Bu Blogda Ara

29 Mart 2022 Salı

TOMURCUKLAR AÇARKEN DAMARLARIM MI PATLAYAN!

Dalların ucundaki yaprakların köklerinden çıkan tomurcuklar açılmadan, kokusu burun direklerimi kuşatmış sanki, nedir bu doğanın beni benden eden büyüleyici muhteşem kokusu!

Alışkın değilim ben böyle büyüleyici güzel kokuların beni kuşatmasına. Yaşadığım ortamın her yanından lağımlar patlamış öyle pis ve iğrenç kokular arasından geçtim ki, üzerime sinmesinler diye içlerinde durup bir nefes almayı bile kendime haram eyledim. Bu muhteşem tablo ile ansızın karşılaştığımda kendimi cennete sandım. Acaba burası cennet olabilir mi diye düşler âlemine dalıp gitmişken, üzerimden hızla ilerleyen ve akarak geçen yağmur yüklü bulutların serinleten nemi ile kendimden geçtim.

Bir bahar mevsiminde kırlangıçların kafileler halinde leyleklerden önce göç ederek geldiği yerde bunları canlı canlı yaşadım ben… Nergisler, sümbüller, leylaklar, tomurcuklanmış, bir güneş doğumuyla etrafa rengârenk güzellik ve koku salacakken, sesiz sakin durulmuş bir yürekle kendimi bunların içinde buldum.

Baharın karnında neler taşınmaz ki, onlara tanık olanlar ne dediğimi çok iyi anlarlar eminim. Güzden yaprakları sararak dökülmüş, bir rüzgârla savrularak gövdesinden uzaklara taşınmış, ancak kışın soğuk kasırga kar ve yağmurlarına boyun eğip, çamurlara batmış yaprakların geriden gelen torunlarıyla tanışır insan! Yeni bir başlangıcın tohumları ve müjdesi saklıdır baharın karnında, dudaklarına ulaşmamış ve dilinden dökülmeyen…

Baharın gözlerim hep şafak beklemiştir benim. Karanlık günlerin aydınlık şafağını, uzaklara giden dostların dönme şafağını, kırılan umutlarımın göverecek şafağını, gençliğimin ve olgunluğumun aklımı başıma taşımasının yakın olmasının şafağını, Çocukların korkusuzca göğün en yükseğinde uçurtmalarına kimsenin dokunmasını istemedikleri şafağı, aslında ben bir bahar mevsiminin her kıştan sonra yeniden canlanan her ortama ışık saçan evrenin şafağını yüreğinde taşıyan ama karanlıklara göğüs gerse de asla yenilmeyen, aydınlık umutların kararmayacak şafağı olduğumu söylemeliydim!

Yemyeşil çimenlerden geçerken, tırtılların korunmak için ördükleri ağın üstünden onları rahatsız etmeden atlamak en büyük sevincim olurdu benim. Tırtılın evine dokunmak sanki yüreğimden bazı damarlarım sökülüyormuş gibi acı duygulara boğardı beni… Yoncaların boyca uzarken dallarını koyunların kas kavlak yapıp sadece köküyle kendisini tanımladığı yerde, her türlü nimetler avucumun içinde yüzerken, kendimi tanımlamaktan aciz olup bitap düşmüş olamazdım. Onun için öncelikle kendimi arıyorken kendimle yeniden tanışma güzelliğine eriştim. Bu baharlar benim hayatımın ortasına mührünü basıp, kendinden bir parça olduğumu bana anlattılar. Her kıştan sonra nasıl canlanacağımın yolunu gösterdiler. Ben baharın içinde, umutları her kıştan sonra yeniden filizlenen, kırlangıçların uzaklardan getirdiği bir sıcaklık gibi, gönlümün her yanı ısınırken, Güneşin batmaması için olanca gücümle güneşe doğru koşarım ben…

Bahar çiçekleri can kan ve sıcaklık salar içime, ben onlarla silkinerek, bir anda gelirim kendime! Kendine gelmiş beni, baharın tomurcuklarından başka ne yolumdan edebilir ki, ömrüm boyunca tomurcukların koparılmadan çiçeğe ve meyveye dönmesi için çırpınan ben, bundan sonra gelen zorluklara aldırış etmeden yürümezsem, esen rüzgâr yapraklarımı savurup götürsün o zaman!

Anlayışsız dudaklar, baharın bağrında tomurcuklanıp çiçeklenecek, yüreğimin korumayı görev bildiği, çiçeklerimi onların okşamasına göz yumamam ben… Aşkların kıvılcımlandığı sevgilerin yüreklere kement attığı yerin iklimini tüm hücrelerime kadar yaşayarak buralara geldim ben… Baharla aramdaki köprünün başına haramilerden oluşan manganın başına keskin bir nişancı kurulmuş, bana doğrulttuğu silahın namlusunun geriye tepip alnının ortasından vurulacağından habersiz, baharı yok etmek için esen rüzgârın yönünü değiştirerek çiçeklerin kokusuna engel olmak istiyormuş… Bilmez misin be gafil, ariflerin bahçesinde bir çiçek tüm çiçekleri bekleyerek ondan sonra koroyla açılış sevinci yaparlar. O kadar sevincin içinde sen kimden neyi almak istersin de, baharı bize haram etmeyi seçersin…

Kayalardan akarken sesiyle etrafa ayrı bir güzellik katan sular, ayaklarımı içine soktuğumda beni biraz üşütse de yüreğimin sıcaklığı ile ısınıp bana yeniden baharla barışmam için dil dökerek, kışla arama girip baharı bana sevdiren bu kayalıkların üzerine az mı gün görmemiş sevgi ve sevdalarımı bıraktım… O sevdalarım bugün ayağa kalkmış baharla canlanıp bana yeni bir hayatın müjdesini vermeye çalışırken, kışın selamı ile ayıldım, ancak kışın üstüne bulut gibi kümelenmiş güzün haksızlığa uğradığını söylediği günlerin, sanki kâbusu çökmüş gibi beni bana yine bırakmadılar. Az kalsın alıp götürüyorlardı, ansızın ayıldım ve kendime gelerek kış uykusunun ardından güzel misk kokular eşliğinde baharın kendime geldim…

Baharın içinden doğan, baharın ötesinde kolları etrafı saran, dört mevsimin birinde, istediği zaman istediğini verecek olan yüce yaratıcı, neden böyle bir düzenin içinde bu kadar seçim hürriyeti verir. Seçme yetisini kaybetmiş benim için, baharın ne anlamı kalır ki, beni benden iyi bilen kâinatın tek sahibi, bundan sonra baharın uçmaya hazırlanan kanatlarının içine, kimin asil duruşunu saklamış olabilir… Asaletten yoksun nice düzenbazlar gördüm, hüneri olmadıklarından baharın içinde yer bulamadılar. Bahar, bağrına hançer saplanmış olanların acılarını dindirmek için, tüm çiçeklerin sevgi ve şefkat gösterisi yapmasına fırsat tanıdığından beri benim içimde kaynayan mahşer, sanki çağlayan su sesiyle sükûnete erdiren ırmaklara döndü… Irmaklar da akarken, yüreklerde konaklamak için sandalımın küreğini sakladım, kimse benden habersiz beni bahardan ayırmasın diye…

Ben baharın çocuğuyum, her mart ayında yeniden filizlenen çiçekler gibi etrafıma tomurcuklar serperim. O tomurcuklar benim düşüncelerimin tek sahipleneni olduklarından, beni alıp benden çok uzaklara götürüp, orada dostluğumuzu pekiştirirler. Doğa benim dostum kardeşim canım sırdaşım, eskimeyen gönüllere her daim ışıklar saçan dertli gönüllere gülücükler serpen, zamanın içinde en bahtiyar merhametli ve çoğalmaktan imtina etmeyen zamana Yenilmemiş mevsimlerin karayazılı bahtı kara anası… Hiçbir doğumdan kaçınmaz ama doğumdan sonra yaşadığı acılardan bir yol eylemiş kendine… Acılarla sevgiler izdivaca girince baharın patlayan tomurcuklar, yaşam saçar önümüze, yaşamın içinde kuşlar börtü böcek hayvanat insan ne varsa duyurun hepsine halaya kalksınlar benimle… Baharı karşılarken, yeni bir doğuma tanık olalım kışın soğuğu kalmasın üzerimizde…

Yine bir umut yine bir sevinç, yine bir bahar, yine çiçekler tomurcuğa dönmüşler benim gönlüm hepten sükûnete ermiş, kendinden geçerek baharın bahtına yazılmış olanları herkesin anlamadığı dilden tercüme yaparak hayata bir adım daha katmak istiyor, yaşamın tam da sonu denildiği akşamın karanlığında…

Sevgilerim hilesiz, sevinçlerim sebepsiz, gönlümün ısınması yüreğimin kadri kıymet bilen merhametli atışı beni, baharın koynunda sabahlamak için akşamın karanlığından alıp çiçeklerin ortasına bıraktı…  O çiçeklerle, çiçekler içinde bir güzel koku serperek yüzümdeki gerginliği yok ettim baharın kaynayan coşkusuna ortak olmak için…

Hoş geldin baharım benim, damarlarım senin sıcaklığınla ısınacak bunu biliyorum ve hep senin gelmeni sayıklarken çiçeklerin kokusuyla burnumun direğini yaraladım ben…

Selam sevgi ve muhabbetlerimle bahara yolculuk yaparken kıştan geçerek geliyorum ben…

Erol KEKEÇ/28.03.2022/01.56

24 Mart 2022 Perşembe

DEVLETİ KUTSAMA BEDELİNİ ÖDE SİSTEM OLUŞTUR!

Aklından gerektiği gibi faydalanan toplumları, sürekli sömürmek ve onları galeyana getirecek duygusal sloganlarla kullanımında sınır olmayan halk gibi, kanını emerek onlardan faydalanma şansınız yoktur. Âmâ akıldan yoksun kitleleri, harekete geçiren duygusal uyaranlarla sürekli kullanmanız ve onların kanlarının son demine kadar onları sömürmeniniz çok kolaydır. Onlar, Balık hafızalı dedikleri türdendir.

Neden, İnsani yaşam uyaranlarına önem veren toplumlarda, sosyal uyarıcılar yaşam kalitesine hizmet etmediği sürece, insanların yaşamında bir etkiye dönüşmemektedir. Çünkü bu ortamlarda toplumsal bilinç, duyguların harekete geçirdiği anlık hazları doyuran bir algı değildir. Yaşamın istikrarını bozmadan düzenli ve devamlılığı olan bir yaşam standardının belirleyen ölçüsü olarak görülür. Ondan dolayıdır ki, toplumsal bilinç oluşuncaya kadar tüm halk olarak büyük acılar yaşarlar ama bu acıların etkisi onları doğru seçim yapacak duruma getirdiği andan sonra, akıl yaşamlarının dümenindeki kaptan olur. Hayat kural ve hukuka göre devam eder. Ahbap çavuş ilişkisiyle, toplumsal hayatı etkileyen kurumsal işleyişler sürdürülmez. Herkes kendisine verilmiş olan statünün rollerini toplumsal hukuk ve mesleklerinin toplumsal yaşamdaki eşgüdümü çerçevesinde oynar. Çünkü toplumsal hayatın sürekliliğinin, böyle bir etkileşim ve işleyişle ancak mümkün olduğunu bilerek, tamamıyla akılcı bir yaşam ortaya koyarlar.

Akılcılığın, hayatın sürekliliğinin oluşmasında toplumsal belirleyici, en önemli uyaran olarak görüldüğü ve tercih edildiği ortamlarda, her gelenin keyfine göre duygusal ve ideolojik sloganlarla toplumu sömürmesi ve onları kullanması mümkün değildir. Çünkü bu ortamlar, her şeye düşünce temelinde ve tutarlı yaşam ölçeğinde ortaya çıkacak geçerli kalıcı genele dönük fayda boyutunda bakarlar.

Böylesi toplumlar ne yazık ki, batıda gözümüze çarpmaktadır.     Batı dışında Güney Asya ve uzak Asya’da da görülür. Batı bugünkü yaşamını geçmişte kendi içindeki soylu mücadelesine borçludur. Sömürgecilik yaparak yönetimlerinin başka toplumların kaynaklarını sömürmesinin adı değil, onurlu mücadele… Ancak Ortaçağda dini dogmatik dayatmacı bir algının zulmünden kurtulmak için az can vermediler. Bilimsel doğrular Kilisenin açıklamaları ile örtüşmüyorsa bilim olarak görülmedi. Bu düşünce ve buluşlarında ısrarcı olanlar bedelini çoğu zaman canlarıyla ödeyerek, bugün ki yaşamların bedelini o zaman ödeyerek sonraki nesillerine armağan ettiler. Dolayısıyla bedeli çok pahalıya mal olmuş toplumlardan bu hayatları almak isterken, uğruna nasıl mücadele edildiğini ve kurbanlar verildiğini anlamadan o yaşamlardan oluşturacağınız hayatlar, sizler için çok yapay ve anlamsız olacaktır. Bedelini ödemeyenler o hayatların kıymetini anlayamazlar. Biz bedelini ödemediğimiz bir yaşamı, kendi topraklarımızın yönetimlerinden talepte bulunuyoruz. Hiçbir yönetim, toplumsal menfaatleri korumak ve toplumsal aidiyet kimliğinin sürekliliğini devam ettirmek için oluşmamışsa, size böylesi imkânlar sunmayacaktır. Üçüncü dünyanın, yönetenleri tarafından, atanmış olan ama halkları tarafından seçildikleri sanılan yöneticileri zaten bu talepleri asla karşılayamazlar. Dolayısıyla Üçüncü dünya ülkeleri öncelikle kendi yönetim anlayışlarını belirleme yetisine sahip değilken, ortaya konulmuş seçenekler arasından, tercih ettikleri ile sürekli mutlu olacakları bir ortamın geleceğini bekliyorlarsa; bu arzularına asla kavuşamayacaklardır. Şayet karşılaşırlarsa bunu bir ganimet bilmeleri gerekir. Olumsuzluklarına bakarak üzülmek boşa heder olmak olur.

Bu örneklemelerimden sonra özellikle üçüncü dünyanın ithal edilmiş yönetim algılarıyla, yerel yönetimlerini seçtiklerini sanan halklar, bu gafletlerinden uyanmaları ve kendilerine gelmeleri gerekir. Bir yönetim biçimi başka yerden alınmaz. Yönetim toplumun kendi coğrafi kültürel ve tarihsel köklerinden ortaya çıkan bir kaderdir. Toplumların süreklilik kazanmış alışkanlıklarıyla örtüşmeyen ve onlar üzerinde etkileyici ve belirleyici izler bırakacak kadar içselleştirilemeyen yönetimlerin, toplumsal sürekliliği sağlaması düşünülemez. Onun için, toplum olarak insanlar yaşadıkları ortamlardaki kemikleşmiş yanlışlara karşı mücadele ederek, doğruyu bedel ödeyerek ortaya çıkarmazlarsa, pansuman için başka yerden gelecek pamukların ve sargı bezlerinin hiçbiri, o ortamların kanayan yaralarındaki kanları durdurmaya yetmeyecektir. Bizim toplumda, bu gruplar arasındaki yerini, duygusal refleksleri çok baskın olmasıyla çoktan almıştır.

Yönetim demek, arada bir yönettiği halka doğru olduğu sanılan bir günlük haz aldırmak değil. Yönetim, doğruların süreklilik kazandığı, yanlışların arada bir ortaya çıkmasının topluma hiç denecek kadar etkisinin olmadığı, bir yaşam alanı oluşturmaktır. Bu tür yönetimler, emek harcanarak uğruna bedeller ödenerek ortaya çıkan yönetimlerdir. Buralarda toplumsal yaşam bir rutine girmiştir. Aksaklıklar, yok denecek kadardır, toplum içinde sarsıcı ve psikolojik sarsıntılar oluşturacak düzeyde etkileyici olmazlar. İnişli çıkışlı günlük haftalık, insanların yaşam içindeki tabakaları değişecek düzeyde ani toplumsal haraketliliklere rastlayamazsınız.

Dolayısıyla haklar, kazanılarak elde edildiği için, onların korunmasının gerekliliği de bir o kadar kutsal olur. Devlet en güçlü ve üstün toplumsal kontrol sistemi olarak, insanların bu kazanımlarını koruma ve devamlılığını sağlama görevini kendi üzerine alır. Devlet, bahanelerin üretildiği ve şikâyetlerin yapıldığı bir makam olmaktan çıkıp, doğrudan sorumlulukların en üst düzeyde yerine getirildiği, soyut ve genelleşmiş karizmatik kimliğe bürünmüştür. Devletin, bu kimlikle tanımlandığı yerde, insanların yeryüzünde güvende sınır tanımayacağı en üst düzeyde görünmez bir güce, sorumluluklarını devretmenin bilinciyle yaşadıklarına şahit olursunuz. Kendisi gibi herkesin düşünmediğini inanmadığını çok iyi bilir, ama onlardan kendilerine bir zararın dokunmayacağını da bilirler. Çünkü insanlar kendilerini korumak ve gelecek tehlikelere karşı en üst düzeyde kendileri adına kendilerine sahip çıkan bir kontrol sisteminin varlığının olduğunu bilirler. Devletin insanlar tarafından bu düzeyde algılanması ve ona karşı sorunsuz bir güven duygusu oluşturmalarının gerisinde, belli bir çaba ve emeğin onlara kazandırdığı bu gücün yanlış yapma ihtimalinin olmadığına inanmış olmalarıdır. Eğer insanlar kendi yönetimlerini kendi ortamlarındaki kültürel tarihi ve coğrafi dinamikleri dikkate alarak kendi köklerinden gelen bir değer olarak görürlerse devletin kendilerine yanlış yapacağına inanmıyorlar. Yanlış yapma ihtimalinin olma olasılığını atlamıyorlar, ancak sorumluluğu devlete yüklemiyorlar, çünkü devlet işleyen bir sistem olarak görülüyor, yanlışları şahısların beceriksizliğiyle ilişkilendirerek akılcı bir eylemle, yöneticilerini hemen değiştirebiliyorlar. Şayet sistem günün koşullarına göre ihtiyacı karşılayamaz durumda görünüyorsa, bunun içinde ideolojik saplantılardan uzak, bilimsel raporlar doğrultusunda aksamaların olabileceği bölümleri yenileyebiliyorlar. Çünkü devleti kendileri ortaya çıkarıyor ve kendi sorumluluklarını ona vererek, herkes için kurallı bir hayatın devamını istiyorlar. Devlet bu görevleri yerine getirdiği zaman kimse başkasının işine karışmıyor, herkes kendi sorumluluk alanında yapması gerekenin en iyisiyle uğraşıyor. Çünkü devlet, insanların kendilerine bir ayrıcalığın sunulması için ele geçirilmesi gereken makamlar olarak görülmüyor. Aksine kimseye ayrıcalık tanınmaması için organizeli bir güce sorumluluklarını devrederek böylesi olumsuzlukları ortadan kaldıran sistemin kendisidir. İşte, batı bu duruma gelebilmek için duygusal sloganlarla yaşamaktan kurtulup, aklı hayatın dümenine oturttukları için, bedelini geçmişte ödeyerek güven duyacakları sisteme kavuşmuşlar. Bu gün o sistem, kendilerini kendilerinden fazla koruyor. Oysa biz ve bizim gibi toplumlarda durumun hiç iç açıcı olmadığına aklı dengesi yerinde olan her insanoğlu bunu rahatlıkla fark edecektir.

Bugün toplum olarak kıvranıyoruz. Herkes iktidar şöyle olmalı böyle olmalı, kimisi daha ne yapsın yapmadığı bir şey kalmadı, gözünüze dizinize dursun, siz vatan hainisiniz gibi duygusal reflekslerle, karşılıklı saldırı oklarını kınlarından çıkarıp ok atma derdindeler. Çünkü burada, devlet kendi güvenirliğini oturtup insanların hepsinin hak ve hukuklarını garanti altına alarak, onlara huzurlu ve standart bir yaşamı herkesin kendi sorumluluk alanı içinde yapacağının en iyisini yapması için bir zeminini oluşturamadığından, hep eleştirinin odağında kendisi olmuştur. Devletin bu eleştirilerin odağından çıkması için, İktidara gelecek olan herkesin kendi taraflarına ayrıcalıklı imtiyazlı bir ortam oluşturma anlayışından çıkması zorunludur. Şu ana kadar biz kendi ülkemizde böyle bir algının varlığına şahit olamadık. Her gelen iktidar toplumsal yaşamın kalitesini yükseltmek ve insanlara en iyi ortamı sunmak için gelmedi, onlar devletin imkânlarını kullandı, birazda biz kullanalım kendi adamlarımızı kurumlara sokalım diye didindiler ve bu ahlak dışı insanlıktan uzak çıkışlarını da hep meşru temeller üzerine oturmak isteyip savundular. Bunda hiçbir istisna tutmuyorum, tüm iktidarlar bunun alasını yaptı, kimisi çok aşırı gitti, kimisi korkudan göze alamadı, ama günahları hep ortak oldu.

Devletin bir sistem olarak oluşması halinde, bunların varlığını göremezsiniz. Oysa bizim ülkemizde sistem diye bir şey yoktur. Kişilere ve politik görüşlere göre, ilkokul öncesi çocukların bazen yetersiz kaldığı ama gün içerisinde sürekli yapıp bozarak oynadığı bir yapbozdan farkı olmayan bir geleneğimiz var. Bu gelenekten bir devlet çıkaramazsınız. Yeri geldiği zaman üç bin yıllık devlet geleneği olan, asıl devleti yöneten bir ihtiyarlar meclisi var vs. gibi efsanelerden bahsedenler çok olur, ancak yaşadığımız hayata baktığımız zaman, vaktin birinde bir dağın başında kimsenin gitmeye cesaret edemediği bir dev yaşarmış, bu dev o kadar güçlüymüş ama onu gören kimse olmamış, çünkü onu gören hiç yokmuş, görmek için giden de bir daha geri gelememiş… Gibi anlatılan masallardaki gibi bir devlet geleneğimiz olduğu kesin gerisini anlatmayayım…

Devlet, kutsanan görünmez ama yaptırımları can yakan hayatı çekilmez kılan, her şeyin kendisi için olduğuna inanan bir dev değildir. Devlet yaptıkları ve ortaya koyduklarıyla insanları huzurlu yaşatarak kutsanan bir hayatı ortaya çıkaran görünmeyen ama merhameti her yerde hissedilen herkese yuva ve kol kanat olan topraktır. Toprak gibi bağrına basmayan bir devlet, devlet değil, ancak ceberut kutsanmış, yanına gideni yok eden bir dev gibidir. Biz, duygularıyla Devletin başına gelenleri uçuran, akılla düşündüğünde imha eden şakşakçıların seçtiği bir yönetici ve o yöneticinin işlettiği bir sistemi devlet olarak görmek istemiyorsak, o zaman ortaçağ Avrupa’sında Kiliseye karşı bedel ödeyen aydınlanma çağıyla rasyonalitenin egemen olduğu dönem gibi bir döneme girmek zorundayız. Bizim karanlık çağımız duyguları tavan yapmış ideolojik, adaletten uzak, çamuru kendi tarlasındansa çok güzel, ama gül başka bahçede açmış ise hiç kokusu olmayan çok kötü bir çiçek diyerek etrafı karartan bu karanlık ortaçağ bataklığından aklın aydınlık yanında buluşmaya ihtiyacımız var. İşte o aydınlık ortamda erdemliler bir araya gelir, erdemlilerin oluşturacağı sistem, akıl ahlak bilim adalet ve huzur temelinde yükselen bir abide olur. O zaman kutsanan devlet değil, insanların yaşamına dokunarak kendiliğinden kutsanan bir sistem ortaya çıkar.

Biz duygusunu bizim gibi toplumlar çok yanlış algıladık; biz, yanlışlarda ortak hareket edip, karanlıklarımızın aydınlığa çıkmasını önlemek değil, aydınlık yanlarımızı ne pahasına olursa olsun, hep birlikte sahiplenerek sonrakilere miras bırakacak ortamlar oluşturmamız olarak anlamak zorundayız. Çıkarlarının fanatik savunucusu olanlar, bu tavırlarını ortak menfaat olarak başkasına dayatarak, doğruluğun ölçüsünün sadece kendisi ve taraftarlarından olmadığını aklıselimle anlamanın kaçınılmazlığını idrak ederek yaşamalıyız. Doğruluk, bir sistemin uygulamalarından ortaya çıkacak yargıların gerçek yaşamda karşılığın olması olduğunu, aklımızla ortaya çıkaracağız. Hırsların etkisiyle kök salan duyguların, karanlık bir yaşam alanı oluşturmanın ötesinde, herhangi bir icraatının olmadığını kavrayacağız. Bu karanlıkların aydınlanması için kaybedeceğimiz menfaatlerin gitmesinden korkmadan, herkesi aydınlatacak ve geleceğe taşıyacak bir sistemin devamlılığı için ödenecek bedellere hazırlıklı olacağız ve ondan sonra evrensel bir sistemin bizim toplum için gerekliliğinin önemini kavrayarak herkesi kucaklayacak bir devlet anlayışının gelişmesi için, çıkar iskelesine demirlemiş olan gemilerin hepsini yakarak, yeni gemilerle denize açılacağız. İşte o zaman göreceksiniz ki, hiç ummadığınız ortamlardan küçük çıngılar, koyu karanlık bir yaşamı aydınlatmak için meşale olarak yanacaklar…

Biz böyleydik, böyleyiz gibi kendimizi dev aynasında görüp kendimizle yüzleşmeyi hiç düşünmediğimiz yaşamımızla barışacağız. Yarınlar için umut dağıtmaktan uzaklaşıp bu gün insanlığa dokunduracağımız bir faydayı ele alacağız. Bu günü imha edenlerin yarınları kurtarmayı bırakın, yarınlarda olmayacakları bir yaşamı nasıl kurtaracaklarını anlamalarına katkı sağlayacağız.600 yıllık imparatorluktuk yine oralara doğru gidiyoruz gibi kendi kendimizle ironi yaparak yaşamanın kimseye bir faydasının olmadığını kavramak zorundayız. Köse torun dedesinin sakalıyla övünürmüş, ”benim dedemin bir sakalı varmış ki, mübarek ta… Dizine kadar uzanıyormuş, nurlu bir insanmış gibi masalları insanlara anlatarak, insanların en kıymetli değeri olan sermayelerini çalarak onları iflasa mahkûm etmeyeceğiz… Toplumun iflas ettiği bir yerde yönetenlerin ve yönetimin karı söz konusu olamaz. Anneden göbek bağı ile beslenen bir çocuğun yaşaması için nasıl ki göbek bağı ile anne arasında bağ olmalı ki çocukta yaşasın… Yönetimlerin yaşaması da toplum ile arasındaki göbek bağına bağlıdır. Bu bağı koparan yönetimlerin hiçbirisi yaşamamıştır ve de yaşayamayacaktır. Manipülasyonlarla insanların gerçek bilgi akışını değiştirip, onları bir yere kadar belki yönlendirebilirsiniz, âmâ akıl duvarına tosladığı ve o bilgilerin gerçek kimliği anlaşıldığı zaman o duvarı aşmanız imkânsızdır. Ne yazık ki, bazı yönetimler halkı ile bu göbek bağını kopardığı, yöneticilerin etrafındaki soytarıların şaklabanlıkları ve sirk maymunu gibi daldan dala atlayarak insanları hipnoza çalışmaları, yönetenleri var etmeyecektir. Soytarıların geçim kaynağı sirklerde ne kadar bulunup, onları seyretmek için gelen seyircilerden alacağı alkışa bağlı olduğu için, onlar ha bire yöneticilerini bu oyunlarla avutarak karanlıkları aydınlık gibi sunmaya devam ederler. Ancak göbek bağı kesildiği için nasıl ki çocuk ölü doğacaksa, bu yönetimlerin sonuçta karşılaşacağı son, ölü doğan çocuklardan farklı olmayacaktır.

Biz, bu olumsuzlukların kendi toplumumuzda oluşmaması için, düşünsel yoğunluklarımızı bir ideal olmanın ötesinde, reel yaşamda karşılığı olacak önermelerle güncellemeliyiz ki, kutsanmış devleti değil, kutsanan sistemin oluşması için bir adım atmış olalım… Yoksa gelecek günlerin vaat edilen aydınlıkları, bulunduğumuz dönemin üzerimizdeki bulutlarını ve karanlıkları götürmeye yetmeyecektir. Geçmişin Güneşiyle de bu günün bulutlarının giderilemeyeceğini bilerek, kendi dönemimizin güneşiyle buluşup onunla aydınlanıp ısınalım, yoksa parçalarımızın hangi devin kazanında kaynayacağını hesap edecek zamana hasret kalabiliriz…

Son olarak, daha fazla ayrıntıya girmeden diyorum ki, duygusal hırslarımızın karanlıklarını, aydınlık ufukların kaptanlığına aklı getirerek kendimize gelelim ki, yarınlara söyleyecek bir sözümüz olsun… Yarınlar, ana sütü gibi arı duru halis ve katıksız insanlık huzurunu taşıyan, erdemliler limanında bekleyen, adalet gemisiyle okyanuslara açılacak, inançlara sığınmayan ama inançları özgürce yaşayacağı ortama taşıyarak, geleceğe giden bu gemide yerimizi acilen alalım…

Mevla’m ne eylerse güzel eyler, güzel günlere kavuşmak ümidiyle selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/24.03.2022/02.16

                                                                                                    

                                                                


23 Mart 2022 Çarşamba

GECENİN MEHTABINDA KARDA DEMLENDİ YÜREĞİM

Yine sessizliğimi bozuyorum gecenin mahmurluğu içinde, ayın ışığı vuruyor alnıma, ben kendi içimde avazım çıktığı kadar bağırıyorum, kimsenin rahatını bozmadan… Kendini imha eden bir canlı var, yerküre kabuğuna sığmayan, ancak kabuğundaki çatlaklar etrafa rahatsızlık vermeden, dumanlar çıkıyor dışarıya, gök emiyor etrafa yayılmadan… Gökler ve yer şahit olsun acılarımıza ki, kabuğuna sığmayan, başkalarının mutluluğuna gölge yapmadan, içinde kendisi ile savaşan, mutsuzların üzerine serinletici bir bulut gibi kümelenmek istiyor yüreğim… Ellerim ulaşmıyor, yüreğim acı çekiyor, zihnime söz geçiremiyorum, aklım şaha kalkmış, duygularım bir sel gibi coşup gelirken, kendi önüme bendi, yine kendi elimle kuruyorum…

Gecenin sessizliğinde bir çığlık atasım var, imdat demeyeceğim, hala uyanmayacak mısınız, bakın ay batarken Güneş hüzne dalmış, Gök ağlıyor, yer her yanından çatlamış, kimseyi kaldıracak derman kalmamış dizlerinde; hala uyanmayacak mısınız diye, sesimin ulaşabildiği tüm yer küreye haykırmak geliyor içimden…

Vahşi doğanın kralları bile krallığı bırakmış, can havliyle nereye gideceğini şaşırmış, şimşekler çakıyor, Güneş hiç görmediğiniz şekilde tüm ışıklarını topluyor üstümüzden, ırmaklar sükûnetle akıyor sazlıkları sarsmadan, berdiler hiç sallanmıyor, balıklar karaya vurmuş, sulara elektrik verilmiş gibi hepsi karada baygın yatıyorlar…

Bir gök gürlemesi var ki, sanki ömrümden ömür gidiyor, yerin altından hiç duymadığım seslerle, motor gücü çok yüksek paletli araçlar geçiyor gibi içimi titremeler sararken, yer içindeki tüm sakladıklarını birden ortalığa saçmasın mı, neler kusmadı ki, görseniz midenizin bulanmasından, kalan yaşamınız varsa bir daha ağzınıza lokma alamayacağınız düzeyde sarsıntı yaşatır size…

Umutlarımı gecenin sessizliğinde tımar ederek, karşılaştığı acılardan ürkmemesi ve karanlıklardan tedirgin olmaması için, kimsenin bilmediği ve görmeyeceği yerde gizlerek çıkmıştım yollara… Mehtabın ışığı tam yüreğimin ortasına damga vurunca, hislerim şaha kalktı ve beni aldığı gibi semanın üzerinden yerin derinliklerine bıraktı.  Aniden, karanlıklar mehtaba meydan okur gibi, bir yorgan olup beni sarmaladı!

Sessizliğimi bozarak yola çıkacakken, tüm kelimeler yüreğime çakıldı, dilim şakırdayan bülbül gibi, yer ve zaman demeden sahibi dışında kimseyi dinlemez hep konuşurdu, sanki bu geceler kilit vurmuşlar dilime… Şairin dediği gibi, yüz anahtar, yüz anahtar; dil kilit yüz anahtar, kilitlidir gönül evi; açamaz yüz anahtar… Evet, gecenin sessizliğini haykırışlarım bozsun diye çıktığım bu yolda, kilit vuruldu sanki dilime, yüz anahtar çaresiz izlemekle yetindi.

Gecenin mahmurluğuna göz diken yabancı, ben mahmur gecelerde gezerim, mehtabın ışığında çayımı kardan demler, karın sıcak nefesiyle ısınır, geceye şiirler dizerim. Sen benimle uğraşırken, ben senin resmini karlar üzerine çizerim. Gün doğmadan geçenler, senin sicilini alıp insanlığın başkenti yüreklerin ortasına, kalbin attığı yere anlamlı kelimeler yazacaklar… Senin sicilini okuyan her yürek sahibi, sabahın evvelinde anahtarı getirip dilimi çözecekler…

Dilim ben seni, dilim dilim eylemedim ki, üzerine yemin edilen kalemin yazdığı kelimeler ve sözcüklere sen şahitlik yapasın diye… Şahitlik yapmayacaksan, getirseler de anahtarı, kimsenin seni açmasına müsaade etmeyeceğimi bilmeliydin… Şahitliği yapmayacak bir dil, hakikati onaylamayacak bir yürek, hangi gecede yola çıksa ne fark eder ki, geceler ona hep yabancı, ayın hüznü onun derdine çare olmaz ki!

Şahitliğin sözcüsü sen olman için, elimden geleni hep yaptığımı sanıyordum, oysa gecenin sakinliğini görünce sanıyorum sen de uykuya daldın… Tüm horultuların arşı alada bir ritim tutturarak geceye mersiye dizdiği saatlerde, samanyolundan bir yıldız kaydı, o yıldızla senin susmayan haykırışların semayı kuşattı. Semadan geri dönen yankılar yeryüzüne bir yağmur gibi inerken, gözlerin olsaydı da keşke onları görebilseydin… Gözlerim kamaştı, yüreğim hoplarken, içimde bir yabancı ses, yeniden karanlıklara damga vurmayı ihmal etmedi… Karanlıklar, bu karanlıklar, samanyolundan gelen yıldızın ışıklarını yere bir topraklama hattı gibi taşıyan dilime, savaş ilan ettiler… Karanlıklara elveda eden yüreğim, mehtabın hüzünleriyle o karanlıkları yakarak gökyüzüne ışık saçtı… O ışıklar içinde yanan ben, sanma ki bu karanlıkları sadece benim yanmamdır yok edip, yerine aydınlıkları getiren…

Yanıyor içim, için için yanarken yüreğim, susmak yakışır mı sana ey dilim! Ben karanlıkları gecenin sessizliğine gömerek, mehtabın ışıkları ile Güne çıkmayı beklerken, acemi seyyah yolunu şaşırmış olmalı ki, bizim rotada olduğunu bilmeden bir hışımla üstümüze gelmez mi, işte o zaman mehtabın ışıkları gidiverdi, seyyah karanlıklara gömüldü aydınlığa hasret gitti… Oysa kendi halini bilmiş olsaydı, gecede olduğunu fark edip, kıpırdamadan uykuya dalıp sabahı bekleseydi, toprağın her yanından bir ışık yansıyacaktı, çünkü yanmayan kalmamıştı küçükten büyüğe ne varsa yeryüzünde, ışığa ulaşamadıkları için, kendisini yakarak ışığa davetiye çıkarmışlardı.

Seyyah hırsının esiri olup karanlıkları kendi eliyle avuçlayarak, ışık diye elinin ulaştığı her yere karanlık saçarken, ışığın nasıl olduğunu sorduğunda kimse ona ışık yok diyememişti. İşte, ondan karanlıkları ışık diye saça saça ışıkları imha ederek, kendi zindanını seçmişti…

İçimdeki yabancı, ben yanarken sen orada kalamazsın, yanmaya dayanamazsın sen, benimle birlikte yanacaklar varsa, ben onlardan gecenin sessizliğinde haykırışlarımın arkasında duracaklarının sözünü almıştım, o gün sen hiç ortalıkta yokken bugün neden ve nereden geldin…

Bir güzü, savrulan yapraklar arasında bırakarak, çıplak ağaçların dalları üzerinde durmayan karın altında, kışı karşıladığım günlerin, çetelesini tuttuğumu unutmadım. Onları bir bir sayarken, gecenin içindeki haykırışlarım baharın gelişini haber versin ve günün doğumuna hasret kalan yüreklere müjdeli anları bildirmek için dilimdeki düğümü çözmüştüm… Güzün, savuran geceleri ve kışın ısıtmayan günleri dilime dokunamadı benim… Ama benimle birlikte yananların olduğunu bilen yüreğim, baharın içinde bekleyen yüz kilitten bir anahtar istedi dilime, dilime vurulan kilidi senin korkusuzluğun açacak ey benim cengâver kardeşim! “Sen yanmasan, ben yanmasam, o yanmasa, bu karanlıklar nasıl çıkar aydınlığa…”

Aydınlık yarınlara kavuşmak ümidiyle, dilimdeki düğümü çözen mehtabın parıldayan ışıkları, gecenin sessizliğine bir destan yazacağım, yüreğimdeki yangını alıp götürsün dilimin haykırışları! İşte, o an herkes gülecek eğlenecek ve çocuklar göğün en yükseğinde uçurtmalarını uçuracak, Mevla’mın sözü gerçekleşecek “ve biz istiyoruz ki mazlumlara lütfedelim de onları yeryüzüne mirasçı kılalım…”          Mazlumların varis olduğuna şahit olmasam da, o günlerin döne döne geldiğini gördüğüm ve zalimlerin hesabının dürüleceğine yüreğim tam teslimiyetle bağlandığı için, kışın ısıtmayan soğuklarını karanlıklara terk ederek, baharın filizleri arasında tüm insanlığı sevgi bahçesinde sabah muhabbetinde görmek için, erkenden günün doğumunu bekliyorum, semanın duruşunu merhametiyle örten, yeryüzünün rahmetli bağrında, elimde bir tomurcuk, yüreğimde hüzün, dilimde coşku, kollarımı açtım hepinizi kucaklamak için!

Erol KEKEÇ/23.03.2022/01.39

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!