Bu Blogda Ara

18 Nisan 2022 Pazartesi

ZULÜM OTAĞINDAN ADALET GEÇİTİ OLAMAZ

Yılanlar nasıl kabuk değiştirdiklerinde zehirleri yok olmuyor ve yılanlıklarından bir şey kaybetmiyorlarsa, zulüm de böyledir.  Dünyanın göbeğinde yaşayan ve dünyanın kulu olmuş zalimler de bazen kabuk değiştirmiş gibi görünseler de, zalimliklerinden bir şey kaybetmiyorlar. Zulmün bulunduğu ortam, onu bir aparat olarak kullananların kimlik, düşünce ve bulunduğu yerin şekline göre şekil değiştirmesi; onun insanlara verdiği acıyı hafifletmiyor. Onun içindir ki zulmün değişik ellerce yapılıyor olması, zulmü hafifletmiyor ve ona meşruluk kazandırmıyor.

İnsanlık tarihi boyunca zulüm ve zalimlikler birlikte var olmuş. Zalim varsa zulüm oluşmuş. Zulüm varsa birileri onu uygulamak için gözünü karartıp zalim olarak ortaya çıkmıştır. Yani fiil ve fail birbirini tamamlamıştır. Ancak bu zalimlerin zihinsel şekillenme şekli ve o zihne doldurulan bilgi kırıntıları, kaynağını nereye dayandırıyorsa, zulüm de o bilgi kırıntılarının kimliğiyle ortaya çıkmıştır. Göçebe ve ilk toprağa yerleşmiş ziraat topluluklarında zalimler derebeylerinden oluşurken, toprağa yerleşmeyle birlikte topraktan elde edilen imkânları kim ele geçirmişse onun adıyla zulüm anılmış, Ortaçağ Avrupa’sında skolastik kilisenin baskısı toplumu biçimlendirdiği için zalimler kilise babaları, zulüm de kilise adına işlenmiştir. İmparatorluklar ve krallıklar da ise, kral ve imparatorlar zalimlik yapmışlar. İslam toplumlarında ise din ve yönetim birlikte anıldığı için, zulüm hem din hem de gücünü dine dayandıran yöneticilerin, yönetim anlayışlarıyla zulüm yerini almıştır. Muaviye’den bu güne kadar Halifelik adıyla anılan yönetim anlayışında zalimlik bizzat halife eliyle uygulanmıştır. Halife de kendisine bu hakkı veren gücün, din olduğunu iddia edip, dini kurumsal bir yapı oluşturduğu için, din de bir zulüm aracı haline gelmiş, halifenin zulmünü meşrulaştırmış ve onaylamıştır. Yani zulüm hangi anlayış ve yaşamla sahneleniyorsa o isimle yaşam alanına inmiş ve insanları yaşamdan bıktırmıştır. Zulmün bu değişik isimler ve ortamlara göre değişiklik göstermesi, zehrinin ve yaydığı acının olmadığı anlamına gelmiyor. Zalim ve zulüm çehresini yeniden tanımlasa da bu kabuk değiştirme onun zehrini imha etmiyor. Onun içindir ki, zulmün her türlüsüne karşı olmak ve onurluca mücadele etmek insan olan herkes için gerekli bir tavır olmalıdır.

Zulüm, günümüzde o kadar çok değişik çehrelere bürünmüş ki, onun zulüm olduğunu anlayanlara aşk olsun. Sizin hayatınızı düşünen ve hayatınıza kolaylıklar getireceğini söyleyen bilim ve teknoloji eliyle bazen ortaya çıkabiliyor. Çoğu zaman da eğitim ve okul müfredatlarıyla karşınıza çıkıyor. Ama siz onları sizin yardımınıza gelen bir havari olarak görüyorsunuz. İçinde yaşadığımız küreselleşme ve dijital çağın kazanımları diye insanlığa yedirilmek istenen, aslında dijital çağın zulmünü gizleme ve örtme taktikleridir. Dijital yaşam çağı, bütün bir insanlığın hayatını ipotek alıp, kendi belirlediği doğrultuda onları yönlendirip, insanlığın yeteneklerini imha edip, insanın kendi eliyle yaptığı araç ve gereçlere insanlığı teslim etmiş olması zulmün daniskasıdır. İnsanlık bu gün, dijital çağın belirleyenleri arasına sıkışmış bir köle olduğu halde, kendisine yapılan zulmün farkına bile varamıyor. Oysa insanın kendi iradesi dışında onun hayatına rota çizenler varsa, bu bir zulümdür. Ve bu zulmün pençesinde yok olmayla yüz yüze kalan insanların hayatları hakkında belirleyici bir adım atmaları mümkün değildir. Çünkü hayatlarına müdahale eden zulümdür. O müdahaleyi benimsemek ve onunla yaşamaya alışmak ise köleliktir. Dolayısıyla insanlık bu gün dijital çağın elinde kullanılan bir maskaraya dönmüştür. Bu çağın zulmünün adı, yenidünya ve insanlığın çağ atlaması, yaşamın daha bilinçli ve farkında olması vs aldatmacalarla insanlığı kuşatan bir ahtapot gibidir.

Bilim ve teknoloji ise, insanlık çağının en üst düzeydeki kazanımı olduğu anlatılarak, bu kazanımlar insanlık için yanlış yapmaz diyerek, insanlık bilim ve teknolojiyi bir put haline getirmiş ve bilim adamı geçinenlerden oluşan engizisyon mahkemelerinde alınan kararlar bağlayıcı hükmünde olduğu için, yapılacak tüm icraatlar içinde zulüm barındırır. Bilim adamlarının dayatmaları bir kilise dayatmasından farksızdır. Çünkü günümüzde bilim, Küresel siyasal şebekenin kontrolünde insanlığı ikna çabasında kullanılan bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu bizim ülkemizde de son üç yıl içinde fazlasıyla görme şansına sahip olduk(!)Corona salgını döneminde Bilim kurlu diye oluşturulan ekibin söyledikleri dışında bir farklı anlayış boğulmuş ve bölücülükle suçlanarak çoğu insan yargılanmıştır. Sebebi ise Bilim eliyle uygulanan zulme zulüm dediklerinden… Çağımızın Küresel zulüm mekanizması, bizim ülkemizde de özellikle sağlık alanındaki bilim adamlarını çok iyi kullanarak insanlarımıza fazlasıyla zararlar verdiği ortadadır. Yani küresel zulmün Bilimle meşruluk kazanarak bizim ülkemizde de yaygın bir kanat olarak varlığı meşruluk kazanmış ise; zulüm ciddi kabuk değiştirmiş demektir.

İslam dünyasında Zulüm, daha çok yöneticilerin dini geleneklere zulmünü dayandırarak, kolay sindirilen bir vitamin şurubu gibi içilmesine neden olmuştur. Besmele ile başlayın, Toplumun canını okuyun, kimsenin zoruna gitmez, canı acıyan tekbir getirir, Acıtan da tekbir getirir, dolayısıyla alan memnun satan memnun olur. Böylesi bir ortamda dini kullananın zalim olduğuna kimseyi ikna edemezsiniz, eğer bir besmele çekip ardından iki rekâtta namaz kılıyorsanız, siz baş tacısınız… Irak’ta Sünni Saddam’ın Irak Halkına yıllarca acı çektirmesinin arkasında zaman zaman camiye gitmesi ve halkın içinde Kuran okuması, onun zulmünü perdeledi hatta zulmünde bile bir hayrın olabileceği tartışılır olmuştu. Emevilerle zirve yapan zulüm Yezit döneminde ayyuka çıkmış olmasına rağmen, Yezidi’n namaz kıldığı, o dönemde camiler saraylar yapılarak bir medeniyet inşa edildi diyorlar. Böylesi bir çapulculuğu da İslam medeniyeti diye algılayanlara, siz Yezidi’n zulmünü ve onun zalimliğini nasıl anlatabilirsiniz. Çünkü Yezit, Zulmüne dini bir gerekçe oluşturup, dini referans gösteriyordu. Yani zulüm insanların başına bir din olup inebiliyor… Bu durum sizi asla aldatmamalıdır. Zulmün mantığı kaynağı ve ayrım noktaları çok açıktır. Buna rağmen insanlar kullanılan bazı kelime ve kavramların arkasına sığınarak bir zulmü meşrulaştırma çabası içine giriyorsa, öylesi toplumları uyandırmanız mümkün değildir. Ağalar zulmünü marabalarının çoluk çocuğunu koruduğunu ve onlara iş ve aş verdiğini söyleyerek zulümde sınır tanımaz. İnsanlara bunu anlattığınız zaman ağamız bize ekmek verir ve bize hiç yanlış yapmıyor diyerek onu övgüyle yâd etmeye başlar…

Eğitim sistemleri insanların doğal yapılarını doğal olmayan kalıplara zorla sokarak sokamadıklarını tehlikeli bir mayın gibi tanımlayarak zulmünü devam ettirir. Ama bunu yaparken zulüm olarak değil, yeteneklerin önünü açtığını, onu geliştirdiğini ve çok büyük çalışmalara imza atacağını anlatarak sürdürür. Oysa doğal yetenekleri alıp onları ya cendereye koyarak imha eder, ya da baş edemediği yetenekleri tehlikeli bularak toplum dışına atmak için onu izole ederek işe yaramaz hale getirir. Bunu neden yaptığını sorgulayamazsınız; çünkü söz sahibi kendisi olduğu için, zulmü de insanları düşünüyormuş gibi sindirterek yapar.

Tekrar konumuzun başına döndüğüm zaman zalimlerin ve zulmün kabuk değiştirerek her dönemde farklı tanımlamalarla orta çıkması sakın sizlerin zihnini bulandırmasın. Zalim her dönemde kendisi için yaşam alanları oluşturmak zorundadır. Bunları oluştururken de kendisinin zalim olduğunu söyleyerek bu işi yapmaz. O her ortamda sizin için bir kurtarıcı olarak karşınıza çıkar. Mesela üçüncü dünya ülkelerinin sömürülmekte geç kalan kaynaklarının sömürüsünün onayını onlara yaptırmak için, Demokrasi diye bir isimle insanları sömürmenin başka versiyonunu buldular. Demokrasi de, dinin bir zulüm aracı olması gibi bir başka zulüm aracıdır. İçine insanların hoşuna gidecek bazı güzel kavram serpiştirmesi yapmak, onun zalimliğini ortadan kaldırmıyor. Çükü zulüm kabuk değiştirerek hızla kendisine farklı yaşam alanları açmaktadır.

Sizin adınıza, sizi sizden çok düşündüğünü söyleyenler, sizlerin tüm kaynaklarını yağmalayıp tüketiyorsa, şunu biliniz ki zalimlerin zulmü altında inliyorsunuz demektir. Allah’ın adalet sıfatının yeryüzündeki tecellisi, insanlığın huzurlu mutlu ve her insana yetecek rızıkların yaratıcının verdiği şekliyle dağıtılması için ölümüne mücadele eden ve sizi rahatlatanlar yok, ama size gelecekte güzel günler göstereceklerini vaat edenler çoksa, biliniz ki zulmün fark edilmeyecek cenderesine sıkıştırılmışsınızdır.

Bukalemun gibi her ortamın değer sistemleri içinde yer bulan ve sizin kutsadıklarınızla size yaklaşanlar, sizi imha etmek için çabalıyorlardır. Ben sizi en doğru bildiğime götürüyorum… Diyen Firavun aynı zamanda zalimliğini insanlara unutturmak için, “Musa ve kardeşi Harun’un sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde bozgunculuk yapmasından endişe ediyorum diyerek, Zulmünün onayını, yine zulmettiği İsrail oğullarına yaptırır. Zalimlerin zulmünün araçlarının yakıtı, zulme uğrayanların gözyaşı ve kanlarından oluşur. Bunları ortadan kaldırmak isteyenler, zulmün her çeşidine karşı uyanık diri ve akleden olarak yaşama doğru çerçeveden bakması gerekir. Bunu başarabilenler zulmün yok olmasına katkı sunar, bunu dikkate almayanlar zalimlerin arkları arasında yok olmaya mahkûmdur.

Rabbim zulmetmekten zulme uğramaktan bizi uzaklaştır. Adaletin şahitleri kıl bizleri… Selam muhabbet ve dualarımla… Bahadır Hataylı/17.03.2022/01.18



16 Nisan 2022 Cumartesi

GÜN DOĞMADAN YARINLAR OLMAZ

 Hayatı, yaşadığınız günün nimetleri içinde yaşarken, yaşadığınız dönemin canlı tanıkları olacak bir şahitlik yapamazsanız, geçmişin yaşamlarını konuşarak bir iş yaptığınızı sanırsınız. Yaşanmış olanları gündemin ilk sırasına koyarak onlarla zamanınızı meşgul ediyorsanız, yaşamıyorsunuz demektir. Yaşamak için, geçmişin geçen günlerini ya da geçenlerin hayatlarındaki olumlu ve olumsuzlukları anlatarak kendi yaşamınızın rotasını belirliyorsanız yaşamlarınızın doğru bir rotası olmaz.

Rota çizmek, yaşamak zorunda olduğumuz hayat için gereklidir. Bu hayatı, geçmiş kaybettiklerimiz ya da bir daha dönme imkânımız olmayan, harcadığımız günlerimizi referans alarak yönetemeyiz. Yaşamak için bize bahşedilen her günümüzün bir plan ve programı vardır yaratıcının katında. Ancak yaratıcının yaptığı plan ve programın hayatımıza doğru damgasını vurması için, bizlerin günlük yaşadığımız anla ilgili doğru programlarımızın olması gerekir. İnsan kendi hayatının bugününü planlamaktan yoksun olursa, gelecek beklentileri ulaşamayacağı bir hayal olacağı gibi, geçmiş yaşamı da gerçekliği olmayan bir masala döner. Onun için bizi ilgilendiren zaman, içinde yaşadığımız andır.

Ne yazık ki yaşadığı anı doğru değerlendiremeyenler, her dönem için geçmişten kahramanlıklar ve kendi oluşturdukları masallarını gündem yaparak rahatlama seansları uygulayabilirler. O da bizi bizden alıp farklı bir gezegende gezdirirken yaşadığımız evrene bizi yabancılaştırır. Yaşadığı evrene insan neden ve niçin yabancı olur dersiniz, eğer insan geleceğin hayalleri içinde hülyalarla gününü gün ederken geçmişi unutmak veya onları düşünerek bu gününü atlayıp geçiyorsa, o zaman insan hepten kaybeden tarafta yer alır. Çünkü kazancımız sermayemizdir. Sermayesini boşa harcayan ama elinde olmayan sermayeyle yarınlarda ulaşamayacağı planlar yaparsa, bu planlar pratiğe aktarılmayan sermayemizin bir hayal ürünü olduğunu, rüyadan uyanan kişinin gerçekle karşılaşınca avucunu yalaması gibi bizlerde avucumuzu yalamak zorunda kalırız.

Rüya âlemindeki vaatler nasıl ki uyandığımız anda yok oluyorsa, geleceğe dönük hayallerimiz, bu günü olmayan temeliz bir istek listesinin sıralanması olarak oluşuyorsa böyle bir tavır ancak bir avunma sendromudur. Ne hikmetse insan geçmişin masalları ve geleceğin hayalleri arasında yaşarken, üzerinden geçtiği köprünün ne olduğunu anlamadan ömrünü tüketir. Geçmişle gelecek arasındaki ömür köprüsünden nasıl bir hızla ve hangi eylemleri yaparak geçtiğimizi bilmek zorundayız. Köprüye tanık olacak kadar uyanık ve diri değilsek, geleceğin güzel coğrafyası olarak karşımıza çıkacağını sandığımız, ömür haritasındaki vatana kavuşamayacağız.

Dün geçti gitti cancağızım yarın gelip gelmeyeceği belli değil, oysa bu gün elimizde o halde bu günü yaşamak lazım diyen Rumi, bu süreci ne kadar güzel ifade etmektedir. Çünkü günü, anı konuşmak insana ciddi bir rahatsızlık verir. Kişi kendisiyle konuşmaktadır, aynanın karşısına geçip gerçek kendisini görme imkânını bulur günü yaşadığı zaman. Âmâ geçmişi konuştuğunda ya da onunla günlerini meşgul ettiği zaman ne dışardan ne içerden ona rahatsızlık verecek etkileyici bir uyarıcıyla karşılaşması çok zor. Neden? Çünkü geçmiş bir bedel istemiyor hayatımızdan, onun için ne kadar gündem yaparsak yapalım bizi etkileyecek rahatsız edici yanı pek fazla değildir. Sizin dışınızda sizin yaşamınızdan rahatsız olanlar bile geçmişi her gün konuşmanızdan bir rahatsızlık duymaz. Biz geçmişte şöyle devletler kurduk,600 yıl dünyaya hükmettik 36 milyon metre kare toprak parçasına sahiptik diyerek her gün beş vakit bunu anlatalım kimse bundan rahatsız olmaz. Çünkü aktif ve etkileyen bir dinamizme sahip olmayan geçmiş, hareket gücünden yoksun olduğu için sadece sizi meşgul eder ve zamanınızı onunla harcamanıza sebep olur. Gelecekte bundan çok farklı değildir. Biz gelecekte şunları yapmak istiyoruz dünyaya hükmedeceğiz, her yere nizam götüreceğiz, imkânlar insanlar arasında adil paylaşılacak, onun için yarınların hayalleriyle yatıp kalkıyoruz diyerek istediğiniz kadar konuşun isterseniz, her yerde yarınları anlatın size dönecek geri dönüşüm sıfır olacaktır. Çünkü bu gün yoksa yarın olmaz. Yarınlar anlatılmaz, bugün yaşanılır pratik ortaya çıkar, yarınlar bu günün pratiklerine göre şekil alır. Adamın biri kış günü akşam komşusuna misafirliğe gitmiş, bayağı bir muhabbet geçmişin masalları anlatılmış dinlenmiş, onunla duygusal ortam oluşmuş, vakit bayağı ilerlemiş. Misafir komşu eski köy evlerindeki bacanın altındaki ocaktan ısındıkları için, ateş sönmeye gelmiş odun tükenmiş ama misafir hala kalkıp gitmiyor, ev sahibinin uykusu basmış, buna rağmen komşu külleri karıştırıyor ve ocakta köz arıyor o sırada da ev sahibi komşusuna diyor ki, komşu bu sene niyetlendim Haca gideceğim diyor. Ev sahibi dayanamamış ve patlamış, be adam sen ocağın başından kalkıp evine gidemiyorsun haca nasıl gideceksin diyerek sert çıkışmış…

İşte bizim yaşamımız ocağın başından kalkıp eve gidemezken yarınlarda neler yapacağını anlatan adamın durumu gibidir. Onun için de elimizde gözle görülen anlamlı bir yaşamı bulmak oldukça zordur.

Bu günü konuşmak çok sakıncalıdır. Kendimizle konuşuyoruz, kendimizi hesaba çekiyoruz, kendimizi aşıp yanlışları görüp konuşuyoruz doğruları alkışlıyoruz bu da enerji ve zaman demektir. Bu bedeli ödemek fedakârlık gerektiriyor. Bu fedakârlığı ve zorlukları göze alamayan pasif edilgen duruma gelmiş hayatın her anı bir nesneye dönüşmüş varlıklar olarak, hayaller kurduğumuzda bir iş yaptığımızı sanıyoruz. Hayaller, bir değer üzerine bina edildiği zaman hayata değer katar ama olmayan bir yaşamın geleceği olarak düşünüldüğünde, çıplak kralın durumuna döner ama herkes kralın üzerinde elbise var sanır. Bu konuya ait birkaç örnekle konuyu izah etsek faydalı olacağı kanısındayım. Bir iş yerinde çalışan insanı düşünelim, genel müdür oradan ayrıldığı zaman olumlu ve olumsuzlukları hemen anlatılır, ancak yeni gelmiş olan bir genel müdür varsa onun aleyhine kimse konuşmaya cesaret edemez ancak iyi tezahürat yapılır ve pohpohlanır. Çünkü o hazır orada ve icrada olduğu için aleyhine olacak bir söz sizin iş hayatınızı bitirebileceği için, o perdeye kimse yaklaşmaz ve ürkerler. Yani gündem her zaman acıdır. Onun sorumluluğunu kimse üstlenmek istemez, ondan dolayı da bu tür ortamlar ahlar vahlar ya da hasret çığlıkları ile geçen geçmişten, doğrudan hülyalara dalınacak bir yaşama geçiş yaptıklarından ayaklarına bir taşın değmesini istemedikleri için bugünü atlayarak geçerler. Dolayısıyla acılar hayatlarının gıdası olur ama bunu fark edemezler. Politikacıların yine geçmişle ilgili ekmek tüp, yağ kuyruklarından bahsettiğini hatta ekmeği karneyle aldıklarını anlattıklarını görürsünüz, âmâ bu gün var olan kuyrukları söylemenin faturası olacağı için kimse onu gündeme getirmeyi düşünmez… Onun için insanlarımıza avazım çıktığı kadar bağırarak diyorum ki, horul horul uyku çektiğiniz ve uyanmak istemediğiniz hipnotize eden geçmişten gelen uykularımızdan uyanalım. Yataklarımızda yatarken geleceğin hayallerini kurarak düş görmekten kurtulalım ve yürümeye hangi adımla başlamak gerekiyorsa o adımı atalım. Yoksa adım atmaya hasret kalacağımız bir gelecek yakın tarihte bizleri bizden alıp götürecektir.

Medine de ashap neden Rabbimiz bizi savaşa sokmuyor bir an evvel savaş olsa da bu müşriklerin boyunlarını vursak diye hayal kurarken, hayallerinin çoğaldığı ve güllük gülistanlık bir düş ortamında yaşarken Savaşa çıkmaları onlara emredildi. Savaşı isteyen o ashap’ şimdi mi keşke şu zamanda olsaydı, hava sıcak, hurma mevsimi bunları devşirsek gibi bahanelere sarıldılar. Bunun üzerine rabbimiz o toplumu öyle dehşetli uyarıyor ki, ”Size ne oluyor ki, cihada çıkın denildiği zaman yerinize çakılıp kaldınız ellerinizdekini ebedi hayata tercih ettiniz, oysa cehennem ateşi daha sıcaktır.” Bazen deriz ya bekâra karı boşamak kolaydır diye… Evet, dostlar kişi elinde olanı ve olmayanı bilmeli, elinde olanlardan hareket ederek onlara bir anlam yüklerse hayat yaşamaya değer… Aksi halde pasif bir nesnenin yuvarlanmasını hayat diye tanımlamak insani bir özellikten uzak olur.

“Bu gün, kendin annen baban milletin insanlık canlılar âlemi ve Allah için ne yaptın diye hesap sorulacak günlerin arifesinde yaşarken, kendimize gelemeyeceksek; hayallerimizin hiçbir anlamı olmayacaktır. Duyarlı, vicdanlı, sorumluluk sahibi anın kıymetini bilen herkese çağrım bu günü olmayanın yarını olmayacaktır. Onun için bu günlerimizin sahibi olalım ve bu günlerimizi boşa heba eden yaşamlardan uzaklaşıp, ayağa kalkalım ve bir adımda olsa o adımı atıp yorulmaktan korkmayalım. “Ey Elçi Müminleri savaşa teşvik et… Yani mücadelenin olmadığı bir yaşam her türlü mikrobu barındırır. Hastalıklar hep durgun ortamlarda çıkar. Düşüncede yaşadığımız durgunluğu akışkan kılalım ki, eylemlerimiz an’a ait olsun… Yoksa düşünceler pasifleştiği zaman yarınların planını yapar, bu günden koparız. Bu günden kopmak demek diri diri mezara girmek için mezarcıyı beklemek olur.

Geçmişle avutan, yarınların hayallerini kurduran bu günü unutturan her anlayış düşünce fraksiyon ve siyaset algısı, insanlığı imha planıdır. Bu ihanetlere boyun eğen herbir insanoğlu hüsrandadır. Hüsranı hayra çevirmek için Güneşin doğumuyla her gün yeniden doğalım ve kendimize gelelim, yoksa güneş bir daha üzerimize doğmayabilir… Koştukça koşanlara yemin olsun ki… İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır, hayalleri ve beklentileri onu kurtarmayacaktır. Rabbim bizi anı yaşayan kullarından eylesin ki, yarınlardaki hesabımız kolay olsun…

Selam muhabbet saygı ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/16.04.2022/02.05


15 Nisan 2022 Cuma

EYLEMLERİN TUTARSIZLIĞI DÜŞÜNCEYE İNANCIN KAYBOLMASINDANDIR

“İnanmak ile mücadele ruhunun canlılığı arasında doğru orantılı bir ilişki vardır.” Düşünce olarak inanmadığınız bir anlayışı pratik yaşamınızda ölümüne savunmanız da mümkün değildir. Yaşam alanını genel olarak taradığımız zaman birçok yaşamların tarih sahnesinden silinip gitmesindeki en önemli faktörün, insanların yaptıkları işe tam anlamıyla inanmamış olduklarını görürüsünüz. İş yaşamındaki mücadeleyi yarıda bırakıp farklı alanlara yönelip, hep oralarda başarı arayan insanların bu tavırlarının arkasındaki en önemli etken, inanmadıkları işe başlamış olmalarıdır. İnanılan bir düşüncenin eyleme geçirilmesi haz verir ve insan yaşamını sürekli motive eder. Savaşların kazanılması da böyledir. Eğer bir savaşın kazanılacağına inanılırsa, insanların mücadele ruhları da ona göre bilelenmektedir. Ancak acaba biz bunu nasıl başarırız diye, gönülsüz olarak girişilen faaliyetlerin hepsi hüsranla sonuçlanır. Hüsran olmasa bile rakipleri karşısında her zaman pasif kalırlar ve savaşı yöneten olamazlar.

İnanmak her eylemin başıdır. Düşüncenize inanmanız, inancınıza inanmanız, cesaretinize inanmanız, milletinize inanmanız, ailenize çocuklarınıza inanmanız velhasıl-ı kelam atacağınız adım ne ise öncesinde oluşan düşünsel planlamasına inanmanız gerekir. Bunu dikkate almadan nasıl olsa yaşıyoruz yola çıkalım bakalım başımıza neler gelecek diye girişilen yolların sonu karanlıklara gebedir. Tarih boyunca düşüncelerine inananlar tarihin yönünü belirlemişler, acaba olur mu ki vs. gibi tereddütler barındıranlar ise ya piyon olmuşlar yaşadıkları ortamlarda ya da dökülüp kaybolanlar arasına girmişlerdir. Savaşanlar genellikle sağ kalanlardır, âmâ biz de ön saflarda savaşa girsek mi vs. diye düşünenler hep savaşın zayiatları arasına girerler.

Onun içindir ki, düşüncesi olmayan bir pratik olamaz, inancı olmayan bir düşünce de olamaz. Dolayısıyla inanç, düşünce ve eylemin bir bütünlük oluşturması mücadele için kaçınılmazdır. Toplumsal yaşamda bunların çok örneklerini görmek mümkündür. Herkesin duyduğu bir cümle var, “akıllı düşününceye kadar cahil dağları aşar derler. Aslında buradaki temel vurgu cehalet ve bilgi üzerine bir değerlendirme değil. Doğrudan inanan ile inanmada tereddüt yaşayanlar arasındaki ayırıcı ince çizgi anlatılır. Ama bizler hep oradaki cehalete takılıp kalırız. Cahil cesur olur deyimini de çoğu zaman duyarsınız. Cahil cesur olamaz. İnanç cesareti doğurur. Bir Bedevinin Allah’ın Resulüne hitaben, senin elçi olduğun doğru mu*Evet, peki senin getirdiğin din benden ne istiyor der. Allah’ın elçisi bu bedevinin içindeki samimiyeti ve yüzündeki inancı okur. Ona sadece Beş vakit farz namazları kılmasını şehadet getirmesini ve Allah’ı birlemesini söyler. Bunun üzerine Bedevi başka var mı der. Allah’ın Resulü hayır senin için bunlar var dediğinde, o zaman bedevi Vallahi ne bir fazlasını ne de bir eksiğini yaparım der ve gider. Bunun üzerine Allah’ın Resulü eğer söylediklerinde samimi ise cennetliktir der. Buradaki ince ayrıntıya dikkat edersek, Bedevi o kadar inanmış ve o coşkuyla bunların arkasında duracağını ifade etmiş ki, bu inanç onu cennetlik bir kimlikle anılmaya götürmüştür.

Eğer bir insan iliklerine kadar savunduğu düşünce ve anlayışın sahiplenenini olursa, o düşüncenin gücü onu yolda bırakmaz ve onun önünü aydınlatır. Sahip olduğu enerji katsayısını sürekli yükseltir. Her insan hükümdardır, Orison Sweet Marden’nin bu kitabında geçmişte okuduğum bir örneği sizlerle paylaşmak isterim. Hasta yatağında yatan bir liderin ordusu savaşa girer ve savaş günlerce sürer savaş kaybedilme aşamasındayken komutan gelir ve yatakta yatan liderinin kulağına, ordunun savaşı kaybetmek üzere olduğunu fısıldar. Hasta yatağında mecali kalmamış ülkenin lideri bu söz karşısında hemen doğrulur, savaş elbiselerini giyer ordunun başına gelir yeni taktikler verir, ordunun hücum safına geçmesini sağlar, bir anda savaşı kaybeden ordu savaşı kazanır ve Lider savaş sonrası yatağına gelir ve orada can verir. Buradaki güç inanç ve düşüncenin eylemler üzerindeki belirleyici gücü olduğundan kuşkunuz olmasın. Çanakkale ve Kurtuluş savaşını kazandıran enerji aynı enerjidir. Bitap düşmüş mecali kalmamış açlıktan kırılan bir millet yedi düvele karşı bu savaşlardan zaferle çıkıyorsa, bunu başka boyutlarda ele almak mümkün değildir. Mustafa Kemal’in Ben size Ölmeyi emrediyorum, Ordular İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri sözü çok anlamlı, manidar bir kamçılama ve motivasyon gücüdür. Savunma yenilginin başlangıcıdır, onun için daima taarruzda olmak gerekir diye inanıyorum.

Düşünce gücünü aktif ve çözüm üretir kılan, ona bağlılık ve inançtır. Seyit Onbaşı’nın o topu kendi başına sırtlanıp savaşın kahramanı olması onun inancının eseridir.20 yıl boyunca iktidarın çok başarılı olduğu dönemlerdeki enerji, saf ve inanmaya dayanan enerjiden kaynaklanmaktadır. Bugün sihaların ihaların varlığı savaş teknolojisindeki atılımlar böylesi inancın bir eseridir. Ancak son 5 yıl içindeki sürekli bir gerileme süreci ise inançsızlığın bir sonucudur. RTE’nin iktidar olmadan önceki konuşmalarına bakarsanız tamamıyla savunma ve kendi özüyle barışık vurgular yaptığını göreceksiniz. Hatta bir konuşmasında, bu ülkenin geri kalmışlığını dış güçlere bağlayarak açıklayanlar tamamıyla kendilerini aldatıyorlar. Eğer bir yerde sorun varsa, siz kendi özünüzü kaybettiğiniz için sorunlar da sizi kuşatmış demektir diyor ve dış güçlere bağlanan olumsuzlukları yerden yere vuruyor. Onun için de sürekli taarruzda olup yol alıyor. Âmâ ne zaman ki kendi düşüncesine olan inancında bir zayıflama ve düşünceleri ile yapılan işler arasında çatışmaların ortaya çıktığını görüyor, bunu geçiştirmek için, bu olumsuzlukların sebebini hep dışarıda aramaya başlıyor ve içerdeki hainler ve işbirlikçiler diye izaha çalışıyor, o zaman da ciddi bir zaaf ve zayıflık oluşuyor. Bu zaaflar beraberinde işlerin çözümünün zor olduğu inancını beraberinde getiriyor. Sonrası yaşadığımız tablolar… Hz. Ali’nin çok sevdiğim bir sözü var, ”Bahane üretmek insanın kendisine karşı söylediği en büyük yalandır”. Evet, biz belli bir dönemden sonra düşünsel yoğunluğumuzdaki boşlukları gidermek ve düşüncemize olan inancımızı gözden geçirmemiz gerekirken hep bahaneler üreterek günü kurtarmayı düşündük, sonrasında da kendimize olan inancımızı kaybettiğimizde insanların bize olan güvensizlikleri de kendiliğinden oluştu.

Siz kendinize inanırsanız, sizin dışınızdakilere güven verirsiniz, âmâ siz kendinize olan güveni kaybetmişseniz, sizi birileri zorla bu işi neden yapmıyorsun haydi destekleyelim de kalınan yerden devam et diye takviye etmeyeceğini anlamak ve bilmek zorundayız. Güz ortasıydı, çeşitli ilerde tanıdığım birçok üst düzey bürokrat arkadaşla görüştüğümde hepsinin ortak cümlesi şuydu, bundan sonra acaba nasıl olacak hiç iyi değiliz bu zorlukları aşacağımıza inancımız kalmadı, işimiz Allah’a kaldı diyorlardı. Benim onlara söylediğim şuydu; siz işin içinde olan insanlar olarak yaptığınız işe inancınız yoksa benim gibi dışarda olanlar size neden güvensin ve hangi gerekçeyle sizin bu işlerin üstesinden geleceğinize ikna olsun. Onlar ise kafalarının karışık olduğunu sonucu kestiremediklerini söyleyerek bir anlamda rahatlamış oluyorlardı. Oysa bana göre bu, çözümsüzlüğün ve başarısızlığın yegâne sebebiydi. Ekonomi kötüye gitmeye başladığı zaman da bile RTE’nin tavrı biz bu işin üstesinden geleceğiz demek oluyordu. Yani her şeye rağmen kendisine inanmaya çabalıyordu ve hala da öyle… Ancak bir insanın düşüncesi kolektif şuura dönüşemiyorsa o enerji oluşturmaz. Bu gün ki yaşadığımız ortamdaki kararmanın en önemli sebebi, düşünsel ışığın tükenmesidir. Bu da kendi düşüncemize inancımızın kaybolmasıdır. O zaman İnanılmayan bir düşüncenin eylemi nasıl oluşur dersiniz. Kaos ve çözümsüzlüktür. Yeni Maliye Bakanın gözüme iyi bak ne görüyorsun, ışık, yani ekonomi gözdeki ışık ifadesi avamı dille anlamlı olabilir, ancak gözün uyku modunda olduğu ferinin kaybolduğu ortamda, olmayan ışığı gözünde görmesini istemesi o ışığı getirmez. Işık düşünsel parlaklığın ve inancın bir sonucudur.

Kaybedilen güveni kazanmanın yolu, yarınlarda insanların başına ne geleceğini ve kazanılmış imkânları kaybetme korkusunu vererek, onları yeniden kazanma düşüncesiyle olmaz. Dik duruş ve kendi düşünsel birikiminize inanmanızdan geçer. Ancak bizim toplumda dikleşmek cebelleşmek ve ötekileştirmek ile dik durmak hep birbirine karıştırılmaktadır. Dik durabilmenin en önemli koşulu sağlam bir düşünsel yoğunluk oluşturmak ve düşünsel birikime, ama acaba gibi şüpheleri karıştırmadan inanmaktan geçer. Bu inanç oluştuğu zaman güvensizlik ortamı kendiliğinden güvene döner. Kendi özünüzdeki sorunları imha edip, kendinizle barışıp kendinizle yüzleşerek hataları hata olarak görüp yeniden bir doğuş gerçekleştirme yerine, hep saldırı suçlama ve olumsuzluğun faturasını başkasına keserek insanları ikna edeceğimizi sanıyorsak sadece kendimizi aldatırız. Kendi lise hayatımdan bir örnek vermek isterim sosyal bilimler bölümü öğrencisi olmama rağmen Fen ve Matematik dersi en iyi olan öğrencilerden biriydim. Hocalarım benim için, Fen dersleri çok iyi olmasına rağmen Sosyolojiyle kafayı yiyen diye tanımlarlardı. Bu matematiği yazan, bu fizik kurallarını oluşturanlar insan beyni olduğuna göre, ben bunu anlamayacaksam ve bundan daha iyilerini ortaya koyamayacaksam o zaman ben insan beyni taşımıyorum diyerek bu derslere asıldım ve kısa zamanda en üst notları aldım; hatta Elektronik mühendisliği yapan bir arkadaşıma fizik dersini tamamıyla ben çalıştırmıştım. İnanmakla başarmak birbirinin besleyenidir. İnanmayı, annenin göbek bağı olduğunu düşünürsek, başarmak göbek bağıyla beslenen bebektir. Bağ kesildiği an bebeğin yaşama şansı yoktur. Onun içindir ki, yeniden kendimize gelmek zorundayız. Herkesin gittiği yoldan gitmek zorunda değiliz, aynı zamanı harcamamız gerekmiyor âmâ inandıklarımızı gerçekleştirmek için sıkı bir efor ve samimi mücadele gerekiyor.

İnsanlarımızı kendi ellerimizle harcadık… Her insanı devlet kurumlarında maaşını alan sırtını devlete dayayan ve devletin imkânlarını kullanarak zenginleşmeye çalışan varlıklar haline getirdik. Oysa insanlarımızı kendine güvenen düşündüklerinin pratiğini ortaya çıkaracak özgüveni yüksek, yapacaklarını planlayarak yapan ve onlar için de, devlet olarak uygun zeminler oluştursaydık, bizim çehremiz şimdi bambaşka olurdu. Suratımız düşmüş yüzümüzden düşen sinek bin parça oluyor ne yapacağını şaşırmış nerden geldim İstanbul’a diyen, Burhan Çaçan gibi psikolojiye sahipsek bunları tabi ki sorgulamak zorundayız…

Ümitsizlik psikolojisi kadar insanları imha eden tehlikeli başka bir hastalık yoktur. İnanç denilince herhangi bir dine inanmaktan bahsetmiyorum. Elbette insanın bir inancı vardır ancak buradaki inanç düşüncenin oluşumuna neden olan tohumun sağlam olmasıdır. Yani insanın kendi özüyle yoğrulması ve özüne anlam kazandırmasıdır. Tarihte 16 tane devlet Kuran Türklerin bu destanımsı hayatları tamamıyla inanmaktan geçiyor. Eğer Kurtuluş savaşında şehitlerimizin o inançları olmasaydı bugün içinde yaşadığımız ülkemiz olmaz, devletimiz de kurulmazdı. Millet olarak bizde en çok olan şey kendimize inanmamızdır. Ama ne yazık ki, bu gün gençlerimiz bu inancını kaybetmiş ve başkalarının ortaya koyacağı yaşama daha çok inanır olmuşlardır. Bunun temel sebebi kendimize inanmamız gereken değerlerimizi hafife alarak insanlarımızın bu değerlere olan bağlılıklarını ve inançlarını refüze etmemizdir. Siz inanmazsanız başkalarını inandıramazsınız. Sözlerle, ifade etmiş olmak inanıldığı anlamına gelmez. Çünkü sözlerin sağlamasının yapıldığı yer yaşam alanıdır. Yaşam alanındaki çelişki tutarsızlık ve sürekli yön değiştirmek bir değere karşı bağlılık ve inancı imha eder. Onun için Yüce Rabbimiz bizlere öyle bir uyarıda bulunuyor ki, kendimize gelelim diye…”Ey İman edenler yapmadığınız şeyleri neden söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey yapmadıklarınızı söylemektir.”

Bu ayetten sonra bir şey yazmak içimden gelmiyor, düşünsel gücümüzün bir devrim dönüşüm ve medeniyet oluşturması için, iç âlemimizde yeni bir medeniyet inşa etmemiz gerekiyor. Yönelim, istek, inanç, düşünce ve eylem sürecini iyi düzenlemek zorundayız. Bu süreci doğru yönetirsek ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, İbrahim’i ateşe atacaklarının haberini ona verdiklerinde Allah ne güzel vekil ve o ne iyi Mevla ve yardımcıdır diyerek yoluna devam eder. Sonrasında mücadelesine karşı bu bağlılıkta, samimi olan ve çıkardan uzak bir kalbi mutmain olan kulu, Allah yalnız bırakır mı: ”Biz ateşe dedik ki, İbrahim’e karşı serin ve esen ol…”Bu tamamıyla inancın zaferidir kula tanınan ayrıcalık değildir. “Müminler felaha erdi ”diye mazi fili ile başlayan ayet herkesi kuşatmaktadır. Dolayısıyla mücadele ruhumuzu yeniden kazanalım ve kendimize gelelim, bunun için öncelikle inancımızın şekillendiği yüreğimizi tertemiz arı ve duru kılalım ki, aydınlık yarınlar bizi es geçmesin…

Selam olsun inandıklarından şüphe etmeyenlere… Selam muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/15.04.2022/02.22


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!