gösteriş, maddiyat her şeyin önüne geçti. Bir elbise alırken bir ömür giymeyi düşünürdük, şimdi modaya göre her şey hemen eskir oldu.

Ne oldu bize gardaş? Nasıl bu hale geldik? Şimdilerde insanlar ekranların içinde kaybolurken, kimse kimseyi tanımıyor, ruhsuz yapılar içinde ruhlarımızı kaybettik. Sevgi mi kaldı? Muhabbet mi kaldı? Ne idik ne olduk? Eğer böyle devam ederse sonumuz karanlık, bir çıkış var mı bilmiyorum. Ama bir şey açık: bu betonlaşan ruhlar içinde kayboldukça, son nefesimizi verirken bir zamanlar ne kadar saf ne kadar gerçek olduğumuzu hatırlayacağız.

Bir zamanlar bu topraklarda birlik, beraberlik ve kardeşlik vardı. Şimdi ise bu değerler birer anı oldu. Toplum, adım adım büyük bir değişime uğradı. Bu değişim öyle yavaş ve sinsice gerçekleşti ki, farkına vardığımızda çoktan her şey elimizden kayıp gitmişti. Ne oldu bize? Bir zamanlar tarlada çalışan, komşusuna ekmeğini bölen, hastasına şifa arayan bir toplumduk. Şimdi ise birbirimizden uzak, kendi kabuğumuza çekilmiş durumdayız. Bu değişimi her alanda hissediyoruz: eğitimde, sağlıkta, ailede, gençlikte, ulaşımda ve daha saymakla bitmeyecek her alanda...

Bir zamanlar eğitimin amacı sadece meslek sahibi olmak değil, aynı zamanda insan yetiştirmekti. Ancak bugün, eğitimin amacı sadece diploma almak oldu. Gençler, eğitim sürecinde insanî değerlerden uzaklaşırken, sosyal beceriler geliştirmekte zorlanıyorlar. Okullar, adeta birer yarış sahasına dönüştü; bilgi değil, notlar, puanlar önemli hale geldi. Eğitim sistemimiz, bireyleri sorgulamaktan uzak, sadece ezberci bir yapıya dönüştürdü. Gençlerimiz diplomalarını alıyorlar ama ruhları boş kalıyor. Eğitim, bir hayat biçimi olmaktan çıkıp sadece bir zorunluluğa dönüştü.

Aile, toplumun temeliydi, ancak artık aileler de değişti. Aile içi bağlar zayıfladı, bireyler arasındaki sevgi, saygı ve iletişim yerini çatışmalara, kopukluklara bıraktı. Eskiden ailede herkes bir araya gelir, sofralar kurulurdu. Şimdi herkes kendi dünyasında, kendi ekranında kaybolmuş durumda. Dijital dünya, aile içi sıcaklığı, birlikteliği elimizden aldı. Evler artık kalabalık ama bir o kadar da yalnız. Çocuklar ebeveynlerinden kopuk, ebeveynler de birbirinden uzak.

Gençlik, bir ülkenin geleceğiydi, ama gençlik nereye gidiyor? Bir zamanlar gençler idealistti, bir dava uğruna mücadele ederdi. Şimdi ise gençler, sosyal medyada beğeni peşinde koşuyor. Hayallerin yerini geçici hevesler aldı. Gençlik, geleceğe dair umudunu yitirmiş, kendini anlık zevklerin peşinde buluyor. Ne yazık ki, gençler arasında bireysellik, bencillik arttı. Gençler artık toplumu düşünmekten çok, bireysel tatminlerin peşindeler. İdealler, hedefler bir yana bırakıldı, hayat "ne kadar beğeni alırım" yarışı haline geldi.

Sağlık hizmetlerimizde de ciddi bir değişim yaşandı. Bir zamanlar doktorlarımız hastalarını iyileştirmek için ellerinden geleni yapar, hastalar da onlara güvenirdi. Şimdi ise sağlık sektörü, bir endüstri haline geldi. Hastalıklar tedavi edilmekten çok, birer ticari kazanç kaynağına dönüştü. Doktorlar, sağlık çalışanları yoğun iş yükü altında ezilirken, hastalar da bu sistemin çarkları arasında kayboluyor. Sağlık artık bir hak değil, bir lüks haline geldi.

Eskiden ulaşım dendiğinde insanların aklına komşu köye gitmek, sevdikleriyle buluşmak gelirdi. Şimdi ise ulaşım, sadece bir yerden bir yere gitme aracı değil, büyük bir stres kaynağı. Trafik, uzun mesafeler ve şehir hayatının karmaşası insanları bunaltıyor. Şehirler beton yığınlarına dönüştü, doğa unutuldu. Toprakla bağı kesilen insan, ruhen de doğadan koptu. Şehirler hızla büyüdü ama insanlar birbirine uzaklaştı. Artık şehirlerde mahalle kültürü yok, komşular birbirini tanımıyor. Bu betonlaşma, ruhlarımızı da etkiledi. Yaşadığımız yerler ne kadar büyükse, ruhlarımız o kadar küçük kaldı.

Kültürümüz de bu değişim rüzgarlarından nasibini aldı. Bir zamanlar geleneklerimize bağlıydık, şimdi ise Batı'nın etkisi altında yaşıyoruz. Kültürel değerlerimizi unuttuk, yerine yabancı hayranlığı koyduk. Giydiğimiz kıyafetler, izlediğimiz diziler, dinlediğimiz müzikler bile artık bize ait değil. Kültürümüz yozlaşırken, kimlik arayışına giren bir toplum haline geldik. Geleneklerimiz sadece bayramlarda hatırlanan, gösterişten öteye geçmeyen birer ritüel oldu.

Bir diğer büyük değişim de tüketim alışkanlıklarımızda oldu. Eskiden ihtiyacımız kadar tüketir, kalanını paylaşırdık. Şimdi ise tüketim çılgınlığına kapıldık. İsraf, hayatımızın bir parçası haline geldi. Gıda ürünleri çöpe giderken, ihtiyaç sahibi insanlar bunlara ulaşamıyor. Mağazalar dolup taşıyor ama insanlar mutlu değil. Ne kadar çok tüketirsek, o kadar boş hissediyoruz. Çünkü tüketim mutluluğu getirmiyor, aksine daha fazla mutsuzluk yaratıyor.

Dijital dünya, hayatımıza büyük kolaylıklar getirdi, evet. Ancak beraberinde büyük sorunlar da getirdi. İnsanlar artık yüz yüze konuşmuyor, ekranlardan birbirine bakıyor. Sosyal medya bağımlılığı, insanları yalnızlaştırdı. Dostluklar yüzeysel, ilişkiler sanal hale geldi. Gerçek dünyadan kopup sanal dünyada kaybolduk. Dijitalleşme ile birlikte mahremiyet, kişisel alan diye bir şey kalmadı. İnsanlar birbirine gösteriş yapmak için yaşıyor, dijital dünyada var olmak için gerçek dünyadan uzaklaşıyor.

Çıkış Yolu Nerede?

Bu değişim rüzgarları altında kaybolan toplumumuz, aslında bir arayış içinde. Ancak bu arayışın yönü kaybolmuş durumda. Ne yazık ki toplumsal değerlerimizden, köklerimizden uzaklaştıkça daha fazla yalnızlaşıyoruz. Ancak unutmamalıyız ki, bu çöküşün önüne geçmek elimizde. Aile bağlarını güçlendirmek, eğitim sistemini yeniden insanî değerlere dayandırmak, gençleri yeniden hayata kazandırmak için adımlar atmalıyız. Tüketim çılgınlığından, dijital dünyadan sıyrılıp gerçek dünyaya dönmeliyiz. Birlik ve beraberlik ruhunu yeniden canlandırmalı, birbirimize sarılmalıyız.

Bir zamanlar neydik, şimdi ne olduk. Ancak her şeyin bir geri dönüşü vardır. Toplum olarak bu karanlık günlerden çıkmanın tek yolu, birbirimize dönmek, dayanışmayı ve sevgiyi yeniden inşa etmektir. Bu rüzgarların etkisi altında savrulurken, elimizde kalan son umutları kaybetmemeliyiz.

Belki yeniden, birbirimize dönmemiz, sevgiyi, saygıyı, naifliği hatırlamamız gerekir. Yüreklerimizi açmamız, dünyaya değil, birbirimize sarılmamız gerekir. Gardaş, eğer bu yolu seçersek, belki ışığı yeniden buluruz.

Bahadır Hataylı/16.09.2024/15.00/Namazgah/İST



 

 

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!