Bu Blogda Ara

24 Nisan 2022 Pazar

ZAMAN NEDEN HIZLI GEÇER?

Gökyüzünden geçen mavi çizgiler mi acaba yeryüzünün kaderini çizen? “Kaderin üstünde bir kader vardır” derdi üstat Sezai Karakoç. Hakikaten kaderin üstünde bir kader var, ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır, gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır… Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır… Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır, hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır… Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir Çınar vardır, Sevgili en sevgili ey sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim…

İnsan, Hakikaten sürgünde yaşadığını anlamak için bu kadar ömrü tüketmesine gerek var mıydı, daha önceki yaşlarda bu sürgün yerini anlayıp bu sürgünü anlamlı kılamaz mıydı, ne bileyim bazen kafama takılmıyor değil… Biz sürgün yerini benimseyip, öz vatanı unutan zavallı varlıklar arasındaki yerimizi, çoktan kendi yüreğimizle onayladık. Ondan olsa gerek sürgün yeri üzerinde tüm planlarımız, onun için, sürgündeki kaçakların hepsi birbiriyle düdük yarışına girmiş, kim daha iyi düdük çalar diye birbirinin düdüğünü imha etme derdinde(!)

Mavi çizgiler belirlemişti aslında, öz vatanımız ile sürgün yeri arasındaki mesafeyi, ancak biz onları anlamadık; çünkü bir kez olsun ne anlamı var diye gözümüzü çevirip gökyüzünü temaşa etmedik, yorgun ve bitap düşen aradığını bulamayan gözlere sahip olamadık… Daldıkça daldık neyi aradığımızı anlamadık, hep diplere inmeye çalıştık, her dipten sonra bir başka dip karşımıza çıktı onu da deldik, derken içinden çıkılmaz bir derinliğin içinde yolu kaybetmiş başı kesik maymun gibi can havliyle bağırdıkça bağırdık, ancak gökyüzünden imdadımıza gelen bir kader çizgisi olmadı. Meşhur Platon’un dediği gibi Kaderimizde olanlardan daha fazlasını yaşamaya başladık, çünkü beyinsizliğimiz sınır tanımıyor, başına gelenleri kabullenmek zorunda kalıyordu.

Ey kurşuni renkte üstümüze şemsiye gibi serilmiş gökyüzü; derinliklerindeki mavi çizgilerin anlamını sen bize söylemezsin biliyoruz, ancak biz o çizgilerin içinde gizli sırları anlamak için, denklemin neresinden başlayacağımızı bilmiyoruz. Bu denklem hayatımızda kullandığımız hiçbir denkleme benzemiyor, bazen kararıyor, bazen açılıyor, bir bakıyoruz görünmez olup bizi içinde kaybediyor, o zaman içinden çıkamayan bizler, hepten karışıp nereden geçeceğimiz, niçin geçmemiz gerektiğini bu dağınık kafalarla anlamaz hale gelip kendimizden geçiyoruz. Kendinden geçenler hep gevşemenin doruğunda olduğu için, atomlarımız birbirinden uzaklaşıyor, kendi dünyamızda bir elektriklenme gerçekleştiremiyoruz. Ondan olsa gerek hep karanlıklarda yaşamak oluyor bahtımız. Biz karanlıkları el yordamıyla geçeceğine inanan sürgündekilerdendik, ama koşarak buraları geçmeyi becermedik ve hep kayarak çamurlara battık, nasıl yapalım da bu çamurları görüş alanımızdan ve yolumuzdan uzaklaştıralım…

Sürgünde yaşayanlar, ikinci bir sürgüne mahkûm olunca kendilerine güzel bir isim vermişler, Kader mahkûmu… Hakikaten sen bizi mahkûm etmek için mi, içinde mavi çizgileri var ettin(!) Sürgünde sürgünle kendilerini ödüllendirenler, öz vatandan hepten kopma peşindeler. Ufka yolculuk yaparız her gün Güneşin doğumuyla batışı arasında; yirmi dört saatlik zaman diliminde Güneşle birlikte koca bir evreni oturduğumuz yerden gezerek, akşam olduğunda ufukta bırakarak yorgunluğumuzu, geceye bırakırız kendimizi… Biz bir ufuktan diğer ufka her gün yolculuk yaparız, ancak bir gün olsun kendi ufkumuza ulaşmayı göze alamayız. Ufkun karardığı yerden gündüze veda eder, görünmeyen ufukta geceyi karşılamaya başlarız. Ondan biz hep karanlıkları aydınlık niyetiyle soluyanlardanız, çünkü kaybettiğimiz ufkumuzu, sürgün yerinde arama derdindeyiz. İşte burada durup kendimizle bir hasbihal edemedik ondan kendimizi ararken kendimizi kaybettik nerede kaybettiğini bilmeyen bizler, yine kendimizi kaybettiğimiz karanlık ufukta aramayı tercih ettik. Oysa Hoca Nasreddin bu konuda bize çok güzel bir örnek olmasına rağmen hala biz bildiğimizden bir an olsun vaz geçmedik… Anahtarını kaybeden hoca aydınlık bir yerde bir şeyler ararken komşusu onu görür ve Hocam hayırdır inşallah bir şey mi kaybettin der. Hoca evet komşu anahtarımı kaybettim, peki hocam burada kaybettiğinizden emin misiniz deyince, hayır komşu burası aydınlık olduğu için burada arıyorum diye nüktedan kişiliğiyle hayatta alınması gereken en iyi dersi verir.

Evet, bizler sürgün yeri özlemi için kaybettiğimiz değerlerimizi, sürgün yeri içinde gördüklerimizle anlamaya ve bulmaya çalışınca ne buradaki imkânların bakış açısı, ne sahip olduğumuz kalibremiz bu haliyle bunları bulacak beceriye sahip olamıyor. Peki, bu halimizle sabah güneşle birlikte başlayan arayışımız, akşamın ufkunda Güneş batarken nasıl bulunabilir. Biz karanlığa gark olduğumuzda her şeyimizi kaybettik. O zaman akşamın karanlığı çökerken arayışımız başlamalı, sabah güneşiyle aydınlanan şafakta buluşumuz gerçekleşmelidir. Gece aramayanlar gündüz Güneşinden bir şey anlamazlar. Güneş ufukta süzülmeden, gün tam tepeye geldiği zaman o ışığın altında bir zerre olan sen titreyip kendine gelemiyorsan, gün batarken sana nasıl etki eder?

Masmavi çizgiler geçiyor gözümün önünden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım zaman her çizginin içinde kaderimin saklı olduğuna yakinen teslim olanlardan olsam da, acaba bu çizgilerin nerede ne zaman son bulacağını anlayacağım bir denklemi ele geçirebilir miyim diye kendimi zorlamaktan da alıkoyamıyorum… Çünkü ben haddi aşmaya meyilli bir yaratık olduğumun bilincinde olduğumdan, sürgün yerini ebedi dergâh edinmek için, kaderin içinde gizli notları ele geçirmeyi bile hesap edecek kadar haddi aşmayı da göze almakta sakınca görmeyenlerdenim…(!)

Ufka yolculuk var deseler sürgün diyarında kimse kalamaz, ancak ufukta kaybolanlar aranıyor dense kimse oralı olmaz. Her fert ufka yolcu olmaya aday kendini görürken, güneşin battığı ufukta kendisinin kaybolduğunu hiç anlamak istemez. Oysa kaybolan insanlık aranıyor bu sürgün diyarında ben sen o; biz siz onlar değil, hepimiz hepimizi arayalım, yoksa ufuktan batan Güneş bir daha doğmamaya yeminli gibi; her gün bir başka havada trip atarak geçip gidiyor üzerimizden… Güneşi böyle görmemiştim yaşadığım gün sayısınca, ağır başlı oturup kalktığı yeri bilir, nerede ne zaman dinleneceğimizin haberini içindeki ısı ve ışığıyla yollardı bize, âmâ son dönemde sanki bir an önce gideyim bir daha ufka kadar yorulmayayım dercesine, ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı, hepsi birbirine girdi, geceyi mi gündüzü mü yaşadığımızı da bilemez olduk.

Soruyorum benim dışımdakilere günler nasıl geçiyor diye, vallahi hiçbir şey anlamıyoruz, bir bakıyorum haftanın ilk günü hemen Cuma geliyor, nasıl bu hızla gidiyoruz bunu bir tülü anlamıyoruz diyorlar. Anlamadığımız bir yaşamın içinden anlayacağımız günlere kavuşmayı bekliyorsak, hep bekleyeceğiz, çünkü hayat anlamsızlaştığı zaman, günlerin de anlamı kalmaz. Anlamını kaybedenlerin hayatımıza bırakacağı iz, neredeyse yok gibi olur. Bize zamanın nasıl geçtiğini bildiren, hayatımıza bırakılan izlerdir. O izleri kaybettiğimiz gün, kalp atışları ölen biri için nasıl ki sürekli çizgi şeklinde oluşuyorsa, hayatı öldüren anlamsızlaştıranların da hayat çizgisi zikzaklı grafik çizmez, ondan nasıl geçtiğini anlamazsınız. Ölüler zamanı nasıl anlayacaklar. Hayatı anlamsız olanların, hayatı ve zamanı anlamaları da, mümkün olmayacaktır.

Zaman hayatımıza iz bırakmıyorsa yaşamamışız gibi çok hızlı gittiğini sanırız. Bu bir zaman algısıdır. Zamanın hızlı ve yavaş geçmesi nasıl ki, insanın içinde bulunduğu duygusal kalbi ve psikolojik faktörlere göre ya hızlı ya da yavaş geçiyormuş gibi algılanıyorsa, insan hayatı da tam burada bulunmaktadır. Sürgün yerinde geçen yaşamımız anlamlı ise, zamanın kıymetini anlarız ve nerede ne yaptığımızı, hangi zaman diliminde hayatımıza hangi faktörlerin iz bıraktığını biliriz, ama hayatımız anlamsız ve gökyüzünden geçen mavi çizgiler bize hiç uğramıyorsa o zaman sürekli geçen bir grafik çizgisi gibi yaşamdan ve zamandan bir şey anlamayız…

Karadenizli Hızır Acil ’in dediği gibi, kimi doğuyor kimi ölüyor, dünya dönüyor, hayat devam ediyor… Bu hengâmede devam eden o hayatı, anlamlı kılmanın yolu, anlamlı bir zaman çizelgesine sahip olmaktır. Sürgündeki hayatı sevenler, zaman çizelgesini keşfedemezler. Keşfedilmeyen bir zaman, nasıl ve ne için benimle anlamlı bir arkadaşlık yapsın ki! Zamanın sahibine yemin olsun ki, aldığınız her nefesten hesap vereceksiniz, bu zamanı size bağışlayan zamanın sahibi olmasaydı, nefesi alıp geri verme imkânımız olmayacaktı. Eğer nefes alıp geri verebiliyorsak, o zaman bu an bir geçiştir süredir. Peki, bu sure, zaman ne için var, banim anlamlı bir yaşamın kollarında zamanın sahibinin isteği doğrultusunda, bu zamanda bu nefesi nerede nasıl tüketeceğimi anlamam ve sürgün hayatımı yaşanır ve yarınlardaki öz vatana giderken eli boş gitmemem gerekir. Bunu anlamamış bir varlığın hayatın içindeki sırra vakıf olması düşünülemez.

“Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır”,  o anahtar yüreğimin beynimle reaksiyona geçip, gökyüzündeki mavi çizgilerin anlamını keşfetmesine bağlıdır. Aydınlık sabahlara ulaşmak için arayışları olan geceler lazım, geceleri aramayanlar, her gelen aydınlığı karanlığa çevirerek yönlerini kaybederler. Biz, geceleyin yönlerinizi bulasınız diye samanyolu ve onun üzerinde yıldızları var ettik diyen yaratıcının bu rahmetine sırt dönenler, Güneşin aydınlığında kaybettiklerini, gecenin karanlığında samanyolu altında bulamazlar. Geceler kendimize gelmek ve vicdani sorumluluklarımızı gözden geçirmek için bize ikram edilen bir rahmettir. Bu rahmeti gazaba çevirdiğimiz hayatta, Güneş her gün doğup akşam ufka varsa ve sürekli tekrarlanarak devam etse, kendimizde olanı değiştirmedikçe, ufka hasret kalacağız.

Ufku olmayan geceleri, ufku beliren gündüzlere ekleyerek yol almak bizim şiarımız, sürgünde olsak ta, öz vatana gitmeden, hesaplarımız dürülmeden hesapları ayrıntılı yaparak gündüzün aydınlığında, geceye kalmadan bu yolu tamamlamak tek hedefimiz…”Siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah sizin durumunuzu değiştirmez ”Toplumsal değişimin yasası bireysel farkındalıktan geçer. Bu yaklaşım bizlerin hayatlarına anlam katması umudu ve duasıyla, diyorum ki hayat devam ediyor, ”Sabah yakın değil mi?”

Erol KEKEÇ/24.04.2022/01.30



23 Nisan 2022 Cumartesi

DEVLETİ CİHAN ADALETİ DİNİYYEYE DAYANIR. “ CİHAN DEVLETİNİN DİNİ ADALETTİR”

 Devlet, iki temel ana gövdeye dayanır oluşum şekline göre; Ya Millet devlet için var olur, ya da devlet Millet için var olur. Bunların dışında bir başka oluşum olabilir mi, elbette olur ancak buna kimse yanaşmak istemez. Devlet ile Milletin görevlerinin tanımlandığı, devletin hak ve yetkilerinin olduğu, hem de Milletin hak ve yetkilerinin bulunduğu, ikisinin de dengede olduğu bir başka devlet de olur. Ancak günümüzdeki devlet şekillenmesinde ilk iki unsurun olduğu muhakkak ancak diğer üçüncü unsura pek fazla yer vermeyi kimse istemez, ancak genellikle Batı dünyasında üçüncü unsura yakın oluşumlar yok değil…

Devlet var olmak zorunda, tüm unsurlar devlet için var ve devletin yaşaması için feda edilebilir anlayışıyla yaşayan devletler herkesin de bildiği gibi Makyavellist bir algıya dayanır. Bu algı zorbalıktan beslenir ve her şeyi gücün emrinde tüketir. Gücü devamlı kılmak esastır. Devlet, burada kendisini dayayacağı zenginler sınıfı oluşturur, onları her türlü imkânlarla besler, onlara sırtını dayar ve tüm halktan toplar, onları büyütür, onların büyümesi kendi bekasını devam ettirme esasına dayanır. Yani devlet ya bir grup, ya bir ailenin, ya bir burjuva sınıfının ya da belli bir silahlı gücün tekelindedir. Yani devlet onlardır. Bunların dışında kalanların canı malı çoluk çocuğu bunların varlığına ve yaşamasına feda edilir. Halkın varlığı, devletin kendi büyüklüğünü gücünü ve yaşamını kanıtlamak için, bir arenada toplanan seyirciler hükmündedir. Dolayısıyla halk, Devlet gösteri yaparken, onun gösterisini alkışlayıp devletin de kendisini beğenmişlik duygusu içinde onlara tepeden bakacağı ve gerektiğinde aşağılayacağı bir nesne özelliğindedir. Halkın bir nesne olarak algılandığı ve sadece devletin bekası için, kendi varlığının yok olmasına bir gerekçe bulan insanlar, olsa olsa ancak bir köle olur. Yani Makyavelist devlet kölelerin yaşadığı devlettir de diyebiliriz.

Halkın devlete feda olduğu yerde, ekonomik araçlar tamamıyla belli zümrelerin tekelindedir. Her iş onlardan sorulur onlar her şeyin en iyi bilenleridir. Tüm parasal güç bunların kontrolündedir. Dolayısıyla halktan alınır bu güçler beslenir. Çünkü devlet bunların omzundadır. Onlar çekilirse devletin yıkılacağı düşünüldüğü için, bu gruplar genel halka her zaman tercih edilir. Halkın elindeki ekmek alınır bunlara verilir.

Eğer halk devlet içinse, bu anlayışa sahip olan devletlerin halkının büyük çoğunluğu yokluk ve perişan olarak yaşarken, devletten beslenip sürekli kanatları uzayan ayrıcalıklı sınıf, har vurup harman savurur. Yani devletin asıl adını koyacak olursak zulüm, yönetenlerde zalim olur. Günümüzde Demokrasi ile yönetildiğini söyleyen İslam toplumlarının yönetimleri ve ayrıca krallık aşiret ve Teokratik totaliter devletlerin hepsi böyle bir anlayışla yönetilirler. Bu devlette ayrıcalıklı sınıflar için, delinip geçilmeyecek hiçbir kural yoktur. Kurallar şahıslara özgü oluşturulur ve tekrar değiştirilir. Kuralların hükmü sadece devlete feda olan halk için geçerli ve yaptırımı vardır. Yani halkın büyük çoğunluğu ezilecek tek hücreli böcek olarak görülür ve onların yaşamının anlamı da yoktur. Acından ölse kayda değer bir anlamı yoktur. Sadece öldüğünde nüfustan düşülür o kadar bir etkisi olur. Bunlar doğuştan haklarını kaybetmiş kullanılmaya uygun varlıklar olarak görülüp o şekilde onlara muamele yapılır. Bunların kazanımları artacak olursa onların önlemi alınır olağanüstü vergi yükleriyle tekrar eski hallerine getirilir. İçtiği çeşmedeki sudan tutun, attığı her adıma, sabah uyandığında elektrik düğmesine bastığı anda sırtına vergi biner, ne yapacağını şaşırır ama devletimiz olmazsa bizde olmak der, devletine dua etmekten geri kalmaz. Oysa devlet o olmadığı zaman olmayacağı halde bunu asla idrak edemez. Yani gönüllü ve tercihli kölelerin yaşadığı yerin adı böylesi devletlerle anılır. İslam toplumlarında Afrika’nın en ücra köşelerinde uzak Asya ve Latin Amerika kıtasındaki devletler neredeyse hep bu özellikteki devlelerdir. Halkın her adımı, devleti besleyen bir eylem ve paradır. Fakirler fakir kalmalı ki devlet yaşasın ve devletten beslenen bu ayrıcalıklı sınıfların varlığı devam etsin… Ondan dolayı da Fakirden alıp ayrıcalıklı sınıfları yaşatmak temel felsefedir. Bu devletlerin yeryüzünde varlığının devam ediyor olması, dünyada zulmün ne boyutta ve genişlikte olduğunun da kanıtıdır.

İkinci özellikteki devlet ise, Devletin, halk için olduğu devlettir. Devlet, tamamıyla İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kurumsal organizasyonun varlığının gerekli olmasıyla doğar. Devlet kendisini bir hizmet aracı olarak görür ve toplumsal yaşamın en iyi şekilde düzenli olarak devam etmesi için ciddi bir kontrol görevi görür. Devletin kontrol sistemi olduğu yerde devleti denetleyen insanlar olduğu için devletin varlığı halka hizmetiyle anılır. Halka hizmet etmeyen devlet asla Millet için olamaz. Burada da bir denge problemi yaşanır. Çünkü devlet tamamıyla kendisini halka göre şekillendirip hep halka verme üzerine kurulu olursa devletin süreklilik problemi yaşaması mümkündür. Onun için zaman zaman bu devletler ciddi kırılma noktasına gelirler ve sürekli yönetim değiştirmek zorunda kalırlar. Küba ve Venezüella bu tür devletlere örnek gösterilebilir. Burada eşitlik kavramı kayda değer kabul edilir. Adalet kavramından daha önemli bir anlamı vardır. Toprağa atılan tohum büyüdükçe meyveye döndükçe ondan faydalanılır. Ama tüm tohumlar tüketilirse orada gelecekte üretilecek ürünün tohumları da tükendiği için gelecek her zaman tehlike oluşturur. Onun için bu devlet algısı da görünüşte çok iyi bir yönetim şekli gibi görünse de o kadar masum olmadığı ortadadır. Yani ne devlet sadece halk içindir, ne de halk devletin kurbanıdır. İkisi de olmak zorundadır. İşte bu noktada üçüncü bir anlayış ortaya çıkıyor.

Devlet halk için olduğu kadar halkta devletle iç içe olmak zorundadır. Yani yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan diye bir kısır döngü yaşamak gerekmiyor. Yumurta tavuktan çıktığı gibi tavukta yumurtadan çıkmak zorundadır. Öncelik sırası görev ve sorumluluğun yerine göre değişebilmelidir. İnsanlar kendi huzuru ve mutluluğu için, her şeyle kendilerinin ilgilenmesinin mümkün olmadığını bildiklerinden bu sorumluluklarının büyük bir kısmını kendi oluşturdukları organizasyona devrederek, kendi adlarına bu organizasyon sorumlulukları yürütür. Devlet ayrıcalıklı bir sınıf oluşturma adına ortaya çıkmıyor, ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için daha sistemli kurumsal bir yapıya dönüyor. Bu kurumsal yapının adı devlettir. Tarihte bunun en güzel şeklini Ha. Muhammed(as)’in Medine’de kurduğu devlette görüyoruz. Bu devlet Hz Ömer döneminde canlı örneklikleriyle tarihe adını kaydettirmiştir. Devlet bir denge unsuru görevindedir. Zengin insanların imkânlarından faydalanır, imkânı olmayanları gözetir, toplumsal denge ve huzur oluşturur. Böylesi bir devlette kurallar herkes için aynıdır. Şahsa ve inanca göre farklı uygulamalar asla olmaz. Yaptırımlar kimlik eksenli uygulanmaz, doğrudan eylemin karşılığı olarak yaptırıma dönüşür. Eylemin çıktığı şahsın ne kabilesi, ne parası, ne silahlı gücünün hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan isnat edilen eylemle ilişkisinin olup olmadığının ortaya çıkmasıdır. Tek gözetilecek konu budur. Ekonomik imkânlar insanların çaba ve gayretlerine göre, biyolojik yaşamın devamını sağlamanın dışında, tamamıyla üretim eksenli dağıtılır ve adalete uyulur. Eşitlik değil, burada esas olan adalettir. Dolayısıyla toplumsal yaşamda aşırı uçlar oluşmaz. Doyumsuzluk ve hırs yerini eminlik ve güvene bırakır. İnsanlar arası yarış maddi kazanımlar üzerine değil, tamamıyla bilgiye ulaşma, zihinsel birikim, entelektüel donanım sanat felsefe ve bilim üzerine yoğunlukta kendisini gösterir. İnsanlar arası ilişki ve iletişim çok canlı olur. Toplumsal yaşam, ortak değer algısı üzerine yoğunluk oluşturur. Yani insanlar kaynaşır, birlikten kuvvet doğar deyimine uygun tavır ve davranış içine girerler.

Böyle bir devlet adil devlettir, yöneticileri de adaletlidir. Halkının içinde neler olduğunu bilir, halkı uyanıkken kendisi uyumaz, halktan kopuk uygulamalara yer vermez. Vergi sistemi insanları yaşatmak ve yaşamı kolaylaştırmak için organizasyonun devamını sağlamak amaçlı olur. Bunlar da her yerde kullanılmaz ve özenle hakkaniyet sınırları içinde israfa asla yer vermeden kullanılır. Çünkü kendisine verilen paraların hepsinin milletlin devletine bir emaneti olduğu idrakiyle, devlet hareket eder. Fakirden alıp zengin sınıflar oluşturulmaz, fakirler üretime katılır ve onların iş yapması için üretim alanları oluşturulur. İmkânı olmayan insanlar bir yerde emek karşılığı ücretle çalıştırılır, üretici kabiliyeti güçlü olanlar daha aktif ortamlara taşınarak yeteneklerinden daha fazla istifade edilir. İnsan için en iyi rızkın, insanın kendi emeğinin karşılığı olduğunu devlet çok iyi bilir, onun için insanlara bedava dağıtımlar yaparak köle ruhlu varlıklar yaratmaz.

Bu devlette insanlar bilinçli duyarlı ne yaptığını ve ne istediğini bilir. Karanlıklar peşinde koşmaz. Yöneticilerinin kendileriyle uyum içinde olup olmadığını çok iyi değerlendirirler. Yöneticilerin tek derdi sırtlarına yüklenen emaneti adil bir şekilde sonrakilere teslim edecek bir gelenek oluşturarak, devletin kalıcılığının artmasına katkı sunmak ve halkın huzurunu sağlayarak onların can, mal ve nesil güvenliğini sağlamaktır. İnsanlar kendileriyle uğraşmaktan farklı kurumların sorumluluklarını konuşamayacaklar. Yani herkes kendi mesleki statüsünün rollerini en iyi oynayarak toplumsal yaşama bir katkı sağlamak için mücadele edecektir. Bu gün batıda bu anlayış devlet tarafından halklarına yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Ondan dolayıdır ki, devlet nasıl olmalı dediğinizde Siyaset bilimciler ve bu alanda uzmanlık yapanlar dışında kolay kolay kimseden bir görüş alamazsınız. Çünkü herkes kendi işiyle uğraşır. Oysa bizim gibi toplumlarda ise herkes her şeyle uğraştığı için ne devletin ne de Milletin ne yaptığı bilinmez.

Bugün batıda yaşamın daha kolay olduğunu ve doğu toplumları kadar stres olmadığını anlatırız ama neden böyle olduğunu ve bu aşamaya nasıl gelindiğini konuşmayız. Sadece sonuçlara bakarak bir yorumlama yaparız. O yaşamı sunacak düzeyde organizasyonu kuracak bilinçli duyarlı insanlar oluşturmadan ve o uygulamaları içlerine sindirecek bilinçli ve farkındalık seviyesi yüksek bir halk olmadan o aşamaya gelemezsiniz. Batının bugün bu konudaki rahatı geçmişte bunu elde edebilmek için ciddi bedeller ödemekten korkmamasıdır. Oysa doğu toplumları hem güzeli arzular hem de bedel ödemekten korkar dolayısıyla yaşadığı hayat onun kendi çabasının bir karşılığı olduğu kabul edilmelidir.

Adaleti eksen alan ve adalet dışında bir tarafın tarafı asla olmayan yöneticiler ve devletin yönettiği halkın ruhları sade, istekleri insani ve huzurlu hayatı yaşamaya gayret gösteriyorlarsa, buna kavuşmayı engelleyecek hiçbir güç yoktur.

Geçmişinde adaleti uygulamak için çok çaba harcayan ancak bazı konularda rahatsızlıklar olsa da bunu düstur edinmiş bir tarihin yeni nesilleri olarak bunu ikame etmek yine bizim görevimiz olmalı diye düşünüyorum… Batının kıyısından köşesinden sahiplendiği adalet anlayışı böyle güzel tablolar ortaya çıkarıyorsa, kim bilir biz kendi değer sistemimizi baş tacı yaparak ayağa kalkarsak nasıl bir medeniyet inşa ederiz. Bunları yapabilecek inan potansiyelimizin olduğuna inanıyorum. Ancak hırslarımızın kurbanı olduğumuzdan bugün bunları düşünemiyorsak içine düştüğümüz gafletten dolayı, gafleti yok etmek bizim elimizde, tek yolu kendimizle barışmak ve vicdani hesaplaşma yapabilmektir.

Devlet ile Millet arasındaki çizgi terazinin hassas denge noktasıdır. O dengeyi yakalamak ve yeryüzüne hakikatin yaşanabilir bir gerçeklik olduğunu haykırmak için yaşamlarımızla bunu ortaya çıkarmak ve şahitliğimizi yapmak zorundayız. Bu gün ülke yönetiminde olan insanlarımız bizim bu düşünce ve ideallerimize uzak olmadığına inanıyorum ancak gaflet bazen insanın ruhi dünyasını ve ufku okumasını olumsuz etkileyebiliyor. Bunun en önemli nedeni de, kayıtsız şartsız yapılan her eylemi, doğru ve yanlış sorgulama becerisi olmayan taraftar anlayışının kabullenmesi ve savunmaya geçmesidir. Eğer yanlışlar yanlış olduğu için tepki verilmiş olsa, hiçbir yönetici kendi yanlışlarında ne tür hikmetlerin olduğunu düşünmeyecekti ve kendisini sorgulayacaktı. Ancak taraftar insanlardaki basiretsizlik ve kaybetme korkusu yanlışların metabolizmayı ele geçirmesine neden oldu sonrası içine düştüğümüz tablo oldu… Tüm olumsuzluklara rağmen bu yolların aydınlanması ve yeniden kaldığımız yerden devam edebilecek enerji ve vicdanımız varsa korkmaya gerek yoktur.

Devlet aklımız kendisini iyice sorgulamalı ve kendisinden kaynaklanan olumsuzlukların faturasını ödetecek ortamlar aramamalı, vicdanıyla hesaplaşıp hesap makamında kendi kritiğini yapabilmeli, işte o zaman yeni bir doğuşun ilk ışıklarıyla karşılaşmamıza Allah’tan başka hiçbir güç engel olamaz. Yanlışlar temizlenirse herkesi kendimiz gibi görüp hataları ortadan kaldıracak dirayetli tavırlar geliştirilirse, çok kısa zamanda çok daha büyük işlerin yapılacağına inancım tamdır. Ülke nimetleri ayrıcalıklı sınıfların har vurup harman savurduğu yer olmadığı bilinmelidir. Ben verdim, ne olacak diyen Demirel gibi Verdimse ben verdim gibi içi paradoks dolu cümleler hayatımızın hiçbir noktasında yer almamalıdır. Bizim burada olmasını istediğimiz devlet, hem korunmalı hem korumalı, hem yaşamalı hem yaşatmalı, hem adil olmalı hem kararlı olmalı, fakirleri doyuran değil koruyan zenginleri koruyan değil kollayan olmalıdır.

Bizim medeniyet anlayışımız İslam Ülkeleri içinde en üst seviyede olduğunu düşünüyorum. Ancak yaşam kalitemiz batının en basit yaşamının bile altında olduğu gözden kaçmamalıdır. Bunun sebeplerini hep birlikte ortaya çıkarıp bunları bertaraf ederek yeni bir dünyanın doğumuna şahitlik etmek için adaletin Şahidi bir devlet anlayışımız oluşsun… Hukuk herkesi kuşatsın çıkarları korumaktan uzaklaşıp, çıkarların deldiği çuvalları yeniden inşa etsin…

Medeniyet; Medine’nin sokaklarında inşa edildi hurma dallarıyla üzeri örtülen bir mescitte dünyaya kendini tanıttı. Yaşamı anlamlı kıldı fakir zengin kardeş eyledi ama bu insanları birbirinden ayıracak Yüksek haşin korunaklı sarayların duvarlarına hiç ihtiyaç olmadı. İnsanın yaşamı saray ise Hurma dallarının altı en güzel anılara sahne olur. Eğer yaşamınız adalet ve hakkaniyet üzere inşa edilmiyorsa en lüks saraylar ve malikâneler bir devletin temelini oluşturmaktan aciz kalır tarihe not düşülecek anılarınız kalmaz…

Rabbim bizleri yaşamıyla hakikate şahitliği ve adaleti gözetmesiyle tarihe not düşülecek bir hayatın temsilcisi olmayı nasip etsin; devletimizi medeniyetin önderi kılsın, Milletimizi idrakle yaşatsın sadece hakkın yaşanmasında bir araya getirip vahdet eylesin, batıl da ise tefrikayla bizi bizden uzaklaştırsın…

Gönül sesimle vicdanlara ithaf ettiğim bu yazımın huzurlu bir geleceğe tanık olmasını rabbim vesile eylesin…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla Gelecek Kadir gecesinin üstümüze hayırlar yağdırmasını rabbimden niyaz ediyorum zulmü karanlığı da bizden uzaklaştırmasını en kalbi duygularımla talep ediyor… İyi ki Allah’ın kullarıyız, iyilikten başka bir şey düşünmüyoruz…

Bahadır Hataylı/23.04.2022/02.29



TOPRAKTAN BEDENE CAN VERENE

Anılar arasında bir güz yaprağı gibi sararmış ve rüzgârın önünde savrulan ömrümü, bahara taşıyarak, filizler vermesi için tüm çabalarım… Zaman değirmeni öğütmeden bırakmıyor ömrünüze ait ne varsa elinizde. Zaman acımaz, acımadan alır ve dağıtır, yerinize bir başkasını koymaktan zevk alır.

Zamanla alışırsın dedi herkes, oysa zamanla ben hiç alışamadım ama zaman bana öyle bir alıştı ki, yanımdan hiç ayrılmaz oldu, ne varsa bende ortağımmış gibi benden fazla o sahiplenmekte ve alıp harcıyor hiç acımadan…

İlk çocukluk yıllarımda elimde ağaç dallarından yaptığım sabanımla nerede küçük bir toprak görsem orayı sürerdim ve usanmadan saatlerce orayı imar eder, bir şeyler ekmeye çalışırdım. Beş yaşımdaki bu üretici karakter yapısı bana öyle bir oturdu ki, toprak gördüğümde hemen yepyeni bir yaşamın canlılık belirtilerini görür gibi heyecanlanıyorum. Toprak canlılık, heyecan yeniden doğuş, uzaklara bakış, ufuktan ışıkları alıp onlarla yarınlara varıştır.

Beş yaşımda toprağı ilk sürmeye başladığım yıllardaki üreticilik benden hiç gitmedi, onun için ülkemin her karış toprağının imaratını düşünerek, ülkem için zihnimi çok yordum. İnsanlık, yaşam, ülkem ve aydınlık yarınlara kavuşmak içinse benim düşünmelerim, varsın yorulsun zihnim, tüm çabalarım ülkeme feda olsun…

Çocukluğumdan aldığım toprak sevgisi, toprağın kutsallığını bana öğretti. Toprak kutsaldır, toprak anadır, toprak babadır, kardeştir, oğuldur kızdır evlat bacı akraba eş dost gardaş ve sırdaştır. Toprak hamurumdur benim, ben kendi hamurumu sürerken, aslında kendimi imar ederdim. O dönemden aldığım o dersi hayatımın her noktasına taşımaktan mutluluk ve haz duydum. Topraktan kopunca hayattan koptuk, çünkü hayat bizim toprağımız, toprak bizim kaynağımız, bunları birbirinden ayırdığımız zaman yok olmaya mahkûmuz.

Çocukken toprağa yabancı kalan, kendi özünden koparılır, kendi özüyle tanışmayan karakter ve kişilik gelişimini nasıl tamamlayabilir. Önce toprağımızı yabancılardan ve istilacı canavarlardan kurtarmaya kararlı olmalıyız. Toprağı istila edilenlerin ruhları parselleniştir. Ruhları kuşatılmış olanlar üretimden ne anlasınlar. Biz üretici olmak zorundayız bunun için öncelikle çocukluğumuzda üzerine basarak rahatladığımız, arada bir oyuncak sabanlarla sürerek havalandırdığımız, içine su salıp onu iyice yoğurduğumuz, toprağımızdaki inceliği anlayarak kendimizle barışabiliriz… Kendini yoğurmayan ne anlar hayattan yaşamdan zamandan, zaman içinde öğütülen kendinden…

Özümüzden kopunca bizi harcadılar. Özünden kopanlar topraklarını boş bıraktılar veyahut ta topraklarının tabiatına aykırı tohumlarla topraklarını canlandırmayı hesapladılar, çok kazanmak ve hırs uğruna, hamura su kattılar. Sular hamuru cıvıklaştırdı, cıvık kişilik ve karakterlerle topraktan verim almayı, acaba nasıl hesaba kattılar.

Acılar coğrafyasının yılmayan usanmayan her mevsimde her toprakta filiz vermeye ah etmiş bir yaban gülüyüm ben… Yaban dediysem yabana atmayın dediklerimi, yabana atılırsam nereden nasıl hangi iklim ve mevsimde filizlenip çiçek açacağım bilinmez. Bilmediğiniz yerde, hesap etmediğiniz zamanda size sormadan çıkan bir filiz varsa topraktan, bilin ki o toprak çok imar edilmiş ve o filizin karakteri toprakla özdeşleşerek birlikte zamana karşı kıyama durmuş… Zamana yenilmeyen ve zaman geçse de kendisi her anla birlikte olmak için, zamanın ruhuyla at başı giden bir yaşamsa bana armağan, o zaman bırakın keyfimce ben bu hayatı doyasıya yaşayayım…

Neden insan stres topu olduğunda yalın ayak toprakta gezerek rahatlar? Bir çocuk ana göğsüne kafasını koyduğunda, anne onun başını okşayarak öpüp kokladığında nasıl ki, hıçkırıklarla dolu gözyaşları kurur ve ağıtı dinerse, Toprakta insanoğlunun anasıdır. En acılı ve stresli anlarınızda koyun başınızı onun tam yüreğine, isterseniz yuvarlanın, isterseniz üzerinde koşun, isterseniz sabanlarınızla karnı deşin, o sizin tüm çılgınlıklarınıza katlanır, âmâ ondan uzaklaşmanıza asla tahammül etmez. Onun için olsa gerek kendisiyle aramızdaki mesafeyi betonlarla doldurduğumuz günden bu yana, aramıza kara kedi girmiş gibi ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı hepsini birbirine karıştırdık.

Betonlar anamızı ağlattı, anamız bizi göremez oldu, gözyaşlarından gözünün önünde yaşlar çatallandı. Biz onun feryadını duymadık, acılı gözlerinden akan yaşlara şahit olduk, ama oralı olmadık, bu gün ne güneşin doğduğunu ne battığını görüyoruz, bir bakıyoruz hafta başı, bir anda kendimizi sonunda buluyoruz haftanın… İşte, zaman değirmeni çılgınca atmış bizi iki taşı arasına, öğüttükçe öğütüyor hiçbir yakarış ve haykırışımıza aldırmadan…

Yerkürenin üzerinde insan adıyla yaşayan tüm canlılar kürenin üzerini kaplayan toprak anayla hala göbek bağı ile beslenmesine rağmen, neden bu bağın düğümlenmesine veya koparılmasına göz yumar. Siz size hayat taşıyan bağın koparılmasına karışmazsanız, ananızın kucağında ölü doğmanıza rağmen yaşayan canlı olduğunuzu sanırsınız. Alışamadık, zamanla geçer denilen günün üzerinden tam kocaman yarım asır geçmiş, hala alışmayı beklerken, aslımızı görme basiretine kavuştuk. Neyse ki anamızla kucak kucağa sarılıp yatmadan bunun idrakine vardıysak, anamızla aramızı düzeltip yeniden onun kucağına yatak atacağız. Yoksa üzerimize beton döküp bizi anamızdan ebediyen ayıracaklar.

Kızılderili Reisin, ABD’de toplu konut idaresi başkanına söylediği şu sözler yaşamın fermanıdır bunu okuyabilseydik vakti zamanında, bu gün yaşadığımız acıları belki yaşamamış olacaktık. Toplu konut idaresi Kızılderilileri dağlarından topraklarından alıp getirip, beton binalara yerleştirmiş ve o topraklara gitmelerini istememişler. Aradan biraz zaman geçince, Kızılderililer hastalanmış, mutsuz olmuş stresten birbirlerine saldırmaya başlamışlar, çalışma ve mukavemet tükenmiş kendi içlerinde kendileriyle savaşmaya başlamışlar. Ancak bu acılar zamanla geçmemiş, kızıl derilileri, zaman geçiriyor muş ki, Kızılderili Reis Konut İdaresi başkanına çıkmış ve demiş ki; ”Ey başkan biz anamızdan topraklarımızdan buraya gelirken sadece bedenlerimizle geldik, âmâ ruhlarımız orada kaldı, Ruhlarımız bedenlerimizden ayrı olduğu için, bedenlerimiz ruhlarımızdan uzakta yaşayamıyor ve hepsi hastalandı. Onun için biz yeniden bedenlerimizle ruhlarımıza dönüyoruz ki yaşayabilelim…”

Müslim Babanın Dediği gibi,”

Topraktan bedene can veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver

Her güne bir ümit veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver; ”İnsanın yaşama hevesini yeniden yakalayabilmesi için, yaşama canlılık veren hayatla tanışması ve ona şahit olması gerekir. Yaşamadığınız bir hayatın taşıyanı olamazsınız. Onun için, öncelikle torakla tanışarak zamanla alışanlar değil, zamanı bize alıştıranlar olmak zorunda olacağız. Zaman bize alışırsa neyin ne zaman doğacağını bilir, ona göre vakti zamanında uğrar hiçbir karışıklık olmaz, her şey yerli yerinde ve bir bütünlük içinde devam eder.

Anılar arasında güz yaprağı olduğumu görünce, çocukken elimde sabanımla toprağı deşerken hayalini kurup türküsünü söylediğim, günlerime dönmek geldi içimden… O kardığım toprakta umutlarımı sakladım, çocukluğumun sonunda umutlarım filizlenip kökleşti yarınların hayallerini kurarken, tüm hayallerimin üzerine beton döktüler. İşte bu gün var gücümle hayallerim üzerine dökülmüş betonları kaldırıp, anamla arama konulan barikatları yok ederek toprakla barışmak ilk hedefim. Ben canlıyken bizi toprakla buluşturmayanlar, öldüğümde götürüp kucağına bırakacaklar. O zaman toprakla aram bozulmuş olduğundan beni sıktıkça sıkarak merhametli yanından beni mahrum bırakacak…

Bu günlerin hatırı için toprakla barışalım, içinde öyle ağlayan damarlar var ki, sicim gibi gözyaşı akıtarak betonlara karşı koysa da, anlamsız bir yaşamın kollarında hayattan bıkmış sürgün bir yaşamı var sanki!

Biz bu dertleri, toprağımıza dönersek atlatırız, oysa bizi toprağımızdan ayıranlar mutlu olmamızı istemedikleri için, bu yazıyla, hayatımızı kara yazıya bağladılar. Toprak biz, biz toprak “Benim Sadık Yârim kara topraktır…”diyen Halk Ozanımız Âşık Veysel gibi, yârimiz ile koyun koyuna yatmadan zamana dur diyorum, onu bize uygun davranmaya çağırıyorum… Yoksa zamanla yok olmuyoruz zaman bizi imha ediyor,

Toprakla barışalım yaşama koşalım kendimize gelip evrene güzel bir selam duralım… Aslımıza dönen bizleri, zaman değirmeninde öğütmez. Topraklarımız tohum olmayınca, boş kalır diyerek aslımıza rücu edelim…

Var mısınız toprakla koyun koyuna uyumaya…

Erol KEKEÇ/22.04.2022/02.09


                                                                              

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!