Bu Blogda Ara

9 Ağustos 2022 Salı

NE OLUR KENDİMİZE GELELİM GENÇLERE KUCAK AÇALIM

Bir toplumun kendi genetik ve kültürel kodlarına göre yaşamını sürdürmesinin en önemli görüntüsü, kendi değer sistemleri ile varlığını ortaya koymasından geçer. Kendi değer sistemleriyle  küresel  etkilerin kuşatmasına teslim olmuş toplumlar, kendilerinden çok uzakta yaşarlar. Günümüz yaşam denklemlerine bir bütünlük içinde yaklaştığımız zaman, öyle problemli yaşamlarla karşılaşıyoruz ki, bunların problem olduğunu fark edebilmek bile başlı başına bir başarıdır.

Dünyanın, etkileşimi yüksek ve ikincil ilişkilerin yoğun yaşandığı küresel bir köy haline geldiğini dikkate alırsak, toplumların kendi genetik ve kültürel kodları ile varlığını sürdürüyor olmalarını düşünmek tam bir fiyasko olabiliyor. Çünkü ortak küresel kültür planlaması dijital yaşamla birlikte temel kültür haline geldiği muhakkaktır. Hangi topluma giderseniz gidiniz, kendi kültürel kodlarının ciddi anlamda tahrif edildiğini görüyorsunuz. Hem de en belirgin olarak toplumsal yaşam içindeki ilişkilerde bunları açıkça fark ediyorsunuz. Cemaat  olarak yaşayan ve birincil ilişkilerin çokça olmasını beklediğiniz, ilişkilerin yüz yüze samimi, sözlü ve sıcak iletişimi beklediğiniz yerde çok ceddi yapay ve yüzeysel yaşam biçimleri ile karşılaşıyorsunuz. Bu görüntülerin tamamı, küresel etkinin coğrafya gözetmeksizin her ortamı etkisi altına aldığının göstergesidir.

Toplumsal farklılaşmaların belli bir süreç bir doğrultusunda, planlı ve yaşamın tüm boyutlarında bir evrim halinde gerçekleşmesi, toplumsal değer sistemlerini toplumsal yapıyı yıpratacak ve değiştirecek şekilde etkisi altına aldığına pek rastlamıyorsunuz. Çünkü toplumun değişim ve dönüşüm sürekliliği hep devam ettiği için toplum kendi rotasını koruyabiliyor. Ancak toplumların böyle bir değişim çizgisi yoksa, bu toplumlarda küresel etkiler tam bir ifsat oluşturabiliyor. Bunların en açık örnekleri de üçüncü dünya ülkeleri ve Ortadoğu toplumlarıdır. Bu ülkelerin genetik kodlarıyla oynandığı için kültürel kimlikleri çok çabuk etki altında kalabiliyor. Dışarıdan gelen rüzgarlar bu toplumlarda ciddi bir alçak basınç alanı yakaladıkları için, tüm ifsat selleri ve yağışları bu toplumların üzerine yağıyor.

Bir toplumun kültürel alçak basınç altında kalmaması için, öncelikle kendi kültürel kimliğini canlı olarak yaşaması gerekir. Kendi kültürel ve tarihi bağlarını hiçe sayanlar, her daim küresel etkilerin değiştireceği kapsam içinde yer alırlar. Çocukluğumuzdan bu yana bizim toplumda geriye dönük bir gözlem yaparsak, nasıl endişeli süreçlerden korkak ve ürkek olarak bu günlere geldiğimize şahit oluruz. Her yeni kuşak öncekiler tarafından hep değişimin temel dinamikleri olarak algılanmıştır. Hatta üniversitelerin açıldığı şehirlerde hızlı değişimlerin olduğu, dolayısıyla bu şehirlerimizin gençliğinin yoldan çıktığı anlatılmış, neredeyse orada okuyan gençler kendi toplumuna ait olmayan bireyler gibi algılanmış ve onlara karşı tavırlar geliştirilmek istenmiştir. Yani eski kuşaklar ifsat mekanizmasının alevlendirilmesinde gençliği sakıncalı bulmuşlar ve bu şartlar altında gençleriyle ilişki kurmak istemişlerdir. Bu durum ister istemez kendisini potansiyel tehlike olarak gören gençlerin yeni arayışlara girmesini beraberinde getirmiştir. Gençliğin bu arayışlarını her dönemde küresel rüzgarlar es geçmemiş dikkate almış ve küresel kültürel kodların kuluçkaya yatması için, bu ortamları kendisine mesken edinmiştir. Yani gençlik böyle bir yaşamı tercih etmemiş, önceki kuşakların gençlerle aralarına ördüğü duvar gençleri yeni arayışlara götürmüş ve küresel etkiler de bu açıklığı kapamayı bilmiştir.

Bu sürecin hep böyle gitmesini istemiyorsak, önceden gelen her kuşak yeni kuşakları dışlayan ve onlarla aralarındaki bağları koparır davranışlardan kaçınması zorunludur. Bugünün olgun ve yaşlıları da dünün gençleri ve çocuklarıydılar. Dolayısıyla hep önceki kuşaklar ile sonraki kuşaklar birbirinin dilini anlamadan araya duvarlar örerek bu günlere gelmiştir. Böylesi bir açmazın bizim açımızdan olumsuzlukları çok fazla olmasına rağmen, küresel güç olarak, dünyayı küresel küçük bir köy haline getirmek isteyenlerin iştahını kabartmış ve onlar için yeni hazineler keşfedilmiş olmaktadır. Oysa bu sürecin gedikleri çok kolay kapatılacak olmasına rağmen, gençleriyle aralarındaki bağı koparan toplumlar bu süreç içinde boğulmuşlardır. Şu an bizim gibi toplumsal tarihsel ve kültürel kimlikleri ön planda olan toplumlar bile bu dalgaların dövmesiyle bir bir enkaza dönmüş durumdadır. Bunun önüne hiç geçilemez, geldiğimiz noktadan ancak ne kadar daha az etkileniriz diyerek kendi kabuğumuza çekilmekle bunların üstesinden gelme imkanımız yoktur. Savunma her zaman ve ortamda yenilginin başlangıcıdır. Biz toplum olarak kendi değerlerimizi dominant yaşar hale gelirsek, dışarıdan gelen rüzgarların açacağı tüm gedikleri kapamış oluruz. Gün geçmeye ki toplum olarak çok sakıncalı bulduğumuz davranışlar toplumda legal hale gelmesin...Her geçen gün olumsuzlukların doğal olarak yaşandığı günlere hızla giriyoruz. Bunların önüne hep birlikte geçebiliriz. Bizim dışımızda bize dayatılan yaşamlardan dönme şansımız yok diyerek kendimizi alçaltmayalım. Biz bir nesne değiliz, düşünen anlayan neyin doğru neyin yanlış olduğunu idrak eden süjeleriz. Dolayısıyla kendi küllerimizden yeniden dirilecek közleri küllerin içinden çıkaracağız. Bizi yaşatacak enerji dışarıdan gelmez kendi köklerimizde var, onlara sarılıp onları ortaya çıkarmak zorundayız.

Bir toplum kendi gençlerini kötüleyerek bir yere varamaz. Gençlik bizim aynamız, onlara baktığımızda aslında kendimizi gördüğümüzü bilelim, o zaman kendimizle barışarak sonrasında aynaya bakalım. Bu gençleri biz ithal etmedik dolayısıyla ithal mamullermiş gibi değerlendirme yapmaktan kaçınalım. İdrak eden her insanımızın sorumluluğu var bu değişim rüzgarlarının tufana dönüşmesinde...Tufan diyorum çünkü önüne çıkan her şeyi savuruyor, önünde durana aşk olsun derler ya, duracağız ve onların bizim toplumsal dokumuzu etkilemesine fırsat vermeyeceğiz. Küresel  kasırgaların ülkemizin hiçbir noktasında ve hiçbir tepesinden gedik açmasına fırsat vermeyeceğiz. Bu bizim elimizde, kenetlenmek zorundayız, çıkar menfaat ve kendimizi kanıtlama hastalığından kurtulup, hepimizin birimiz, birimizin hepimiz içinde ancak bir anlamının olduğunu kavrayacağız. Böylesi bir anlayış ve bakışla ayağa kalkan toplumlar kendi kökleri üzerinde gümrah aştıkça albenisi artan bir ağaç gibi canlılara gölgesinde yer açar. Böyle olmazsa çalı çırpı ve dalları kırılmış, bir oduncunun keseceği günü bekleyen, kurumuş ağaca döner...

Yüreklerden yüreklere bir bağ kuralım, gençlerimizi bağrımıza basalım, onları küresel kasırgaların etki alanından çıkaralım...Çıkarlarımızı korumak için ne olur gençlerimizi harcamayalım...Onlar bu gün olmazsa, yarınlarımız çok kararır. Karanlıklara kendilerini hapsetmek istemeyenlere çağrım, gelin hep birlikte el ele, gönül gönüle bir olalım diri olalım kendimize gelelim, toplum olarak ayağa kalkalım daha yapacak çok işimiz var...İşte, yapılacak o işlerin verimli olması için gençlerimize dümende yer verelim, onlar bizim açmadan soldurulmak istenen tomurcuklarımız; tomurcuklarımızı ne olur koparmayalım küstürmeyelim bağrımıza basalım...

Ne mutlu onlara ki, Onlar Milletini kendinden öncelikli görürler, selam olsun onlara...

Selam saygı muhabbet ve içli dualarımla herkese kucak dolusu  şefkat ve merhamet sıcaklığını serpiyorum kalın sağlıcakla...

Erol KEKEÇ/08.08.2022/15.20



6 Ağustos 2022 Cumartesi

TOPLUMSAL KAOSLAR NEDEN ARZULANIR

Bir topluma yaşamı çekilmez kılıp bunalım ortamları oluşturmanızın en önemli nedeni, toplumsal talepleri karşılamaktan uzak çatışmalar üzere kurulu bir tabloyu onlara sunmanızdır. İnsanların en çok depresyon yaşadıkları zaman, ne yapacaklarını şaşırmaları ve tercihlerini de istemedikleri halde belirlemeleridir. İstemediğiniz bir yaşamı tercih etmek zorunda bırakılmak kadar kötü bir durum yoktur insan için. Ne yazık ki bizim toplum tam da bunu yaşar olmuştur.

Ekonomik yaşamın getirdiği ağırlıklar altında ezilen insanlar, bu ağırlıkların altından kurtulmak isterken, diğer taraftan tercih yapmak zorunda bırakıldıkları kurtarıcılara da hiçbir güven duymuyorlarsa, bu insanlığın felaketi demektir. Bir toplumu böylesi bir felakete sürüklemek hiçbir aklı başında siyasal yönetimlerin işi olamaz. Çünkü insanların güvenlerinin yitirildiği ortamlar, toplumsal depresyonları beraberinde getirir. Depresyon toplumsal vakaya dönüştüğü zaman toplumun genetik dokusu yara alır. Yaralanmış bir toplumun, yaralı aslandan farkı kalmaz. Kime saldıracağının hesabını yapmaz ve önüne kim gelirse hıncını ona yöneltir. Toplumun geleceği bu son duruma bakarak, topluma faturayı kesmek kadar ahmakça bir tavır olamaz. Maalesef bizim gibi ülkelerde, icraat makamında olanlar, kendilerini hep doğru yapan olarak görmekte, toplumun ise, kendilerini anlamayacak düzeyde gerçeklerden uzak olduğunu düşünmektedirler. Böylesi bir algı toplumsal felaketi yaklaştırır.

Neden insanlar özgür iradesiyle doğru ve yanlış arasında farkı fark ederek, doğru tercihlere yöneltilmez. Çünkü kaos ortamları, kaos çıkaranların ömürlerini uzatacağı mantığı ile bakılır; dolayısıyla insanlık bu kaos ortamlarından istem dışı tercihe zorlanır. İnsanların tercihlerini belirlemekle sorunlar çözülmediğine göre, insanları böylesi karmaşık ve içinden çıkılmaz güvensiz ortamlara taşıma yerine herkesin kendi sorumluluk alanlarındaki görevlerini layıkıyla yerine getirip, insanların bilinçli tercih yapmalarından neden kaçınılır. Bizim toplumda yönetici erk hangi anlayıştan olursa olsun, sürekliliğini sağlamak için hep bulanık sularda insanları yaşatma arzusu içindedir. Oysa Yaratanın insanlardan istediği, sağlıklı bir ortama insanları kavuşturmak ve böylesi ortamlarda kendi iradeleriyle tercih yapma imkanlarını onlara sunmaktır. Zaten elçilerin gelme sebeplerinin arasında da bu durum en önemli etkendir. Önce karanlıklar kaldırılmalı doğru ile yanlış arasındaki ayırıcı belirgin çizgiler netleşmeli ki, doğruyu tercih edenler de tercih etmeyenler de bilerek eylemlerini ortaya koysunlar. "İman edenler bilerek iman etsin, iman etmeyenler de bilerek inkar etsin diye apaçık ayetler açıklanmıştır. "Dolayısıyla karmaşık ortamlarda insanların tercihleri kimseyi aldatmamalıdır.

Ülkemiz politikacılarının duruşlarına baktığım zaman, sahici ve sorunları ortadan kaldırmaya dönük bir çalışmanın, inandırıcı olmaktan çok uzak olduğunu görüyorum. Çünkü iktidar olanlar, günü kurtarma ve vitrin düzenlemekle meşgulken, muhalif olanlar yapılan vitrin çalışmalarının gözlerine iyi görünmediğini anlatarak zaman geçiriyorlar. Dolayısıyla iki anlayışta insanların problemlerine köklü bir çözüm arayışı içine girmekten kaçınıyorlar. Çünkü sorunlar çözüldüğü zaman sorunlarla boğuşmayan insanların bir daha neden kendilerini tercih etmeleri gereksin ki diye düşünerek hep sorunlu ortam oluşturma derdindeler. Oysa toplumsal yaşamı organize etmek isteyen bir anlayış, toplumsal yaşamın sürekli mutlu ve huzurlu bir yaşam ekseni üzerinde olmasını sağlaması gerekmez mi? Ne yazık ki pragmatik bakışla olaylara yaklaşanların tamamı, önce can sonra canan mantığı ile olayları ele aldıkları için toplumu bir türlü huzura götüremiyorlar.

Bir toplumun yöneticilerine verdiği sınırsız kredi hiçbir zaman yoktur. Belli primler verilir ancak bu primler insanların lehine kullanılmaz da, bunlar çıkar devşirmenin ötesinde ortalıkta yoksa, bu primler yerini cezaya bırakır. Ceza da ödül de insanın düşünmesi için bir dinlenme arasıdır aslında, ama ne hikmetse ödül alanlar sürekli sevilen biri olarak ödüle layık görüleceklerini düşünebiliyorlar, oysa bilmiyorlar ki güvenin bittiği yerde sevgi yerini şiddete bırakır. Ceza da otokritik yapmak için önemli bir fırsat olmasına rağmen, ceza ile yapılan olumsuz eylemler karşılık bulduğunda, yönetimde olanlar saldırganlaşabiliyor ve arkasından faturayı cezayı kesen halka yıkmaya çalışabiliyor. Böylesi anlayışlar devam ettiği sürece bir toplumun aydınlanması mümkün değildir.

Bütün bu tanımlamalar ışığında gerçekçi bir bakışla toplumsal problemlerimizi çözmek istiyorsak, öncelikli olarak yönetim mekanizmasına gelmek isteyenler kendi sorunlarını çözmelidirler. Kendileri ile barışık olmayanlar toplumla sürekli savaş yaparken toplumun problemlerine öncelik vermezler. Toplumun problemlerini öncelikli görmeyen bir anlayış sadece topluma yük olur, ancak toplum seçeneksizlikten dolayı böylesi anlayışlardan birini göreve getirdi diye, kendilerinin çok iyi olduklarından bu işe layık görüldüğünü sanmamaları gerekir. Yaşadığımız dönemde bu toplumun fedakarlığının bedelini ödeyen ve ödeyecek bir yöneticinin olduğunu düşünemiyorum. Toplumdan alınan imkanlarla topluma yapılan hizmetlerin karşılığı fedakarlık değildir. Her insan bulunduğu makamın rollerini yerine getirmese de fazlasıyla bunun karşılığını almaktadır. Yani çalışan çalıştığının karşılığını örtülü örtüsüz götürürken, neden insanlara havalar atılır şunlar şunlar yapıldı diye...Kimse bedelini almadan bir iş yapmıyorsa bu bir imtiyaz sahibi olmak anlamına gelemez. Ülkenin her insanı ülkesine verdiği değer oranında birbirinden farkı yoktur. Kimisi parasıyla, kimisiyle canıyla, kimisi emeğiyle, doğrudan ya da dolaylı ülkeye katkı sunmaktadır. O halde ayrıcalıklı olmak ne demek, doğrusu ben bunu anlamıyorum...Çoğu zaman şahit oluyoruz sen benim kim olduğumu biliyor musun diyenlere...Ben bu arkadaşlara diyorum ki, sen kendinin kim olduğunu bilmiyor ve kendini kaybetmişsen ben nereden bileyim senin kim olduğunu, çünkü sen bir hiçsin hiçin de tanımı olmaz diyorum...

Ülkemiz insanını bu karanlık ve kaos ortamlarından çıkarıp aydınlık yarınlara taşıyacak aydınlık fikirlere ve bunların istikrarlı eylemlere dönüşmesine çok ihtiyacımız var. Politik arenadaki oluşumlar ülke sorununu çözmekten ve insanlara huzur ve mutluluk getirmekten çok uzak anlayışlar olduğu her geçen gün daha bir kanıtlanıyor. Çünkü hırslarının kurbanı olan ve onlar yedi biraz da bu imkanları biz yiyelim diye düşünenlerin rekabet yaptığı bir ortamda Millete sıra gelmeyeceği kesin...O halde sadece İnsan olarak var olan adalet ekseninde yürüyen ve insanlığa hizmet dışında bir kırmızı çizgisi olmayan insanları neden ülke yönetimine getirmek istemiyoruz. Bizim kaderimiz mi bu şekilde paçavraya dönerek zelil ve rezil halde yaşamak...Allah kimseye zulmetmez...Başımıza gelenlerin hepsi kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzünden olduğu kesin..."Biz kendi durumumuzu değiştirip ayağa kalkmadığımız sürece Allah bizim durumumuzu değiştirmeyecek...

Seçeneksiz bırakılan bir toplumun yaptığı tercihlerin hiçbiri bizi aydınlığa çıkarmayacaktır. Aydınlık ortamların oluşması ve iradi tercihlerin yapılacağı günlerin bir an evvel gelmesi dileğimle herkesi aklını kullanarak yaşamaya davet ediyorum....

Selam saygı muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/05.08.2022/15.25




4 Ağustos 2022 Perşembe

TOPLUMUN İŞLEYİŞ KURALLARINI SOSYOLOGLAR HAREKETE GEÇİRİR

Hiçbir insanın bireysel özgürlüklerini  imha ederek onun yaşam sınırlarını belirleme hakkına sahip değiliz. Ancak toplumsal yaşamın devam edebilmesi için, bireysel yaşam sınırları, toplumsal yaşam sınırları içinde kalması gerekir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklere feda edilirse, toplumsal yaşamdan söz edilemez. Onun için bireysel arzu istek ve beklentiler, toplumsal yapı içinde varlıklarını ifade etmek  için belli sınırlara uymak zorundadır. Bu durum toplumsal yaşamın bireyi şekillendirmesi değil, şekil almış bireyin toplumsal yaşam içinde yerini belirlemedir. Toplumsal yaşam içinde ben var olmak istemiyorum, kendi başıma doğa da istediğim gibi hayatımı sürdürmek istiyorum diyenler için toplumsal yaşam ve ahlak kuralları devreye girmez. Kişi istediği gibi toplumsal yaşamı olumsuz etkilememek kaydıyla  varlığını sürdürebilir. Ancak Toplum içinde  varlığının yerini belirlemek isteyen her insan, toplumsal değer sistemleri ile uyum içinde olmak zorundadır. Çünkü toplumsal yaşamın devamı ancak böyle mümkün olabilir.

Günümüzde öyle anlayışlar gelişti ki, bireysel özgürlüklerin hayvani boyutta yaşanmasında sınır tanınmazken, toplumsal yaşamın varlık kodları alabildiğine yok edilmek istenmektedir. Toplumsal yaşamın varlık kodları bireysel hayvani isteklere feda edildiği zaman, toplumsal yaşamın ne anlamı kalır. O zaman organizeli bir gücün toplumsal kurallar oluşturarak yaptırım uygulaması da anlamsızlaşır. Çünkü her birey istediği gibi toplum içinde varlığını sürdürecek ve hiçbir bağlayıcı kurala uymak zorunda değilse, bunun adı toplumsal yaşam olmaz. Vahşi doğanın insan popülasyonlarının bir arada varlığını sürdürmesi olur. Tarihin hiçbir döneminde bir örnek bulamazsınız ki, insanlar toplum olarak var olmak isteyipte,istedikleri gibi bireysel  bir hayat oluştursunlar. Yani birey mutlak anlamda kendi dışında kendi cinslerine muhtaç olarak yaşar. İnsanın doğası Sosyal bir varlık olarak var. Sosyal bir varlığın yaşam alanını bireysel istekler üzerine oturtmak isteyip, toplum olarak yaşaması mümkün değildir.

Kendi neslini devam ettirmek için bile karşılıklı anlaşma üzerine kurulan bir hayatın fertleri nasıl olur da istediği gibi yaşamak isteyerek bir toplum inşa etmeyi düşünebilir.Hak,hukuk adalet ahlak dayanışma beraberlik kardeşlik paylaşma gibi kavramlar toplumsal yaşamın özünü oluşturur. Hayatın her noktasında karşılaştığımız bu kavramlar, insanın sosyal bir varlık olduğunu özetleyen en açık kavramlardır. Dolayısıyla bu özelliklere sahip olması gereken bir varlığın,idsel dürtülere göre toplum içinde varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Bu isteklerinin sınırlarını onlara gösterdiğiniz zaman, özgürlüklerin sınırlanması olarak tepki verilmesi asla doğru olmayan bir yaklaşımdır. Yani insan, özgürlük adı altında bir toplumun genetik kodlarını imha etme hakkına sahip olamaz. Herkes kendi vahşi doğasında toplumsal yaşamın içine girmeden bu kurallara uymadan yaşama hakkına sahiptir. Ancak ben toplumla birlikte var olmam lazım kendi kendime yetmiyorum diyorsa, kendi isteklerini toplumsal yaşamın kurallarına göre biçimlendirmek zorundadır.

Özgürlük tanımı, o kadar çok sulandırıldı ki, insanların kölelik mukavelelerinin adı özgürlük oldu. Dayatılan uyaranlara karşı tepkisi ölçülen insanın bir denek olarak kullanılması onun özgürlüğü olarak ifade edildi. İnsan, bu nesneleşme boyutunu görmeden kendisine özgür olduğu hatırlatılan kişiler tarafından özgürlüğü sınırlanıyormuş gibi algılanıp şiddetli tepkiler gösterir oldu. İnsan aslında idsel istekler uğruna kendi insani kimliğini imha ederken bunun asla farkına varmıyor. Çünkü idsel dürtüler insandan bir fedakarlık ve çaba istemiyor. Rölantiye alınmış bir araç gibi bıraktığında kendiliğinden gidiyor ama kontrolü de bir o kadar zor tedirgin ve ürkek bir yolculuk başlıyor. İnsan her şeye rağmen bu yolculuğu tercih edip, toplumla yaşamak istiyorsa, toplumsal yaşam kalıplarını dikkate almak zorundadır. Almıyorsa toplumla arasındaki ilişkinin sınırları belirlenmeli gerekirse tecrit edilip toplumsal yaşamı ifsat edecek davranışlardan kaçınması sağlanmalıdır.

Şehir hayatında çokça şahit olduğumuz ve istemesekte katlanmak zorunda kaldığımız çılgın isteklerin bireysel özgürlük gibi yaşandığı ortamlar, toplumsal yaşam alanını doğrudan hedef almaktadır. Toplumsal yaşam alanı üzerindeki tahrifatlar zamanla geleneksel bir yaşam haline gelebiliyor. Bunu sadece bir patolojik vaka olarak görmemek gerekiyor, aşinalık kazanmış bir vaka zamanla alışkanlıklara ve toplumsal davranışlara dönüşebiliyor. Son yıllardaki toplumsal değişimin uyaranlarına baktığımız zaman çılgın bir yaşamın toplumsal kuşatma haline geldiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu değişim, ahlaki konulardan, adalet hak,hukuk,davranış biçimleri, giyim kuşam ve ilişki boyutuna kadar bir çok alanda kendisini hissettirir oldu.Bir kamu kurumunda ahlak dışı bir tutum olduğunda herkes bunu kınar ve ona göre bir tavır alırdı ancak geldiğimiz noktada neredeyse adam kayırma rüşvet, yolsuzluk gibi davranışlar bir gelenek haline geldi. Hatta bal tutan parmağını yalar diye bir de atasözümüz oluştu.(!)

Özellikle kırklı yaşların altındaki insanlarımızın yaşamları ciddi bir toplumsal vaka olarak kendisini gösterir oldu. Çünkü bu yaşlarda toplumsal değerler insanların yaşamında son sırada bile yer almaz oldu. Ancak yaşamlarındaki olumsuzlukları eleştirirken ilk sorgulamaya başladıkları toplumsal yaşamın getirdiği dayatmalar olarak değerlendirmeler yapılıyor. Toplumsal yaşamın içinde bulunup toplumsal kuralları hiçe sayarak yaşayıp, karşılaşılan olumsuzlukların faturasını da toplumsal yaşam kalıpları üzerine yıkmaya çalışmak insanlık dersi almamaktan geçer ancak. Toplumsal değer kalıplarının bir kuşağın sahiplendiği bir gelenek olmaktan çıkarılıp, toplumsal kimlik oluşturmanın bir millet olarak varlığımızı devam ettirmenin yegane kuralı olarak herkes tarafından içselleştirilmesini sağlamak gerekir. Bu süreç yakalandığı zaman ancak kuralsız yaşamayı arzulayıp faturayı toplumsal yaşama kesmek isteyenlerin bu zihin körlüğünden kurtulmalarına belki katkı sunabiliriz.

Toplumsal yaşamın işleyişi dini fetvalarla yönlendirilemeyecek kadar kapsamlıdır. Toplum ile din kavramlarını iyi ele almak lazım. İnsan varsa din var dolayısıyla din insan kavramından daha dar kaplam açısından, dolayısıyla din kavramı insan kavramını kasamı içine alamaz. Onun için toplumsal yaşam toplumsal yaşamın işleyiş kurallarına göre dizayn edilmeldir.Bir hocanın dini bir fetva vererek sloganlarla insanları galeyana getirir bir söz sarf etmesi kulağa ve duygulara hoş gelebilir benimseyenler ve benimsemeyenler olabilir ancak toplumsal çözülmenin doğru tespitini yapmak o hocanın işi değildir. Sosyologlar bu konuda ne kadar kafa yoruyor asıl ona bakmak gerekiyor.

Bizim toplumda bilim adamı kavramı içerik olarak reel yaşamla hiç de örtüşmüyor. Bilim adamı ile akademisyen aynı anlama geliyor. Üniversitelerimizde  akademik unvan almış ve bir apolet ile ödüllendirilmiş olan her şahıs kendisini bilim adamı sanıyor ve o apoletin onda geniş ufuklar açtığına inanıyor. Dolayısıyla unvan aldığı konularda kanaat sahibi kendisini görüyor ve herkesin o konuda kendisine danışması gerektiğini düşünüyor. Durum böyle olunca araştıran sorgulayan kafa yoran beyin geliştiren çığır açan bilim adamı yerine, bulunduğu masayı koruyan sistemle çatışmaya girmeden makamını her geçen gün yukarılara taşımaya çalışan insanlar bilim adamı olarak karşımıza çıkınca, ister istemez toplumsal konularda konuşmakta bir hoca efendinin sloganik haykırışlarına kalıyor. Sosyologlar bir toplumda çığır açması gereken aydınlar olması beklenirken, bizim toplumda acınası bir duruma geldiklerinde şahsen benim kuşkum yoktur. Bu durum öncelikle kendi bireysel farkındalıklarını oluşturamamış olmalarından kaynaklanmaktadır. İkinci önemli unsur ise Sosyologların ciddi koordinasyon eksikliği ve birbirini tamamlayıcı pratik çalışmaların içine girmemiş olmalarından kaynaklıdır. Üçüncü ve baskın olanı ise, ekonomik bağımlılıklarından dolayı politik rüzgarlardan hemen etkilenip kolayca sisteme angaje olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu süreci doğru yönetemeyen akademisyenler, bilim adamı ve aydın olma kimliğine kolay kolay kavuşamazlar. Dolayısıyla toplumsal yaşamın bu kadar karmaşık bir süreci yaşamasındaki payları da o oranda kabarmış olur.

Konu bütünlüğünden fazla uzaklaşmamak adına meselemizin özüne geldiğimiz zaman, toplumsal yaşamı toplum olarak devam ettirmek istiyorsak, toplumsal yaşamın işleyiş kurallarını net olarak ortaya koymak ve herhangi bir dini gerekçe oluşturmadan, insani bir değer olarak bunları herkesin ortak özü olduğunu tanımlamamız gerekir. Bu işleyişi doğru ve gerçekçi tanımlamak ancak Sosyologların işidir. Sosyologlar bu kadar atıl ve pasif kalıp, kendi oluşturdukları gettonun dışına çıkacak cesaretleri olmazsa, bu çözülme süreci yarınlarda bizleri, suyun içinde erimekte olan bir tebeşir parçasına dönüştürebilir. Onun için ciddi bir akıl tutulması evresinden çıkıp bilinç kırılmasını onarıp yeniden vira bismillah diyerek ayağa kalkmak zorundayız. Koca bir ülkenin sorunlarının çözümünü bir insanın sırtına vurup elinde sihirli bir değnek varmış gibi onun değneğinin dokunacağı yerleri bekliyorsak, şunu bilmemiz gerekir ki boşa bekliyoruz. Her insan kendi sorumluluk alanı içinde aktif olmak ve toplumsal yaşamın işleyiş kurallarına doğru katkı sunmak zorundadır. Bunları söylerken hiçbir çalışma olmuyor nedir halimiz demek istemiyorum, ancak elimizdeki bir dirhem temiz suyumuz varsa ki, olduğunu düşünüyorum zaman o suyu boruları patlatacak düzeyde debisi yüksek akan lagarın içine karıştırmayalım, bizim o suyumuz onu temizlemez sadece bizim temiz su orada kirlenir. Onun için o suyu bağımsız bir borudan götürmenin yolunu bulalım ve insanlar o suyun temiz olduğunu görüp o suyu içmeye gelsinler. Bizim bunu yapabilecek imkanımız ve azmimiz olduğuna inanıyorum. Bu konuda sorumluluk sahibi katkı sunan ve zaman zaman yapılan çalışmalarına şahit olduğumuz, değerli dostlarımızın çalışmalarının da devamını diliyorum.

Toplumsal yaşamımızı bireysel arzu istek ve beklentilere kurban etmeden Millet olarak varlığımızı sürdürebilmemizin yegane yolu, toplumsal kimliğimizi net olarak tanımlayıp o kimlikle özdeşleşmektir. İnsani kimliğimiz dışında bize dünyanın her yanında anlam kazandıran toplumsal kimliğimizi kaybetmek üzereyiz o kimliğimize sahip çıkarak yeniden tarihin tozlu raflarından çıkarıp, çözülmeye giden gençlerimizin yaşamının önüne bir abide gibi dikmek zorundayız. Tek yolu fedakarlığın bizlerden başlamasıdır. Biz fedakarlığı karşıdan isterken onlar feda olduğunda bizler mevki ve makam sahibi olarak kazanan tarafta yer alıyorsak, kimseyi inandıramayız bunu da bilmemizde fayda var diye düşünüyorum...Rabbim bizleri halas eylesin Millet olarak her türlü olumsuzluklardan beri kılsın...

Selam muhabbet ve dualarımla...

Erol KEKEÇ/04.08.2022/13.08



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!