Bu Blogda Ara

3 Mayıs 2022 Salı

YAŞAMAK İLE SÜRÜNMEK ARASINDA NE FARK VAR

 Heyecanını ve motivasyonunu kimseye bırakmayacaksın, motivasyonsa sende, heyecansa senin özünden akıp gelir. Bu iki yönünü atıl bırakıp etkisiz hale geldiğin zaman, hep tepkiler göstererek, şartlandırılmış bir kobay olup çıkarsın. Evrenimizin her yanında kobaylar çoğalırken, hiç olmazsa sen evrende kobay olma, etken ve etkisi olan bir varlık olarak yaşama damganı vur.

Etkisi olmayan ama her ortamda çöplükte çıkan soğan gibi, ortalıkta görünmek senin bahtına yazılan bir kader mi, neden böyle kendini değersiz kılarak var olduğunu anlatmaktasın… Sen varsın diyebilmenin koşulu, kendin olarak yaşama adım atmandır. Yaşamın hiçbir noktasında kendi aklın ile içinden gelen dürtülerle kendine yön veremiyor, ya da kendine hâkim olamıyorsan sen var olduğunu nasıl iddia edebilirsin.

Sen varsın kardeşim, var olduğunu kanıtlamak zorunda değilsin, çünkü senin varlığının evrende kapladığı hacim, zaten senin dışındakilere senin varlığını hissettirirken, neden gördüğün her uyarıcıya karşı bir tepki oluşturarak ben de varım diyebilecek çılgınlıklar peşindesin… Güneşin doğumu ve ne zaman önüne bulutun geleceği zaten bellidir. Peki, Güneş bulutlar önüne geldi diye, yön mü değiştiriyor, ya da sürekliliğini devam ettirmede kararlı mı görünmüyor? Güneşin rotasından onu çıkaracak hiçbir güç yoktur, ona o rotayı çizen mutlak akıl dışında… Senin yaşamın için çizilen rota ve hayatını kuşatan kurallar Güneşin yörüngesindeki ilerleyişinden hiç de farklı değil… O halde neden bu yıkılma karamsarlık, kendine gelememezlik, dışardan gelen uyaranlara karşı tepkiler oluşturma, zihinsel bilgi birikimlerini kendin dışından gelenlerle biçimlendirmek istemen…

Heyecanın kaynağı senin iç metabolizmandır. İç salgı bezlerin, kan dolaşımın duyarlılığın, olaylara hassasiyetin, var olma bilincin, heyecanının şiddetini ve yönünü belirlemede önemli etkenlerdir. Ancak fiziki ortamlardan kaynaklanan etkenler de olabilir, bunların senin psikolojik yaşamın ve kararlılığın üzerindeki etkisi bir saman alevi gibi gelip gider. Ancak kendini keşfedememişsen, onların etkisi altında kalıp bulutların arkasındaki güneşi görmeyen gibi bir yaşamın olur. Oysa bunların kaynağı sende olduğu için, bulutlar nasıl geçici ise, dış etkenlerde geçici ve asıl içindeki değerlerindir kalıcı olan… O halde sen kendini içten gelen uyarım sistemine göre harekete geçirmek zorundasın… Yağmur yağacak hava bulutlu ne olacağı belli olmaz diye karamsar davranan çiftçilerin hareket kabiliyetini yitirmesi gibi, sen de kendini imha edersin…

Motivasyon ile heyecan birbirini tamamlar. Bir şeye ilgi duyarsan sende bir iç istek oluşur ve bu istek senin kan dolaşımını hızlandırır. O isteklerini elde edebilmek ve o amaca ulaşıp sonuca gitmek için, o noktaya yoğunlaşırsın, enerji harcamaktan korkmazsın bu da senin yüksek motivasyonlu bir eylem gerçekleştirmenden dolayı, etki alanının sınırlarının genişlediğini gösterir.

Can dostum, kendini unutunca, başkaları seni sana hatırlatmaya çalıştı, ancak bu hatırlatma seni hatırlatmaktan çıkıp, beyaz sayfa sen olsan da, o sayfayı yazanlar başkaları olduğu için, senin okuduğun sayfadaki yazılar seni anlatmadığını ne zaman anlayacaksın. Yaşadığın evrenin nasıl bir kirlilikle doldurulduğunu anlamazsan, senin kitabını başkaları yazar, sana da kendi kitabınmış gibi okuturlar. Sen o kitabı okuyarak bir birikim sahibi olduğunu sanabilirsin, ancak şunu unutma ki, sana ait olmayanlarla senin yazılımını oluşturanlar seni senden alıp başka bir seni, sana öyle bir törenle armağan ettiler ki, sen hala onun sen olduğunu iddia edip onunla var olacağını sanmaktasın…

Eskiden köylerde yeni doğmuş buzağıların annesi ani bir ölümle yok olduğu zaman, köylüler ölen annenin derisini bütün olarak çıkarırlardı, içine saman doldurup ayağa kaldırırlardı. Buzağının yanına bırakırlardı, buzağı annesiymiş gibi onunla avunarak büyürdü belli bir döneme kadar. Yani annelik eksikliğini böylece gidermiş olurdu. İşte, bugün bizim fiziki bütünlüğümüz var doğru, ancak içerimizi samanla doldurur gibi başkaları kendi koymak istediklerini her yolla oraya yerleştirmiş ve bize sen busun diyerek o içimizde ki sahte bize, bize ait olmayan değerlerin savunmasını yaptırabiliyor. Bizler ise bunu nasıl tükettiğimizi ve kendimize gelemediğimizi bir türlü anlamıyoruz.

Yaşam alanlarımızdaki gündemlere ve bizlerin yaşamındaki etkileyicilere ciddi olarak bir bakalım ve onlardaki incelikleri anlamaya çalışalım, karşımıza neler çıkacak buna kendimiz bile inanmayacağız. Sabahleyin yataktan kalkıp işine gittiğinde bir gazetenin politika sayfasını açıp baktıktan sonra, o sayfada gördüklerin mi senin günlük yaşamını belirliyor, yoksa kafanda belirlediğin bir yaşam var o yaşama ait o sayfalarda olumlu ya da olumsuz bir şeyler görüp kendi düşünce dinamiğinin alt yapısını daha bir pekiştirmeye mi çalışıyorsun. Bu sorunun ikinci kısmında olduğumuzu hepimiz çok iyi bilmemize rağmen, neden öyle olmadığını anlatarak kendimizi daha farklı göstermeye çalışarak, bir şişkinlik yaratmayı severiz. Oysa her türlü şişkinlikler asılla alakası olmayan her an kaybolacak fazlalıklar olduğunu bilmiş olsak, sanıyorum kendimizi anlamayı her şeye tercih ederiz.

Evet, kardeşim sen, ben, o; biz siz onlar neredeyse hepimiz, kendi iç dinamiğimizden bağımsız dış uyaranlarla etkiye karşı tepki gösteren şartlı öğrenmeyi bir değer zanneden organizma gibi yaşamamıza rağmen, hala insani kimlik sahibi bir varlık olduğumuzu da savunmaktan geri kalmayız. Bizler, ancak uyaranlar varsa biz var oluyoruz, uyaranlar yok olduğunda onun değişim sürecine göre biçim alıyoruz, bunun dışında önemli sayacağımız eylemlere çok fazla şahit olmuyoruz. Olsak ta onların yetkinliği olmadığı için etkileri kendi yörüngesi içinde yok olup gidiyor. Bunları neden mi anlatma gereği duyuyorum, insanın psikolojik duyarlılıkları ile fizyolojik belirleyicileri birbirinden bağımsız doyurulamayacağı için, bunlara çok dikkat edilmesinin önemini vurgulamak için anlatıyorum. Kitle psikolojisi açısından bazı örnekleri ele alacak olursak, neden acaba, politikacılar geçmişte olmuş bitmiş şu an etkisi olmayan olumsuzlukları medya ile sürekli kendi seçmen tabanına göstererek onların tepkilerini yeniden canlandırmak ister? Toplumda bilinçli bir ayrım ve bilişsel bir kavrayışla, kişi kendi farkındalığı ve hassasiyeti ölçüsünde onları öğrenmiş ve o uyaranlara karşı kendi içinden kaynaklı bir motivasyonla mücadele etmiş olsa, bunların her zaman ısıtılıp ısıtılıp insanların önüne konmasına gerek olmaz. Ama böyle bir özellik olmadığı için, taraftar kitleleri şartlandırılmış bir denek gibi yaşamalarına rağmen bunu anlayamazlar. Oysa burada klasik koşullanmanın sönmüş olan davranışı medyanın hatırlatmasıyla yeniden hareketleniyorsa, burada etkisi olan varlıklar değil, tepkisi olan varlıklardan söz edilebilir.

İnsan, kendi farkındalığını anlamamış, etkisi olan bir varlık kimliği kazanamamışsa, etkisi olan varlıklar tarafından sömürülmeye mahkûmdur. Ülkemiz gerçeğini dikkate alırsak, televizyonların yorumcuları neredeyse çok az hariç, hepsi bulunduğu yeri parsellemiş, her konuda uzman herbokolog(!) olarak deneklere sürekli uyarıcı gönderen ve onların nasıl bir tepki ortaya koyacağını bekleyen, istedikleri doğrultuda tepki gösterenlerin sayısal fazlalığına göre, haz katsayıları her gün artış gösteren, bu zevatı muhteremler, Pavlov’un laboratuvarında çalışan laborantlar gibi iş görürler. Dolayısıyla şartlanmanın söndüğüne inanıldığı an, eski şartlanmış davranışları yeniden canlandırarak, insanların yönelimlerinin yönünü belirlemeye çalışırlar. Böyle bir deneysel ortamda, insan hala kendi seçiminin kendinde olduğunu iddia ederek, varlığından uzaklaştığını da anlamak istememektedir. Onun için benim iddiam ve bu konudaki kararlılığım, kendisiyle tanışmayan kendini bilmeyen ve kendi yaşamını dış uyaranlara göre belirleyen varlıkların yaşamları, her dönemde herkes tarafından kullanılmaya ve sömürülmeye uygun yaşamlardır.

Heyecanınız kendinizden ve motivasyonunuz sizi heyecanlandıran amaca karşı oluşan içsel bir istekse, her zaman her ortamda etki gücü yüksek ve ortamın değişimine katkıda bulunan ve değişimin yönünü etkileyen bir yaşama sahip olursunuz. Uyaranlara karşı sürekli tepki oluşturan bir yaşam hayatınızı kuşatmışsa, sizlerin yaşadığınız hayata hiçbir katkıda bulunamayacağınızı bilmenizi isterim. Bu tür toplumlarda bilimsel buluşlar, entelektüel birikimler, toplumsal yaşamı etkileyen duyarlı aydınlar, nesilleri sorumluluk bilinciyle geleceğe hazırlayan eğitmenler, vicdanının sesine kulak verip vicdanı ile tartmadığı bir kararı hüküm diye uygulayan hâkimlere çok rastlayamazsınız. Çünkü bunların yapacağı her işi dışarıdan gelecek uyaranlar belirler.

Evet, kardeşim güç sahipleri ve imkânların başına oturmuş olanlar, her zaman her ortamda, düşünen anlayan, birikim sahibi, kritik yapabilen, düşünsel ve mücadele ruhunun etkileme gücü yüksek olanları bir kaşık suda boğmak isterler. Çünkü onların istedikleri gibi her ortamlarda at koşturmasının koşulu, bu insanların ortaya çıkmaması ve onların mesajının kitleler tarafından anlaşılmamasıdır. Anlaşılan her mesaj, bir insanın kendisine dönmesi demek olduğunu çok iyi bilirler. Ondan dolayı da bunlar sürekli klasik koşullanmanın, ayırt etme, genelleme, sönme ve şartlanmanın geri gelmesi gibi bu süreci iyi işleten şarlatanlardan oluşan bir amigo(!) grubundan hep istifade ederler. Bu amigoluk yapanların kimi köşe yazarı, kimi TV yorumcusu, kimi herbokolog, kimi sanatçı, kimi topçu vs. Bunların kimliksiz bir omurgasızlar topluluğu için özenle seçilmiş hipnotizanlar olduğu anlaşıldığı an, insanların uyanma vaktidir.

Sen kardeşim kendini tanı, kendin dışında neler olduğunu anlamak istiyorsan önce kendini bulmak zorundasın… Kaybolmuş kendini bulamayan ama buldukları her şeyi sensin diye sana taktim ettikleri bir yaşamın neresinde hangi işe yararsan o kadarlıksın, sen bunu ne zaman anlayarak kendine gelmeyi düşüneceksin…

İşte o gün etkin karşısında nice tepkilerle karşılaşacaksın… Bu tepkilerin seni bunaltacağı endişesini taşıyorsan, sana verilen kimlik, senin bu korkaklığın için en elverişli kimliktir bunu bilesin…

Her şeye rağmen sen kardeşim insansın ve insan olarak omurga sahibi bilinçli bir varlık olarak yaşamak zorundasın, çünkü yarın hesabını bu özelliklerine göre vereceksin… Benim, bir kardeş olarak, sana hatırlatmam, hesabı nereden vereceksen o konuya hâkim olmandır. Yoksa sen sana edersin, yarınlarda onların hiçbir desteğini de bulamayacaksın…”Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır…”

Rabbim bizleri, kendi içinden kaynayan bir kaynak gibi harekete geçiren yaşama kavuştursun, güdülen bir sürü olmaktan bizleri uzaklaştırsın…

Selam muhabbet ve dualarımla, yarınların ölçüsü bu günlerdir, Ey rabbimiz; bu günümüzü hayır eyle ki, yarınlarımız hayır olsun

Erol KEKEÇ/03.05.2022/01.22


2 Mayıs 2022 Pazartesi

“SERMAYEM DERDİMDİR SERVETİM AHIM”

Trajik bir çağın yeniden ürettiği yan ürünler olarak, kalan ömrümüzü tamamlamak için, orijinal bedenlere yerleştirdikleri zihinsel kalıplar bu bedeni taşımaktan aciz görünüyor. Kapital yaşam düzeneğinin içerisinde Halaç pamuğuna çevrilerek öğütülmüş ruhların, orijinal ruhlarımız olduğunu düşünerek dört elle sarıldığımız bu hayattan mağlup olarak çıkmak sanki bahtımıza yazılan kaderimiz olmuş gibi…                                                                                                 

Hangi surda bir gedik açtık desek, kendimizi kaybederek aydınlığa koşan bedenlerimiz, ruhlarını satarak bu koşuya çıktıkları için, koşunun her aşamasında kendimizden bir şey eksilterek yolun sonuna varmak istiyoruz, ancak sona vardığımızda sanırım bize kalan orijinal ruhları olmayan donuklaşmış bir kadavra olan bedenlerimiz olacak…

Ruhlarımızı çalmak için mi acaba bizleri bu cafcaflı yaşamın kollarında hipnoz ederek kendimizden geçirdiler. Her birey kendinden emin, kimsenin kendisinden akıllı olmayacağına inanarak, bu dünya sinemasında sahnelerde hep başrol oyuncusu olarak oynamak isterken, hipnozun etkisinden ayılıp kendinize geldiğiniz zaman, figüranlarla kuşatılmış oyunculuk becerisi olmayan varlıklarla, sahnenin dolmuş olduğunu görüyorsunuz.

Güneşin tutulduğu ayın yatağından çıkmak istemediği, dünyanın hepten kararmayla yüz yüze kaldığı, küresel karanlıklar, bir fırtına gibi her tarafı dağıtarak taş üstünde taş baş üstünde baş koymamaya yemin etmiş gibi, evlerimizin anahtar deliğinden girerek yaşamımızın altını üstüne getirmişken, karamsarlıklar coğrafyasından nefesleri hep bize solutmakta…

Depresyonda olan bir yazarın ruh hali olarak mı görürüsünüz, yoksa yaklaşıyor yaklaşmakta olan diye avazı çıktığı kadar bağıran bir münadinin gerçekleri haykırması olarak mı kabul edersiniz, nasıl işinize geliyorsa öyle bakınız ama bu günlerin bize giydirdiği elbisenin ruhlarımızı çalarak,  bizlerin düşünsel ve algılama hücrelerimizi yok ettiği bilinmelidir. Rüzgârın dili olsa da, bize taşıdıklarının ne olduğunu ve içinde nasıl sinsi emelleri gizlediğini bir anlatsa, o zaman belki bizlerin uyanma vakti olur.

Eskiye özlem duymayı pek seven biri değilim aslında, yarınların hayallerini kurarken bu gün kendini unutmaktan da hiç hoşlanmam. Ancak öyle bir harami topluluğunun küresel zehriyle, evrenimizi ne kadar etkisi altına alıp bugünlerimizi yok ederek bize yarınların hayallerini kurdurarak nasıl diri diri bizi mezara gömmeye çabaladığını görünce, bugünleri kaybetmek üzere olduğumuzdan, bari yarınlarımızı da imha etmeyelim diye çırpınıyorum.

Yüreklerin haz almadığı, beyinlerin hazımsızlıktan yürekle arasındaki bağı, etki tonu yüksek susturucuyla patlatılan bombaların etkisiyle parçalandığı anda bedenlerimize sahip çıkalım, onları da hangi cenderelerinde domuz yemi yapacaklar onu bilmediğim için sabırsızlanıyorum… Yaklaşıyor yaklaşmakta olan diye uyarı tonu yüksek sloganlarla her ortama yazmak istiyorum.

Dışarıya çıkıyorum, sesiz çığlıklarım içime gömülürken, gözyaşlarım yüreğime akıp içinde kocaman bir deniz oluştururken, ben kurumuş sokaklarda bir dere kadar etkisi olmayan bir çiğ damlası gibi, kendi üstümü ıslatamıyorum. Buğulanmış gözlerim, kurşuni renkte yağmurun ağlamaktan kaçındığı ama acı çektiği gecenin derinliklerinde beni benden alıp ta gerilere götürüyor. O gerilerde acep ne kalmış olabilir ki, unutmak istediğim geçmişin kollarında derin uykuya nedir beni daldıran…

Bir ramazanı hüzünle uğurlarken benim ruhumda hangi kıvılcımları yakmış olabilir acaba? Gecelerim uykusuz gündüzlerim düşünceli midem boş, bedenim yorgun zihnim şaha kalmış çılgın bir at gibi her an kişnerken, ramazandan bana kalan, beni bana bırakıp yalnızlığımla beni avutup, gün batar batmaz sessizce birden kaybolup giderken içime saldığı gözyaşlarım…

Gelmeyecek ömrüm için mersiyeler söylense, geleceğim için naatlar yazılsa, bugünüm Fatiha okunarak mezara yollandıktan sonra, neden benim böyle yazılarla zamanımı harcadığımı, sanıyorum sormazsınız.  Günüm için bir şeyler yapmayıp, eski yaşadıklarıyla avunup onları anlatarak onunla avunup acılarını unutan olamadığım için, savunma mekanizmaları benim semtime pek uğramazlar. Ondan olsa gerek olduğum gibi konuşuyorum ve gördüklerimi görmemiş gibi davranmak ruhumu sıkan bir özellik olduğundan, herkes gibi o şekilde mutlu olamıyorum ben… Günü yaşarsam dünyanın en bahtiyarı oluyorum, yarınlarda dağıtılan hayal ve umutlara belimi bağlayamıyorum o gün gelir mi gelmez mi bilmiyorum, benim olan eldeki peşinatımı, alamayacağım belli olan, vadeli yüksek karşılıklarla değiştirmek istiyorlar. İşte buna ruhum alışkın olmadığından ben hep peşin yaşamaya alışkınım, çek senet vade, kredi kartı nedir bilmiyorum, bilsem de kapsam alanımda çekim gücü olmadığından, bunların yapacağı yayınlara ruhum tok olduğundan, kendi içimde kapalı devre yayınlardayım. Onun için benim anlatımlarım biraz iğneler insanları, sonrasında bir kurşun yemiş gibi acıtır, ardından sorgulama alarmı başlatır. Tabi ki bunlar insandan bedel ister, herkes elindekini bedel olarak vermek istemediğinden, hayalleri için mastürbasyon yapmamızı bekliyorlar. Biz hayallere haz satmayı bilmiyoruz. Yaşanan gerçekliğin acılarını gösterip anlamlı yaşamın kollarında ruhuyla insanların yaşamını sonlandırmasını istiyoruz. Ondan olsa gerek sağ sol orta uzak alt üst demeden, rota içinde kim ve ne varsa hepsine dokunarak, yolu işgal edenleri yoldan çıkarmak en büyük zevkim.

Ben şunu çok iyi bilenlerdenim, gerçeğin acısı, hayallerin yaşattığı en üst seviyedeki hazdan daha değerli ve makbuldür. Gerçekliğin acıları içinde yaşamı basu badel mevt bilirim, her günü haşre uyanır gibi yaşayarak, hayaller istasyonuna uğramadan, gerçekliğin haritasında kendime yer bulmayı çok önemserim… Usta Merhum Mahsuni’nin mısralarında olduğu gibi…

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

İşte gidiyorum çeşm-i siyahım

Önümüze dağlar sıralansa da sıralansa da

Sermayem derdimdir servetim ahım

Karardıkça bahtım karalansa da

Sermayem derdimdir servetim ahım

Karardıkça bahtım karalansa da

………………………………………………..

Bağladım canımı Haydar zülfün teline

Bağladım canımı zülfün teline

Sen beni bıraktın elin diline elin diline

Güldün Mahsuni’nin berbat haline

Mervan'ın elinden parelense de

Güldün Mahsuni'nin berbat haline

Aşağıdan yukarıdan yolun sonu görünüyor…

Erol KEKEÇ/01.05.2022/23.34


 

 

1 Mayıs 2022 Pazar

HAKİKATİ GİZLEMEK YANLIŞA TARAF OLMAKTIR!

Manipülasyon ve algı yönetimi günümüzün en rahat yönetme biçimdir. Eğer bu konuda gerekli ve yeterli bir beceriniz varsa, her zaman müşteriniz var demektir. Küresel üniter yapılanma, bölgesel ve yerel Milli oluşumların farklılığını ortadan kaldırmak için, o kadar kurnazca bir oyun oynuyor ki, gelecek nesiller bu oyunu kendileri için biçilmiş bulunmaz kaftanmış gibi gördüler. Manipülasyon sizin bakışınızı ve olayları anlama yönünüzü tamamıyla kuşatır ve size neyi nasıl algılatmak istiyorsa onu yapar. Genellikle bunda da başarılı olur. Çağımızın en kötü hastalığı böylesi bir virüsün tüm coğrafyalarda hızlı bir şekilde yayılarak yaşama imkânı bulmasıdır.

Ulusal devletlerin Küresel üniter devlet içinde eriyerek yok olma döneminin çok hızlı ilerlediğine şahit olmaktayız. Bu yeni devlet yapılanması sınırlardan çok, beyinleri yönetebilme ve ortak hazlar oluşturma algısı yaratan devlettir. Bu devletin yeri yoktur, sınırı ve gözle görülen belli bir güç ve kuvvet oluşturma gibi özelliklerini göremezsiniz. Ama Metafizik olarak üzerinizde sizi hep yöneten ve başınızı kesecek Sezar'ın kılıcı gibi durduğunu düşünerek yaşarsınız. Zaten Küresel Üniter devletin de, oluşturmak istediği algı budur. Bu devlet anlayışını oluşturmak için, az mı emek ve sermaye tükendi. Her şeyin sizin için yapıldığı anlatılarak, gelişen çağın insani yaşamı kolaylaştırdığı ve yaşam kalitesini arttırdığı vurgulanarak beyinlerde istila yaptı. Beyinleri kuşatan bu algı sonrasında Küresel bir otorite olduğunu, insanlık için ortaya attığı her uyarı ile bunu kanıtlamaya çalıştı.

Küresel Üniter devletin belli bölgelerde gözle görülen ayakları vardır, ancak bunların onunla ilişkisinin olduğunu kimse bilmez, apaçık ortaya çıkana kadar. Silah sektörüne, Gıda sektörüne, sağlık sektörüne, medya sektörüne, hükmedenler bunların temel ayaklarıdır. Ancak bunlar dışında belirleyici farklı unsurlarda bulunur, eğitim, din, bilim, teknoloji, sanat, kültür ve ideoloji gibi... Üniter küresel devlet diyebildiğimiz şebekenin varlığını korumak için, öncelikli ana ayaklar olmalıdır. Toplumları biçimlendirmek ve kendisine bağımlı kılmak için de ikinci ara bileşenleri devreye sokar. Her ne kadar siz farklı düşünmek isteseniz de onların evrensel(!)olarak ürettiği ideoloji herkesin benimsediği ideoloji olur. Dini farklılık gözetmeksizin hepsinde ortak nokta oluşturulur, hoşgörü gibi... Kültür ise kültürsüzlük olarak anlatılmaz ama herkese kültürsüzlüğü bir kabuk gibi giydirmenize rağmen, kültürü yaşatmanız çok zor olduğu için, Küresel şebeke kültürsüz bir yaşamı İnsanlık evrensel kültürü diye yedirmeyi becerir... Mesela giyim kuşamda dikkat ederseniz, dünyanın her tarafında yırtık yamalı ve her yanında bir delik olan elbiseler rahatlıkla giyilebiliyor. Ama bu bir toplumun kültürü olsaydı, ya aşağılanacaktı ya da ilkel bir yaşam olarak lanse edilecekti. Ancak bunları oluşturan küresel şebeke belli bir amaç doğrultusunda bunları hedeflediği için kimsenin oralı olmadığını, hatta 60'lık ninelerin bu kültürsüzlüğü benimseyerek yaşadığına şahit oluyorsunuz.

İkinci bantta aktarmaya çalıştığım özellikler, Küresel üniter Devletin kökleşmesi için kullanılan aparatlardır. Bunların yerleştirilmesi çok rahat olduğu için, bölgesel halklar ve farklı uluslar bu oyunlarda çok rahat rol alabiliyorlar. Onların rol tercihi zaten yoktur, rol ona verilir ve o da oynamak zorunda kalır. Kimsenin ilgisini çekmemiş olabilir ancak benim ısrarla direnerek kendi ülkemiz içindeki farklılıkları görünce onların durup dururken neden hemen ortaya çıktığını sorgulamaya çalıştığım çok olmuştur. Mesela Rabia diye bilinen ve Mısırdaki Sisi darbesiyle gündeme gelen dört parmak işareti çok doğal bir sembol gibi geldi hepimize. Ve öyle görmek istiyorduk, çünkü o işareti yapan bizden biriydi ve onun herhangi bir olumsuzluğa bizi götüreceğine hiç ihtimal vermezdik, ancak sorgulamanın insana kaybettireceği bir şey olamazdı. Zihinlerimize vurulan prangalardan zihinlerimizi biraz özgürlüğüne kavuşturmak bize ne kaybettirirdi ki, hemen korkarak sorgulamayı bir düşmanlık unsuru olarak görmek istedik. Sorgulamanın olmadığı yerde insanlığın her türlü tecavüze uygun zemine getirildiği bilinmelidir.

Rabia işaretiyle anlatılmak istenen daha sonra çeşitli mitinkilerde rahatlıkla anlatıldı. Önce İşaret olarak zihinlere kazındı, sonrasında anlamı açıklandı. Tek devlet, Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek dil... Bunlar çeşitli anlamlara gelebiliyordu, milliyetçilik duyguları tavan yapan insanlar zevkten dört köşe oluyordu. Bunun dışında Kendi kaderlerini kendileri belirlemek isteyenler rahatsızlık duyup bu konuda yazılar yazıyordu, ayrıca dünyaya hükmeden Küresel baron şebekesinin keyfine diyecek yoktu. Çünkü onların oluşturmak istediği algı, bilerek ya da bilmeyerek en yetkili ağızlardan anlatılarak toplumda içselleştiriliyordu. Bundan sonraki akışın çok kolay olmasından dolayı bu çalışmalarla amaçlarına hizmet eden dünyadaki farklı devlet liderleri ödüllendirilmeliydi, âmâ kendilerinin anlaşılmaması için de belli zorluklar oluşturmaları gerekiyordu. Tam da dedikleri gibi yaptılar ve bunu başardılar.

Tek devlet Oluşuyordu, çünkü dünyaya hükmeden tek otorite vardı, soyut ama etkisi her yerden hissedilebiliyor hatta çok güçlü etkiye sahipti. Tek Vatan olmak için sözler veriliyordu, Lüksemburg’daki toplantıda Ülke liderlerinin saygı ve tazim duruşlarıyla ışıklar içinde açılışı yapılan, aslında çıplak Kralın görünmeyen gücünü kutsamaydı. Yani Dünya vatandaşlığı konuşulmaya başlandı, dünyanın güç dengeleri yeniden oluşuyor diyerek, dünyanın merkezini nötr göstererek herkesin dikkati bu güç merkeziyle bütünleştirilmek isteniyordu. Ne yazık ki bu görünmeyen soyut güç merkezi, insanların kurtarıcı olarak beklediği tek güç galine geliyordu. Bundan sonra Ülkelerin sınırları anlamını kaybediyor, doğrudan vatanın dünya olduğu tek tip canlı tasavvuru yapılıyordu. Bu canlılar için tek Bayrak oluşturuluyordu, bu bayrak Haz bayrağıydı. Toplumsal inançlar ve kültür üzerinden var olan değerler imha edilerek, insanın sadece libidoyla alakalı isteklerinin ön plana çıkarılarak kutsallaştırılması sağlanıyordu. Bunda başarı sağlandı mı dersiniz, büyük oranda sağlandı görünüyor, sadece ulaşılmayan Latin Amerika ve Bazı Afrika ülkeleri hariç tüm dünya halkları bu transa girmiş gibi... Diğerleri de zaten kendiliğinden katılmak zorunda kalacaktır. Ortak dil algısı ise başlı başına herkesin rahatlıkla konuşabileceği ve o dilde kendisini bulacağı bir dil olmalıydı. Bu duygu ve düşünceleri anlatmak için kullanılan yapay işaret sistemi olmaktan çıkacak, bir kaç kelimeden oluşacak teknolojik kuşatmanın dayattığı, dijital çağın dili olan soyutlanma dili olacaktı. Ne yazık ki bunda çok başarı sağlandı. İnsanlar arası yakınlaşmalar kurşunlandı. İletişim kanalları imha oldu, birbirini anlamayan ve anlamak istemeyen diller arasına girdi konuşma dili... Ortak dil teknoloji oldu, teknolojik yolla anlaşılamayacak kimse yoktu, ancak anlaştıklarınızla aynı mekânda olmanız birbirinizi görmeniz gerekmiyordu. Onun için her fert insan olarak var olan fert kimliğinden çıkarak birey oldu, sonrasında kendi gettosuna girerek yaşamını orada sürdürmeye başladı. Çünkü bu yaşamın insanları bir araya getirip tehlike oluşturması düşünülmüyordu. Tüm bunlar gösteriyor ki, size sunulan mavi boncuklar ile o boncukların içinde ne olduğu çoğu zaman saklı olabiliyor. İşte bu da bir manipülasyon sürecidir. Yani insanları istediğiniz şekilde yönetmek için, onların hoşuna giden sözler ve hedefler göstererek, onları peşinize takarak kendi hedefinize götürmüş olursunuz.

Manipülasyonda, Hedef daima gizli tutulur, hiçbir zaman gösterilmez, âmâ hedefe hizmet edecek insanların hoşuna gidecek bazı uyaranlara çokça yer verirsiniz, insanlar onları görünce peşinizden gelirler, sizin için o değerlerin bir anlam ifade ettiği düşünüldüğü için, sizlerin yanlış yapma ihtimaliniz düşünülmez. Dolayısıyla rahatlıkla amacınıza varmış olursunuz. Günümüzdeki manipülasyon yönetimi, doğruları söyleyerek sizi yalan olan bir hayata taşıma aracıdır. Yani Bir Koçu kasaba götürürken ona arpa vererek arkanızdan koşturmanız gibidir. Hatta olta balıkçılığı da böyledir. Aslında o balığı yakalayıp yemek istersiniz ama o balığa o isteğinizi açık açık belli ederek onu tutamazsınız. Oltanın iğnesi görülmeyecek şekilde ona yem yerleştirirsiniz, Balık kendisi için tam bir yiyecek olduğuna inanıp, onu yuttuğunda yem bitince iğne boğazına takılır ve ancak balıkçının onu yakalamasıyla iğne çıkar. Balığın sonu balıkçının hazı olur. İşte Manipülasyonla insanlık böyle kandırılmaktadır. Buna rağmen hala insanlık kendisi için yapılanların, onu kurtarmak olduğuna inanmaktadır. Yazıktır ben şahsen insanın bu kadar basit bir yaşamın kurbanı olacak düzeyde olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Allah öyle muhteşem bir donanım kurmuş ki, onun yazılımına virüs girdiği için, donanım iflas etmiş görünüyor. Bu yaşamları unutarak kendimizle olan hesaplaşmamızı çok ciddi yaparak ayağa kalkalım... Ve dünya devleti vatandaşı olmayacağımızı Küresel güçlere haykıralım... Millet olarak dosdoğru adam gibi nasıl yaşanılır bunu ortaya koyalım...

"Siz hala anlamayacak mısınız..."Rabbimizin bu mesajını anlayanlardan olmak umuduyla herkese selam saygı ve en içten muhabbetlerimi iletiyorum...

Erol KEKEÇ/30.04.2022/13.40

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!