Bu Blogda Ara

23 Nisan 2022 Cumartesi

TOPRAKTAN BEDENE CAN VERENE

Anılar arasında bir güz yaprağı gibi sararmış ve rüzgârın önünde savrulan ömrümü, bahara taşıyarak, filizler vermesi için tüm çabalarım… Zaman değirmeni öğütmeden bırakmıyor ömrünüze ait ne varsa elinizde. Zaman acımaz, acımadan alır ve dağıtır, yerinize bir başkasını koymaktan zevk alır.

Zamanla alışırsın dedi herkes, oysa zamanla ben hiç alışamadım ama zaman bana öyle bir alıştı ki, yanımdan hiç ayrılmaz oldu, ne varsa bende ortağımmış gibi benden fazla o sahiplenmekte ve alıp harcıyor hiç acımadan…

İlk çocukluk yıllarımda elimde ağaç dallarından yaptığım sabanımla nerede küçük bir toprak görsem orayı sürerdim ve usanmadan saatlerce orayı imar eder, bir şeyler ekmeye çalışırdım. Beş yaşımdaki bu üretici karakter yapısı bana öyle bir oturdu ki, toprak gördüğümde hemen yepyeni bir yaşamın canlılık belirtilerini görür gibi heyecanlanıyorum. Toprak canlılık, heyecan yeniden doğuş, uzaklara bakış, ufuktan ışıkları alıp onlarla yarınlara varıştır.

Beş yaşımda toprağı ilk sürmeye başladığım yıllardaki üreticilik benden hiç gitmedi, onun için ülkemin her karış toprağının imaratını düşünerek, ülkem için zihnimi çok yordum. İnsanlık, yaşam, ülkem ve aydınlık yarınlara kavuşmak içinse benim düşünmelerim, varsın yorulsun zihnim, tüm çabalarım ülkeme feda olsun…

Çocukluğumdan aldığım toprak sevgisi, toprağın kutsallığını bana öğretti. Toprak kutsaldır, toprak anadır, toprak babadır, kardeştir, oğuldur kızdır evlat bacı akraba eş dost gardaş ve sırdaştır. Toprak hamurumdur benim, ben kendi hamurumu sürerken, aslında kendimi imar ederdim. O dönemden aldığım o dersi hayatımın her noktasına taşımaktan mutluluk ve haz duydum. Topraktan kopunca hayattan koptuk, çünkü hayat bizim toprağımız, toprak bizim kaynağımız, bunları birbirinden ayırdığımız zaman yok olmaya mahkûmuz.

Çocukken toprağa yabancı kalan, kendi özünden koparılır, kendi özüyle tanışmayan karakter ve kişilik gelişimini nasıl tamamlayabilir. Önce toprağımızı yabancılardan ve istilacı canavarlardan kurtarmaya kararlı olmalıyız. Toprağı istila edilenlerin ruhları parselleniştir. Ruhları kuşatılmış olanlar üretimden ne anlasınlar. Biz üretici olmak zorundayız bunun için öncelikle çocukluğumuzda üzerine basarak rahatladığımız, arada bir oyuncak sabanlarla sürerek havalandırdığımız, içine su salıp onu iyice yoğurduğumuz, toprağımızdaki inceliği anlayarak kendimizle barışabiliriz… Kendini yoğurmayan ne anlar hayattan yaşamdan zamandan, zaman içinde öğütülen kendinden…

Özümüzden kopunca bizi harcadılar. Özünden kopanlar topraklarını boş bıraktılar veyahut ta topraklarının tabiatına aykırı tohumlarla topraklarını canlandırmayı hesapladılar, çok kazanmak ve hırs uğruna, hamura su kattılar. Sular hamuru cıvıklaştırdı, cıvık kişilik ve karakterlerle topraktan verim almayı, acaba nasıl hesaba kattılar.

Acılar coğrafyasının yılmayan usanmayan her mevsimde her toprakta filiz vermeye ah etmiş bir yaban gülüyüm ben… Yaban dediysem yabana atmayın dediklerimi, yabana atılırsam nereden nasıl hangi iklim ve mevsimde filizlenip çiçek açacağım bilinmez. Bilmediğiniz yerde, hesap etmediğiniz zamanda size sormadan çıkan bir filiz varsa topraktan, bilin ki o toprak çok imar edilmiş ve o filizin karakteri toprakla özdeşleşerek birlikte zamana karşı kıyama durmuş… Zamana yenilmeyen ve zaman geçse de kendisi her anla birlikte olmak için, zamanın ruhuyla at başı giden bir yaşamsa bana armağan, o zaman bırakın keyfimce ben bu hayatı doyasıya yaşayayım…

Neden insan stres topu olduğunda yalın ayak toprakta gezerek rahatlar? Bir çocuk ana göğsüne kafasını koyduğunda, anne onun başını okşayarak öpüp kokladığında nasıl ki, hıçkırıklarla dolu gözyaşları kurur ve ağıtı dinerse, Toprakta insanoğlunun anasıdır. En acılı ve stresli anlarınızda koyun başınızı onun tam yüreğine, isterseniz yuvarlanın, isterseniz üzerinde koşun, isterseniz sabanlarınızla karnı deşin, o sizin tüm çılgınlıklarınıza katlanır, âmâ ondan uzaklaşmanıza asla tahammül etmez. Onun için olsa gerek kendisiyle aramızdaki mesafeyi betonlarla doldurduğumuz günden bu yana, aramıza kara kedi girmiş gibi ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı hepsini birbirine karıştırdık.

Betonlar anamızı ağlattı, anamız bizi göremez oldu, gözyaşlarından gözünün önünde yaşlar çatallandı. Biz onun feryadını duymadık, acılı gözlerinden akan yaşlara şahit olduk, ama oralı olmadık, bu gün ne güneşin doğduğunu ne battığını görüyoruz, bir bakıyoruz hafta başı, bir anda kendimizi sonunda buluyoruz haftanın… İşte, zaman değirmeni çılgınca atmış bizi iki taşı arasına, öğüttükçe öğütüyor hiçbir yakarış ve haykırışımıza aldırmadan…

Yerkürenin üzerinde insan adıyla yaşayan tüm canlılar kürenin üzerini kaplayan toprak anayla hala göbek bağı ile beslenmesine rağmen, neden bu bağın düğümlenmesine veya koparılmasına göz yumar. Siz size hayat taşıyan bağın koparılmasına karışmazsanız, ananızın kucağında ölü doğmanıza rağmen yaşayan canlı olduğunuzu sanırsınız. Alışamadık, zamanla geçer denilen günün üzerinden tam kocaman yarım asır geçmiş, hala alışmayı beklerken, aslımızı görme basiretine kavuştuk. Neyse ki anamızla kucak kucağa sarılıp yatmadan bunun idrakine vardıysak, anamızla aramızı düzeltip yeniden onun kucağına yatak atacağız. Yoksa üzerimize beton döküp bizi anamızdan ebediyen ayıracaklar.

Kızılderili Reisin, ABD’de toplu konut idaresi başkanına söylediği şu sözler yaşamın fermanıdır bunu okuyabilseydik vakti zamanında, bu gün yaşadığımız acıları belki yaşamamış olacaktık. Toplu konut idaresi Kızılderilileri dağlarından topraklarından alıp getirip, beton binalara yerleştirmiş ve o topraklara gitmelerini istememişler. Aradan biraz zaman geçince, Kızılderililer hastalanmış, mutsuz olmuş stresten birbirlerine saldırmaya başlamışlar, çalışma ve mukavemet tükenmiş kendi içlerinde kendileriyle savaşmaya başlamışlar. Ancak bu acılar zamanla geçmemiş, kızıl derilileri, zaman geçiriyor muş ki, Kızılderili Reis Konut İdaresi başkanına çıkmış ve demiş ki; ”Ey başkan biz anamızdan topraklarımızdan buraya gelirken sadece bedenlerimizle geldik, âmâ ruhlarımız orada kaldı, Ruhlarımız bedenlerimizden ayrı olduğu için, bedenlerimiz ruhlarımızdan uzakta yaşayamıyor ve hepsi hastalandı. Onun için biz yeniden bedenlerimizle ruhlarımıza dönüyoruz ki yaşayabilelim…”

Müslim Babanın Dediği gibi,”

Topraktan bedene can veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver

Her güne bir ümit veren ALLAH

Bana da yaşamak hevesini ver; ”İnsanın yaşama hevesini yeniden yakalayabilmesi için, yaşama canlılık veren hayatla tanışması ve ona şahit olması gerekir. Yaşamadığınız bir hayatın taşıyanı olamazsınız. Onun için, öncelikle torakla tanışarak zamanla alışanlar değil, zamanı bize alıştıranlar olmak zorunda olacağız. Zaman bize alışırsa neyin ne zaman doğacağını bilir, ona göre vakti zamanında uğrar hiçbir karışıklık olmaz, her şey yerli yerinde ve bir bütünlük içinde devam eder.

Anılar arasında güz yaprağı olduğumu görünce, çocukken elimde sabanımla toprağı deşerken hayalini kurup türküsünü söylediğim, günlerime dönmek geldi içimden… O kardığım toprakta umutlarımı sakladım, çocukluğumun sonunda umutlarım filizlenip kökleşti yarınların hayallerini kurarken, tüm hayallerimin üzerine beton döktüler. İşte bu gün var gücümle hayallerim üzerine dökülmüş betonları kaldırıp, anamla arama konulan barikatları yok ederek toprakla barışmak ilk hedefim. Ben canlıyken bizi toprakla buluşturmayanlar, öldüğümde götürüp kucağına bırakacaklar. O zaman toprakla aram bozulmuş olduğundan beni sıktıkça sıkarak merhametli yanından beni mahrum bırakacak…

Bu günlerin hatırı için toprakla barışalım, içinde öyle ağlayan damarlar var ki, sicim gibi gözyaşı akıtarak betonlara karşı koysa da, anlamsız bir yaşamın kollarında hayattan bıkmış sürgün bir yaşamı var sanki!

Biz bu dertleri, toprağımıza dönersek atlatırız, oysa bizi toprağımızdan ayıranlar mutlu olmamızı istemedikleri için, bu yazıyla, hayatımızı kara yazıya bağladılar. Toprak biz, biz toprak “Benim Sadık Yârim kara topraktır…”diyen Halk Ozanımız Âşık Veysel gibi, yârimiz ile koyun koyuna yatmadan zamana dur diyorum, onu bize uygun davranmaya çağırıyorum… Yoksa zamanla yok olmuyoruz zaman bizi imha ediyor,

Toprakla barışalım yaşama koşalım kendimize gelip evrene güzel bir selam duralım… Aslımıza dönen bizleri, zaman değirmeninde öğütmez. Topraklarımız tohum olmayınca, boş kalır diyerek aslımıza rücu edelim…

Var mısınız toprakla koyun koyuna uyumaya…

Erol KEKEÇ/22.04.2022/02.09


                                                                              

21 Nisan 2022 Perşembe

BİR BAHAR MEVSİMİ TURNALAR NEDEN GİDER

Turna kafilesi gökyüzünden süzülerek geçerken barışın kahramanları güvercinler ülkesinde konaklamak isterler. Güvercinler korkak ve ürkek tavırlarıyla her ne kadar misafirlerini ürkütmek istemeden onlara yaklaşsalar da, Turnalar yine de bu işte bir hinlik olabilir diye gökyüzüne havalanmayı ihmal etmezler.

Yeryüzüne sığmayan Turnalar ömürlerinin çoğunu gökyüzünde geçirirler. Yeryüzü kirlendi, kuşların ötüşleri değişti, turaçlar uzaklaştı, kırlangıçlar gittiği yerden dönmek istemez oldu, ördekler daldıkları sulardan çıkmayı düşünmüyor… Avcılar ellerinde silah av derdinde, gece gündüz demeden pusuya yatmışlar, en kuytu yerlere evsinlerini kurmuşlar. Avcıların av derdinde olduğu yerin adı Güvercinlerin barış ülkesi olsa ne değişir ki… Güvercinler istediği kadar barış mesajı taşısınlar her biri bir haber uçursun ne fayda, avcılar ortalığı karıştırmak için her yere mevzilenmişler.

Böyle bir diyara yolum düşerse içimi dökeceğim, oradan çıkarken içim boş, yeni bilgilerle dolacağım ki, eskiyenlere yeni mesajlar taşıyayım diyordum… Ne yazık ki ben içimi boşaltsam ne çıkar eski ben olduktan sonra güvercinler başımda kanat çırpsa, barış mesajı benim içime nasıl girer. Biz hep savaşmayı öğrendik, en sevdiklerimiz savaş naraları atarak varlığını devam ettiriyorsa, bizim barış eri olmamızın anlamı neye yarar…

Çakalların derisini yüzmek için, aslanların yem olarak kullanıldığı bir yere, kırlangıçlar nefessiz gelse ne olur. Ne aslanlar ne çakallar mutlu. Aslanlar kükreyerek dağları inletirken, öyle bir yer ki burası, kurtların ulumasından nefesler tutulmuş, ayılar salınmış aslanlar zincire vurulmuş, kurtlar kahrından kendini imha ederken, ulumaları yarıda kalmış, gecenin insicamına gökyüzünden mehtabın şavkı düşmüş, ben nereye düştüm acep, kendimi bu ortamda bulamayan bir gölgeye döndüm. Gölgem benden habersiz çıkıyor ortalığa, dolaşırken benmişim gibi gölgemi kurşunluyorlar. Güvercinlerle kediler birlikte yaşarken resimlemişlerdi eskiden, şimdi ne kedi ne güvercin ne aslan ne kurt emin değil kendinden… Ayılar salınmış aslanlar zincire vurulmuş, atlar bukağılanmış, yorulmuş bir yolcu atın sırtında nasıl koştursun… At aciz, yolcu aciz, aslan köle, kurt damgalanmış, gölgem ortalıkta, dilime düğüm çalınmış, ben nasıl durayım burada, hani neresi barış ülkesi… Güvercinler kaybolup harabeleri baykuşlara terk etmiş, gece yarasalar sinek peşinde koşarken bülbülün nağmeli ötüşleri yerini, viranelerden acı acı üfleyen baykuşa nöbeti vermiş… Gel de yanma bu hale, ben yanarken, gökyüzünden güneş hasret çığlıkları ile imdadıma yetişsin diye, gündüzü beklerken, ansızın çıkan dumanlar kapladı semayı etrafımda bir ateş, meğer yanan benmişim, ateş etrafı kuşatırken bulutlar üstüme yağmuru serpmiş…

Barış diyarından sessiz gemiler geçerken, kuşların cıvıltıları ormanı büyülemiş gibi bir ahenk içinde, geceler gündüzleri, kış baharı, atalar evlatları kovalarken, yetişene aşk olsun koşan koşana… Kim nereye niçin koşar, bununla ilgili bir bilgi yok küfemde, bomboş bir küfe sırtıma vurmuşum, ben bu diyarların içinden ne zaman geçmişim…

Aşkın kollarında bir ömür törpülerken, sevgi ormanından ağaç dallarıyla rüzgârın geçişine izin vermedim… Ben engin gönüllerin mütevazı ve merhamet dolu bağrında konaklamak için bu diyara geldim. Barış ülkesi diye tüm eteğimdekileri bu topraklara serptim. Hasat mevsimi ürün devşirmek için, tüm heyecanımı bağrıma gömüp ovaya indiğimde, meğer benden önce tüm tanelerim kargalara yem edilmiş… Kargaların rahat gezdiği, sesinden, başka kuşların isyan edip kafeslere gizlendiği, aslanın kahrından çakalların ininde yere belendiği bir yerin, barış ülkesi olduğunu söyleyen güvercinler, meğer kargalar adına elçilik görevindeymiş…

Güvercinler takla atıp her biri bir yerden uçunca, Turnalar sevinçten inmiş yere, avcıların pusuda olduğunu görünce bir daha inmemek için çıkmışlar göğe, o gündür bu gündür, Turnalar göğün hep en yukarısından geçerler… Güvenmezler kimsenin nağmeli sözlerine, ondan avcıların kurşunları yetişmez peşine…                                       

Ben bu derde düşmeden el eyledim gel eyledim, turnam gelmedi yere, güvenmez sözüne sevdiğinin bile…

Barış ülkesi diye tüm canlar can ekti bu yere, can tükendi, ömür gitti, barış gelmedi bu ülkeye, hani nerede barış güvercinleri, Turnalar onlara aldanıp kıtaları aşarak sevinç gösterisi sunmuşlardı bize! Biz onlara eşlik edip kendimizi bulmuştuk onların sevincinin içinde! Hani nerede bizim sevincimize eşlik eden turnalar, kargalar halaya çıkmış ortalıkta güvercin aramaktalar… Acaba güvercinler mi bunlara bu kadar cesaret verdiler!

Hani o yer, güvercinlerin kanat çırparak takla atıp sevinçten kendinden geçtiği yer! Bizim ruhumuz aşka kement atarken, sevgiyi yüreğimizde besledik, barış çığlıkları beynimizde yankılanırken, savaş naralarına gecemizi heba ettik… Hangi gündüzler gökyüzüne havalanmış güzel sesli turnaları, güvercinler ülkesine geri getirebilir… Turnaların gittiği yerde, kargalar meydanı kirletir, adını da barış ülkesi diye herkese belletir…

Aslanlar çakalların ininde, aslanlığını iğdiş ettirip sesiz sakin uysal bir kimliğe bürünmüşse, burası barış değil olsa olsa, çakalların hazinedar, kargaların seyri sefa ederek gününü gün bilip her deliğe tünediği ayıların homurdandığı karanlık gecelerin karanlık çığlıklarının semada yer edindiği yerin adı olur… Ama Turnalar barış iklimini çok sever, ondan oraya hep göçe çıkarlar, kıtalar arası yorulmadan barış diyarında ölmeyi, savaş ortamında yaşamaya yeğ tutarlar…

Biz turnaların yoldaşı kervanın yorulmayan sırdaşı, muhabbet otağının sessiz ağlayan sesli gülmeyi içine sindiremeyen erleriyiz, ondandır hep barış ülkesinde yaşamayı tercih ederiz… Turnalarla gökyüzünde süzülerek uçmak en büyük hedefimiz… Gökyüzünden herkese selam etmek olsun bizim şiarımız…

Sevginin doruğundan, muhabbetin konağına içli dualarla, gönülden sızan hayırlar diliyorum hayır beklentisi içinde herkese…

Erol KEKEÇ/21.04.2022/03.59


 

                                      

20 Nisan 2022 Çarşamba

AİLENİN HÜZÜNLÜ HİKAYESİNDEN DİPNOT

 Bundan 15 yıl kadar önceydi, gençlikteki sürüklenmeyi tahlil ettiğimde, romantizm öldü seksüalizm doğdu demiştim. Ben yanılmayı çok isterdim, ancak gelecek günlerin çok tehlikeli bir patlamayla etrafı tozu dumana katacağını tahmin edebiliyordum. Ne yazık ki, bu gün onları görüyor ve yaşıyor olmak acı veriyor. Sokak röportajlarını bazen izliyorum, gençlerin tepkilerini ve haleti ruhiyelerini anlamak için gördüğüm manzaralar karşısında, küçük dilimi yutuyorum.

Genç kızlara sorulan sorulardan biri şuydu, aşk mı cinsellik mi daha önemli? Gençlerden biri, aşkın daha iyi olduğunu, cinsellik olmadan da aşkın olacağını anlatırken, yanındaki kız mikrofonu kaptığı gibi konuşmaya başlıyor. Elbette cinsellik önemli, aşk karın doyurmuyor, âmâ cinsellikte hem karnın doyuyor para kazanıyorsun, hem sen mutlu oluyorsun, hem de karşında ki mutlu oluyor diyordu. Bu açıklama karşısında durup bayağı düşünmeye başladım ve gelinen noktanın nasıl da doğal bir atmosfer olduğunu anlatan bu gençleri gördüğümde, dünyanın nasıl bir uçurumdan yuvalandığını anlamaya çalışıyordum.

Sizce evlenecek kişide karakter, güzellik ve para hangisi önemli sorusuna, tabi ki de para, ondan sonra karakter, daha sonra yakışıklılık olabilir. Para olunca diğerleri olmasa da olur diyenler çoğunluktaydı. Para varsa diğerleri önemli değil mantığı ile, cinsellikteki kazancı dikkate aldığım zaman, karşıma çok çeşitli denklemler çıkıyordu. Bunlardan biri, ailenin gerekliliği anlamını kaybederken, paranın öneminin artması, haliyle evlilik dışı gerçekleşen cinsel yaşamdan beklentilerin para olması, evliliğin ömrünü de tüketiyordu. Aşk sadece bir kavram olarak varlığını haykırsa da, yeri çoktan doldurulmuş ona bu hayatta bir yer kalmamıştı.

SGK’nın eğitim ve araştırma hastanelerine cinsiyet değişimi yapacak olanların masraflarının SGK tarafından karşılanacağı bilgisini aktardıktan sonra, bu değişimi yaptırmak için müracaat edenlerle ilgili aldığım bilgiler sağlıklı ise, ciddi bir yığılmanın olduğu söyleniyor. Özellikle genç erkeklerin böyle bir tercihe yönelmiş olmaları, acaba bedenlerini bir cinsel obje olarak kullanımın dışında, bir sermaye aracı olarak görmelerinden kaynaklanabilir mi? Alt dinamiklerine indiğim zaman, böyle bir boyutun daha baskın olma ihtimalini oluşturuyor bende…

Bu örnekleri dikkate alarak, bu gerçekliği sosyolojik açıdan yorumlamaya kalkarsam, ciddi anlamda, toplumsal yönü artarak yayılan bir patolojik vaka ile karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Çünkü Cinsellik, aşktan daha önemli diyenler ile cinsel tercih değişimleri için operasyon olmak isteyenlerin yönelimlerine ve bu tercihleri ortaya çıktıktan sonraki tavırlarına baktığımızda, kendi bedenlerini bir sermaye aracı olarak kullandıklarını gözlemlemekteyim. Fiili olarak bazı açılımların olduğunun haberini de alıyorum zaman zaman. Ancak doğrudan bu ortamlarla muhatap olamadığım için ayrıntısına inemeyeceğim, erkek genel evlerin ortaya çıkmış olması da ciddi bir deformasyonun olduğunu göstermektedir. Yani erkeler içinde de bedenin sermaye olarak kullanıldığına şahit olabiliyoruz.

İçinde yaşadığımız çağ ahlaki öğretileri sıfırlayarak, eylemler üzerinden bir yaptırımı hayattan uzaklaştırarak, ilişiklerin tamamıyla hazlar ve sanal uyaranlarla yapılmasını amaçlarken, aslında insanın insanlığını ortadan kaldırmak istiyordu. Bu amaç kapsayıcı boyutta gerçekleşmemiş olsa da, toplumların kılcal damarlarında kuluçkaya yattığı muhakkaktır. Bu kuluçka döneminden sonra ortaya çıkan tablo, bu gün bizlerin de sorguladığı yaşam olduğu bilinmelidir. Değer sistemleri imha olduğu zaman, insan yaşamını sınırlayan herhangi bir ölçü kalmadığı için, hayvani duygular, hayvani tatmin yoluyla doyurulmaya başlandı. İnsanın hayvandan ayırıcı farkı, cinsel hazlara dayanan libidodaki birikimlerini ranta çevirmek oldu. Yeni dönemde yaşamdan beklenen, az zamanda çok kazanmak, hızlı yaşamak ve haz almak. Bu haz için ayrı bir çalışma ortamı oluşturmaktansa, hazla birlikte kazanç çılgınlığı önem kazandı. Bu algı insanların duygu ve yürek dünyalarını köreltti. Yürekleri imha olanların duygusal bağlılıkları da ortadan kalkınca, karşı cinsler birbirinden sadece faydalanma yoluna girdiler. Ama bu fayda hem cinsellik hem de maddi kazanım şeklinde düşünüldü. Ortaya çıkan tablo her an her değişime açık, birbirini koruyan, kollayan ve birbirini örten iki örtü olma dönemi kapandı, birbirinin açıklarından  kar sağlayan varlıklar türedi. Bu çılgınlıkların, otoriteler tarafından oluşturulan kural ve kaidelerle sınırlandırılmak istenmesi, doğal kabul edilen bu anlayıştan sonra anlamsız kaldı. Anlamsız kalan kurallarla bir yaşamı yeniden kurmanız ve onlarla ilgili gelecek tasavvuru inşa etme düşünceniz hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

Bu yaşam sadece bizim toplumda meydana gelen bir deprem değil, kürenin her köyünde böylesi bir yaşamla, insanların ciddi bir kırılganlık evresine sokularak, bilinç ile insan arasına duvarlar örülmek istenmektedir. Her şeyin maddi bir nesne olarak algılandığı bir çağda, yaşamı et ekmek, eti ete dürtmekolarak kısaca tanımlamak mümkündür. Yani, ye iç yat ve tenleri birbiriyle bütünleştir haz al... Haz alırken de kazanç elde et, bu döngü yaşamsal sarmal haline geldi. Son dönemde üretilen araçlar, yolda giderken enerji depoluyor, tekerlekler döndükçe enerji motora gidiyor ve motorun devamlı çalışarak yol almasına neden oluyor. İşte, hayatta bu hale geldi ve vahşi manişizmin bir uzantısı oldu.

Bunları neden anlattığımı merak edenler olabilir, ancak ben merakımı gidermek ve toplumsal yaşam olarak, nasıl bir sona yaklaştığımızı görmek için verdiğim çabalar içinde böyle bir sürüklenmeyi görünce, bunları dillendirmemin gerekli olduğuna inandım. Onun için yazıya aktararak geniş kitlelere ulaştırarak, alınacak önlem ve yapılacak yeni plan ve programların devreye konulmasına katkı sunmayı amaçladım.

Youtube Kanallarında veya bazı video programları içeren sosyal paylaşım sitelerinde gençlerin yaptığı çılgınlıkları gördüğümde; insanın bu kadar basit ve sıradan bir nesneye dönüşemeyeceğini düşünsem de, gerçekler bunlar olduğu için, bunlarla ilgili nasıl bir çalışma başlatırız diye sesli düşünüyorum. Bu paylaşım sitelerindeki şov gösterileri, asla belden yukarı çıkamıyor, hep bel altı çalışıyor, kız erkek karmakarışık bir ortamda, bu gençlerin çılgınlıklarının adı program oluyor. Bu çılgınlıkları izleme oranlarına bakarsanız şok olursunuz. Acaba gençlerin buralarda içindeki canavarı  konuşturuyor olması, kime nasıl fayda sağlar ve neleri imha eder.

Eğer bir sistem, gençleri kontrol altında tutamayacağını anlarsa, o zaman gençleri enerjilerini tüketeceği ve haz alacağı ortamlara yönlendirir ya da o ortamların oluşmasına göz yumarak, toplumsal yaşamı eylemsel olarak sarsacak davranışlardan gençleri uzaklaştırırlar. Çünkü böyle olmazsa, gençlerin içinde biriken bu enerji bir anlamda Otoriteye yönelebilir ve ciddi tehlike oluşturur. Onun için onların bu tarz ortamlarda bağırması küfretmesi ve çılgınca yaşamasına göz yumulur. Böylesi bir kapı aralığı sistem açısından  belki günü kurtarmak için olumlu görülebilir, ancak toplumların sağlıklı ve olaylar karşısında kolayca sarsılmadan uzun ömürlü yaşamasını sağlayan değer sistemlerini yok ettiği bilinmelidir. Bir toplumu ayakta tutan topu, tüfeği, parası değil toplumsal ve kültürel değer sistemleridir. Onlar çözüldüğü zaman toplumsal kimliğiniz kendiliğinden kaybolur. Büyük bir kovanın içine atılmış tebeşirden farsız olursunuz. Küresel ölçekte böyle bir çözülmeyi planlı olarak tasarlayanlar olsa da, biz kendi toplumsal ve kültürel kimlik kodlarımıza sahip çıkmak zorundayız. Onları hayatın ortasına korkusuzca herkesin görüp kafasında iz bırakacağı şekilde dikmek zorundayız.

TV ekranlarında periyodik olarak devam eden ve daha çok aile sorunlarını konu alan programların tamamı, aile yapısını imha etti. Uzaktan bakıldığı zaman toplumda bilinmeyen ve bulunmayan faili meçhul olayların açığa çıktığı sanılabilir. Ancak şunu özellikle belirtmeliyim ki, bunların neredeyse tamamı bir senaryonun ekranlarda oynanmasıdır. Polis kayıtlarında son aşamaya gelmiş çözülmemiş olaylar konu alınıyor insanlar ekran başına çekilerek reytingler uğruna, toplumda ar ve hayâ duygularının konuşulması utanma duygularını parçaladı. Yani arsızlık ve hayasızlık legalleşti, herkesin bu eylemlere girişebileceğinin doğallığı subliminal mesajlarla iyice topluma yerleştirildi. Sonrasında ise, eşim bana bağırdı, neden bağırdı, kızdı diye sorulunca, sevgilimle bir hafta evden uzaklaştığım için, bana sert çıktı diyen bir kadın, ekranlardan bu şekilde konuşabildi… Evet, hakikaten bir şeyler oluyor, toplumsal omurga çatırdıyor, içine virüs girmiş her yanı delik deşik…

Bir esnaf arkadaşımın verdiği ve özellikle kayıt aldığı bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim. Hocam geçen sene, Alaşehir’e bağlı Üsküdar’a yakın bir mahallede 90’nın üzerinde düğüne gitmişim, takılar taktığım için nerelerde şimdi bu insanlar dedim. Ancak araştırdığımda bunların hemen hemen hepsi, ilk 6 ayda içinde ayrılmışlar, şimdi onlardan aile olarak devam eden 6-7 kişi olduğunu öğrendim, bunun sebebi nedir diye sordu… Ben de konuşulacak bir şey yoktur dedim. 

İki hafta önce Sancaktepe’de 25 binin üzerinde nüfusa sahip, muhtarımızdan, mahallesinin güncel durumu hakkında her konuda bilgi almak için sohbet ettik. Ancak ben bir amaç için o sohbeti yapıyordum, oysa muhtar sadece muhabbet ettiğimizi sanıyor ve belgeleriyle konuşuyor. Hocam haftada en az 5- 6'nın altına hiç düşmüyor, boşanma davalarının yazısı muhtarlığımıza bırakılıyor, ben onlarla özel olarak ilgileniyorum sorunlarını çözmeye çalışıyorum; hatta dün gün boyu bir iş adamını çağırdım mahallemizin tüm fakirlerini tespit ederek onlara nakti yardımlar yaptırdım. Her yıl bu iş adamı gelir ve bir gününü bize ayırır. Dün cumartesi günü tamamıyla sabah sekizden akşam saat 10 kadar birlikte olduk dedi. Böyle duyarlı arkadaşların çabaları yetmiyor artık... Freni patlamış bir tır gibi nereye gittiği belli olmayan bir yaşam var… İnşaat işçisi bir mahallelim akşam ağlayarak geldi ve bana dedi ki, muhtar sen şahit ol ben bu kadını öldüreceğim, niye dedim… Elinde evrakı, beni üç ay evden uzaklaştırmış, sebebi ise adam işten çok aç gelmiş, evde yemek yok bağırıp çağırmış sonuçta bu dedi. Burada kimsesi yoktu biz onu aldık bir tanıdığın evine yerleştirdik; kış günü adam inşaatta çalışıyor, evin kirasını ödüyor, üstü başı harç ama evine gidemiyor; neresinden bakalım hocam diyerek yakındı.

Bunları örneklendirmekle bitmez, çünkü çok absürt olan örnekler var onları paylaşmak istemiyorum. İnsanların kutsal tenlerinin bir sermaye aracına dönüştüğü ve hem  haz hem getirim sağlandığı bir yaşamda siz aile diye bir kurumu ayakta tutamazsınız. Ne yazık ki, küresel kasırga bizim toplumda çok ciddi patlamaya neden oldu. Bu kasırgalar için önlem alınmadığı gibi, sisteme etki edecek kuvvetleri dağıttığı için de, ses çıkarılmadı. Ancak bizi nasıl alıp götürdüğünü şimdi fark edince nasıl bu hale geldik diye bazı mırıltılar kulağıma gelir oldu.

Değişim dinamikleri size ait değilse, gelen değişim faktörlerinin sizi nereden alıp nereye götüreceğini kestiremezsiniz. Onun için bir toplumda bazı değişim dinamikleri toplumsal kimlik oluşumuna sebep olup, onları bir mana etrafında birleştirirken, bazıları da parçalayıcı yıkıcı dökücü olabiliyor. Eğer toplum değişime hazır değilse her ortamda olumsuzluklar kaçınılmaz olur. Mesela, Cep telefonlarını bulan ülkelerde cep telefonları bu kadar insanları istila etmemişken, tüketenlerin yaşamlarının tamamını kuşatmış durumdadır. Yani üretenler bir araç olarak kullanırken, tüketenler, tüketen bir köle haline gelebiliyor. Ne yazık ki, aşk ve cinsellik kavramları da böylesi toplumlarda hep yıkıcı tona sahip olmuştur. Cinselliğin bir yaşam biçimi olarak algılandığı yerde, cinsel güdülerin her ortamda doyurulmasının da bir sakıncası görülmez. Dolayısıyla bunu da bir ticari boyuta çevirdiğiniz zaman, trafiği tıkanan her ortamda araçlarınızın silecekleri arasına iletişim bilgilerinin olduğu kartvizitlerin konulması, bir iş ahlakı heyecanıyla yapılır. Yani tenlerin ticari bir araç olarak kullanımının bir sakıncası yoktur şeklinde bir anlayış geliştiği zaman uzun süreli ilişkiler haz vermez ve insanlar sürekli yeni arayışlar ve kazanımlar peşinde koşarlar. Bu durum en uzun süreli kurumda üyelerin karşılıklı  birbirinin üzerindeki hakları unutulur, her birey kendi beklentisini karşılayacak ortamlar aramaya başlar. Bu arayışlar çoğaldıkça aileler dağılır, ortada kalan nesiller, yıkılan binaların enkazı altından çıktığı zaman, aklınıza gelmeyecek formüller geliştirerek, hız haz ve emeksiz kazanım formülüne daha bir ivme kazandırır.

Anlatılacak çok mesele var, derdimiz büyük, umudumuz kesintisiz ama ortamı karartan gece baskıncıları ve yeraltı farelerine rağmen, bu günümüzü kurtaralım ki yarınlarımız olsun… Yoksa biz bu selde kaybolabiliriz, bunlar bir korku ütopyası ve felaket tellallığı değil, yaşamın içinde görmek istediklerimize gözlerimizi açarak baktığımızda, karşılaştığımız en basit düzeydeki toplumsal sapma davranışlarıdır.

Devlete büyük işler düşüyor, şunlar şunlar yapıldı diyerek, sadece kâğıt üzerinde not alarak, faturalandırarak cukkaya para aktaran STK ve Bazı firmaların tekelinden bu meseleler alınmalı ve gerçekten topluma yön çizecek ve ışık olacak dertli aydınlara bu sorumluluklar tevdi edilmelidir. Hep söylüyorum yine söyleyeceğim, köprüden önce çıkış kalmadı, araçların kaptanları değişmeli yoksa bu kaptanlar bu araçları köprüden aşağıya yuvarlayacak… Görünen köy aha şuarada…

“Bir insanı öldüren bütün bir insanlığı öldürmüş gibidir.” Tüm insanların dirilişine sebep olacak yaşamlar ortaya koymamızı rabbim bizlere nasip etsin… Kadavraya dönen tüketim kölesi nesillerimizi, bilinçli ve idrak edecek bir yaşama bizlerin mücadelesiyle dönmeyi rabbim müyesser eylesin…

Selam muhabbet ve en kalbi duygularımla …”Sabah yakın değil mi”?

Bahadır Hataylı/20.04.2022/03.14


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!