Bu Blogda Ara

5 Şubat 2023 Pazar

OLUŞTA YER ALAN İNSANDIR

Yaşamak ile yaşamamak arasında bir çizgide seyrediyorsa yaşamınız yaşamıyorsunuz demektir. Duyguların, hayallerin umutların koparıldığı bir gece karanlığını solumak zorunda hissediyorsanız kendinizi, kendi ölüm fermanınızı onaylamışsınız demektir.

Ölüm fermanı çıkmış ancak katlanmak zorunda kaldığınız hayatların yıkılan enkazı altında can çekişirken bu halinizi bir yaşam olarak tanımlıyorsanız, hiç yaşamamışsınız demek ki! Yaşamak bir nehrin akışı gibi her gün farklı yerlerde farklı zamanlarda doğaya ve canlıya hayat katarak yol almaktır. Aktığınız yerdeki denizler göller ve okyanuslar sizden bir damla aldıkları için kendi içinde dalgalanarak şaha kalkar. Ancak sizin yaşamınız saha kalkan dalgaları oluşturmuyorsa, ne zaman yaşadığınızı ve bu yaşamınızın fotoğrafını çekeceğiniz zamanınız olmamış o zaman…

Toplumsal değer yargıları arasında son nefesi verirken ah çekerek geride bıraktığınız günlere veda ederken hayıflanmanın bir anlamı olmayacağı için, özgür yaşamların taşıyacağı tuğlalardan kurulan evlerin içinde geçireceğiniz anlar olsun yaşamınız…Bu yaşamlar, insana kimsenin armağan edemeyeceği kadar değerli ve kutsal dokunuşlardan oluşan bir nefes gibidir. Bu nefesi hissetmiyorsanız yaşamınızda, var mısınız yok musunuz onu da sorgulamanıza gerek yoktur. Var olmadan, yokluk kapısından içeriye girdiğinizden, hep yokluk içinde varlığı yaşadığınızı sanırsınız.

Sevginiz yok, hayalleriniz yok, umutlarınız kayıp, saygı demir atmış uzaklara; çılgınlıklar, arzular, ihtiraslar, kendini kanıtlama çırpınışları, yaşamın ortasına kurulan surlar ve karşılıklı aktaracağınız sevgi pıtırcıkları zakkum ağacının kuruyan yaprakları gibi boğazınıza tıkanıyorsa, hala yaşadığınızı mı sanırsınız?

Yaşamak bir oluştur. Bir andan başka bir ana geçiş ve geçerken de yeni bir iklime yelken açmaktır. Yelkenleriniz kapanmış nefesiniz daralmış ve akan bir suyun aktığı ve gittiği her yer yere varmadan azala azala yol aldığını, arkta suyun kaybolduğunu ve torağın onu yuttuğunu görürseniz, suyun varlığının kaybolduğuna kendi gözlerinizle şahit olursunuz…Su akan hareketli bir özelliğe sahipken gittiği her yerden aşınarak yol almak istediği için kayboluyorsa, insan aşınmayı bırak karanlık bir gecenin içinde her şeyini kaybedip imha sürecinde, yaşadığını sanıyorsa bu, onun yaşamdan hiçbir şey anlamadığının göstergesidir. Yaşam, yaratılmışlar evreninde kimseyi kırmadan yaşayalım cümlesinden çok mu çok daha önemli ve anlamlı bir tavır gerektirir. Başkalarının mutluluğunu bozmayalım diye, çırpınan her varlık kendi mutsuzluğunu devamlı kılarak, yaşamdan yaşamamaya geçiş yolunu mesken tutar. Ne o tarafa ne bu tarafa ait olur. Mutsuzluk tam böylesi yaşamlara kement atar. Mutsuzluğun kement attığı yaşamın kollarında şu kısacık ömrü noktalamak istemeyenlere naçizane küçük bir uyarım olur…Her gün bir başka atmosferi solumuyorsanız, aktığınız geceler gündüze kavuşmuyorsa, tekrarlanan bir alışkanlığa dönüşmüşse yaşamınız, sahiden yaşıyor muyum diye kendinize bunu sormanızın zamanı çoktan geçmiştir…

Evrende değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir. Yaratıcı her an yaratma halindedir. Yaratıcının kainattaki bu dinamizminin göstergesi yaşamların anlamlı ve sürekliliği olan bir akışın içinde yer almasıdır. Standart ve her gün tekrarı olan eylemler, sürekli yaratma halinde olan bir varlığın yarattığı evrenin yapısıyla varlık uyumsuzluğu yaşar. Mutlak varlık ile mümkünü varlıkların varlık uyuşmazlığına dayan bir yaşam atmosferinin aktif özgür ve sevgi dolu varlıkları olduğunu sanmamız tam bir düzmecedir.

İnsanlık evrenindeki yaratıkların nerdeyse tamamı bu evrenin karanlıklara gömülmesini sağlayan, ışıkları alınmış tüm enerji kaynakları patlamış bir görüntü olduğunu fark edemedikleri bir karanlığın girdabında can çekişir olmuştur. Bu karanlık ve canlılığı kaybolmaya yakın, hayat sanılan bu alışkanlıklar, kutsanarak herkesin onun önünde secdeye kapandığı mutlak varlığa dönüştüğü bir zamanda insan denen varlık kendi varlığını kendisi imha etmeyi bir görev edinmiştir.

Denizlere karışarak şaha kalkan dalgalarla yeni ve daha güçlü etkiler oluşturmak değilse yaşamanın hedefi, yok olmuşsun demektir. Yok olan bir varlığın tekrarlara dayanan alışkanlıklarını tekrarlıyor olmasının ona mutluluk getirmesini anlayan var mı bilmiyorum…Şahsen ben tekrarlanan alışkanlıklarının kurbanı olmuş yaşamımdan hiç tat almadığım gibi, bundan kaynaklı mutlulukta hiç kapımı çalmadı.

Zihniniz, duygularınız, hayalleriniz, eylemleriniz, geceniz, gündüzünüz, uykunuz uyanıklığınız hatta rüyalarınız bile sürekli yenilenip, farklı bir oluş içinde yer almıyorsa, mutlak varlığın kendi ruhundan üfleyerek mümkünü varlık kıldığı bu insanın tüm anlam dinamikleri anlam kaymasına dönüşerek ciddi bir yaşam erozyonuna uğramış demektir.

Bu yaşamın, yaşam olarak beyin tahtamıza kaydedilmesi için, oraya kaydedilecek bir değerde olması lazım. Mutlak varlığın yarattığı bir değerin değersiz ve anlamsız uğraşlarla tekrarlara dayanan alışkanlıklarla doldurulması, yaratılış gerçekliğinin gayesi dışında harcanması olur. Yaratılış gerçekliğinin kendi yaratılış atmosferindeki koşullar içinde esen bir rüzgâra dönüşerek, insanı uygun zemine taşıyarak çimlenmesi için kendi atmosferimizi kendimiz yeniden ve ivedilikle konumlandırmak zorundayız. Alışkanlıklarımızın kurbanı olan karanlıklarımızı yaşam diye tekrarlamaktan kurtularak, yeni umutlara ve geleceklere yelken açmamız için bugün bir kalkış hamlesinin adımlarını doğru atma dönemindeyiz. Bu hamleler bizi yaşamla tanıştıracağı için mutlu olmanın kodlarını doğru koordinatlarda aramamız ciddiyet ister.

İnsan, sen kendini ne sanırsın, sen olsan da olur olmasan da âmâ mutlak varlık olmazsa olmaz…O halde mutlak varlığın her an yaratma halinde olduğunun idrakinde olarak kendi yerimizi ve duruşumuzu kendimiz belirleyelim ki yaşadığımız hayat bir yaşam olsun…

Selam ve muhabbetle, yaşayanlara selam olsun yaşadığını sananları rabbim yaşamın idrakine erdirsin…Kalın sağlıcakla…

Bahadır Hataylı/05.02.2023/13.35/Sancaktepe/İST



 

26 Ocak 2023 Perşembe

DOLAŞIMI DURAN MAL YIKIMA GİDEN TANK GİBİDİR

Müslümanların yaşam alanında yaptıkları en büyük yanlışlardan biri, kapitalist sistem içinde yaşayarak, kendileri olarak kalacaklarını sanmasıdır. Günlük yaşamınızı belirleyen kurallar ne ise düşünce sistematiğiniz de ona göre biçimlenir. Dolayısıyla Marks’ın alt yapı üst yapıyı belirler yaklaşımı da tam bunu açıklar. İslam’ın ilk dönemlerine baktığımızda Allah’ın Resulü Medine de sosyal yaşamın oluşması için, öncelikle bir Pazar piyasası oluşturdu. İlk Pazar tezgâhları Yahudiler tarafından yakılınca, kendilerine özgü bir Pazar oluşturdular. Bu pazarın koşullarını da yine kendi değer sistemleri doğrultusunda belirlediler.

Toplumsal yaşamın devam etmesi için herkesin, organizeli hiyerarşik kamu otoritesinin bir memuru olarak çalışmasının imkânı olmayacağına göre, sivil ortamda çalışarak yaşamını devam ettirmesi gerekir. Bunun için Medine pazarı Müslümanların yaşamında belirleyici bir ışık olmalıdır. O Pazar Piyasasının oluşum dinamiklerini dikkate almayan, Müslümanım diyenlerin hepsi, kapitalist yaşamın sağmal inekleri haline gelmelerine rağmen, kendilerini Müslüman bir piyasada yaşıyor sanabilirler. Müslüman olmak, bir sorumluluk sahibi olmayı ve dünya yaşamına dair bir ihtiyaç hiyerarşisi oluşturmayı gerekli kılar. İhtiyaç hiyerarşisi olmadan, sadece kazanım üzerine oluşan bir anlayış kapitalizmin çok istediği bir tavırdır. Kapitalizmin mimarı, İlahi buyruğu çiğneyen İblistir. Çünkü İblis, cennette sürekli kalabilmeleri için, Âdem ve Havva’yı cennetten uzaklaştırdı. Onlarda bu hissi uyandıran iblis olsa da onlar Rahman’ın uyarısına dikkat etmediklerinden sınırsız arzu ve isteklerinin kurbanı oldular. İblisin bu yaptığının onun ilk ve son işi olmayacağını bilen rabbimiz der ki,” Ey Beni âdem İblis sizin atanızı saptırdığı gibi sakın sizin de başınıza bir bela getirmesin, ona yönelmeyin sadece bana kulluk edin işte dosdoğru yol budur.”

Bu uyarı aslında bir toplumun inşa edilme temellerini de belirliyor. Toplumsal yaşamın devamlılığı için, sınırlı sorumlu ilkeleri olan, herkesin huzur bulduğu, insanlık değerlerinin korunduğu ve insanın kutsallığına bir gölgenin düşmediği yaşam olmalıdır. Bunun oluşması için iktisatın çok iyi düzenlenmesi ve kimseye haksızlığın olmaması şarttır. Ekonomik ifsadın olduğu bir yerde başka değerleri koruma ve onların varlığını devam ettirme imkânınız olamaz. Ekonomik yaşamdaki bozulmanın, tüm yaşamı karartacağı bilinmek zorundadır. Bunun için Allah’ın Resulünün ilk icraatı, Medine pazarını kurmak ve pazarın çalışma kurallarını belirlemek olmuştur. O Pazar, bu günkü anlamıyla Pazar olarak anılsa da yaşamın devamı için gerekli tüm ihtiyaçların alınıp satıldığı piyasanın adıdır. O piyasanın koşullarını kendi çıkar ve menfaatlerini arttırmak için bozmaya çalışanlar pazardan atıldığı gibi, ticari ortamdan da uzaklaştırılarak cezalandırılmıştır. Yahudilerin yaptığı oyunlar bunlara en güzel örnektir, o zaman ki pazarda…

Başka yerlerden gelen ticaret kervanları pazar dışında, önemli kişilerle görüşerek, mallarını bir kişiye satarak, piyasayı o şahsın belirlemesine ortam oluşturamazlardı. Böyle davranan tacirler o piyasaya bir daha girme şansını kaybeder, böyle kurnazlık yapmaya çalışan bir satıcı da cezalandırılırdı. Her şey açık bir ortamda olur ve insanlar bu piyasadan mallarını alıp ihtiyaçlarını karşılarlardı. Allah’ın elçisi (sa.) şöyle söylüyor:” Hiçbiriniz gelen bir kervanı şehir dışında karşılamasın. Şehirli köylü namına satış yapmasın” (komisyonculuk). Kervanın karşılanması demek; tüccarın şehir dışına çıkarak mal sahiplerini karşılaması ve şehre girmeden mallarını satın alması ve tekrar şehre dönerek insanlara satmasıdır. Bu kadar açık seçik bir hayatın günümüze yansıyan şekli, kapitalizmin kölesi olmuş kültür armağan etmek mi olacak…

Medine pazarında yetişmiş doğruluğun eminliğin ne olduğunu çok iyi anlayan tüccarlar eliyle İslam, dünyanın dört bir yanına taşındı ve bu tüccarların güvenirliliğinden etkilenen başka toplumlar da İslam’la tanıştı. Ancak bize gelen şekliyle baktığımızda İslam’ı kabul ettirmek için cihat yapıldığı ve savaşların da genellikle İslam’ı kabul etmeyenlere karşı olduğu söylenir. Bu tamamıyla bir oyun ve İslam’ın gölgede bırakılmak istenmesinden başka bir şey değildir. İslam’da savaş zalim yönetimlere karşı olmuştur. İslam’ı kabul etmek isteyen toplumlara baskı kuran ve halkın İslam’la olan diyaloğunu yok etmek için halk ile İslam’ın mesajı arasına duvarlar ören yönetimlerin bu duvarları yıkması istenmiş, duvarları yıkmamakta kararlı olduğunu ve zulmünü devam ettireceğini ortaya koyunca onlarla savaş kaçınılmaz olmuştur. Ancak tarihi süreç baştan uzaklaştıkça bunlar ganimet savaşına kadar gitmiştir. İslam, savaşlarla başka toplumlara ulaştırılmamış, tacirlerin ticaret kervanlarıyla gitmiştir. Bu mantık ve yaşamın kodları doğru okunduğu zaman Müslümanların içinde bulunduğu bu sisli havalar yerini aydınlığa bırakacaktır. Aksi taktirde bu karanlık sisli havalar bu coğrafyayı hiç terk etmemekte kararlı olacaktır.

Allah, malın mülkün bir elde toplanarak onun eliyle insanlara aktarılmasını asla istemiyor. Malın paranın insanlar arasında dolaşmasını istiyor. Öyle olduğu zaman herkes o malın dolaşımından yaşamını devam ettirecek imkanlar elde edecektir. Ama belli ellerde toplandığı zaman, herkesin o mallara ulaşma imkânı olmayacaktır. Bu da insanlar arasında sorunların oluşmasına ve huzurun bozulmasına sebep olur. Karun’un sarayının köşkünün örnek verilmiş olması, bir toplum oluşumunda toplumun terbiyesinin nasıl olması gerektiğini anlatmaktan başka bir şey olabilir mi? Karun gibi belli kişiler oluşturmak toplumda ifsadın oluşumunu sağlar. Onun için Yüce Yaratıcı insanın bu zaafını bildiğinden, mal yığarak, kendini malıyla tanımlayan insanların topluma örnek olmasının önüne geçmek için, bizlere o örnekleri en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır.

Müslüman bir toplumda tüketim malı durdukça değer kazanmaz, yıpranır aşınır ve değer kaybeder, onun için insanlar mülkiyet edinerek ondan kazanç sağlama yoluna gitmezler. İnsanların kazançları, emeklerinin karşılığı olan ve hareketli piyasada dolaşımı sağlanan mallardan elde ettikleridir. Piyasada, insanlar arasında dolaşımı olmayan malların, belli ellerde toplanarak o malların kiralanması ve piyasayı belirleyenlerin de bu mallara sahip olanların olduğu yerde toplumsal yaşam kararır. İnsanların doğal ihtiyaçları olan evleri ve aile bireylerinin oturması gereken konutları dışında, ayrıca tacir olanların kendi ticarethaneleri dışında mülkiyet alıp onu biriktirmesi önlenmelidir. Yatan mallardan yani arazi arsa ev dükkân fabrika gibi yerlerin kazanç sağlamak için yapılmaması gerekir. Bir inşaatçının yaptığı binalardan para kazanması bir ticarettir. Ama bir mülk zengininin birçok iş yerlerini alarak onları kiraya verip piyasayı da kendisinin belirlediği bir yerde onlardan para kazanması bir ticaret değil tefeciliktir. İnsanların alım gücü yükselmeden, tekelleşmiş mülkiyet zenginlerinin kendi istekleri doğrultusunda Piyasanın koşullarının belirlenmesi kiraların arttırılması, ekonomik yaşamın altını üstüne getirdi. Ticaret yapmadan ellerindeki mülkleri insanlara kiraya vererek oturduğu yerden para kazanma ortamı oluşturanlar, kapitalist yaşamın bir belirleyeni olarak yaşamdan uzaklaştırılmalıdır.

Bir toplumda ev dükkân vs. mülkiyetlerin yapılması ve dolaşımı ihtiyaçlar belirlenerek, ihtiyaçların biraz fazlası olarak her yıl piyasaya sunulmalıdır. Bu sunumlar el değiştirmeli ve alanlar satmak için almalı ve karını koyarak satışı sağlanmalı, birilerinin oturduğu yerden para kazanması için, paranın dolaşımdan alınıp, mülkiyete aktarılması, piyasanın daralmasına ve toplumsal dengenin bozulmasına yol açar. Bu dengesizliğin oluşumunda, ortamı insanlara sunan yönetimler etkili olur. Yönetimler bu uygulamalarıyla, işsizliğin artmasına işyerlerinin kapanmasına, insanların düşük alım gücü ile çok pahalı malları almak zorunda kalmasına neden olurlar. Birileri sürekli kazançlarına kazanç katarken, üretimden yana olanlar ezilirler, insan çalıştırmayı değil, farklı yollarla kazançlarını artıracak yollar aramaya başlarlar. Sonrasında piyasada emek açısından çok ciddi bir arz oluşur ama bunları karşılayacak talep oluşturulamadığı için toplumsal dengesizlik ve kaos ortamları oluşmaya başlar. Çünkü piyasanın dengesizliği, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görülen problemlerin birlikte kaynamasına yol açar. Üretici firmaların girdileri ve üretimi sağlayıcı enerji ihtiyaçlarına gelen sürekli artışlar, düşük karla mal üretmeyi ya da çalıştırdığı insanların ücretlerini kısmayı beraberinde getirir. Çalışacak emekçi insanlar, sürekli değişen piyasa koşullarındaki farklılaşmayla alım gücü azaldığından ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, birçok iş tekliflerine sıcak bakmayacak duruma gelir. Üretim için ihtiyacı olan, çalıştıracak elaman bulmakta zorlanırken, çalışacak kişi ihtiyacını karşılayacak alım gücünü karşılayacak iş arayarak işsiz kalır. Dolayısıyla hem eldeki üretim araçları istihdam edilmez hem de emek gücü üretim dışında kalır. Toplumsal yaşam mekanizması yavaşlar, hayat farklı kulvarlara kayar. Aileler sarsılır, ahlaki çöküntü oluşur, illegal örgütlenmeler ortaya çıkar, emeksiz kazanım yolları meşru zeminler yaratmaya çalışır. Ferdi ve toplumsal psikoloji etkilenir, toplumsal travmalar çoğalır. Değerlerin bağlayıcılık gücü etkisini kaybeder ve tam da kapitalizmin oluşturmak istediği ortamın zamanı yakalanmış olur. Biz toplum olarak kendimizle ilgili problemlerimizi doğru okuyarak, nedenleri gerçekçi saptayıp ona uygun çözüm denklemleri oluşturmadığımız sürece, gelecek beklentilerimizin bir hayalden ibaret olduğunu bilmemiz iyi olur.

Son bir yıl içinde sonuç olarak karşılaştığımız problemli tablo, yıllardır uygulanan yanlış ve inatçılık üzerine oturan arzu ve isteklerin ekonomik olarak bizi getirdiği sonuçtur. Zenginlerin sayısındaki artış ve mülkiyeti ellerine alanların kazançlarını toplumun genelinin bir kazanımı gibi topluma pompalayan algı, bu karanlık süreçte neden tökezlediğini idrak etmediği zaman bu karanlık yaşamın sürekliliğine katkı sunmuş olacaktır. Benim söylemek istediğim çok şey var ancak bu makalenin içinde hepsine yer vermeyeceğim, Medine pazarının oluşum ve işleyiş kurallarını doğru idrak edenler, çok ekonomi bilgisine sahip olmadan bu ülke ekonomisini düze çıkarır. Aksi taktirde halkın sırtındaki ağırlığı daha bir arttırarak, halkı yaşamından bıktırır duruma getirir. Şunu iyi anlamamız gerekir ki, üsten gelen basınç ne kadar artarsa toplumsal yaşamdaki karşılığı çok tazyikli akmak olur.

Günü kurtarmak için yapılacak politik açıklamaların, gerçekle yakından uzaktan ilgisinin olmaması, yönetim birimlerini çok kuvvetli bir selle suyun dışında karaya bırakır. Karada kalan bir yaprak gibi kopuşun, yaşama yeniden kavuşması mümkün olmayacağı için, yaşamın içindeki canlılığın korunması gerekir. Tekrar söylüyorum, dolaşımdan kalkan malın mülkün paranın belli ellerde toplanarak onların gelirlerini hesaplayarak, Milletin gelir düzeyi arttı gibi bir manipülasyonla toplumu hipnotize etmekten vazgeçmeyenler, gelecek için kendilerine hipnotize seansında randevu alırlar…

Medine pazarında bir tezgahtar olmayı, Karun’un malını sayan bir müşavirliğe tercih eden biri olarak, acıyan yanlarımı törpüleyerek bu makaleyi yazdım anlaşılmasının faydalı olmasını ümit ediyorum; selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Bahadır Hataylı/25.01.2023/17.45/Namazagah/İST



24 Ocak 2023 Salı

CİDDİYET İSTER YAŞAMAK

Bir toplumda eğer insanlar, bugün değil her dönemde hırsızlık adam kayırma ve yolsuzluklar var diyerek konuşmaya başlıyorsa, orada ahlakın tüm koordinatlarının yeri değiştirilmiştir. Ne yazık ki bizim toplum bu konuda çok yol almış, her anlayış kendi adamlarını korumak ve kollamak adına bu ahlaksız ifadeyi kullanmaktan ve onun arkasına sığınarak bir savunma yapmaktan imtina etmiyor. Ondan sonra da biz ahlaken nereye gidiyoruz, ahlaksızlık aldı başını gidiyor, bunu nasıl durduracağız diye dert yanıyor. Bu patolojik vaka toplumun tüm katmanlarına dalga dalga yayılırken ahlakı fenerle arasanız da bulamazsınız.

Yaşam ciddiyet ister, ciddiyetten uzak öylesine, konuşmak için konuşulan bir boyut almış ve insanlar duyduklarını konuşarak vakit tüketmeye başlamışlarsa, hayat tüm olumlu yönleriyle öğütülüyor demektir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklerin tatmin edildiği bir haz alanı değildir. Herkesin huzurlu ve mutlu olarak yaşayıp, herkese karşı emin ve güvenilir olduğu yerdir. Bu sistem yalpalamaya başladıysa öyle bir ortamda ahlak olmayacaktır. Çünkü her olumsuzluk geçmiş olumsuzluklarla nötrleştirilerek meşru bir zemine taşınmak isteniyor. Olumsuzlukların kabuk ve kimlik değiştirerek, orada yaşayanların savunduğu bir yaşam haline gelmesi, toplumsal yaşamın omurgasının çatırdadığının göstergesi olur.

Sanıyorum geçmiş ilkel kabul edilen ortamlarda, ahlaksız eylemler bulundukları ortamlarda bu kadar savunulur olmamıştır. Çünkü ahlaksız bir eylemde bulunanlar toplumsal yaşam içinde tecrit edilerek, bireysel ferdi yalnızlığa mahkûm oluyordu. Ancak günümüzde bu eylemler bir cesaret belirtisi olarak kabul görüyor hatta ahlaksız kişiler için, acaba yürek mi yemiş bu kadar cesur denebiliyor. İnsan zihninin bu kadar çamura saplandığı bir dönemde, hangi zeminde huzur ve mutluluk tomurcukları bekleyebilirsiniz ki! Tohumlar çürümüş ve içi boşalmışsa, siz o tohumlardan güllük gülistanlık bir bahçeyi umut edemezsiniz. Öncelikle zihinlerin berraklaşması ve tüm haşerelerden temizlenmesi gerekir ki, temiz bir zemine uyanalım…

Hangi toplumda olursa olsun, politik taraftarlık ahlakın kökünü kazımak için duyarsız toplulukların oluşumuna gebedir. Yaşadığımız ortamdaki düşünsel ve eylemsel yaşam biçimlerine baktığımızda bunlara yakından şahit olmaktayız. Sormak gerekmez mi, ahlak yerlerde sürünüyor, insanlık ayaklar altında bunların nasıl önüne geçeceğiz diye boş konuşanlara, acaba neden böyle diye? İnsan biraz olsun tutarlı olmak zorundadır. Oysa tutarlılık diye bir gerçekliğe hasret kaldık. Hiçbir olumlu eylem olumsuz eylemle birleştirilerek toplama ve çarpma yapılamaz. Olumlu ile olumsuzu topladığınız zaman olumlu eylemler azalır, olumlu ile olumsuzu çarptığınızda, olumlu ortadan kalkar olumsuzluk onu yutar. Yani negatif ile pozitifin çarpımı negatif eder. Buna rağmen kendi politik taraflarını korumak adına, politik taraftarlar neden başkalarının yanlışlarını ortaya dökerek kendi taraflarının yanlışını korumaya geçerler ve onları temiz sınıf içinde göstermeye çalışırlar.

Olumlu ve olumsuzluk, insanın bakışıyla olumlu ve olumsuz olmuyor. Eylemler ve düşünceler yaratıcının belirlediği sınırlar içinde anlam kazanır veya anlamını kaybeder. Eğer bir eylem yaratıcının belirlediği sınırlar içinde yapılıyor ve insanlarının genel çoğunluğunun menfaatini gözetiyorsa olumlu, belli bir topluluğun çıkarlarını gözetiyor ve yaratıcının belirlediği sınırları aşarak, günün koşulları denen tahrifat boyutuyla yaşama aktarılmak isteniyorsa olumsuzdur. İyi ve kötü anlayışı böyle kök salarsa yaşam dengeye oturur. Aksi durumda herkes kendi pisliğini ve olumsuzluğunu korumak için rakibinin olumsuzluklarını ortaya dökerek kendisini masumlaştırmaya çalışır. Günahların masumlaştırılmak istendiği, ahlaksızlığın yıpratma payının, amortisman hakkı gibi olumlu bir hisse olarak görüldüğü ortamlarda, ahlak çukura düşer ve bir daha yukarı çıkamaz. Ne yazık ki bizim toplum, böyle bir talihsizliğin ve ahlaki çöküşün pençesinde can çekişir olmuştur. Bunu değiştirmenin ve ayağa kalkmanın yegâne ve biricik yolu, çifte standartçı olmaktan uzaklaşmak adil ve adam olmaktır. “Vay o çifte standartçıların haline…”

Doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilmek neden bu kadar zorlaştı. Merak edenler var mı bilmiyorum. Doğrunun ve yanlışın birbiriyle iç içe girdiği ortamlar hep gazabın gelmesini yaklaştırmıştır. Gazaba uğramamak için, el ve avuç açıp istekte bulunmak kimseyi gazaptan kurtarmayacaktır, doğru ile yanlışı birbirinden ayırarak doğrunun temsilcisi bir yaşam ortaya konulmadığı müddetçe…

Çıkarlarını kaybedeceğini düşünenler her dönemde doğruya doğru ve yanlışa da yanlış deme cesaretini gösteremediği için, bugün karmaşık ve keşmekeş bir yaşam ortaya çıktı…Bu yaşamın devam etmesini istemiyorsak, politik taraftarlıktan çıkarak hakkın ve adaletin gözetenleri olmak gerekir. Hakkı, hak olarak çıkarsız kabullenemeyenler, taraftarı oldukları anlayışların yanlışına yanlış diyecek cesaret ve basireti ortaya koyamazlar. Hak kimsenin hoşuna gidip gitmemesine göre hak olma hüviyetini kazanmadı, hak sadece yaratıcının belirlediği bir çerçeve olduğu için öyle görülmesi gerekir. Geçmiş dönemde üniversite yıllarında sol düşünceli ateist bir hocamız ile aynı düşünce de olan sınıf arkadaşımız arasında olumsuz nahoş bir çatışma yaşanmıştı, o çatışmada bizlerin de görgü tanığı olarak şahitlik yaparak hocanın dilekçesine imza atmamız istenmişti. Bölümde iki tane hocamız ve olayın sorumlusu hocamız herkesin imzasını alıyor ve sıra bana geldiğinde, ben dilekçeyi okuyarak imzamı atmak istediğimde, olaya sebep olan hoca kâğıdı elimden çekti ve affedersiniz, at ulan imzanı dedi, ben senin isteğine imza atmak zorunda mıyım dedim ve o kâğıdı parçalayıp çöpe attım. Bu davranışımı gören muhafazakâr diğer hocamız, geldi beni kendi odasına götürdü; oğlum sen neden böyle yaptın, boş vereydin it iti ısırmış sen bunlar için niye kendini heder ettin, şimdi seni okuldan atacaklar iyi mi yaptın dedi ve beni koruduğunu gösteriyordu. Oysa benim doğru şahitlik yapmamın önündeki en büyük engel olduğunun farkında bile değildi. Ben oradan çıkıp gittim imza atanların çoğu da gitmişti. Disipline çağardılar, her iki şahsı ve bizi de dinlemek için, herkesin çok sevdiği bir hocamızı görevlendirmişlerdi. Hocamız tek tek çağırdı öğrencileri olayın görgü tanığı olarak dinliyordu, sıra bana geldiği zaman hocam doğrudan dedi ki, Erol’um buradaki mahkeme sürecini senin söylediklerin belirleyecek, onun için bir şey söylemiyorum, neden böyle oldu dedi. Ben, arkadaşın farklı bir anlayışa kaymasından rahatsız olan hocanın, öğrenciyi bu şekilde korkutarak onu sindirmek istediğini, öğrencinin de buna karşı koyduğunu, önceden devam eden bir sürtüşmenin sınıf ortamında öğrenciyi aşağılamak için kullanıldığını, dolayısıyla hocanın haksız olduğunu, öğrencinin de gençlik tepkisiyle hocaya karşı sert tavır gösterdiğini anlattım. Hoca üniversiteden uzaklaştı, öğrenciye bir dönem uzaklaştırma verildi. Hocamız o arkadaşa benim ifademin onu okuldan attırmaktan uzaklaştırdığını söylemiş, bir vesileyle…Bunu duyan o arkadaşla düşünce ve ideolojik bakışlarımız çok farklı olmasına rağmen, bir gün geldi ve dedi ki, senin inancın mı sana böyle davranmayı söylüyor, neden beni koruma gereği duydun oysa birbirimizden pek hoşlanmıyoruz dedi. Ben ona ben Müslümanım Müslüman dosdoğru olmak zorunda ve hakkın şahitliği için bu alemde yaşar dediğim zaman, ben bundan sonra İslam’ı araştıracağım ve Müslüman olmak istiyorum demişti ve arkadaşlığımız daha fazla pekişti…

Evet buradaki ayrıntı kendi hayatımı anlatmak değil, olmak zorunda olduğumuz gibi olduğumuzda hastalıkların nasıl şifaya dönüştüğünü ortaya koymaktır.

Toplumsal hastalıklarımızı tedavi etmek için üstü açık en geniş ve kapsamlı klinik ve tedavi merkezi adam gibi adam olmak, yanlışa yanlış doğruya doğru bakabilmektir. Kimin tarafı olursa olsun her ortamda şahitliği şahitliğimize uygun yapmaktır. Ancak böyle bir yaşam ortaya çıktığı zaman ahlak kalkışa geçer. Yoksa sürekli düzgün doğrusal aşağı saplanan bir uçak madunda çukura saplanır.

Tüm bu açıklamalardan sonra diyorum ki, ahlaklı birey ve toplum oluşturmak istiyorsak önce samimiyetimizi ortaya koyalım. Kendimize geldiği zaman yağlı ballı ekmek, başkasına geldiği zaman kuru kılçıklı buğdayı çok görmek, böylesi bir düşünce ve yaşam ne insanlığa şahit olur ne de ölmeye yüz tutan ahlakı yaşama döndürebilir. İnsan olmak için insan olalım, sonra başka alanlara yolculuk yaparak yol alalım, aksi taktirde battıkça batacağız, çıkarın adı doğru değil, hakkın kendisidir doğru, çıkarımıza uymasa da…

Bu konular üzerinde biraz kafa yormaya ne dersiniz, selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/23.01.2023/18.26/Namazgah/ÜSKÜDAR/İST



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!