Bu Blogda Ara

7 Haziran 2022 Salı

ÇIPLAKLIK KÜLTÜRÜ ZORUNLU YAŞAM,KÜLTÜREL ÇIPLAKLIK ÖZGÜR TERCİH

İnsanların libidosunda hareketlenme oluşturan her davranış karşıya baskı kuruyor demektir. Baskı altında olan bir libidonun nasıl ve nereye yöneleceğini kestirmek çok güçtür. Bazen uyuma modunu tercih edebilir, ancak aldığı etkinin şiddeti oranında hareketlenme de gerçekleştirebilir. Onun için toplumsal yaşamda karşı cinslerin birbirlerinin yaşam dinamiklerine etkiden mümkün mertebe kaçınması, toplumsal yaşamın sağlıklı devamını sağlar.

İnsan topluluklarının olduğu her yerde libidoya dayanan isteklerin harekete geçmesinin koşulları oluşturulmamalıdır. Bu koşulların oluşturulduğu ortamlarda sonuçlarının neler olacağını kestirmek çok zor olabilir. Görsel olarak tüm isteklerini doyuran bir bireyin, tensel olarak o isteklere kavuşma isteği de beraberinde gelir. Doğal bir yaşam haline gelmiş olan isteklerin, neresi ve ne kadarı doğal, ne kadarı doğal değil gibi bir ayrımı dinlemiyor insanın libidosu… Onun için yaşam alanlarında kuşatıcı haza dayanan yaşam unsurlarını, yaşamın devamı için gerekli olan unsurlara döndürmemiz lazım. Bunu gerçekleştiremediğiniz ortamların kontrol gücü, siz olamazsınız. Dolayısıyla karşılaşacağınız her eylemi normal kabul eder duruma gelirsiniz.

Tüm toplumların tarihi sosyolojik ve Kültürel Antropolojik geçmişine bakarsanız, mutlaka bir yaşam kültürüne sahip olduğunu görürsünüz. Bu yaşam kültürü içinde giyim kuşam kültürü önemli bir yer tutar. Çünkü geçmiş toplumların kültürlerini en iyi özetleyen onların giyim kuşam şekilleridir. Türk toplumunun İslam öncesi ve İslam sonrası giyim kuşamı kendi oluşturduğu bir üründür. Bu ürünü oluştururken bulunduğu coğrafyanın özellikleri ve kendi insani kodlarının devrede olduğu muhakkaktır. Ondan dolayı da insani onurunu fiziksel görünümüyle basite indirgemeyecek, giyim kuşam kültürü oluşturduklarına şahit olmaktayız. Bu kültür hem erkekler hem de kadınlar için geçerli olan bir kültürdür. İnsanların bireysel tercihleri ve özgürlükleri olsa da, toplumsal yaşam alanında olumsuzluklara kapı aralayacak giyim kuşam tercihlerine pek rastlanmamaktadır. Çünkü giyim şekilleri bir kültürdür ve o toplumun medeniyet yolunda aldığı yolun bir göstergesidir. İnsan, hayvani (idsel) istekleri ne kadar insani isteklere çevirecek üretim yaparsa, o kadar insani bir boyut kazanır. İnsanın nesnelerin yapısını değiştirerek farklı nesneler üretmeye başladığı anlar, insanın medeniyet yolunda attığı adımlardır. Bu adımlar zamanla daha da artarak insanı, birçok yönüyle insani kimliğini savunacak duruma gelmiştir. Âmâ ne yazık ki, insanın düşünsel olarak çok gelişmiş olduğunu savunduğu çağda, biyolojik hayvani yaşamın yeniden canlandığı dönemi ortaya çıkarmıştır. Bu yaşam eskiden olduğu gibi, medenileşememiş olmak ve nesneleri yeniden şekillendirememekten kaynaklanan imkânsızlıklardan kaynaklanmadığı gibi, aksine tamamıyla insanın tercihleri arasına girmiştir. Biyolojik olarak hayvani bir yaşamın insan için tercih modunda yer alması, insanın yeniden ilkel yaşama dönüşü anlamına gelir. Acaba yaşam ilk dönemine mi everilmeye döndü diye düşünmemek elde mi? İster istemez insanın zihnine bunlar takılıyor.

Çıplaklık bir kültürdü eskiden, ancak bu kültür, aklı olgunlaşmamış insanın biyolojik yaşamına dayanan bir kültürdü. Ancak günümüzde, kültürel çıplaklık ortaya çıktı. Bu durum çıplaklık kültürü ile aynı kulvarda değerlendirilemez. Çünkü imkânsızlıklardan ve akli mekanizmaları tam olarak kullanamamaktan kaynaklanan acziyetten dolayı oluşan bir yaşamın kültürü, bir tercih değil, dayatılan yaşamdır. Oysa kültürel çıplaklıkta, dayatılan bir yaşamın dinamiklerini bulamazsınız. İmkânlar ve üretici yetenekler alabildiğine artarken var olan nesnelerden faydalanmayı bir tercih haline getirmek tamamıyla seçime dayanan bir yaşam oluşturmaktır. Dolayısıyla günümüzdeki yaşam, kültürel bir çıplaklıktır.

Geçmişten günümüze Türk milleti bir kültürel miras olarak kendine özgü giyim kuşam tarzı oluşturup o yaşamı sonrakilere miras olarak getirmelerine rağmen, günümüzdeki yaşamlar o kültürle hiç alakası olmayan yaşamlar haline gelmiştir. Eskiden insani onur ve değer, biyolojik varlığımızın ne kadar korunaklı hale geldiğiyle yakından ilişkiliydi. Her ne kadar insanın kendi bilgi birikimi ve aileden gelen prestiji bir değer olsa da onun kendisini muhafaza etmek için oluşturduğu giyim kuşamın onu bir insan olarak tanımlaması da o kadar önemliydi. Onun için Türklerin meşhur atasözlerinden biri, ”İnsanı giyim kuşamı ile ağırlarlar, kafasına göre uğurlarlar.” Bu söz bir yaşam biçiminin aynı zamanda özeti mahiyetindedir.

Toplumların yaşam alanlarındaki imkânlarının artmasıyla ilkel yaşama dönüşleri arasında da doğru bir ilişki göze çarpmaktadır. İnsan olarak olması gereken aslında imkânların artmasıyla insani yaşamın, bir üst kimliğe bürünmesi beklenir. Çünkü imkânlar arttıkça insan kullanılmamış olan insani fonksiyonlarını kullanma becerisi kazanır ve onlardan faydalanma ortamlarını oluşturur. Ne yazık ki beklenen bu olmasına rağmen, günümüzde insanın insani düşünüş boyutu ihmal edilerek, sadece libidoya dayanan hayvani hazları doyurabilme ve hayvani görüntü şemsiyesi altında yaşamak, hayatın vazgeçilmezi haline gelmiştir. Bu süreç kadın ve erkek cinslerinden kadınlarda daha fazla göze çarpmaktadır. Kadınlar libidoya dayanan bir hazzı, yaşamın dinamosu haline getirdiler. Dolayısıyla bu hazzı yaşamak adına karşı cinslerinin yaşam alanlarını istilaya başladılar, ama bu gidiş ve yönelim onlarda psikolojik bir baskın olma tavrının ortaya çıkmasına neden oldu. Böyle bir tercih yapan her kadın, bu yaşamın ona tanınan bir hak olduğunu, Kendisine saygı duyulmasının zorunlu olduğunu, bu görüntüsünden dolayı görsel bir şölen haline gelmiş olmasına rağmen, bu şölenin izleyeni olmamalı diye düşünerek hep haklı olmaya çaba harcar olmuştur. Yani kadın sosyal yaşam alanında biyolojik yaşamıyla hep baskın bir karakter olmuştur. Kadının bu yaşamı, karşı cinsine yaşam alanlarını daraltıp ona tacize dönüşmesine rağmen kadın tacize uğrayan olarak görülmüştür.

Kültürel çıplaklığın bir yaşam biçimi olarak geniş kitlere yayılmasıyla kadın egemenliğinin baskısı altında kalan erkek, suçlanan olmuş ve kafasını kaldırdığında potansiyel tehlike olarak adlandırılmaktadır. Çıplaklık kültüründen Kültürel çıplaklığa geçiş, insanlık yaşamının en ucube anlarından biri olarak tarihe kaydedilmesi gerekir. Çıplaklık kültürü, insanlığın toplumsal gelişim evrimi içindeki en basit yaşamlarının bir ürünü iken, kültürel çıplaklık, beynini çok iyi kullandığına inanılan insanın, toplumsal gelişim evrimi içindeki en üst yaşamının kültürüdür. Dolayısıyla imkânsızlıklardan kaynaklanan çıplaklığın, imkânı olanların çıplaklaşmak için verdikleri çabadan daha ehven olduğu muhakkaktır. Bu açıklamaları yaptıktan sonra kendi toplumumuza ait bazı gözlemlerimin toplumsal yaşamı nasıl gerdiğini kısaca anlatmak isterim…

Kadın ve erkek arasında olan bir olumsuzluğun faturası tamamıyla bir tarafa kesilirse, faturayı ödemek zorunda kalan hep ezilmeye mahkûm olur, faturayı ödeten de istediği gibi yaşama hakkına kavuşmuş olur. Son yıllardaki ülkemiz yaşamını dikkate alarak bu konulara yaklaşırsak, kadın ve erkekten biri hep baskın rollere sahip olurken, diğerinin onuru rencide edilerek aşağılanmaktadır. Erkek tüm kötülüklerin kaynağı olarak görülmüş olmalı ki, bir tecavüz ve taciz olayı gündeme geldiği zaman, taciz eden ya da tecavüz eden hemen erkek olarak algılanıp suçlu bir erkek aranmaktadır. Bu anlayış kadın dünyasında baş edilemeyen ve sınırlanması mümkün olmayan istekleri patlamış davranışların ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle toplu ulaşımlarda, karşılıklı oturan yolcular dikkate alındığı zaman, giyimleriyle her yeri açık kadınların karşıya alenen tacizi olmasına rağmen orada istem dışı bir bakış karşıya yöneldiğinde o erkek orada linç edilmekle yüz yüze kalabiliyor. Yani erkek potansiyel tacizci olarak görülmektedir. Böylesi bir toplumsal yaşamda karşı cinsleri bir arada yaşatacak denklemler tutarsız ve kadını dikkate alarak oluşturulan denklemler olduğu için, adalet ve hakkaniyetten uzak olur ve sürekli sorun yaratır.

Son yıllardaki kültürel çıplaklık toplumsal yaşamda ciddi ve bulaşıcı bir hastalık haline gelmiştir. Bu hastalığın ahlaki kodlarla bertaraf edilmesi zorunludur. Hiçbir yaşamın giyim kuşamını belli kalıplara sokma eğiliminde değilim, ancak insani giyim kuşamın olmasının da zorunlu ve gerekli olduğuna inanıyorum. Bir kadın göğüslerini açarak göbek şov yaparak ve kısa mini bir şort giyerek bacak bacak üzerine atarak karşıyı tahrik ederek, karşı cinsin libidosunu harekete geçirme hakkına sahip değildir. Bu doğrudan o insanın yaşamına ve biyolojik varlığına bir tecavüzdür. Tecavüz kavramını erkekleri aşağılayan bir kavram olarak görmekten uzaklaşılmalı… Erkeğin tecavüzü ve tacizi, sapkınlık boyutunda bir kişi değilse vuku bulmuyor, ancak kadınların tecavüz ve tacizi alenen her ortamda gerçekleşmektedir. Bunu dillendirdiğiniz zaman sapkın olacağınızı bile bile dillendirmek zorunda hissediyorsunuz kendinizi… Her an ekranda güzel yiyecek reklamı yapılan bir yerde eğer bunları almaya imkânlarınız yoksa ve çok isteğiniz oluşuyorsa, ele geçirdiğiniz ve gördüğünüz yerde onu çalıp yemeyi kendinize hak olarak görürsünüz. Bu sapkınlıklar insanın libidosunda depreşmeye neden olunduğu zaman da, ortaya çıkar. Son günlerde İstanbul’da alenen gerçekleştirilen bu tarz eylemler belli bir amaç uğruna planlı yapılan çıkışlar değilse, böyle bir sürecin sonucu olduğunu görmek lazım…

Çıplaklık kültüründen, giyim kuşam kültürüne yükselmiş olan insanlık, son asırda, kültürel çıplaklık döngüsüne girerek ilkel yaşamın kodlarına yeniden dönmüşe benziyor. Bu süreç kadınların başlattığı bir süreç olmasına rağmen, değişimin genişleyerek yayılmasının etken gücü ise, erkeklerdir. Erkeklerin libidosundaki kaynama, bakışlarla karşı cinste de bir haz duygusunun canlanmasına neden olduğu için, kadınlar zahmetsiz bu hazzı almak adına, birçok farklı kılıklara girerek etken bir uyarana dönüşmekteler. Bu uyaranlar arttıkça toplumsal yaşamın her alanında büyük bir yangına dönüşecek kıvılcımlar çıngı çıkarırken yangını kimin çıkardığı ve çıkaracağı araştırılma konusu olup, yargıç karşısına çıkarılmak isteniyorsa, benden söylemesi bu işin faili bulunmayacaktır. Verilen kararlar da insanları aydınlatmayacaktır. Çünkü tacizci ile taciz zede yer değiştirmiştir. Bunlar, toplumsal yaşamın içinde olan biri olarak, her gün gözlemlediğim insanların psikolojik tavırlarından elde ettiğim hastalıklı vakaların toplumda doğru algılanmasına sebep olma isteğimdir. Umuyorum ki bu yaklaşımlarımla erkek şövenisti olarak adlandırılmam. Ben toplumsal yaşamın gözle görülen fotoğrafını çekiyorum bu fotoğrafı doğru okumak isteyen okuyucular da benim görmediklerimi görüp paylaşırlarsa, onlardan da faydalanmış oluruz.

İnsanlık ilkele dönüşü medeniyet olarak görürken, ilkelden uzaklaşıp insani yaşam ortaya koyanları da bedevi ve ilkel olarak adlandırmayı bir marifet biliyor. Bu çifte standarttan uzaklaşıp herkesi bulunduğu ortam ve yaptıkları tercihlerine göre insanlık kronolojisi içinde yerine koymak zorundayız. Yoksa insan olarak insanlığımızı yapmamış oluruz.


Selam ve muhabbetle yeni günlere aydınlık yarınları taşımak ümidiyle…


Bahadır HATAYLI/07.06.2022/01.41


6 Haziran 2022 Pazartesi

“EY İMAN EDENLER ALLAH’A VE RESULÜNE İMAN EDİN”

“Şu kendilerine Kitap'tan bir pay verilmiş olanlara bak, aralarında hüküm vermesi için Allah'ın Kitabı'na çağırılıyorlar da içlerinden bir zümre yüz çevirerek dönüp gidiyor.”Al-i İmran/23

“Bunun sebebi onların, "Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır" demeleridir. Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır.”

Al-i İmran/24

“Peki, o kendisinde kuşku bulunmayan günde, onları bir araya topladığımız vakit halleri nice olacak! O gün her benlik, kazandığının karşılığını tam almıştır. Onlar, hiçbir zulme uğratılmazlar.”Al-i İmran/25

Rabbim bizleri, beyanını hak üzere anlayanlardan eylesin, hakka hizmet etmeyecek sözleri dilimizle söyletmesin…

Bu ayetlere tüm bağımlılıklarımızı ve zihnimizin kararmış tortularını bir yana koyup, yüreğimizin derinliklerinden anlamaya çalıştığımızda, yaşadığımız hayatın ne kadar anlamsız ve kendimizi helak edenler olduğumuzu idrak edeceğimizi sanıyorum… Bu ayette kitaptan kendilerine pay verilenler ifadesini gördüğümüz an, hemen Muhammed (as) öncesi kitap verilenler diye noktayı koyup, tefekkür etmeyi düşünmeyiz. Oysa ayetin derinliğine tefekküre daldığımız zaman, bu ayetin doğrudan muhatapları olduğumuzu görürüz.

Kitaptan bir pay verildiği zaman kendimizi günahsız ve kurtulanlardan görerek, olumsuzlukların içinde yer alacağımızı hiç düşünmek istemeyiz. Oysa Allah’ın gazabına uğrayanlar, tüm amelleri boşa gittiği halde kendilerini doğru yolda sananlardır. Kitabı biraz anlamak için elimize alıp okumaya başladığımız zaman, kendimizi her şeyi bilen ilim deryası olarak görüyoruz. Oysa Kitaptan küçük bir nasip olduğunu bilsek, Allah’ın Kitabı için bir arada olmamız gerektiğini idrak ederiz ve Kitabı aramızda hükmetmesi için tek hakem olarak görürüz. Kitabın hükmünü hayattan uzaklaştırıp kendimizi hayatın odağına koyduğumuzda; Allah, bizi damgalar ve bir daha kendimize gelemeyiz.

Nefislerimizin öyle bir kuşatması altına girmişiz ki, kuşatılmış olduğumuzu da idrakten yoksun yaşamaktayız. Buna rağmen Allah’ın azabından belli zamanlarda kurtulacağımızı iddia ederiz. Sanki bu bilgileri bize aktaran bir kitap var gibi. Çok az verilen kitaptaki nasibimizi, hep olumsuzluklarımızı meşrulaştırmak için kullanmayı tercih ederiz. Yaşadığımız onca olumsuzluğun bize uğramayacağını düşünür, kendi hezeyanlarımızı din olarak görür onu yaşarız. Yani yaratıcının gönderdiği beyanı değil, kendimize göre oluşturduğumuz algıyı din ediniriz, o algıya göre de bir Tanrı yaratırız o tanrıya tapar, Allah’a ’taptığımızı sanırız. Allah’ın dininde azabın sayılı günlerde bize dokunacağına dair bir bilgi olmamasına rağmen biz onu kendimize göre taksim ederiz. Demek ki bu taksimatı bize yaptıran din kendi oluşturduğumuz dindir. Peki, bu dinle Allah’a yakın olmayı nasıl düşünüyoruz. Bu konuda hiç mi bize verilen bu akıldan faydalanmayı düşünmeyiz.

İçinde yaşadığımız çağda ki din ve Tanrı insanların kendi oluşturduğu din ve Tanrıdır. İnsan eliyle oluşturulan bu dinin evrensel bir din gibi insanlığa dayatılarak bu dinden uzaklaşanları da Allah’ın dininden uzaklaşıyor gibi görüp kendimize biçtiğimiz yerin, hakikaten hak üzere olan bir yer olduğuna inanıyor musunuz? İnsanın kendi oluşturduğu dinin hükmünü de kendisinin inşa ettiği, ceza ve sevap günlerini bu dinin içeriğine göre belirleyip, gönderilmiş bir dinin emri gibi bunu savunmaya geçip, mutlak kurtuluş reçetesi gibi sunmak, hakikaten bizlerin kurtuluşunu imha etmeye dönük olduğuna inanıyorum…

 Geçmiş dönemdeki ilahi kitapların hükümlerinin neden geçersiz olduğunu anlamayanlar, her zaman yeni dinler ihdas etmede yarış halinde olacaklardır. Nasranîlere ve İsrail oğullarına gelen kitapların hükmü niye kalktı diye sorulduğunda, cevabımız hazır, kitabı değiştirdiler. Nasıl değiştirdiler, diye düşünmeyi hiç istemeyiz. Onlar Kitaptan kendilerine verilen o küçük nasipten dolayı, her alanda konuşma ve kitaba eklemeler yapabilecek oldukları vehmini onlarda oluşturdu. Zamanla konuştukları her şeyi kitaptanmış gibi konuşarak kitaba eklemeler yapmaya başladılar ve kendi sonlarını hazırladılar. Rabbimiz onların bu çarpık algılarını imha ederek yeni bir elçi ve kitap gönderdi. O kitap tamamlanmış ve ona kimsenin bir ekleme ve onun paralelinde farklı ikinci bir bağlayıcı kaynak oluşturma hakkı yoktur. Dinin sahibi din de eksik bırakmaz. Allah, kendi dinini açıklamaktan ve ona ekleme yapılacaksa yapmaktan aciz değildir. Kimse Kalkıp Allah’ın gönderdiği elçisini ona denk tutarak veyahut ta onun adına sözler dizerek dine yeni bir kaynak oluşturma hakkına sahip değildir. Allah’ın dinine, Allah’ın gönderdiği elçi bile olsa ek bir kaynak atfetmek, o dine, dinin Rabbine ve Rabbin gönderdiği elçiye en büyük hakaret ve iftira olur. Resule ait olduğu söylenen sözler, ona ait olsa bile, o sözler Allah’ın koymadığı bir kanunu koyamaz, koyarsa o zaman elçi ile Allah savaş halinde anlayışı ortaya çıkar. Bu Resulullah’a övgü değil onu Allah’a eş koşmaktır. Peki, sen mi bunları bana şirk koşmaya çağırdın değinde, Resul, Rabbim sen münezzehsin ben böyle bir şeyi asla demedim dediğinde halimiz nice olur. Ben şuna yakinen inanıyorum ki, Allah’ın kitabına ekleme yapamayacağını anlayan sinsi beyinler, Resulullah’ı yüceltiyormuş gibi göstererek, Kur’an’a paralel bir dini kaynak oluşturmak için ciltler dolusu kitaplar bastılar. Ondan sonra Kur’an da bulamazsanız filan yere, orada bulamazsanız şuraya şeklinde kurumsallaşmış ve belli hiyerarşik bir din kaynağı oluşturuldu. Bunların tamamı ilahların mertebelerini belirleme ve o mertebeye göre onları göklere çıkarma düşüncesini insanlarda oluşturdu. Buna itiraz edecek ve sorgulayacak bir beyin ortaya çıktığında da hemen tecrit ederek, insanların hakikate ulaşmak için sorgulama yapmalarının önüne geçmeye çalıştılar.

Yani bu tavır ile önceki toplumların kitaba ekleme yapması arasında hiçbir fark yoktur. Ha kitaba ekleme yapıp aslını değiştirmişsiniz, ha değiştiremediğiniz kitaba denk olacak yeni kaynaklar oluşturmuşsunuz hiçbir fark yoktur. Bu söylemim Allah’ın elçisini hafife almak ve onu sıradanlaştırmak değildir. Allah’ın Resulüne ait olmayan asılsız eklemelerle dinin aslını hayattan uzaklaştırmak olduğunu ortaya koymaktır. Günlük yaşamın içinde bile çokça şahit oluruz, yeni bir program olduğunda o programı yazanlar içlerinden birini gönderirler ve o programı öğrenecek olanlara onu anlatırlar. Ancak o program dışından programa yeni eklemeler yaptığına şahit olamazsınız. Programı tanıtmak için gelen kişi, programı kendine göre yeniden tanımlarsa program aslından uzaklaşmış olur. Onun içindir ki, Allah’ın elçisine atfedilerek Resulün ağzından inşa edilmek istenen din, Allah’ın dinine paralel oluşturulmak istenen dindir. Bu anlayış dinin aslını ortadan kaldırır. Dolayısıyla kitaba ekleme yapmak ile Kitaba yardımcı hüküm koyacak kaynaklar inşa etmek aynıdır. Onun içindir ki, Bugün yeryüzünde egemen olan dinlerin hepsi sorgulamayı gerektirir. Sadece Yahudi ve Hristiyanlara gelen kitap değiştirilmedi. Müslüman olduğunu söyleyen topluluklarda Allah’ın kitabının yanına koydukları her kaynak, kitabı aynı düzeye indirmiştir. Onun için yeniden Allah’a ve Resulüne iman etme günüdür.

“Resul size neyi getirdi ise onu alın neden sakındırdı ise ondan sakının kendi heva ve hevesinden size bir şey söylemez. “Bunun anlamını önce doğru anlamak zorundayız, Resule atfedilen her şey hak demek değildir. Resul ise, bu hak olan kitabın dışında bir şey söylemez demektir. O halde Resule atfedilen ve bunları yaptı diyerek Dini rotasından çıkaran anlayışların hepsi varlığını gözden geçirmediği sürece, önceki toplumların değiştirilmiş tahrif edilmiş dini ile ortalıkta İslam diye gezen dinin hiçbir farkı kalmayacağı bilenmeli diye inanıyorum.

Allah’ın Resulünü göklere çıkararak, sen olmasaydın ben bu âlemleri yaratmazdım gibi bir sözü Allah’a atfederek ve adına da hadisi kutsi diyerek inşa edilen anlayış ile İsa Allah’ın oğlu anlayışı arasında nasıl bir fark olabilir, konum itibarıyla… Bu sözlerim hiçbir zaman Resulullah’ın şahsına yönelik bir basitleştirme değil, Allah’ın dini olarak bilip yaşamak istediğimiz dinin, ne kadar Allah’ın dini olduğunu sorgulamaya dönüktür.

Bu kanıya nereden ulaştım dersiniz, Birleştiren, kaynaştıran barış, adalet huzur düzen ahlak ve kardeşlik dini ancak belli sinsi katılımlarla bu kadar hayattan uzaklaştırılabilir. Kur’an’ın karşısına çıkarılacak ve kitabın dışından alınacak sözlerin referansı o kadar güçlü ve güvenilir olmalı ki, insanları kandırma gücünüz olsun. Dikkat ediyor muyuz, hadis yazımları, Allah’ın resulünden 150 yıl sonrası yani Emeviler döneminde oldu. Demek ki, Emeviler Dinin aslına dönük ciddi bir manipülasyon yapmışlar, o günden başlayan algı yönetimi hala tüm Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda çok ciddi bir aldatma aracı olarak varlığını sürdürmektedir. Olumlu ve güzel işaretler koyarak, sahte bir yaşama insanları taşıma yolları imha edilmediği sürece, dinden biraz nasiplenmiş olanlar insanlığı hep kandıracaktır.

Bir elçi gelecek, kendisini elçi olarak gönderenin vermiş olduğu buyrukları eksik bırakacak ve onun verdiği kaynakta olmayan hükümler koyacak ve sonrasında da gönderenin, gönderme amacına uygun yaşamış olacak… Peki, böyle davranan bir elçi (haşa) gönderene isyan edip kendine buyruk yaşamış olmaz mı? Resulullah’a yapılan bu iftiraların karşılığı tüm insanların toplanma gününde önünde dökülecektir.

“Peki, o kendisinde kuşku bulunmayan günde, onları bir araya topladığımız vakit halleri nice olacak! O gün her benlik, kazandığının karşılığını tam almıştır. Onlar, hiçbir zulme uğratılmazlar.”Al-i İmran/25

Gelin Allah’ın kitabını aramızda hakem yapalım ve onun huzurunda muhakeme olalım o bize şahitlik yapsın ki, dosdoğru olma imkânımız doğsun… Yoksa Kitaptan biraz pay sahibi olanların oluşturduğu dini, Allah’ın dini olarak yaşayıp kendi sonlarımızı hüsran edeceğiz. Allah’ın dininden uzaklaştırmak için paralel kaynak oluşturanların hepsinin yeri cehennem olacağından kuşkum yoktur. Elçilik gelmeden Muhammedül Emin olan bir insanın Nübüvvet öncesindeki hayatına baktığımız zaman, zaten İslam olarak yaşadığı için, Allah onu elçi olarak seçti. Peki, onun hayatından bizim hayatımıza dokunan ne var? Erdemli insanlar topluluğu örneği nerede…” Eğer Allah’ı seviyorsak Onun elçisine uyalım ki, Allah’ta bizi sevsin…”Ciltler dolusu paralel kitaplar oluşturarak Allah’ın Resulüne değer verdiğimizi sanıp onu ilahlaştırarak, Allah’a eş koşmak onu sevmek olduğunu düşünmüyorum kendimize zulmetmek olur. Ondan dolayıdır ki, biz kime iman ettiğimizi bilseydik Rabbimiz “Ey iman edenler Allah’a ve Resulüne iman edin” der miydi? Bir yerde sorun var o sorunu doğru tespit etmeden doğru bir rota tayin edemeyiz ve doğru yolda gidemeyiz…

Rabbim, bizleri akleden, idrak eden ve dosdoğru sana yönelen kullarından eyle… İslam âlemini içine düştüğü bu karmakarış din algısından uzaklaştır, sadece sana yönelttiğin kullarından eyle…

“Peki, o kendisinde kuşku bulunmayan günde, onları bir araya topladığımız vakit halleri nice olacak! O gün her benlik, kazandığının karşılığını tam almıştır. Onlar, hiçbir zulme uğratılmazlar.”Al-i İmran/25

Selam muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/05.06.2022/23.17


2 Haziran 2022 Perşembe

HAKİKAT YAŞAMA YÖN VERİR, YAŞAMDAN DOĞMAZ

Hakkı gizleyen, yanlışı savunan, zorda kalınca sabrı öğütleyen yeni inşa edilen dinin, insanlığı nereye götüreceğini zaman zaman merak etmiyor değilim... Hakikatle insanlar arasına duvarlar örüldüğü zaman, hakikat kendi kabuğuna çekilir, yanlışlar savunma aşamasını geçip saldırıya geçer, tahammül edemeyenlere sabır öğütleyerek yol almak isteseniz de, hangi duvara toslayacağınızı siz bile kestiremezsiniz. Geçenlerde çok üst makamlardan Allah'ın ayetinin nerelerde kullanıldığını görünce bir insan olarak insanlığımdan utandım. “Allah, açlık korku, canlardan mallardan eksiltmekle sizi imtihan eder, sabredenleri müjdele “Bu mealdeki ayetlerin insanların menfaati söz konusu olduğu zaman Sümen altından çıkarılıp gündem yapılması nasıl bir algı ve anlayışın ifadesi olabilir sizce?

Bir iş yeri patronu düşünün ki, çalıştırdığı insanların geçimlerini sağlayacak ücretler ödemiyor, sonrasında kalkıp bu insanlardan kestiği paralarla hayır yapmaya çalışıyor.(!)Hayır(!) yapmak istediği zaman da çevresini biraz araştırıyor, ne yazık ki, ihtiyaç sahiplerinin kendi çalıştırdığı insanlardan olduğunu görünce, hemen bir oyun kuruyor ve uygulamaya geçiyor. Zor durumda olan o işçilerine hayır paralarından her ay ödeme yapıyor.(!) Bunun adına da hayır diyor. Yani ben kendi işçilerime bile hayır yapıyorum onlar geçinemiyor ben de onları destekliyorum diyerek övünebiliyor. Bu söylemim bir karakter çizme değil muhatap olup konuştuğum patronun açıklamaları...

Eğer sorumlu olduğunuz ve o insanların yaşamlarını insanca geçirmeleri için emek harcayarak katkı sunan insanların bu emeklerinin bedelini kısarak, arttırdıklarınızla hayır yaptığınızı düşünüyorsanız, çaldıklarınızla fakir doyuruyorum demek gibi bir tilki kurnazlığı yapmış olursunuz ki, bu sizin helakınızı hazırlar. Bunu neden mi, örneklendirdim, şayet siz bir manayı kendi menfaatlerinize göre değiştirir ve yeniden anlamlandırmak isterseniz, böylesi içi boş, karşılığında avuç yalanacak bir tabloyla karşılaşırsınız. Bir şerrin içinden hayır çıkmayacağını anladığımız gün hayırla elde ettiklerimizden hayır yapmaya yöneliriz. Ne yazık ki, Allah’ın açık seçik beyanlarını kendi menfaatlerimiz doğrultusunda yamultmakta üzerimize kimse yok... Çalmanın adını cami yapacağız diye savunuruz, kendi adamlarımızın aldığı rüşveti, biz almazsak başkaları alacak deriz, emanete ihanet etmeyi, bal tutan parmağını yalarla izah ederiz, hakikatin açığa çıkmasını önlemek ve yanlışı gizlemenin adını kol kırılır yen içinde kalır diyerek çığırından çıkarırız. İşte böylesi mezbeleye dönen yaşamlardan kalkıp hayır ve hasanet ortaya çıkarmaya çalışırsak kendi helakimizi yaklaştırmış oluruz.

Herkesin ağzında bir söz, Allah'ın Resulü der k, Benim ümmetim helak olmayacaktır. Yani toplu gazap bize gelmeyecektir diyerek kendimizi avutmakta da üzerimize kimseyi tanımayız. Sahiden bize gönderilen bir belge mi var helak olmayacağımıza dair. Nasıl olur da Allah'ın Resulüne böyle bir sözü atfederek ona iftira atarız hiç mi utanma duygumuz kalmadı. “Rabbim benim ümmetim benden sonra Bu Kur'an'ı terk etti “Diyerek bizim için yapılan şikâyetleri görmeyeceğiz ama çıkarımızı okşayan her sözü Resule atfederek olumsuzluklarımızı meşrulaştıracağız. İnsan da bir ar ve utanma duygusu olur...

Eğer bir yaşamda Yaratanın gönderdiği buyruğun anlamları değiştirilmeye ve farklı amaçlarla kullanılmaya başlamışsa, oradan Allah'ın dini uzaklaşır. Ortalıkta olan yaşam insanların kendi elleri ile inşa ettikleri yaşam olur. Bu yaşama uymayanları dini gerekçelerle aforoz etmeye çalışmak, büyük bir pisliğin ortaya çıkmasını istememek olur ki, Allah tüm gizlediklerimizi bilir. İçimizde gizlediğimiz hain ve gizli planları tersine çevirir. Onun içindir ki, samimi olduğunu düşündüğüm ama günü kurtarmak için hakikatin yamulmasında bir beis görmeyenler tüm yaşamlarını kararttıklarını bilmelerini isterim. Günü kurtarmak için tüm yaşamı imha etmeyi göze almak akıl ve izandan yoksun olmaktır.

Ahiretin, sonsuz yaşam olduğuna inanılan bir yaşamda, günlük hazları alabilmek için hakikati tepelemek sonsuz yaşamı cehenneme çevirmek olduğu bilindiği halde, hakikati menfaatler endeksine göre tanımlamak sahiden nasıl bir algı olabilir? Hakikati gizleyenlerin, hakikati savunma adına böyle bir eyleme giriştiklerini söylediklerini duyduğum zaman, hakikatin böylesi yaşamlara hiç uğramadığını söylemiş olmakla abartıda bulunmuş olduğumuzu düşünmüyorum. Çünkü her olumsuzluk savunulurken, mutlaka önüne bir hakikat kalkan olarak konuyor, ondan sonra yanlışların faydalı ve gelecekte getireceği nimetler anlatılmaya başlıyor. İnsanoğlu insan böyle bir zorlamanın kâinatın kuralına ters olduğunu çok iyi bilir. Kâinatın yasasında, sıvı olanlar gökyüzünden yeryüzüne düşer, gaz olanlarda yerden göğe yükselir. Ancak insan kendisini zorlayarak, hayır ben sıvıyı göğe çıkaracağım, gazı da yere indireceğim derse, kâinatın yasasına müdahale etmeye çalışan bir mütekebbir olacağı için, söyleyeceği hiçbir sözün anlamı kalmaz.

Yeryüzündeki yaşam denklemi de bu kanunlara göre işler. Ancak insan öyle bir yaratık ki, çok unutkan cahil ve şımarık olduğundan bu kanunlara müdahale etmeye kalkar. Sonrası büyük bir hüsranla sonuçlanır. Kelime kavram ve eşyanın tanımı yaratıldıkları anda tanımlanmıştır. Bu tanım insanın fıtrat kodlarına yerleştirilmiştir. Bu kodlama üzerinde oynama yaparsanız kendi ellerinizle kendinizi karanlığa gömersiniz. Çünkü o kodlamalar bize aydınlatıcı bilgiler verir, ancak o kodlamalar kazınarak yeniden farklı bir kodlama yapılmak istendiği zaman, aydınlatıcı tüm ışık noktaları imha olmuş olur. Bu imha sonrasında sizlerin yapacağı hiçbir tanım sizi doğruya götürmez. Onun içindir ki, Hakikatin mutlak sahibinin sözleriyle hakikate gidelim. Yoksa hakikat bize kendisini kapadığı gibi bir daha açmaz.

Toplumsal yaşam da insanlar yaşamlarında zorluklarla karşılaştıklarını dile getirdikleri ve biyolojik yaşamlarını devam ettirmeden sosyal yaşamın olamayacağını anlatmaya başladıklarında, sizden kaynaklanan bu olumsuzlukların etkisini azaltabilmek için, Allah’ın kelamı ile bunlara öğütler vermeye başlamışsanız sözler öğüt alınacak söz olma özelliğini kaybederler. Bir sözün öğüt alınacak söz olarak yüreklerde karşılık bulması için, sözü söyleyenin amacına uygun ve o amaca uygun yaşayan dillerden ve yüreklerden dökülmesi lazım. Sözler anlam kayması yaşadığı zaman, hayat zaten erozyona uğrar ve dönüşü olmayan bir zemin kaymasıyla, bir daha orada hakikatin gövermeyeceği yer haline gelmesine neden olur.

Korku açlık sıkıntı canlardan mallardan eksiltmenin sabrı gerektiren bir davranış olduğunu bilgi olarak bilen insanların yaşamlarına bu sözün anlam katmasının yegâne sebebi, bu sözün hayatın her noktasına müdahale etmesine bağlıdır. Ben çok zengin ve istediğim her şeye kavuşurken, yediğim önümde yemediğim arkamda dururken, çalıştırdığım insanları gerilimli bir hayata mahkûm edip, onları yaşamın zorlukları altında inim inim inler gördüğümde, sabredin, Allah boşuna demiyor, canlardan mallardan eksiltmekle sizi imtihan ederim diye... Sabredenleri müjdeleyin diyor, bunlarda geçer bir gün iyi günlere kavuşuruz diyerek onlara hayal sattığım bir ortamda kendimi de onların derdi ile dertleniyor gibi sunarak sadece hakikati yamultmuş olurum. Onun içindir ki, hakikati çıkarlarımızı korumak ve yaptığımız yanlışları gizlemek için kullanmayalım, Allah’ın tokatı fenadır. Yaşadığımız ortamlarda ne yazık ki böylesi tahribatlara şahit olmadan yaşamak büyük bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığa kavuşabilecek miyiz diye hep o günlerin özlemini çekerek aydınlık ufuklara gözümü diktim...Karanlıkları kararanlara bırakarak aydınlık ortamlara bir yolculuk yapmak istiyorum...Orada yanlış ile doğrunun çizgileri net ve kavramlar Hakikat sözlüğünde tanımlandığı gibi hayatta karşılık buluyor. Ondan öylesi bir ortamı çok özledim, Rabbim bu özlemlerimizi yaşanabilir kılar inşallah...

Güne umutla başlayıp, hakikat ile var olanlara selam ve muhabbetlerimle en içten kalbi dualarımı yolluyorum...

Erol KEKEÇ/31.05.2022/11.28




"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!