Bu Blogda Ara

26 Nisan 2022 Salı

BİZ BİR MİLLETİZ DAĞLARIN KARI OVANIN BAĞIYIZ

 Bir çöküş masalının korkudan inlerine tünemiş canlılarının, neden tedirgin oyuncuları olmayı kendimize reva görelim. Biz insan olarak varız ve insan olarak yaşamak zorundayız, bizim için, bizim gibi canlıların çizmiş olduğu yapay kaderlerin kurbanı olmak bizim şanımıza yakışmaz. Ondandır gece gündüz demeden hem zihnimi hem ufkumu hem hayallerimi anlık geçen zaman hızında yeniden kurmaktayım. Benim gibi herkesin aynı düşünsel ufka sahip olduğunu bildiğim için, uyuyan bedenlerimizi biraz iğnelemek istiyorum.

Çöküş masalları hep kahramanlık destanları ile başlar, yıkılmış toplumların sinesine korku bombasını bırakarak sahneden çekilir. Biz sahneyi terk eden çakma kahramanların, bizleri uyutmak için okuduğu masalların ne dinleyeni, ne de bu masalların anlatıldığı yerlerin oluşmasında bir rol alacağız. Biz kanatları kırılmış kuşların kendi kanatları iyileştikten sonra göğün zirvesine çıkması gibi, kendi küllerimizden dirilerek kendi destanımızı kendimiz yazacağız. Nesillerimiz bu destanları örnek alarak dünyanın yeniden kurulmasında başrol alan kahramanlar olacaklar…

Biz her coğrafyaya medeniyet götürmüş bir Milletin, geriden gelen ve tarihlerine tanık olan korkmayan ve yılmayan savaşçılarıyız. Biz mücadeleden korkmayız ancak mücadele ruhumuzun pasifleştirilmesinden rahatsızlık duyarız. Ondan dolayıdır ki, insanlığı imha planlarının hepsini ince elekten eleyerek geçiririz ve insanlığı imha planları yapanların emellerini kursaklarında bırakmak en büyük hedefimiz. Yarınlarda ne olacak nasıl olacak diye tedirgin, ürkek ve paranoyak yaşamayı değil, yaşadığımız anın içinde yapılanlara şahit olduğumuz için, geleceğimizi bu hastalıklardan kurtarmak ve sağlıklı bir yaşamın kollarında, geriden gelen nesillerimizin sağlıklı nefes almaları için tüm çabalarımız.

Yıllar var ki bizi uyutmak için hep ninni söylediler, beşikten mezara kadar bu ninniler kulaklarımızda çınladı. İlk ninniyi anamız bizi emzirip uyutmaya çalışırken bize dinletti. Yani sizin işiniz karnınızı doyurup soluksuz uyumak der gibi ritimli ve uyumlu sözcüklerle uyuyamaya o günden bizleri alıştırdılar. Oysa biz uyanmak için anamızdan süt emdik ve o doğal besin kaynağımız bizi adam etsin, yeryüzünün çehresini yeniden tanımlayalım isterdik. Ancak öyle yanlış bir algı, bizim tüm kılcal damarlarımıza kadar yuva kurdu… Bizler de sandık ki, karın doyacak arakasından uyku çekçeğiz, oysa yaşamak için yemek gerektiğini bir türlü anlamadık. Onu anladığımız zaman, her ne kadar vakit çok geçmiş olsa da, her yaşın ve anın yeniden doğuş olacağını bilerek, kendimize gelmek için canla başla aşka ve şevke gelerek tarihin köhnemiş kapitalist ve zulüm ocaklarını kurutarak, tüm insanlık için omurgası adalet olan bir yaşamın canlı tanıkları olacağımızı haykırarak ayağa kalktık… Bu kalkış duruşu olmayan bir kalkış olacaktır, nerede ne zaman duracağını yeryüzünün hiçbir zalim despot ve canavar emperyalist güçleri durduramayacaktır. Bizim gücümüzün kaynağı Her şeye hayat veren yaratandan başkası olmayacak ve yeryüzü nizamı, insanı ezmeyen canlılara yaşam hakkı tanıyan fesada duvar olan merhametli kolların uzandığı her noktaya kadar gidecek…

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker, gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer… O pak alınları kirletmemeye ahdimiz var bizim, biz kanlarında yeniden hayat bulan bir ecdadın filiz vermeyen nesilleri olduğumuzu gen haritamızı çıkardığımız zaman ancak anlayabildik. Milattan önceden biri gittiği her yere hayat medeniyet ve insanlık götüren bir geçmişin nesillerinin filiz vermeyen fidanlar olması bizim onurumuza dokundu, kendi tohum bankamızın kimin istilasına uğradığını anladıktan sonra, yeniden tohumlarımızı gen haritamızdaki kodlama sistemini dikkate alarak kendi topraklarımızda üretmeye başladık. Yeniden doğuş için bu tohumların toprağa saçılması gerekiyordu, onu hep birlikte şafak vakti, kimse uyanmadan dost bizi bağda düşman yatakta göreceği bir anda, uyuyanların göz bebeklerine serptik ki, o gözlerden akan yaşlar bu tohumlara hayat versin istedik…

Bir hayat için neleri neleri vermeyiz ki, biz hayat bulsun âlem diye hayatımızı feda etmekten kaçınmayan ve ürkmeyen cengâverleriz. Adaletin tohumunu dünyanın her karış torağına saçmaya kararlıyız. İnsanlık kendi fıtrat coğrafyasına dönene kadar bu mücadeleden el çekmeyeceğiz, bu söylediklerimiz ahdimiz olsun, tarihin gelecek tüm satırları bu ahdimize sadık kalacağımıza şahit olsun…

Bu satırlar benim için bir edebi yazı kaleme almak için oluşturulmadı. Bunlar tamamıyla ruh dünyamdaki kıvılcımların bütün bir kardeşlerimce paylaşılan duygular olduğunu bildiğim için, herkes adına bir sözcülük yapmayı kendime görev bildiğimden manifesto şeklini aldı. Bu manifesto bizim hayatımızın arzulayıp, azimle eyleme dönüştüremediği gecikilmiş aşkların, sevgi eliyle tüm nesillerimizin yüreklerine nakşedilmek istenen, serinletici merhametli ve sevecen tomurcuklardan gelen cennet kokusunun hissedilen duygusal hazları…

Biz birbirimize sırtımızı dönemeyiz, biz birbirimizi tamamlayan eksiklileri dolduran tamamlama taşlarıyız. Neden kızalım, örflerimizle hiddetlenip dünyayı cehennem ateşinin lavlarıyla ısıtalım, serinleten okşayıcı bir meltem gibi kardeşlerimizin yüreklerine serinlik taşıyalım… Bizim inandığımız dinin geçmiş neferleri böyle kardeş oldular ve her biri birbirine kendisini feda etti, kardeşini tercih etti işte o zaman hayat bambaşka bir güzelliğe kavuştu… Bunları en iyi anlatan yer Uhud savaş meydanıydı. Savaş o kadar kızışmış ve Müminler birer birer şehit olurken, ağır yaralı bir cengâver su su diye inliyor, saki suyu ona ulaştırdığı zaman, diğer taraftan başka bir su isteyenin sesi gelir, ölmek üzere olan bu yaralı suyu kardeşime ulaştır der ve kendisi içmez, ona gittiği zaman üçüncü bir ses gelir, ikinci yaralı da arkadaşıma götür o benden daha acil der. Saki ona ulaştığında bakar ki o şehit olmuş, koşar ilk yaralıya gider o da şehit olmuş, ikinciye koşar o da şehit olmuş… Sakinin suyu üç şehide de nasip olmaz. Biz kardeşlerimizi kendimize tercih edeceğimiz doğal insani bir yaşama ulaştığımızda, çöküş masallarını da dinlemekten kurtulmuş olacağız. Dünyanın dizayn edenleri bizleri hep birbirimizden ayırarak kardeşliğimizi imha ederek atlarını oynatıyorlar. Zaten son üç yıldır uygulanan planın ana gövdesi ferdiyetçi, kimsenin kimseyi düşünmediği, kendi hırslarıyla uğraşan bir yaşam oluşturmak üzere tezgâhlanıyor. Bu planların hepsini imha ederek, kanlarıyla tarih yazarak bu toprakları bize miras bırakan ecdadımızın ruhlarını üzmeyeceğiz kendimize gelip onların kaldığı yerden dünyanın yeniden inşasına ilk adımı bizler atacağız. Biz kardeşiz kardeşler gücenebilir, âmâ arkadan vuramazlar, kardeşlik sırtlarını birbirine dayayan kayalar gibi sapasağlam durmayı gerektirir. Hainlik, ihanet olmadığı sürece, hatalar sehven yapılanlar unutulur. Ama hainler kitabını ezberleyip bize o satırlara göre yaşam sunanları asla bağışlamayız… Biz dosdoğru yaşamak isteyen bir elçinin ümmeti olarak, emin güven sadakat, ciddiyet, ehliyet, hakkaniyet ve adalet ölçüleri içinde dünyaya yeniden doğmak için şafaktan evvel gelecek şafaklara gözlerimizi çevirdik, sabırla onları elde etmek için mücadele ediyoruz, dirençle yolumuza devam ediyoruz. Bu yol yorulanların, bahaneler üretenlerin, geceyi gündüze tercih edenlerin, çıkarlarını hedef edinip yola çıkanların yolu değildir. Bu yol kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanların yoludur. Biz, Allah’tan başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadığına inandığımız için, önümüze çıkacak dünya müstekbirlerinin ilahlarına toplarına füzelerine aşk şevk ve umutla karşı durarak, doğacak şafağı müjdelemek bizlere nasip olsun istiyoruz. Biz böyle bir Milletin fertleriyiz, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz olduğunu çok iyi biliriz. Nazım’ın deyimiyle Sen yanmasan ben yanamasam, o yanmasa nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…”

Neslimizi heba etmeyelim, duvarları yıkalım, köprüleri kuralım, ötekileştirmek değil bizim görevimiz, bağrımıza basarak herkesi bulunduğu hal ile kabul etmek, o olmak değil, herkesi kendisi olarak görüp insan yerine koymaktır. İnsan olarak yaşayıp insan olarak göçmek için mücadele ruhumuzu yeniden canlandırıp şafağı akşamdan gözleyelim ve hakikati bulalım… Hakikati, sadece hakikat olduğu için yaşayan ve yaşanabilir kılmak için mücadele eden ve bu uğurda her türlü zorlukları göze alanlara selam olsun…

Selam muhabbet dua ve iyilik dileklerimle Kadir gecesinin bugünmüş gibi onun içindeki tüm hayırların üzerimize yağmasını rabbimden niyaz ederek, sevgi ve saygıyla tüm okurlarımı Yerin ve göklerin Rabbi Allah’a emanet ediyorum… Rabbim gönüllerimize sükûnet yüreğimize genişlik dilimize sadelik versin…

Erol KEKEÇ/26.04.2022/00.15





25 Nisan 2022 Pazartesi

KÜRESEL HAYDUTLAR DÜNYAMIZA TECAVÜZ PEŞİNDE

 Karınca gibi çalışan, ipek böceği gibi nakış nakış kozasını dokuyan ile haramilerin soygun yaparak yaşamlarını devam ettirmek için yaşamı karartmalarını aynı görmek mümkün mü?

Karıncaların ne gecesi var ne gündüzü, önce yuvalarını en korunaklı yere yaparlar, sonrasında mücadeleye başlarlar. “Ey karınca topluluğu Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezmesin yuvalarınıza girin…”Karıncalar kendi dışlarında yaşayanların yaşam alanlarına dikkat ederler ve o sınırı asla aşmazlar, her yere girer çıkarlar ama kendi yuvalarına getirip orada adil ve eşitlikçi bir paylaşım yaparlar. Güçlerinin zirvesinde çaba harcarlar, gece vakti değirmenlerinde tane öğüttüklerini görürsünüz. Şantiye alanından farksızdır yuvaları, her yandan bir koşturmaca, sabaha kadar mücadele ederler. Haramiler yol keserler kendilerine ait olmayanları alarak haksız kazanımlarla gırtlaklarını doldururlar. Yaşamın her noktasında haramilerin pusuya yattığı bir çağda, karınca gibi çalışsanız ne çıkar, emekleriniz haramilerin sofrasına gittikten sonra. Haramiler çağında masum doğmuş, büyümek için emekleyen çocukların bahtı kararır. Bahtı kararmış çocukların, haramilerin çilingir sofrasının mezesi olarak görüldüğü bir yaşamın, hangi noktasına hangi kafayla nasıl bir düzeltme yapabilir siniz ki?

Rahmetli Barış Mançu’nun dediği gibi Ali Yazar, Veli bozar, Küp suyunu çeker azar azar…”Yokluk ummanına sizin yolculuğunuz da azar azar olur, bir an da kendinizi dibi olmayan karanlık dehlizlerde bulursunuz. Çünkü sizi oraya götüren imkânlarınızı har vurup harman savuran haramilerden başkası değildir. Dünya harami çetesi, dünyayı düzene koymak için çalıştığını söylüyor, ey insan topluluğu bilerek size yaşamı zindan edecek bu haramilerin, karanlık emellerinin kurbanı olarak kendinizi yok etmeyin. Haramiler sizin duyacağınız acının ne olduğunu asla düşünmezler, onların tek derdi sizin sahip olduklarınızın tamamını nasıl elinizden alıp hazın zirvesinde sabahlayacaklarıdır.

Haramilerin yaşam kaynağı, organize güç olmaları, acımasızca emek harcamadıklarını gasp ederek sizi yaşamdan koparmalarıdır. Yaşamdan kopanlar, haramilerin çığırtkanlıklarına yenik düşerlerse, karıncaların yuvalarına kaynamış kurşun dökerek tüm hazinelerini yok edenler gibi, bunlar da sizi yok edecekler. Sizin yuvanız ülkeniz, şehriniz, kasabanız köyünüz arazileriniz, onlar yok olmayla karşı karşıya, daha ne zamana kadar bu haramilerin büyülü gücü karşısında korkak ve ürkek yaşayarak kendinize yaşamı zehir edeceksiniz…

Küremiz zorbaların Tiranların haramilerin haydutların meşrulaştığı, karıncaların tehlikeli ve gayri meşru görüldüğü bir yer oldu. Her gayri meşru oluşum, kanunlarla kendilerini koruma altına alarak hayatın karanlık yönünde yayılmacı bir rol üstlenmişler. Bu yayılmacılık yuvasından dışarı çıkamayan ipekböceklerinin kozasını parçalamayı bile göze almış görünüyor. Onun için kapalı hiçbir alan bırakmamaya yemin etmişler gibi, çünkü kapalı anlayamadıkları oluşumların çok büyük tehlike olduğunu düşünüyorlar. Ondan dolayı da bir buldozer gibi önlerine çıkan her yüksekliği bir engel olarak görüp onların peşine düşüyorlar…

Yeryüzü var olduğundan bu yana, genel ve yaygın olarak her dönemde haramiler yaşama yön vermişlerdir. Çünkü onlar her dönemde megafonu ellerinde bulundururlar. Megafon kimin elindeyse onun borusu hep ötmüştür.                                                  Haramiler topluluğu mutlu azınlıklardan oluşur. İlk dönemlerde kanun kaçağı olarak görülür ve kanuni olanlar tarafından bastırılabilirdi. Ama günümüzde kanun dışı olanlar ile kanunu oluşturanlar ortak hareket ettiklerinden, Haramiler güç kuvvet ve yönetici erk olarak büyük meşru bir zemin oluşturmuşlar kendilerine… Yaptıkları işlerin ahlaki ve insani olup olmaması hiç önemli değil, önemli olan kanunlara uygunluğudur.

Haramiler yeryüzünde tam bir ahtapot operasyonu gibi her alandan insan topluluklarını kuşatarak ellerindekini kotarma derdindeler. Bazen karşınıza bir trafik memuru olarak çıkabilir, bazen ölülerinizi yıkayıp gömen biri, bazen vergilerinizi toplayan bir kurum, bazen sizi kendi isteklerini rahatlıkla kabullendireceği kıvama getirecek bir eğitim kurumu, bazen sizin adınıza sizin birikimlerinizi çalıştırmak isteyen banka yani sizin kanınızı emecek tüm yolları eline almış, ama farklı birimler olarak siz onu algılarken, oysa bunlar ahtapotun farklı yerlerdeki kolları olarak karşınıza çıkar.

İpek böceğinin kozasını örmek her babayiğidin karı değildir. O kadar güzel bir örüm gerçekleştirir ki, o yuvanın güzelliğine gölge düşürülmesin diye kendisini ördüğü yuvaya hapseder, Haramilerin sesinin kulağına gelmesini istemez. Çünkü kendi fıtratıma göre yaşayacağım ortam yoksa en azından kendi fıtratıma göre ölecek bir yerim var dercesine, yuvasının kapısını kapar ve içinde ölüme şevkle gider. Ama asla kendisini yok etmek isteyen hiçbir haramiye boyun eğmez, canlı olarak yaşadığı sürece… Ölümü sonrasında ona ne yapılacağının hesabını hiç yapmaz…

Varlığın sırrının anlaşılamadığı çağ, insanlık abidesinin yerini, çılgın histeri nöbetlerinin ve paranoyak septik bir maceranın kuşattığı dönem olarak yerini çoktan almıştır. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri çok ciddi manik depresif bir zaman tünelinde yolculuk yapıyor olmanızdır. Bu tünelin içi havasız, boğazınıza kadar fosseptik borularından çıkan pisliklerin sizi boğmaya çalıştığı, şeytanın kafanızın üzerinde dans ettiği, haramilerin ellerinde kılıç, oradan çıkmak isteyenlerin kafasını uçuracağını söyleyerek başınızda naralar atmaları sizi öyle bir tünelin içine hapseder. Bunların sayıları ve gücü çok olduğundan size hükmetmezler. Onların tüm gücü sizin korkularınızdan alınan bir enerjidir. Karınca topluluğu gibi çalışkan ve mücadele ruhu ölmeyen bir insanlık ortaya çıkmazsa, şeytanların orkestra şefliği yaptığı, haramilerin Ali kıran başken olduğu bir ortamda yaşamaya mahkûm olursunuz.

Yaşam, ruhun mücadele aşkıyla gerçekleştirdiği evlilikten doğan çocuklarıyla aynı sofrada huzurla bir yemek yiyebilmektir. Mücadele aşkı ile izdivaç yapamamış olanlar, ruhlarını atalete terk etmiş olduklarından, kendi yuvalarında ipek böceği gibi ölümü beklemek yerine, boğazına kadar battığı pislikler içinde can çekişerek yok olurlar.

Dünyanın çehresi değişmiyor, çehresizler topluluğu dünyanın başının belası olduğu için, onların borusundan çıkan seslerden başka çehrelere hasret kaldığımızdan sanıyoruz ki dünyanın çehresi değişmiş… Öyle bir şey yok ve olmayacakta, çünkü dünyanın çehresini değiştirecek olan, onu var edendir. Var eden böyle bir icraat henüz yapmadı, onun için çehresizler dünyamızı kuşattığı için, biz dünyamıza yabancılaştık. Yabancısı olarak bu dünyaya veda mı edeceğiz, yoksa çehresizlerden oluşan haramilerden dünyamızı temizlemek için, karınca gibi aşk şevk ve yılmayan bir ruhla mücadeleye devam mı edeceğiz?

Ey insan ve cin topluluğu, bu güne kadar hiç duymadığınız özlü ifadeler barındıran yaratıcı katından geldiğinde kuşku olmayan o ayetlere yeniden kalp ve kulaklarımızı açarak kendimize mi gelelim. Yoksa ölüm fermanımız ellerinde olan şeytanın aveneleriyle dostluk antlaşması yaparak tüm imkânlarımızı, hatta kanımıza kadar haramilere mi bağışlayalım. Haramiler doymak bilmez, onların doyum eşikleri delik ne atarsanız içinde kaybolur. Böyle bir haydut topluluğu dünyamızı kirletti ırzına geçti, bakire kalan yanı kalmadı. Bakireliği elinden alınsa da, en azından yaşam hakkı korunmalı, bizler kendimize gelmezsek bizlerle birlikte, gelecek günlerin yazılan kaderi dünyamızı karartarak bizi içinde bir mayın gibi kullanmak olacaktır. Dokunan yanacak, nerede ne zaman patlayacağımızı biz kestiremeyeceğiz, haydutlar uzaktan kumandayla bizi imha edecekler. Bugünlerin gelmesi mümkün değil demeyin, şeytan ordusu gece gündüz bu savaşı nasıl başarıyla sonuca ulaştırırız diye çabalıyor.

Dünyaya henüz gözlerini açmamış masum çocukların kaderi belki bunu önleyebilir, çünkü onların DNA’larıyla henüz oynanmadı, ancak onların dünyaya gelmesine sebep olacakların DNA’sı çoktan tecavüze uğradı. Yedikçe yedik patladık hastalandık, sağlığımıza kavuşmak için ilaçlar aldık onlarla kurtulacağımızı sandık. Yani anlayacağınız genetiğimizi gıdalarımızla istila edemeyince, takviye vitesle yolu devam ettirdiler, ilaçlar bunların takviye güçleriydi. Ne yazık ki öyle de oldu. Bunlar için, benim çok uçlarda gezindiğimi iddia ederek yok sayabilirsiniz, ancak düşünenler için gıda sektörleri ile sağlık sektörlerinin önemli elebaşları aynı haydutlardan oluşuyorsa, bunları düşünmemek elde mi? Gıda şifa kaynağıdır. Yediğiniz gıdalar sizi zehirliyor ve bu zehirlerin etkisinden kurtulmak için de ilaçlara sarılıyorsanız, o da sizin ananızı ağlatıp bağımlı bir denek yapıyorsa o zaman bunları iyice sorgulamak ve tavırlar almak insanoğlunun kaçınılmaz bir erdemi değil midir? Dünyanın en karlı ilk kuruluşu gıda sektörü, ikincisi ise sağlık sektörü, ikisi de insanlığı imha üzerine oturuyor. Bunları bu kadar kolay söylüyor olmam, bir iddia olmanın çok ötesinde durum tespiti ve olaylar arasındaki neden sonuç bağlantılarının götürdüğü yerden kalkarak gelecek için bilimsel bir öngörüde bulunmadır.

İki farklı oyunda sizi oyuncu yapıyorlar ve sizin kazanmanızı istiyorlar, oysa sizin bu oyunlardan herhangi birinden kazançlı çıkmanız mümkün değildir. Birinci oyun oynandığı sürece bahis oynayan, Bahisçi Şemo gibi sonuçlar, belli kazançlar bahisçinin kasasına gidecek. İkinci oyun birinciyi kaybedenleri tekrardan sahaya sürmek için çıkarılmış oyun olduğundan ikinci raundun kazananı da belli, ilk oyun kurucudur. Kısaca söylemek gerekirse dünyamızı karartanlar asla dünyamızı aydınlatmak için bir enerji kaynağı oluşturma derdinde değiller. Onlar sürekli ellerindekini tüketecek tüketim köleleri oluşturma amacındalar. Bizler karınca topluluğu gibi bunların bizleri ezerek yok edeceğini anlamazsak ziyan olanlardan olacağız. Benim temennim ziyan olmadan kendimize gelmemizdir.

Bizim korkularımız haydutların yaşam enerjisine döndüğünü bilelim kendimize gelelim korkuları yenelim, korkunun ecele hiçbir faydası yoktur. Takdir edilen takdir edildiğinde gelecektir, verilmiş olan rızkı da kimse alamayacaktır. Nerede üzerimize ölüm yazılı ise oraya gideceğiz, o halde bu kadar korkak ve ürkek yaşamanın anlamı nedir, bir kere geldiysek bu yaşama, bu yaşamın anlamını vererek yaşayalım arkamızda ahlar vahlar bırakmayalım; öleceksek adam gibi ölelim, yaşayacaksak adam gibi yaşayalım, küresel haydutların kullandığı bir paçavra olmaktan kurtulalım…

Yaratıcıya rağmen, yaratıcıdan bağımsız yeryüzünde bir cehennem oluşturmaya çalışan bu haydutlar, yerin ve Göklerin rabbi Rahman ve Rahim olan tek güç sahibi, hesap günün adaletli hâkiminden çekinmiyor, korkmuyorlar da ben onların düzmece karanlık tezgâhlarından korkacaksam, insan olmaktan utanç duyarım… Bu sadece ben değil, insan olan herkes için geçerli olan bir fermandır. Allah’ın tayin ettiği vakit yaklaşarak gelmektedir, o gün yüzleri ve gözleri gülerek Allah’a koşanlara ne mutlu… Allah’tan ittika edene hiçbir şey korku vermez, Allah’tan ittika etmeyene de her şey korku verir. Ne mutlu Rablerine karşı mahcubiyeti her şeyin üstünde tutanlara… Rabbimiz biz, bizi dosdoğru yoluna çağıran bir çağırıcıyı işittik ve ona itaat ettik… Bizler Bilerek senin yoluna çağıran ve bilerek yaşayanlardan olmak isteriz, sen bizim kalplerimizi hakikate aç, şerre kilitle…

Selam ve dualarımla, her şeyi evirip çeviren rabbimiz, haydutlara taraf isek bizi çevir kalplerimizi sadece sana yönelt…

Bahadır Hataylı/25.04.2022/00.33


24 Nisan 2022 Pazar

ZAMAN NEDEN HIZLI GEÇER?

Gökyüzünden geçen mavi çizgiler mi acaba yeryüzünün kaderini çizen? “Kaderin üstünde bir kader vardır” derdi üstat Sezai Karakoç. Hakikaten kaderin üstünde bir kader var, ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır, gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır… Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır… Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır, hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır… Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir Çınar vardır, Sevgili en sevgili ey sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim…

İnsan, Hakikaten sürgünde yaşadığını anlamak için bu kadar ömrü tüketmesine gerek var mıydı, daha önceki yaşlarda bu sürgün yerini anlayıp bu sürgünü anlamlı kılamaz mıydı, ne bileyim bazen kafama takılmıyor değil… Biz sürgün yerini benimseyip, öz vatanı unutan zavallı varlıklar arasındaki yerimizi, çoktan kendi yüreğimizle onayladık. Ondan olsa gerek sürgün yeri üzerinde tüm planlarımız, onun için, sürgündeki kaçakların hepsi birbiriyle düdük yarışına girmiş, kim daha iyi düdük çalar diye birbirinin düdüğünü imha etme derdinde(!)

Mavi çizgiler belirlemişti aslında, öz vatanımız ile sürgün yeri arasındaki mesafeyi, ancak biz onları anlamadık; çünkü bir kez olsun ne anlamı var diye gözümüzü çevirip gökyüzünü temaşa etmedik, yorgun ve bitap düşen aradığını bulamayan gözlere sahip olamadık… Daldıkça daldık neyi aradığımızı anlamadık, hep diplere inmeye çalıştık, her dipten sonra bir başka dip karşımıza çıktı onu da deldik, derken içinden çıkılmaz bir derinliğin içinde yolu kaybetmiş başı kesik maymun gibi can havliyle bağırdıkça bağırdık, ancak gökyüzünden imdadımıza gelen bir kader çizgisi olmadı. Meşhur Platon’un dediği gibi Kaderimizde olanlardan daha fazlasını yaşamaya başladık, çünkü beyinsizliğimiz sınır tanımıyor, başına gelenleri kabullenmek zorunda kalıyordu.

Ey kurşuni renkte üstümüze şemsiye gibi serilmiş gökyüzü; derinliklerindeki mavi çizgilerin anlamını sen bize söylemezsin biliyoruz, ancak biz o çizgilerin içinde gizli sırları anlamak için, denklemin neresinden başlayacağımızı bilmiyoruz. Bu denklem hayatımızda kullandığımız hiçbir denkleme benzemiyor, bazen kararıyor, bazen açılıyor, bir bakıyoruz görünmez olup bizi içinde kaybediyor, o zaman içinden çıkamayan bizler, hepten karışıp nereden geçeceğimiz, niçin geçmemiz gerektiğini bu dağınık kafalarla anlamaz hale gelip kendimizden geçiyoruz. Kendinden geçenler hep gevşemenin doruğunda olduğu için, atomlarımız birbirinden uzaklaşıyor, kendi dünyamızda bir elektriklenme gerçekleştiremiyoruz. Ondan olsa gerek hep karanlıklarda yaşamak oluyor bahtımız. Biz karanlıkları el yordamıyla geçeceğine inanan sürgündekilerdendik, ama koşarak buraları geçmeyi becermedik ve hep kayarak çamurlara battık, nasıl yapalım da bu çamurları görüş alanımızdan ve yolumuzdan uzaklaştıralım…

Sürgünde yaşayanlar, ikinci bir sürgüne mahkûm olunca kendilerine güzel bir isim vermişler, Kader mahkûmu… Hakikaten sen bizi mahkûm etmek için mi, içinde mavi çizgileri var ettin(!) Sürgünde sürgünle kendilerini ödüllendirenler, öz vatandan hepten kopma peşindeler. Ufka yolculuk yaparız her gün Güneşin doğumuyla batışı arasında; yirmi dört saatlik zaman diliminde Güneşle birlikte koca bir evreni oturduğumuz yerden gezerek, akşam olduğunda ufukta bırakarak yorgunluğumuzu, geceye bırakırız kendimizi… Biz bir ufuktan diğer ufka her gün yolculuk yaparız, ancak bir gün olsun kendi ufkumuza ulaşmayı göze alamayız. Ufkun karardığı yerden gündüze veda eder, görünmeyen ufukta geceyi karşılamaya başlarız. Ondan biz hep karanlıkları aydınlık niyetiyle soluyanlardanız, çünkü kaybettiğimiz ufkumuzu, sürgün yerinde arama derdindeyiz. İşte burada durup kendimizle bir hasbihal edemedik ondan kendimizi ararken kendimizi kaybettik nerede kaybettiğini bilmeyen bizler, yine kendimizi kaybettiğimiz karanlık ufukta aramayı tercih ettik. Oysa Hoca Nasreddin bu konuda bize çok güzel bir örnek olmasına rağmen hala biz bildiğimizden bir an olsun vaz geçmedik… Anahtarını kaybeden hoca aydınlık bir yerde bir şeyler ararken komşusu onu görür ve Hocam hayırdır inşallah bir şey mi kaybettin der. Hoca evet komşu anahtarımı kaybettim, peki hocam burada kaybettiğinizden emin misiniz deyince, hayır komşu burası aydınlık olduğu için burada arıyorum diye nüktedan kişiliğiyle hayatta alınması gereken en iyi dersi verir.

Evet, bizler sürgün yeri özlemi için kaybettiğimiz değerlerimizi, sürgün yeri içinde gördüklerimizle anlamaya ve bulmaya çalışınca ne buradaki imkânların bakış açısı, ne sahip olduğumuz kalibremiz bu haliyle bunları bulacak beceriye sahip olamıyor. Peki, bu halimizle sabah güneşle birlikte başlayan arayışımız, akşamın ufkunda Güneş batarken nasıl bulunabilir. Biz karanlığa gark olduğumuzda her şeyimizi kaybettik. O zaman akşamın karanlığı çökerken arayışımız başlamalı, sabah güneşiyle aydınlanan şafakta buluşumuz gerçekleşmelidir. Gece aramayanlar gündüz Güneşinden bir şey anlamazlar. Güneş ufukta süzülmeden, gün tam tepeye geldiği zaman o ışığın altında bir zerre olan sen titreyip kendine gelemiyorsan, gün batarken sana nasıl etki eder?

Masmavi çizgiler geçiyor gözümün önünden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım zaman her çizginin içinde kaderimin saklı olduğuna yakinen teslim olanlardan olsam da, acaba bu çizgilerin nerede ne zaman son bulacağını anlayacağım bir denklemi ele geçirebilir miyim diye kendimi zorlamaktan da alıkoyamıyorum… Çünkü ben haddi aşmaya meyilli bir yaratık olduğumun bilincinde olduğumdan, sürgün yerini ebedi dergâh edinmek için, kaderin içinde gizli notları ele geçirmeyi bile hesap edecek kadar haddi aşmayı da göze almakta sakınca görmeyenlerdenim…(!)

Ufka yolculuk var deseler sürgün diyarında kimse kalamaz, ancak ufukta kaybolanlar aranıyor dense kimse oralı olmaz. Her fert ufka yolcu olmaya aday kendini görürken, güneşin battığı ufukta kendisinin kaybolduğunu hiç anlamak istemez. Oysa kaybolan insanlık aranıyor bu sürgün diyarında ben sen o; biz siz onlar değil, hepimiz hepimizi arayalım, yoksa ufuktan batan Güneş bir daha doğmamaya yeminli gibi; her gün bir başka havada trip atarak geçip gidiyor üzerimizden… Güneşi böyle görmemiştim yaşadığım gün sayısınca, ağır başlı oturup kalktığı yeri bilir, nerede ne zaman dinleneceğimizin haberini içindeki ısı ve ışığıyla yollardı bize, âmâ son dönemde sanki bir an önce gideyim bir daha ufka kadar yorulmayayım dercesine, ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı, hepsi birbirine girdi, geceyi mi gündüzü mü yaşadığımızı da bilemez olduk.

Soruyorum benim dışımdakilere günler nasıl geçiyor diye, vallahi hiçbir şey anlamıyoruz, bir bakıyorum haftanın ilk günü hemen Cuma geliyor, nasıl bu hızla gidiyoruz bunu bir tülü anlamıyoruz diyorlar. Anlamadığımız bir yaşamın içinden anlayacağımız günlere kavuşmayı bekliyorsak, hep bekleyeceğiz, çünkü hayat anlamsızlaştığı zaman, günlerin de anlamı kalmaz. Anlamını kaybedenlerin hayatımıza bırakacağı iz, neredeyse yok gibi olur. Bize zamanın nasıl geçtiğini bildiren, hayatımıza bırakılan izlerdir. O izleri kaybettiğimiz gün, kalp atışları ölen biri için nasıl ki sürekli çizgi şeklinde oluşuyorsa, hayatı öldüren anlamsızlaştıranların da hayat çizgisi zikzaklı grafik çizmez, ondan nasıl geçtiğini anlamazsınız. Ölüler zamanı nasıl anlayacaklar. Hayatı anlamsız olanların, hayatı ve zamanı anlamaları da, mümkün olmayacaktır.

Zaman hayatımıza iz bırakmıyorsa yaşamamışız gibi çok hızlı gittiğini sanırız. Bu bir zaman algısıdır. Zamanın hızlı ve yavaş geçmesi nasıl ki, insanın içinde bulunduğu duygusal kalbi ve psikolojik faktörlere göre ya hızlı ya da yavaş geçiyormuş gibi algılanıyorsa, insan hayatı da tam burada bulunmaktadır. Sürgün yerinde geçen yaşamımız anlamlı ise, zamanın kıymetini anlarız ve nerede ne yaptığımızı, hangi zaman diliminde hayatımıza hangi faktörlerin iz bıraktığını biliriz, ama hayatımız anlamsız ve gökyüzünden geçen mavi çizgiler bize hiç uğramıyorsa o zaman sürekli geçen bir grafik çizgisi gibi yaşamdan ve zamandan bir şey anlamayız…

Karadenizli Hızır Acil ’in dediği gibi, kimi doğuyor kimi ölüyor, dünya dönüyor, hayat devam ediyor… Bu hengâmede devam eden o hayatı, anlamlı kılmanın yolu, anlamlı bir zaman çizelgesine sahip olmaktır. Sürgündeki hayatı sevenler, zaman çizelgesini keşfedemezler. Keşfedilmeyen bir zaman, nasıl ve ne için benimle anlamlı bir arkadaşlık yapsın ki! Zamanın sahibine yemin olsun ki, aldığınız her nefesten hesap vereceksiniz, bu zamanı size bağışlayan zamanın sahibi olmasaydı, nefesi alıp geri verme imkânımız olmayacaktı. Eğer nefes alıp geri verebiliyorsak, o zaman bu an bir geçiştir süredir. Peki, bu sure, zaman ne için var, banim anlamlı bir yaşamın kollarında zamanın sahibinin isteği doğrultusunda, bu zamanda bu nefesi nerede nasıl tüketeceğimi anlamam ve sürgün hayatımı yaşanır ve yarınlardaki öz vatana giderken eli boş gitmemem gerekir. Bunu anlamamış bir varlığın hayatın içindeki sırra vakıf olması düşünülemez.

“Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır”,  o anahtar yüreğimin beynimle reaksiyona geçip, gökyüzündeki mavi çizgilerin anlamını keşfetmesine bağlıdır. Aydınlık sabahlara ulaşmak için arayışları olan geceler lazım, geceleri aramayanlar, her gelen aydınlığı karanlığa çevirerek yönlerini kaybederler. Biz, geceleyin yönlerinizi bulasınız diye samanyolu ve onun üzerinde yıldızları var ettik diyen yaratıcının bu rahmetine sırt dönenler, Güneşin aydınlığında kaybettiklerini, gecenin karanlığında samanyolu altında bulamazlar. Geceler kendimize gelmek ve vicdani sorumluluklarımızı gözden geçirmek için bize ikram edilen bir rahmettir. Bu rahmeti gazaba çevirdiğimiz hayatta, Güneş her gün doğup akşam ufka varsa ve sürekli tekrarlanarak devam etse, kendimizde olanı değiştirmedikçe, ufka hasret kalacağız.

Ufku olmayan geceleri, ufku beliren gündüzlere ekleyerek yol almak bizim şiarımız, sürgünde olsak ta, öz vatana gitmeden, hesaplarımız dürülmeden hesapları ayrıntılı yaparak gündüzün aydınlığında, geceye kalmadan bu yolu tamamlamak tek hedefimiz…”Siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah sizin durumunuzu değiştirmez ”Toplumsal değişimin yasası bireysel farkındalıktan geçer. Bu yaklaşım bizlerin hayatlarına anlam katması umudu ve duasıyla, diyorum ki hayat devam ediyor, ”Sabah yakın değil mi?”

Erol KEKEÇ/24.04.2022/01.30



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!