Bu Blogda Ara

24 Ocak 2023 Salı

CİDDİYET İSTER YAŞAMAK

Bir toplumda eğer insanlar, bugün değil her dönemde hırsızlık adam kayırma ve yolsuzluklar var diyerek konuşmaya başlıyorsa, orada ahlakın tüm koordinatlarının yeri değiştirilmiştir. Ne yazık ki bizim toplum bu konuda çok yol almış, her anlayış kendi adamlarını korumak ve kollamak adına bu ahlaksız ifadeyi kullanmaktan ve onun arkasına sığınarak bir savunma yapmaktan imtina etmiyor. Ondan sonra da biz ahlaken nereye gidiyoruz, ahlaksızlık aldı başını gidiyor, bunu nasıl durduracağız diye dert yanıyor. Bu patolojik vaka toplumun tüm katmanlarına dalga dalga yayılırken ahlakı fenerle arasanız da bulamazsınız.

Yaşam ciddiyet ister, ciddiyetten uzak öylesine, konuşmak için konuşulan bir boyut almış ve insanlar duyduklarını konuşarak vakit tüketmeye başlamışlarsa, hayat tüm olumlu yönleriyle öğütülüyor demektir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklerin tatmin edildiği bir haz alanı değildir. Herkesin huzurlu ve mutlu olarak yaşayıp, herkese karşı emin ve güvenilir olduğu yerdir. Bu sistem yalpalamaya başladıysa öyle bir ortamda ahlak olmayacaktır. Çünkü her olumsuzluk geçmiş olumsuzluklarla nötrleştirilerek meşru bir zemine taşınmak isteniyor. Olumsuzlukların kabuk ve kimlik değiştirerek, orada yaşayanların savunduğu bir yaşam haline gelmesi, toplumsal yaşamın omurgasının çatırdadığının göstergesi olur.

Sanıyorum geçmiş ilkel kabul edilen ortamlarda, ahlaksız eylemler bulundukları ortamlarda bu kadar savunulur olmamıştır. Çünkü ahlaksız bir eylemde bulunanlar toplumsal yaşam içinde tecrit edilerek, bireysel ferdi yalnızlığa mahkûm oluyordu. Ancak günümüzde bu eylemler bir cesaret belirtisi olarak kabul görüyor hatta ahlaksız kişiler için, acaba yürek mi yemiş bu kadar cesur denebiliyor. İnsan zihninin bu kadar çamura saplandığı bir dönemde, hangi zeminde huzur ve mutluluk tomurcukları bekleyebilirsiniz ki! Tohumlar çürümüş ve içi boşalmışsa, siz o tohumlardan güllük gülistanlık bir bahçeyi umut edemezsiniz. Öncelikle zihinlerin berraklaşması ve tüm haşerelerden temizlenmesi gerekir ki, temiz bir zemine uyanalım…

Hangi toplumda olursa olsun, politik taraftarlık ahlakın kökünü kazımak için duyarsız toplulukların oluşumuna gebedir. Yaşadığımız ortamdaki düşünsel ve eylemsel yaşam biçimlerine baktığımızda bunlara yakından şahit olmaktayız. Sormak gerekmez mi, ahlak yerlerde sürünüyor, insanlık ayaklar altında bunların nasıl önüne geçeceğiz diye boş konuşanlara, acaba neden böyle diye? İnsan biraz olsun tutarlı olmak zorundadır. Oysa tutarlılık diye bir gerçekliğe hasret kaldık. Hiçbir olumlu eylem olumsuz eylemle birleştirilerek toplama ve çarpma yapılamaz. Olumlu ile olumsuzu topladığınız zaman olumlu eylemler azalır, olumlu ile olumsuzu çarptığınızda, olumlu ortadan kalkar olumsuzluk onu yutar. Yani negatif ile pozitifin çarpımı negatif eder. Buna rağmen kendi politik taraflarını korumak adına, politik taraftarlar neden başkalarının yanlışlarını ortaya dökerek kendi taraflarının yanlışını korumaya geçerler ve onları temiz sınıf içinde göstermeye çalışırlar.

Olumlu ve olumsuzluk, insanın bakışıyla olumlu ve olumsuz olmuyor. Eylemler ve düşünceler yaratıcının belirlediği sınırlar içinde anlam kazanır veya anlamını kaybeder. Eğer bir eylem yaratıcının belirlediği sınırlar içinde yapılıyor ve insanlarının genel çoğunluğunun menfaatini gözetiyorsa olumlu, belli bir topluluğun çıkarlarını gözetiyor ve yaratıcının belirlediği sınırları aşarak, günün koşulları denen tahrifat boyutuyla yaşama aktarılmak isteniyorsa olumsuzdur. İyi ve kötü anlayışı böyle kök salarsa yaşam dengeye oturur. Aksi durumda herkes kendi pisliğini ve olumsuzluğunu korumak için rakibinin olumsuzluklarını ortaya dökerek kendisini masumlaştırmaya çalışır. Günahların masumlaştırılmak istendiği, ahlaksızlığın yıpratma payının, amortisman hakkı gibi olumlu bir hisse olarak görüldüğü ortamlarda, ahlak çukura düşer ve bir daha yukarı çıkamaz. Ne yazık ki bizim toplum, böyle bir talihsizliğin ve ahlaki çöküşün pençesinde can çekişir olmuştur. Bunu değiştirmenin ve ayağa kalkmanın yegâne ve biricik yolu, çifte standartçı olmaktan uzaklaşmak adil ve adam olmaktır. “Vay o çifte standartçıların haline…”

Doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilmek neden bu kadar zorlaştı. Merak edenler var mı bilmiyorum. Doğrunun ve yanlışın birbiriyle iç içe girdiği ortamlar hep gazabın gelmesini yaklaştırmıştır. Gazaba uğramamak için, el ve avuç açıp istekte bulunmak kimseyi gazaptan kurtarmayacaktır, doğru ile yanlışı birbirinden ayırarak doğrunun temsilcisi bir yaşam ortaya konulmadığı müddetçe…

Çıkarlarını kaybedeceğini düşünenler her dönemde doğruya doğru ve yanlışa da yanlış deme cesaretini gösteremediği için, bugün karmaşık ve keşmekeş bir yaşam ortaya çıktı…Bu yaşamın devam etmesini istemiyorsak, politik taraftarlıktan çıkarak hakkın ve adaletin gözetenleri olmak gerekir. Hakkı, hak olarak çıkarsız kabullenemeyenler, taraftarı oldukları anlayışların yanlışına yanlış diyecek cesaret ve basireti ortaya koyamazlar. Hak kimsenin hoşuna gidip gitmemesine göre hak olma hüviyetini kazanmadı, hak sadece yaratıcının belirlediği bir çerçeve olduğu için öyle görülmesi gerekir. Geçmiş dönemde üniversite yıllarında sol düşünceli ateist bir hocamız ile aynı düşünce de olan sınıf arkadaşımız arasında olumsuz nahoş bir çatışma yaşanmıştı, o çatışmada bizlerin de görgü tanığı olarak şahitlik yaparak hocanın dilekçesine imza atmamız istenmişti. Bölümde iki tane hocamız ve olayın sorumlusu hocamız herkesin imzasını alıyor ve sıra bana geldiğinde, ben dilekçeyi okuyarak imzamı atmak istediğimde, olaya sebep olan hoca kâğıdı elimden çekti ve affedersiniz, at ulan imzanı dedi, ben senin isteğine imza atmak zorunda mıyım dedim ve o kâğıdı parçalayıp çöpe attım. Bu davranışımı gören muhafazakâr diğer hocamız, geldi beni kendi odasına götürdü; oğlum sen neden böyle yaptın, boş vereydin it iti ısırmış sen bunlar için niye kendini heder ettin, şimdi seni okuldan atacaklar iyi mi yaptın dedi ve beni koruduğunu gösteriyordu. Oysa benim doğru şahitlik yapmamın önündeki en büyük engel olduğunun farkında bile değildi. Ben oradan çıkıp gittim imza atanların çoğu da gitmişti. Disipline çağardılar, her iki şahsı ve bizi de dinlemek için, herkesin çok sevdiği bir hocamızı görevlendirmişlerdi. Hocamız tek tek çağırdı öğrencileri olayın görgü tanığı olarak dinliyordu, sıra bana geldiği zaman hocam doğrudan dedi ki, Erol’um buradaki mahkeme sürecini senin söylediklerin belirleyecek, onun için bir şey söylemiyorum, neden böyle oldu dedi. Ben, arkadaşın farklı bir anlayışa kaymasından rahatsız olan hocanın, öğrenciyi bu şekilde korkutarak onu sindirmek istediğini, öğrencinin de buna karşı koyduğunu, önceden devam eden bir sürtüşmenin sınıf ortamında öğrenciyi aşağılamak için kullanıldığını, dolayısıyla hocanın haksız olduğunu, öğrencinin de gençlik tepkisiyle hocaya karşı sert tavır gösterdiğini anlattım. Hoca üniversiteden uzaklaştı, öğrenciye bir dönem uzaklaştırma verildi. Hocamız o arkadaşa benim ifademin onu okuldan attırmaktan uzaklaştırdığını söylemiş, bir vesileyle…Bunu duyan o arkadaşla düşünce ve ideolojik bakışlarımız çok farklı olmasına rağmen, bir gün geldi ve dedi ki, senin inancın mı sana böyle davranmayı söylüyor, neden beni koruma gereği duydun oysa birbirimizden pek hoşlanmıyoruz dedi. Ben ona ben Müslümanım Müslüman dosdoğru olmak zorunda ve hakkın şahitliği için bu alemde yaşar dediğim zaman, ben bundan sonra İslam’ı araştıracağım ve Müslüman olmak istiyorum demişti ve arkadaşlığımız daha fazla pekişti…

Evet buradaki ayrıntı kendi hayatımı anlatmak değil, olmak zorunda olduğumuz gibi olduğumuzda hastalıkların nasıl şifaya dönüştüğünü ortaya koymaktır.

Toplumsal hastalıklarımızı tedavi etmek için üstü açık en geniş ve kapsamlı klinik ve tedavi merkezi adam gibi adam olmak, yanlışa yanlış doğruya doğru bakabilmektir. Kimin tarafı olursa olsun her ortamda şahitliği şahitliğimize uygun yapmaktır. Ancak böyle bir yaşam ortaya çıktığı zaman ahlak kalkışa geçer. Yoksa sürekli düzgün doğrusal aşağı saplanan bir uçak madunda çukura saplanır.

Tüm bu açıklamalardan sonra diyorum ki, ahlaklı birey ve toplum oluşturmak istiyorsak önce samimiyetimizi ortaya koyalım. Kendimize geldiği zaman yağlı ballı ekmek, başkasına geldiği zaman kuru kılçıklı buğdayı çok görmek, böylesi bir düşünce ve yaşam ne insanlığa şahit olur ne de ölmeye yüz tutan ahlakı yaşama döndürebilir. İnsan olmak için insan olalım, sonra başka alanlara yolculuk yaparak yol alalım, aksi taktirde battıkça batacağız, çıkarın adı doğru değil, hakkın kendisidir doğru, çıkarımıza uymasa da…

Bu konular üzerinde biraz kafa yormaya ne dersiniz, selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/23.01.2023/18.26/Namazgah/ÜSKÜDAR/İST



22 Ocak 2023 Pazar

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ!

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan ifade, bir masalın tekerleme bölümüne giriş olarak bilinir. Oysa masal olacak hayatımızın bir gerçekliğini anlattığı halde bunun üzerinde bir nebze olsun tefekkür etmek aklımıza gelmez.

Hayatımız bir varmış bir yokmuş kadar kısa ve geçici olmasına rağmen öyle bir gerçeklik olarak tanımlarız ki, kendimiz bile o kadar gerçek olup olmadığına inanmakta güçlük çekmemize rağmen, o an için aklı ve idraki kapsam dışı bıraktığımız için, bir varmış bir yok muşu hep bizim dışımızda bir masal olarak değerlendiririz.” 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Bir gün veya bir günden de az kaldık. Sayanlara sor!' derler. 'Gerçekten çok az kaldınız. Keşke bilseniz!' "

İranlı Yazar Muhsin Mahmelbaf’ın” Başkasının Ölümü” diye yazdığı tiyatroda, hep başkaları ölüp giderken sıranın bize gelmeyeceğini, hatta bizden çok uzakta olduğunu hesaplarken, Azrail bir anda karşımıza dikildiğinde daha çok işimiz var, yapacaklarımız yarım kaldı, çocuklara miras bırakmamız gerektiğini bizden sonra kimsenin erişemeyeceği mallarımızın geride kalmasını ve ismimizin silinmemesi için hep çabalarken, sıranın bize geldiğinin hiç farkında olmayız. İşte bunu iyi anlamak için, Bir varmış bir yokmuş” göz açıp kapayıncaya kadar her an her şeyin değiştiği ve bizlerin garantisi bize ait olmadığına göre, bu kadar arsız huysuz ve doyumsuz yaşamaya anlam verebiliyor muyuz? İnsan var yok arasında bir çizgide yaşarken çizgiyi kaybetmeden yol alması kaçınılmaz. O çizgi kaybolduğu an varlığı ve yokluğu anlamsızlığa bürünür.

İnsan için, zaman algısının oluşumunun, bulunduğu ortama göre şekil aldığının farkında mıyız? Dünyada yaşarken hiç bitmeyeceğini sandığımız zamanın, Allah’ın huzuruna vardığımızda bir gün ya da bir günden az olduğunu anlatır oluyoruz. Yaşarken daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini hatta hiç ömrümüzün bitmeyeceğini düşünerek kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki, hesapla karşılaşınca, hesabın zorluğuyla baş başa kaldığımızda buradaki hayatın ne kadar kısa olduğunu düşünüyoruz. Çünkü orada olumsuz bir yaşamın hesabının faturası kabarık olacağından o zorluklar buradaki yaşamı çok kısa algılar oluyor.

Zaman kavramı çok önemli bir kavram. İnsanın nasıl davranacağına göre kendisini açıyor. İnsan sevmediği ve hoşlanmadığı bir ortamda ise zaman hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor. Ama çok sevdiği ve ayrılmak istemediği dostları ile beraber ise o zaman da zamanın ne kadar kısa olduğunu ve çabuk geçtiğini söyleyebiliyor. İşte burada öyle bir dalıyoruz ki, sevgiden muhabbetten ayrılmak istemediğimiz bir dünya hayatından kopup, asıl varılması gereken yere gittiğimizde buranın çok kısa olduğunu söylüyoruz. Oysa herkese kendisini idrak edecek kadar bir zaman verilmiş olmasına rağmen, bir gün veya ondan biraz kısa diyebiliyor insan. İnsan ancak hakikati gözleriyle idrak ettiğinde buradaki hayatın kısalığını anlıyor, âmâ onu idrak etmesi için dünyanın cazibesinden çekiciliğinden kurtulması ve asıl hayat için anlamlı bir duruş ortaya koyması gerekir.

Tecrübeli büyüklerimiz, bize hayatı hep nüktedan anlattıkları için, bir varmış bir yokmuş diye başlarlar bize kendilerini dinletmeye…Biz onların tecrübelerine sırt dönerek hayatın cazibesine kapıldığımız için kendimizle ilgili bir varmış bir yok muşu hiç düşünmeyiz…        

Bir varmış bir yokmuş, eski zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eşekler hamal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken buradan vurduk kılıcı Mısırdan çıktı bir ucu, , atmış altı halle firik pirinci yedik içtik karnımız doymadı yüzümüz gülmedi, altı ay gece altı ay gündüz yol gittik bir arkamıza baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz, öyle bir dev varmış ki bir eli balda bir eli gaf dağında, oturduğu yerden her isteğine kavuşurmuş, onun yanına gidenler geri gelmezmiş, âmâ bir gün küçük bir sineğe yenilmiş…Böylesi masallarla büyüdük biz, bizim hayatımıza masallar öyle dokundu ki, hayatımızın bir masal olduğunu, bir var mış bir yokmuş kadar kısa olduğunun idraki ile yaşıyoruz.

Bir varsın bir yoksun, bakarsın harapsın ya da muhteşem bir yapıtsın…Burada yaşarken dünya ve içindekilere dalmadan, yaşamak için gerekli olduğu kadar değer verilen bir yer ise burası, hayat anlam buluyor…Yok buradakilere sahip olmak için yaşanıyorsa anlamsızlıklar içinde insan yok oluyor. Dünya değişimi sonrasında hiç dünyaya dalmadan adam gibi yaşayıp göçenler, dünyada ne kadar uzun kaldıklarını keşke daha çabuk bitmiş olsaydık diyorlar, ancak oradaki karşılık bambaşka bir ortam olduğu için burada geçen zorluklar bir anda unutulabiliyor. Ancak dünyaya dalmış olanlar oraya gittiklerinde buradaki lezzetten henüz uzaklaşamadıkları için çok az bir zaman kaldıklarını tekrar buraya geldikleri zaman daha iyisini yapabileceklerini söylüyorlar, oysa onlar yine eski hallerine dönecekler. Bu isteklerin oluşumu, orada geçirecekleri yaşamın korkunçluğundan kaynaklanmaktadır.

Bu hayat öyle bir şekil alıyor ki, develer tellallık yapabiliyor, yani boyuna posuna baktığında adam sandıklarınız, toplumda laf getirip götüren, insanları birbirine düşüren, söylenilmemesi gereken bir sözü herkese yayarak örtülmesi gerekeni ifşa edebiliyorlar…Bazıları eşek gibi yük altında inim inim inleyebiliyor, hiç o işe layık olmadığı halde size biçim verenler pireler olabiliyor, yaşamda karşılığı olmayanlar cinler gibi görünmeden size cirit atabilirler, Babalar çocuk gibi evlatları tarafından avutulmak için beşikte sallanır…O kadar yol gittiğinizi sanırsınız aslında bir arpa kadar bile bir yol gidemezsiniz, yersiniz yersiniz doymak bilmezsiniz…O kadar çok savurursunuz ki mangalda kül bırakmazsınız, hatta kılıcı salladığınızda bir ucunun Mısırdan çıktığını anlatacak kadar boşboğaz olursunuz, âmâ bilmezsiniz ki, bir varsınız bir yoksunuz bu hayat için böyle savrulmaya değer mi?

Bir masalın tekerleme bölümüyle böyle güzel özetlenmiş bir masalı o kadar ciddi ve değerli bulup, kendinden habersiz yaşamak kadar korkunç bir şey olamaz…Önemli görmek ile değerli bulmak çok farklıdır. Değerli olan bu hayattan sonra karşılaşacağımızdır. Buradaki ise o kadar çok önemli ki, bir varmış bir yokmuş kadar kısa olan bu anın çok hassas ve anlamlı kılınması elzemdir. Bu önemi kavramadığımız için hep başkalarının gidiş hikayelerini anlatırız kendimizle ilgili bir cümle söylemekten kaçınırız…Oysa herkesin bu trenden ineceği son istasyon bellidir. Trende kardeşçe insanca bir yolculuk yapalım herkesin hakkına hukukuna riayet edelim birazdan herkes varacağı istasyonda inecektir.

Bir varmış bir yokmuş, gidenler ermiş mürüvvetine biz de çıkalım bu hayatın kerevetine…

Sevgisiz olmaz ki gülüm, sevgisiz bülbülü neylesin gülüm…Gülen gözleriniz yarınlarda da ağlamasın bugün masalımızı iyi okumak dileğiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/22.01.2023/00.03/Sancaktepe/İST




20 Ocak 2023 Cuma

YAŞAMAK İÇİN YAŞATMAK GEREK

Yaşamak için yaşatmak gerekir. “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı dirilten de bütün bir insanlığı diriltmiş gibidir. Yaratıcının bu uyarısını dikkate almayan bir Müslüman tasavvur edemeyiz. Müslüman ismi, dinsel bir kimlik olarak sizi tanımlayan sıradan bir isim değil, doğrudan bir yaşam biçiminin dosdoğru ifadesidir. Bu yaşam biçiminin içini, insan kafasına göre doldurma hakkına sahip değildir. Ecdadımızın verdiği bir isme uygun yaşamadığımız zaman, ismimize layık değiliz diyebiliyoruz, ancak bu kimliğe sahip çıkarak istediğimiz gibi yaşama hakkına sahip olduğumuzu da hal hareket ve davranışlarımızla ortaya dökmekten zerre endişe duymayız.

Müslüman ismi, teslim olmaktır. Kime neden ve niçin teslim olmamız gerektiğini idrak edemeyen, birey ve toplumlar bu kimliğe sahip çıkma hakkına sahip değildir. Allah, yeryüzünde İslam olarak kendimizi tanımlamaktan başka bir isim vermedi. Bu isim, yaratıcının tüm kapsamını belirlediği ve onun tarafından renginin belirlendiği bir kimlik ve isimdir. “Allah’ın boyası ile boyanın Allah’tan daha güzel boyası olan kim vardır.” Ey İman edenler, Allah’tan nasıl ittika edilmesi sakınılması ve ona karşı nasıl sorumluluk duyulması gerekiyorsa öyle olun ve sakın Müslüman İsminin yanında başka bir isimle can vermeyin…” Bu ayetin açıklamalarını neden yazmış olduğumu merak edenler olabilir. Şunu anlamak ve bilmek zorundayız, Müslüman yaşayan bir varlıktır. Allah’a teslim olmamış ve beşer olarak yaratılmış olan tüm varlıklar sağır dilsiz ve kördürler. Onların mezarlarda olanlardan farkı yoktur. Dünyalık imkanları ele geçirmek için hareket etmeleri, buradaki yaşamlarını kolaylaştırmak için imkanlar üretmeleri, onların yaşıyor oldukları anlamına gelmez. Beşer olarak vardırlar ancak İnsan olarak var olabilmenin en önemli koşulu, Allah’ın boyası ile boyanmak ve onun bize gönderdiği isimle isimlenerek, ona uygun yaşamaktan geçer. Bu isme sahip çıkanların yaşamı kabirdekilerden farksız olduğu halde, nasıl olurda bu değere sahip çıkmaktan utanç duymazlar.

Yaratanın vermiş olduğu bir isme layık olmak için, önce yaşamak sonra yaşatmak gerek. Yaşatmayı becerebiliyor uğurda gerekli tüm çabayı harcayabiliyorsak ancak o zaman bu isme layık olabiliriz. Ne yazık ki, İslam coğrafyası diye tabir edilen coğrafya hem yaşamayı bilmiyor hem de yaşatmak istemeyen bir yaşama bürünmüşken, nasıl olur da bu ismin arkasına sığınabiliyorlar. Bu ismin arkasına sığınmak ve o isme sahip çıkarak her türlü olumsuzluğun zirvesinde tepinen toplumlar bu ismi ancak ve ancak lekelerler kendi basitlikleriyle bu ismin anılmasına neden olarak, diğer beşer için bir fitne kaynağı oluştururlar. İslam seçilmiş bir isimdir. Ama kim için diye baktığımızda, İslam toplumu diye isimlendirilenler için seçilmemiştir. Yeryüzünde Allah’ın kainattaki yasasına uygun yaşayan ve o yasaları, tüm mahlukatın yaşamını kolaylaştırmak için mücadele edenler için seçilmiştir. Yaratıcının kâinattaki bu yasalarını idrak ederek yaşayan ve kâinatın sahibine yolculuk yapan her insan iman üzeredir. Kitap bu yasaları pekiştirmek için gelmiş ve bu yasalardan uzaklaşanların yaşamlarına bir ışık olması için gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın yarattığı kâinat yasaları ile Kitabi buyruklarının birbiriyle çatışma halinde olması düşünülemez. Allah her türlü eksikliklerden ve hatalardan münezzehtir. Dolayısıyla iki ayetinin birbiriyle uyum içinde olmaması düşünülemez. İşte, İslam alemi kâinat kitabını hayatın dışına attıklarından, kitabi ayetleri anlamak ve algılamaktan da uzaklaştıkları için her ne kadar bu isimle kendilerini ifade ediyor olsalar da, bu isme layık bir yaşamları olmadığı için, nasıl bir tanımlamayla adlandırılacağı da zorlaşmaktadır.

Allah katında sadece İslam dini vardır derken, biz öyle bir şekle bürünüyoruz ki, sanki bizim sahip olduğumuz bu isimmiş gibi kendimizi erişilmezler arasında görüp, bizim dışımızda kalanları hüsranda olanlar biliyoruz. Bu anlayışın kendisi hastalıklı olduğu için, kendi hastalığımızın da farkına varmıyoruz. Allah katından size teslim olmanız gereken dışında bir din, inanç göndermedi, Onun için sizler, Ben Müslümanım dedikten sonra bu kimliğe uygun yaşayarak o kimliğin herkesin kimliği olması için çaba harcadığınızda, sizden daha güzel kim iş yapmış olabilir. Bu kimlik, asaletin onurun vakarın insan olmanın merhametin hakkaniyetin edebin dürüstlüğün, adaletin şefkatin, ehliyetin, saygının sevginin barışın huzurun mutluluğun vs. içine sığdırıldığı ve yeryüzünde kimsenin bunu dağıtmaya gücünün yetmediği bir kimliktir. Bu kimliğin vasıflarına göre yaşayanlar Müslümandır. Bu vasıfları hayatlarında barındırmayanlar ben buyum diyerek, o kimliğe hakaret etme ve onu deforme etme hakkına sahip değildir. Şayet sizler bu kimliğe sahip çıkmaz onun ihyası ve inşası için dünyalıklarınızı öncelik olmaktan çıkarmazsanız, Allah sizi yok eder yerinize başkalarını getirir onlar o kimliğe hakkıyla sahip çıkarlar, mütevazidirler gerektiği yerde de İzzetlidirler. Mücadele ederler ve mücadelelerinden de asla taviz vermezler, onlar kınayanlara aldırış etmezler, çünkü bu özgürlüktür, bu özgürlük herkese verilmez bu ancak Allah’ın bir lütfudur. O isme layık olanların elde edeceği bir ödüldür.

Bu ödüle hakkıyla layık olanlar yaşatırlar ki, kendileri de yaşadıklarını bilsin…Başkalarını yaşatmak için zaman ve efor harcamayanlar yaşayıp yaşamadıklarını da anlayamazlar. Biyolojik olarak robotlaşmış ve hareket halinde olmak yaşıyor olmanın göstergesi değildir. Yaşamak, var olmak ve taktim edilmiş kimliği, vakarlı olarak korumak ve o kimlikle mücadele edebilmektir. Bugün İslam dünyası denilen coğrafya kan revan içinde iken, onları yönetenlerin her türlü imkanlara sahip olduğu, güç ve kuralları da kendi sahip olduklarını korumak ve kendi menfaatlerini daim kılmak adına bir paravan olarak kullandığı yerde, bu kimliğe sahip olmanın alameti ve göstergesi nedir, böyle bir gösterge olabilir mi? İslam varsa hayat var, canlılık var, farklılık var, farklılıkların bir araya gelerek tevhidin oluşumu var. Ancak bunlar yoksa orada İslam da yok demektir. Bu uyarılarım bazı kafalarda karşılık bulmayabilir. Zaten böylesi keşmekeşliğin ve Dinsel şovenizm olarak varlık sahnesinde bir yer işgal eden bu kavram gerçek kodlarından uzaklaştıktan sonra böylesi yıkımlar kaçınılmaz oldu. Bu yıkım ortamlarında tanımlanmış olan kimlikle benim söylemlerime olumlu bakan insanların ortaya çıkması büyük bir adım olur. Çünkü İslam, insana bir duhul ederse bir daha gitmez, ne yaparsan yap yeter ki sözlü olarak Tevhidi söyle cennete gidersin diye oluşturulan bir anlayış, Allah’ın katında ancak din, inanış olarak İslam vardır, ayetinin içindeki İslam değildir. Allah’ın katında din olarak bulunan İslam, teslimiyetin barışın felahın olduğu dindir. Bu felah ortamını yaşamayan, cinayetlerin kol gezdiği insanların açlıktan öldüğü, kâinatın dengesinin bozulduğu, insanların umutsuzluğa yolculuk yaptığı, yarınları düşünemeyen ve gelecek endişesi taşıyan toplumlarda İslam olamaz. İslam huzur getirir. Huzurun her geçen gün duman olduğu, ölümlerin, fuhşun, ahlaksızlığın, tefeciliğin, karaborsacılığın, dolandırıcılığın sahtekarlığın, liyakatsizliğin, emin olmayışın, güvenin kayboluşunun arttığı yer İslam olamaz. Çünkü İslam’ın olduğu yerde bunlar olmaz, bunlar yaygınlık kazanıyorsa İslam oraları terk etmiş demektir. “Hak geldi Batıl zail oldu” ayeti de tam bu dramatik sahneyi anlatmaktadır. Şayet hak geldi diyorsak, batıl hayatımıza egemen oluyorsa, orası İslam diyarı ve alemi olarak adlandırılamaz.

Müslümanım diyen öyle yöneticilere şahit oluyoruz ki, insanların umutlarını hayallerini yok etmişler, insanların açlık ve sefalet içinde yaşamalarına neden olmuşlar, kendi saraylarını ve şürekâsını korumak ve kollamak dışında bir yaşamları olmamasına rağmen bunlar hala Müslüman olduklarını söylüyorlarsa, böylesi bir anlayışın ne kadar İslam olduğunu sorgulamamak, İslam’dan bir şey anlamamaktır. İslam’ın olduğu yerde hayat var, İslam’ın olmadığı yerde karanlık ve zulmet vardır. “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir. Diyen bir elçinin sözüne uyduğunu söyleyenler bu yaşamlarıyla çok büyük yalancıdırlar. Yalanın olduğu bir yer, toplum ve birey, İslam kimliğiyle anlatılamaz.” Allah çokça taşkınlık yapanları ve yalan söyleyenleri hidayete erdirmez. “Mümin suresindeki bu ayetin muhatabı olmuyor muyuz yoksa…Yalan söylemeyi belli gerekçelere sıkıştırarak kendince meşruiyet oluşturmaya çalışanların tamamı, hakkı batılla karıştırmaya çalışanlardır. Hak hiç batıl gibi olur mu,” Hakkı batılın üzerine salarız da o, onun beynini parçalar…” O günlerin çok yakın olduğuna şahit olunacaktır. Bizler kendimizi düzelterek o kimliğin bir yaşayanı olmazsak, o kimlik bizden alınır ve ona sahip çıkacak başka toplumlara verilir.

Ey Müslümanım diyen ve mütekebbirlikte sınır tanımayan, müstağnilikte çağ atlayan bir damla su olduğunu unutup rızkın sahibiymiş gibi davrananlar, şunu biliniz ki, Allah yok etme gücüne sahiptir. Çıkarlarını kutsallaştırarak, zavallı biçarelere onu bir ilahi buyrukmuş gibi sunan ve cinliklerini de gizleyerek kendilerini erişilmez varlıklar gören, Karun’un CEO’ları, hesapların görüleceği günler çok yakındır. Ya iddia ettiğimiz kimliğe uygun yaşayalım, ya da insanların bu kimlikten uzaklaşmaları için bir fitne olmaktan çıkıp köşemize çekilelim…Allah hesap görenlerin en hayırlısı ve hesabında çok seri olandır.

Rabbimin bir uyarısıyla makalemi sonlandırmak istiyorum inşallah teslim olmayı gerektiren bir inancın tercümanları oluruz…”Ey nefislerine karşı günah işlemekte aşırı giden kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin, muhakkak ki Allah günahların hepsini bağışlar, ölüm size gelip çatmadan önce rabbinize dönün…”Önceden kazanıp gönderdiklerimizden başkası bizi huzuru mahşerde karşılamayacak, ne şeyhler ne dervişler ne pirler, ne gavslar,ne papazlar ne hahamlar, ne pastörler bizim adımıza bir söz söyleme hakkına sahip olmayacaktır. “Her nefis kendi yaptıklarına karşı rehin alınacaktır…”

Ey rabbimiz biz seni hakkı ile taktir edemedik, seni unuttuk sen de bize bizi unutturdun, daldık dünyanın çamuruna kana kana içmekten kendimizi alamadık…Rabbimiz bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla ve sarp yokuşu çıkan kullarından eyle…”Sarp yokuşun ne olduğunu bilir misiniz bir garibe destek olmak, bir acı yoksulu yolda kalmışı doyurmak ya da bir insanı özgürlüğüne kavuşturmaktır…”Allah’ım, Müslümanız diye kimlik taşıyan senin gönderdiğin kimlikten haberi olmayan bizler, insanları biyolojik yaşama mahkum ederek onların düşünme melekelerini ellerinden aldık, onları köleleştirdik ki bizim yaptığımız yanlışları görebilecek kadar zamanları olmasın ama her şeyi onlar için yaptık…(!)

Derinlerimizde neler gizli, Allah’ım bizleri affet bizleri bağışla bir daha gerisin geriye topukları üzerinde dönmeyecek dirayet ve erdemi bizlere bağışla ve bizi katındaki değerlerinle meşgul et, isteklerimizi onlarla mutmain kıl ki, dünya ve içindekilerin bizi zulme meyil ettirmesine fırsat verme…Sen her şeyi evirip çevirensin Allah’ım bizlerin kalbini beynini ve tüm uzuvlarımızı sana yönelt…Kalplere dokunması umuduyla her canlıya selam ve esenlik diliyorum kainatın sahibine hamd ederek satırlarımı noktalıyorum kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/19.01.2023/15.03/Namazgah-Çamlıca/İST



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!