Bu Blogda Ara

18 Mart 2022 Cuma

GEÇMİŞİN İSTEĞİ VE POLİTİKANIN KISKACINDAN ÇIKMALI EĞİTİM

Gelişmemiş devletlerin eğitimden anladıkları, standart örgün öğretim kurumlarında geçirilen zamana bağlı olarak, oralardan alınmış olan diplomalardır. Diploma sahibi olmak eğitimli olmanın en belirgin özelliğidir. Mesleki yeterlilikten anlaşılan da, meslek eğitiminin verildiği kurumlara hiç uğramadan ve o meslek hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadan sertifika sahibi olmaktır. Son yıllarda ülkemizde de bu alanda mesleki yeterlilik sertifika programları olduğundan fazla rağbette, neden niçin, onu alanlar ne işe yarıyor bilen anlayan ve gören yok… Ancak bir mesleğe iş başvurusunda bulunduğunuzda o sertifikalara sahip olmanız şart, ancak o meslek hakkındaki tecrübe deneyim, ilgi ve alakan o kadar önemli değil… Esas önemli olan senin sertifikan da değil, işin aslına bakarsak peki nedir önemli olan diye sorabilirsiniz; sertifikaların kimler tarafından verildiği ve hangi kurumlara böyle bir hakkın tanındığı ve onların bu işten ne kadar kazandığıdır asıl önemli olan…

Bu örnek bizim ülkemizde esasla bu işlerin ne kadar ilgisinin olmadığını gözler önüne koymak için yeterli olsa gerek. Prosedüre uygun olduktan sonra sizin yapacağınız işin, alacağınız sertifikanın içeriğinin ne olduğu hiç önemli değil, önemli olan kanuni mi değil mi, eğer kanuni ise her şey tamam demektir. Belge sahibi olmanın, işin ehli olup olmadığınızın göstergesi sayıldığı bir yerde, deneyimlerinizin tecrübenizin işinizi severek yapmanızın, işiniz üzerine çığır açacak bir zenginliği barındırmanızın hiçbir önemi ve ehemmiyeti yoktur. O belgeyi alabiliyorsanız mesele tamamdır. En iyi ekonomist olabiliyorsunuz, hukuk hakkında tek söz sahibi oluyorsunuz, bunun en güzel örneklerinden biri şu anda canlı olarak varlığını sürdürmektedir. Bundan 35 yıl önce Sivas Cumhuriyet üniversitesinde bir araştırmacı bilim adamının, ismi önemli değil, zakkum ağacından kanserin bazı türlerinin iyileştirilmesini yapabileceğini ve bu çalışmaların da devam etmesi gerektiğini söylemesiyle, o günün bilim kilisesinin ülkemiz içindeki piskoposları tarafından aforoz edildi. Ve o insan soluğu ABD’de aldı tam bir beyin göçü gerçekleşti. Peki, bu kadar set olanlar nerede dersiniz o günün Türkiye Ontoloji enstitüsü başkanı Top sakallı Topuzun, şiddetle karşı çıktığı, bunun bilimsel olması için ABD’deki şu dergide yayınlanırsa ve oradaki kurul bunu onaylarsa, biz ancak kabul ederiz, yoksa bitkilerden tedavi ürettiğinizi söylediğinizde dünya size güler ve maskara olursunuz. Bilim piyasasında saygınlık kaybederiz bu konuşmalar yapılmamalı, devlet bunun için gerekli önlemi almalı diye TV kanallarında bir oradan bir başka yere geziyordu. O gün Bitkisel çalışmaları dışlayan bu Top sakallı, bugün tam sakallı olarak bitkisel Tedavileri ve alternatif Tıbbın faydalarını anlatarak programlar yapıyor, yönetime yakın olan TV kanallarında… Yani anlayacağımız Bilim ve Bilim adamlarının doğrulukları da güce ve imkânlara sahip olanlara göre yörüngesini yeniden çizebiliyor. İşte eğitim için yapılan faaliyetler ve o alanda alınan sertifika ve diplomalar da bundan farklı değildir.

Eğitim ve kültürel birikim nasıl elde edilir, bunu anladığımız zaman resmi ortamlardan alınan diplomaların Devletin kurumlarında bir işe girmek veya diplomaların nerden alındığına bakan, kariyer düzeyiniz nedir diyerek gerilek gururla insanları işe alacak olan, Bazı İK diye bilinen ama insan kaynağını anlamaktan aciz batı ağzıyla işe alım yapan simsarlar tarafından değer ifade eder. Ama Gaziantepli Mennan Usta kimseden diploma almadı, ama tüm uluslararası fuarlara girişi yasaklanmıştı, çünkü gördüğünü aynı anda yapıyordu o Antep’in sanayisinde el yordamıyla yetişerek eğitim almış; ilkokul okumuş bir dehaydı. Tüm bunları ve daha nice örnekleri biliyor olmamıza rağmen, gelişmemiş ülkelerin eğitim anlayışının ne anlam ifade ettiğini anlayan var mı? Ben yıllarca Eğitim ile uğraşan ama eğitim değil doğrudan bilgi aktaran bir trafoyla okulların kuşatıldığı ortamda, eğim öğretim yapan biri olarak şu ana kadar bir eşey anlamadım.

Dini eğitim müesseslerimiz de bundan farklı değil, binlerce hafız yetiştirdik diye övünür dururuz, hafız yetiştirmedik, boş bir diskete dışarıdan ses yükledik onların açma düğmesine basınca dinliyoruz. Resmi Okul müfredatını, tamam başkaları yaptı diye, eleştirilere bir nebze olsun hak versem de, hafızlık konusundaki ezberleme ve belleği doldurmanın adına eğitim diyerek, okuduğunu anlamayan anlamsız söz dizimi haline getirilen bir kitabın lafızlarını okuyanların seslerindeki ahenkle transa geçip rahatlatılan bir ortamda, hangi eğitim ve anlaşılan bir kitabın hayata ne kadar dokunduğunu anlatabilirsiniz.

Eğitim hayata dokunmadır. Hayatın işlevsiz kalan uçlarını açarak, oralardan yaşama bazı elektriklenmelerin gelmesine katkı sağlamaktır. Oysa bizim gibi gelişmemiş toplumların istisnasız hepsinde Eğitim, hiçbir anlamı olmayan ama insanların çok değerli bulduğu kâğıt parçasından ibaret olan o diplomalardan başka bir şey değildir. Üniversite de okurken Hukuk sosyolojisine gelen hocamız sınıfın geneline bir soru sormuştu, arkadaşlar içinizde ders notları dışında hiç kitap okumayan var mı diye, Sınıfın tamamından bir arkadaş hayatı boyunca o güne kadar hiçbir kitap okumadığını söylemişti ve o arkadaş ertesi yıl okullarda felsefe dersleri anlatmak için öğretmen olarak atanmıştı, arkadaşımız tam otuz yıldır, devlet okullarında öğretmenlik yapıyor, sonradan kendisini geliştirmediyse, öyle bir anlayışın nesle vereceği ne olabilir. Onun atamasını sağlayan, sadece o diplomaya sahip olmaktır. Yani diyeceğim o ki, eğitim herkesi bir okuldan mezun edip ona bir kâğıt parçası vermek değildir. Eğitim, Mennan ustalar, Oktay Sinanoğlular yetiştirebilmektir. Cemil Meriç gibi bir entelektüel beyniniz yoksa nasıl bir eğitim ki, çağ ileri giderken biz geçmişleri örnek vererek, örnek göstereceğimiz yenileri bulamaz olduk. Demek ki, gelişmemiş ülkelerdeki eğitim kurumları farklı işlevler için hizmet etmektedir. Eğitim kurumlarının bu işlevsel yönünü anlayarak ortaya çıkarıp, onu bertaraf etmediğimiz zaman, gelecek dönemler çok daha olumsuz vakaların yaşanacağı bir yer haline gelecektir.

Her vilayete bir üniversite, neden niçin ne adına diye elbet sorma hakkımız olmalı… Biz üniversiteye girdiğimiz dönemde 23 Üniversite vardı Ülkenin tamamında ve meslek kolları daha yaygın, insanlar okula gidemeyeceklerini anladıkları zaman bir meslek sahibi oluyor hayata başlıyor yaşama katkı sunuyordu. Ortaokuldan bir mesleğe yönelememiş olsa bile, lise sonrası en azından hayata atılacak zaman buluyordu. Geldiğimiz noktada Üniversiteye giriş sınavı TYT’de barajın kaldırılmasının anlamı boşta öğrenci kalmasın, herkes üniversiteli olsun ve en azından bir beş yıl daha, işsizlik oranına bu nüfus yansımayacak ve işsizlik TÜİK raporlarında düşük çıkacak. Ama bunlar 18 Yaşını geçtiği için öğrenci sayılmazsa doğrudan işsizler ordusu içine gireceği için, işsizleri bir beş yıl daha öğrenci olarak bekletip beş yılsonunda işsiz bıraktığınızda acaba mutluluğu mu artıyor ki, hayata beş yıl kayıpla bu çocukları hazırlıyoruz diye soranlar olmuyor. Yani insanları yaşamla mücadeleye hazırlamayan, beynin işlevlerini harekete geçirmeyen, değişik bakış açıları yaratmayan, toplumsal yaşam içinde insana insan olmanın bilincini kazandırmayan bir Eğitim, eğitim olamaz.

Gelişmemiş ülkelerin en büyük bahtsızlıkları, ülke yöneticilerinin kendilerini toplumun sahibi olarak görmeleridir. Bir yönetici, topluma kendisine ait bir mal ve eşya gibi baktığı ortamda, eğitimden bahsetmek zaten başlı başına bir açmazdır. Eğitim sahipli bir eşya için değil, nerede ne zaman nasıl davranacağı belli olmayan, algılayan seçebilen ve tepki gösteren gerektiğinde kendi aklını her şeyin üzerinde tutan bir insan için gereklidir. Hayvanlarla ilgili eğitim için burada bir şey anlatmayacağım. Bizim için önemli olan, bu gelişmemiş ülkelerdeki nesillerin bir bellek gibi görüldüğü ve bu eşyasal belleğin istenilen bilgilerle doldurularak ona bir diploma vermekle onu eğitmiş olmadığımızdır. Eğitim, ehliyeti, liyakati, yeteneği, motivasyonu içselleştirmeyi, sorumluluğu ve farklılıkları ortaya çıkarıp az zamanda çok büyük işlerin yapılmasını sağlar. Heder olan nesillerin önünü keser, onları verimli ortamlara kanalize eder. Medeniyet yarışında mücadele eden ve toplumsal kimliklerini bireysel ferdi kimliklerinin çok üstünde tutarak, toplumsal değerler içinde kendisine anlam yükleyen nesillerin oluşumuna katkı sunar. Eğitim, zamanı geçirecek ortamları kaldırır, zamanı doğru ve yerinde değerlendirecek zamanla yarış içinde genç dimağlar oluşturur. Çevremize tarafsız bir gözle sorumluluk sahibi insanlar olarak baktığımız zaman, hakikaten bizim ülkemizin de bu gelişmemiş ülke kriterlerine uygun bir eğitim modeline sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yeni kuşakların kitaplarla ilişkilerinin olmadığını hep anlatıyoruz, oysa yeni nesillerin okuma konusundaki seçimleri bizimle farklılaştı. Bizim okuduklarımızı ve bizim okumada kullandığımız aparatları şu an kullanmıyorlar. Onlar daha çok dijital ortamlardan faydalanıyorlar. Ellerinde bir kitap taşımayı değil, âmâ içinde kitabın da yer aldığı bir küçük telefondan bu işlerini çözebiliyorlar. Peki, bizim okuduğumuz kitaplarla benzerlikleri nasıl diye bakarsak, işte orada çok büyük farklılıklar göze çarpıyor. İlgi alanlarımız ve hayata bakış kriterlerimiz farklılaştı. Yeni nesiller kendi yaşamları devam ettiği sürece imkânların onlara hizmet etmesi gerektiğini düşünürken, eskiler sahip olduklarını koruyarak ve daha fazla da katarak sonrakilerin de buna sahip çıkarak, onu korumaları gerekir mantığıyla hayata baktığı için, önemli ve önemsizler de böylece değişmiş oluyor. Bu bakış algısı eğitim standardımızın belirlenmesinde de etkili olmaktadır. Eskiler eğitime, kendileri gibi birinin yetiştirilmesi gerektiğine bakıyorlardı. Yani ölçü sadece kendileriydi, kendi dışlarında ortaya çıkacak bir doğrunun kabullenilmesi öyle kolay olmuyordu. Babası yat deyince yatan kalk deyince kalkan bir dediğini iki etmeyen oğlum çalışma ama bu okulda beş yıl bekle, filanın çocuğuna yakışmadı demesin kimse… Yeter ki seni benim çocuğum gibi herkes görsün; diye eğitime bakardı. Devlette Bu algıdan farklı düşünmüyor. Çocukları okuttuk,okuma yazma çok iyi, ülkemiz kalifiye elaman noktasında Avrupa’da şuraya geldi buraya gitti vs. Övünebilmek adına nesilleri heba etmeyi tercih edebiliyor. Çoğu zaman da yanlış politik anlayışların kurbanı olarak nesillerin hayatı kararabiliyor.95 ile 2000’li yıllar arasında Liselerdeki Kredili sistem uygulamasının ortaya çıkardığı nesiller, eğitimde ciddi bir kopuşun yaşanmasına neden oldu.2003 ten sonra ki politik anlayış, Liselere giriş sınavları için önce LGS, SBS ve sonrasında da TEOG diye sınav sisteminde sürekli yaptığı değişimlerle Ortaokuldan Liseye geçişte çocuklara ciddi anlamda sarsıntı yaşattı. Yükseköğretime geçiş sınavlarında yaşanan çeşitlilikler de sınav müfredatının içinde yapılacak iyileştirmelerden çok, yapılacak sınavın adının değişmesiyle sınavın yüksek kalitede bir sınavmış gibi yansımasına neden oldu. Dershanelerin kapatılması diye başlayan süreç uzun bir süre insanları iyice sarstıktan sonra şimdi dershaneciliğin alası yeniden yapılmasına rağmen, kimse dershanelerle ilgili bir çift söz etmiyor. Yani günlük yatıp kalkıp aklınıza gelen her şeyi bir neslin geleceği üzerinde denemek isterseniz sağlıklı sonuçlar asla alamazsınız. Dershanecilik eğitimin önündeki en büyük engel olarak ifade ediliyordu, ne oldu da bu engel, engel olmaktan çıktı. Geçmişte MEB’de çalışan resmi bir öğretmenin aldığı maaşın en az 5 ile 10 kat arasında değişen oranda fazladan maaş alan bir dershane öğretmeni, şimdi geçim derdine düşmüş ve MEB’de çalışan bir öğretmenin aldığı paranın yarısını alamaz duruma gelmiş. Şimdi soruyorum eğitimin kalitesi bir taraftan aşağı çekilirken, öğretim kurumu olan dershanelerdeki öğretmenlerin yaşam standartlarının aşağıya çekilmesinde siyasi politik anlayışın bir etkisi olmamış mı dersiniz, yoksa bu siyasi algının yanlış eylemleri mi, bu sonuçları ortaya çıkardı. Yani bu anlayış kurum sahibi patronların kazançlarını arttırırken emekçilerin emeklerinin karşılığını alamaz duruma getirdi. Sebebi ise bu karmaşık süreçte, önümüzü görmüyoruz diyerek çalışanlarını korkutan patronlar, emekçilerinin haklarını kısmayı kendisi için bir hak olarak gördü. Diyeceğim o ki, siz günlük üzerinde düşünülmemiş ve hırsla istediğiniz bir düşünceyi toplum yaşamında uygulamaya koymak isterseniz, hem maliyetin hem de manevi ve nesiller üzerindeki olumsuz faturasının altından kalkamazsınız. Kalite ve kalifiye insan yetiştirmezsiniz, sadece ve sadece sistemin işleyişini engellemeyecek düzeyde nesillerin enerjisini biraz daha farklı alanlarda harcayarak sizin üzerinizde yoğunlaşmalarının önüne geçersiniz ama asla mutlak kaderi önleyemezsiniz. Mutlak kaderin içinde yer alacağımıza inanıyorsak o kaderin iyi ve kötü olması insan elinde olmasına rağmen insan böyle olumsuz bir sonun içinde olmayı neden arzular.

Bizim ülkemiz gelişmemiş ülkelere daha yakın olduğu için, onların eğitim mantalitelerinde olması gereken değişimlerin tümü bizim ülkemizde de olmalıdır.

 

Ülke yönetimine gelen farklı politik anlayışların kendi siyasi rantlarını arttırabilmek için, okulları ve eğitimi bir deneme laboratuvarı olmaktan çıkarmak gerekir. Bunun önüne geçilmediği sürece bizim okullarımız bir eğitim kurumu olma hüviyetini kazanamayacaktır. Üniversitelerimizde devletten maaş alabilmek için, siyasi iktidarların kendi adamlarını, akademik çalışma yaptırıyormuş gibi, oralara doldurarak kara trenin vagonları gibi işlevsiz bir yığın akademisyen ortaya çıkarır. Her ile bir üniversite anlayışı böyle bir süreci zorunlu kıldı birazda… Kâğıt üzerinde mesleki itibarı tescillenmiş akademisyen ve bilim dışı bilim adamları türedi. Bu işe kendisini vermiş hakikaten tüm özverisi ile yanlış eğitim anlayışı içinde, doğru çalışmalar yapan Bilim adamı akademisyenlerimizi saygıyla karşılıyorum. Benim söylemlerim, politik algıların, kendisini savunur bilim adamları yaratmak mantığının içinde kalanlar içindir.

Ülkemiz için şunun altını özellikle çiziyorum. Resmi ideolojinin eğitim konusunda üzerini çizdiği satırları bulalım ve onların üstünü değil altını çizelim. Eğitimi, siyasi partilerin tıkandığı yerde hemen başvuracakları yazboz tahtası olmaktan uzaklaştıralım. Devletin, politik iktidarlara göre değişmeyecek, bilimsel raporlara dayanan ve uzun soluklu uygulama gerektiren sürekliliği olan planlamaları içine alınmalıdır. Bunları yapmak devletin asli görevidir. Bunu acilen ve ivedilikle çözüme kavuşturacak ve uygulaması olan bir program haline getirmesi zorunludur. Devlet bunu yapmayacaksa, yarınlar bizim uzaktan bakacağımız ve önümüzden hızlıca geçecek terene benzeyecektir.

Ne bizler bakıyor olalım sadece, ne de gelecek nesillerimiz heba olmasın diyorsak, tüm sorumluluk sahibi düşünen idrak sahibi aydın entelektüel bilim insanlarını bu sorumluluğun altında bir tuğla olmaya davet ediyorum… Yarınlarımız olmayacak bu günümüz olmazsa, nesillerimizin yarını bizim bu günümüzdür bunu unutmayalım…

Uçlarda gezerek sizlere rahatsızlık verdiysem kusuruma bakmayınız, selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/18.03.2022/02.26

17 Mart 2022 Perşembe

PLANLAMA BİLİMSEL SONUÇLARA DAYANMALIDIR

 Önceliği olmayan toplumların sonrası olmaz ya da çok karanlık olur. Canlı olan her varlığın yaşamsal önceliği, biyolojik varlığının gıda alması ve varlığını sürdürmesidir. Biyolojik varlığı tehlikede olanların ikici adım üzerine yoğunlaşmasını düşünemezsiniz. Bu durum kâinattaki tüm canlıların yaşamı için geçerli olan bir kuraldır. Yani birincil ihtiyaçlar doyurulmadan ikincil ihtiyaçlar için eyleme geçmek düşünülemez.

Üretmeyen toplumların durumu birincil ihtiyaçlarını karşılamadan ya da karşılayacak ihtiyaç maddelerini almak için başaklarına bağımlı oldukları halde, daldan dala atlayarak kendilerinin çok iyi bir sirk maymunu gibi oynadıklarını anlatmalarıdır. Bir köylü ile filozof arasında latife olarak anlatılan şu hikâye tam da böylesi toplumları anlatır. Uzun bir yolculuğa çıkan filozofla köylü, yol boyunca konuşurlar ve filozof anlatır köylü dinler, uzunca bir yol gittikten sonra yorulurlar ve bir mola verip karınlarını doyurmak isterler. Köylü azığını ortaya koyar, filozofa senin ekmeğin nerede der, filozof benim azığım yoktur, neden yok, olmadığı için der. O zaman senin anlattıklarının ne kıymeti var, çünkü sen karnını doyuracak bir azığı elde edemiyorken, bırak o düşünceleri boşuna anlatıp kendini yorma der… Biyolojik ihtiyaçlarını karşılayamayanların ortaya koyacağı ihtişamlı fikir ve projelerin reel yaşamda bir anlamının olmadığını anlamadığımız zaman kendimizi bunalttıkça bunaltırız ve sonrasında aklını kaybeden, tımarhanede tımar edilmesi gereken bir meczup olup çıkarız.

Son yıllarda, yeryüzündeki kaynakların tükendiğini ya da azaldığını, bu kadar insanı yaşatacak kaynak kalmadığını anlatarak bilinçli olarak insanlık bir korku paranoyasının etki alanına sokuldu. İnsanların bu aczi yetini kullanmak isteyen güçler harekete geçerek, kendi yaşamları için başkalarının yaşam alanlarını istila ederek meşru ya da kendilerince haklı gerekçeler oluşturma peşine düştüler. Yani çatışma ve savaşların havadan sudan gerekçelerle oluşturulması için uygun ortamlar yarattılar. Bu süreci sorunsuz atlatacak toplumlar, birincil ihtiyaçlarını kendi ürettikleri ile karşılayan toplumlar olacaklardır. Silahı çok olan ya da nükleer güç sahibi olanlar bu savaşların kazananı olmayacaktır. Yaşamını devam ettirecek ve kimseye bağımlı olmayan üretici tarım toplumları bir sıfır galip bu savaşa başlayacaklar. Çünkü gıda temel ihtiyaçtır. Temel ihtiyacınız için başaklarına bağımlı iseniz, sizin ayakta kalma şansınız fazla olmaz; onun için herkesin kendi toplumu içindeki rollerini çok iyi oynaması gerekir.

Son dönemde ülkemiz içindeki karmaşaların arkasında ciddi anlamda gıda baronlarının olduğunu görmek gerekir. Gıdayı azalttığınız ya da karaborsa olarak piyasa sürdüğünüzde, insanların tedirginliklerini ve kaygılarını tavan yaptırırsınız. Bu korkuyla piyasaya çıkanlar, yalan yanlış demeden her söyleneni doğru bir bilgi aktarımı gibi alenen yayarlar. Sonrasında toplumsal yaşam ciddi yara alır. Bir ülkenin kendi içinde yaratılmak istenen korku ve tedirginlik, böylesi karanlık ortamları oluşturmaya yetiyorken, bir ülke ile savaşa girdiğiniz zaman, eğer toplum bu ihtiyaçlarının karşılanması için dışarı bağımlığını anlarsa savaşı hükmen kaybedersiniz.

Üçüncü dünya ülkelerinin en kısa zamanda, asırlar önce başlamış olan tarım devrimini tekrardan yapmaları kaçınılmazdır. Savaşların genel mantığına bakarsanız arkasındaki ana nedenin, yaşamak için ellerindeki imkânların yok olması ve başaklarının eline geçme endişesinin oluşturduğu korku olduğunu görürsünüz. Yani savaşma isteği, temel insani yaşam ihtiyaç maddelerinin tükenmesi veya kaybedilme endişesinden kaynaklı olduğuna şahit olursunuz. Özelde kendi toplumumuz için süreci ele alıp değerlendirmek istersek, öncelikli olarak iyi ve doğru saptamalarla istenilen anlamlı sonuçlara doğru yol almamız gerekir.

1923 Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda, ülke ekonomisinin nerdeyse tamamı tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Küçük ölçekli şehirlerde yapılan ticaret ve küçük imalatlar dışında. Yani Osmanlının Yüz ölçüm olarak üç kıtadan çıkarak toplayıcılık ve vergilendirme sistemi yerini doğrudan kendin üret kendin var ol anlayışına dönüştü. Hatta onun için Mustafa Kemalin ilkelerinden Devletçilik bu anlamda önemli bir yer tutuyordu. Yani kendi yağınla kavrulup başka yağlara ihtiyaç duymamayı içeriyordu.70-80 yıl nerdeyse bu anlayış tam olarak uygulanmasa da büyük oranda istenilen hedefe doğru gidiyordu.” Köylü Milletin efendisidir” sözü üretim yapan köylüleri, doğrudan motive ederek işlerini severek yapmaya teşvik olan bir sözdü. Köylü tarlalarını bırakarak şehirlerin yolunu tutmadı, belki düşük verimlilikte ilkel yöntemlerle üretim yaptı ama üretmeye devam etti. Onun için köylerimiz nüfus potansiyeli açısından şehirlerden nerdeyse başa baş gidiyordu.1980 sonrasında hızlı bir demografik hareketlilik başladı ve kentlerde ciddi bir çarpık yapılaşma, alt yapı sorunu, işsizlik ve tarımsal üretimde daralma başladı. Bu daralma her geçen yıl, devletin bu konudaki planlamaları dikkate alındığı zaman, sorunu önlemekten çok sorunların genişleyerek yayılmasını beraberinde getirdi.2000’li yıllarda %30 civarında olan kır nüfusu, 2020’li yıllara geldiğimiz zaman %5’lere indiği görülmektedir. Nüfus azalmasına bağlı olarak üretimde de ciddi bir düşüş yaşandığı göze çarpar. Demografik yapıdaki bu ciddi değişim, toplumsal yaşamımızı doğrudan etkileyerek, üretici toplum olmaktan çok tüketen topluma bizleri dönüştürdü. Küçük ölçekli Sanayi kuruluşları ve montaj sanayi ile kısmi bir sanayi üretimi olsa da, bu üretim tarımsal alandan boşalan üreteci yanımızın eksilmesini tamamlayamamış; dolayısıyla başkalarına bağımlılığımız kendiliğinden doğmuştur.

Ülkemizin gerçekliği bir yanımızı törpüleyerek, başka bir yanımızı yükseltmek üzerine kurulu bir anlayıştan geçtiği için, geçen bu kadar zamana rağmen, kendi duruşumuzu belirleyerek ayakları üzerinde duran bir ülke olmayı beceremedik. Bu hususta politik farklılıkları bir yana bırakarak, ülkemizin geleceği ve devletimizin dünyadaki yerini en iyi konumda alabilmesi için, üretim alanındaki plan ve programlarımızı yeniden gözden geçirerek, kalıcı ve çığır açıcı yatırımlar yapmak zorundayız.

Bir ülkenin gelişimini tamamlaması için, gelişim sürecindeki hiyerarşiyi dikkate alması zorunludur. Hangi alanda yatırım yapılacağını belirlerken, politik algılardan ve gündem belirlemeye çalışan algı yönetmenlerinin çabalarından uzak ciddi ve devlet aklı kullanılarak çalışmalar yürütülmelidir. Hiçbir zaman ülkenin kalkınabilmesi ve bu kalkınmanın devamlılık içinde olması için; ülke yönetimine gelen politik anlayışlar kendi anlayışına göre bir süreç belirlememeli. Ülkenin kalınma modelinin ve planlamasının bilimsel raporlar doğrultusunda bağımsız uzman bilim adamlarının belirleyeceği programa göre yürütülmelidir. Bu programlar önceden devlet planlama dosyalarında arşivlenmeli süreç oradan takip edilmelidir. Böyle olmazsa sürekli değişen politik anlayışlara göre ülkenin gelişim programları yapılır ki, bu bize hep zaman kaybettirir. Ve bu keşmekeşlik farklı politik algıların bir kendisini kanıtlamak için birbirinden bağımsız çalışmalarla iki ileri giderken, ondan sonra gelen sil baştan yeniden aynı konuları ele alıp, o konuda çalışmalar yapacağı için, uygun adım yerinde say komutunu yaşamak ve yapmak zorunda kalırız ki; bu ülke olarak imha olmamız demektir.

Geçmişte doğru yanlış veya eksik olsa da en azından DPT’i diye bir kurum vardı ve orada çalışan insanlar ülkenin beyin takımından oluşuyordu, sahiden bugün soruyorum, o kurum ne oldu ve onun yerini nasıl bir kurum aldı, almadıysa o işleri şimdi kim yapıyor. Günü kurtarmak için bir ülkenin programı olamaz. Son 25 yılı dikkate aldığım zaman bu net olarak ortaya çıktı. Öncesi çok mu iyiydi diye sormak hakkınızdır. Elbette farklı değildi, ancak son dönemi ele alarak sonuca gitmek istiyorum.

1983-1991 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu illerimize verilen hibe desteklerinin nasıl ve nerelerde çar çur edildiğine şahit olanlardan biriyim. Öğrenci olmama rağmen ülkem adına çok üzüldüğümü ve sinir kat sayılarımın nasıl yükseldiğini anlatamam. Adam besicilik için hibe alıyor, iki tane duvar örüyor, denetlemek için gelen görevliye biraz kıyak yapıyor, inşaatın %50 tamamlanmış gibi rapor yazılırken, inşaatın daha %1 bile ortada yokken parayı alıp götürüyor, son noktaya geldiğinde yine bir rapor ve alacağı miktar tamamlandığında zarar ettiğini söyleyerek bu ülkenin imkânlarını nerede nasıl tükettiklerini Allah biliyor. Büyükbaş hayvan, tavuk çiftlikleri mi, gazete üretim matbaası mı ne ararsanız bunların çoğuna bu fani şahit oldu, devlet soyuldu, ahlak sorunu olan insafsızlar tarafından… Buradaki sorumlu sadece bu vurgunu yapanlar değil, denetimi yapmayan devlet veya denetmenlerin para ile ilişkisi iyi olan insanlardan seçilmiş olması bu işte önemli etkendi. Böyle bir dönemde devletimizin imkânları heba oldu çoğu yerde, ancak buna karşın çok dürüst ve doğru insanlar da aradan çıktı şimdi onlar hala ülke ekonomisine katkıda bulunuyorlar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen devlet aklı, iyi bir kontrolör olması gerekir. Kontrol ve geri dönüşüm iyi çalışıyorsa bir ülkenin gelişmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Ama geri dönüşümden yoksun sadece prosedür ustası ellere devlet teslim edilmiş ise, vay o devletin haline…

Son 20 yılda özelleştirme furyasıyla Millete ait olan kurumların neredeyse hepsi bireysel ya da tüzel kişilerin eline geçti. Yabancı sermayeyi getirmek için işleyen kurumların bir kısmı ya da çoğu yabancı firmalara satılarak daha çok elimizdeki tesislerimize ortak getirdik ama yeni bir üretim tesisinin açılması için yabancı sermaye gelmedi bu ülkeye. Ya gayrimenkul alımı için ya da yol köprü ve yollar için yabancı sermaye geldi, bunlar da nakit paralarını alıyorlar; dolayısıyla topluma artı ne katkıları olup olmadığını çoğu zaman merak etmişimdir. Yani şunu vurgulamak istiyorum her dönemde ülkemizin ciddi bir gelişim dönemini yaşaması için kalıcı ve önceden planlanmış ciddi bilimsel çalışmalarının olmadığı görülmektedir.

Ülkemizin Şeker fabrikaları ya kapandı ya da özelleştirildi, şeker pancarı üretimi sınırlandırıldı, âmâ buralara alternatif devlet alım garantili ne tür ürün ekileceğine dair bir plan olmadığı için, ya tarlalar boş kaldı ya da toplumsal yaşamda tüketilme imkânı olan kısa ömürlü ürünlerle tarlalar boş bırakılmadı. Bu ürünlerin yetiştirilmesine uygun olmayan iklimlerde insanlar çoğu zaman zarar da ettiler. Bu zararlar yaşamın bir parçası haline geldiği zaman topraklarını boş bırakarak şehirlerin çekilmez yaşamları cazip alanlar haline geldi. Köyünde ağa ya da patron iken, şehirde asgari yaşama talim ederek hayattan koparıldılar. Bunların böyle olmasının sebepleri araştırılıp ve köklü çözümler olmadığı zaman bundan sonrası için de bundan farklı olmayacaktır.

Ülkemizin her karış toprağı her türlü yaşamsal ürünlerin yetiştirilmesi için uygun bir ülkedir. Buna rağmen biz dışarıdan buğday alıyorsak hayatımızı devam ettirmek için, nasıl bir yanlışlık olduğunu sorgulamaya gerek yoktur. Çeltik, suyun gittiği her yerde iklim ve zaman yeterli ise yetişmesine rağmen, Çin’den Pirinç alıyoruz neden? İç Anadolu Buğday arpa Yulaf gibi tahıllar için yaratılmış olmasına rağmen birçok yerde tarlaların boş kaldığını görüyoruz. Güneydoğu Anadolu Mercimek Nohut gibi bakliyatlar için yaratılmış ama bayağı azaltıldı ekim… Trakya tamamıyla Ayçiçek ekimi için neden planlanmaz? Bunları birer örnek olarak verdim ancak ülkenin her bölgesi için üretim ve bitki planlaması yapılarak ülkemizin nüfusunun üzerinde üretim yapma imkânımız varken neden böyle bir karanlık ortamı yaşamak zorunda kalıyoruz. Bunun sorumlusu şudur diye günahın yükleneceği kişi ve kurumları aramıyorum ancak ülkemizin içinde bulunduğu durum tüm bu iyi koşullara rağmen, hiç de iç açıcı değil…

Üretim seferberliği başlatılmalı. Topluma din anlatılması için diyanet yeni vaiz kadroları açmış ve KPSS’de 60 puan almış herkesin müracaatını kabul edecekmiş… Buraya kadar sorun yok, ancak şunu sormak hakkımız değil mi? Bu toplumda şimdi acil ve birincil öncelik hakikaten bu kadar cami ve 120 binin üzerinde çalışanıyla insanlar din anlatıldığı yerden uzaklaşıyorsa yenisini mi almak gerekiyor, yoksa var olan kafa yapısını değiştirip yeniden beyni resetleyip yeni format atmak mı gerekiyor. Maalesef biz sorunu bilmediğimiz için hep sorun üretmeye devam edeceğiz. Vaiz alacağına diyanet, Tarım il müdürlükleri, ilçe müdürlükleri Ziraat Mühendisleri ve Sosyologlar alsa, Mühendisler üretimin gerekliliğini ve önemi köy köy gezerek insanları doğru bilgilendirse, sosyologlar toplumsal bilin ve kültürel süreklilik konusunda toplumsal kaynaştırma eğitimleriyle her gün köylülerin evlerine misafir olarak yeni bir başlangıç için seri bir hareketlilik olsa daha mı kötü olur?

Bunları mesleğe alırken de alan uzmanları olarak alacak ve her gün yapılan çalışmaların raporları incelenecek ve toplumsal bilinç ve farkındalık yaratılarak, millî birlik ve vatan aşkıyla yeni gelişmelere insanlarımız hazırlanacak. Bunlar zor değil, yapmak inanmakla alakalı, inanıyorsanız başarırsınız… Öğretmenlere yaz döneminde bir ay tatil sonrası, gönüllü tarım seferberliği adı altında alana yönlendirerek halkımızı aydınlatmaları sağlanır ve toplumsal birlik ve beraberlik sağlanır ve devlet halkın içine iner… Hayvanın nasıl otlandığını bilmeyen Tarım Bakanının olduğu ve masa başından ahkâm kesmeyle insanların sorunlarını anlamayacağı anlaşılmalı… Bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin içinde bulunduğu hantal ve geleceği görememe basiretsizliği, geleceğimizi karanlıklara taşıma noktasında bizleri uyandırması gerektiği için… Biz bu uykudan uyanmazsak, herkesin horultusu bir başkasına müzik ritmi gibi geliyorsa, horlamaya devam edeceğiz demektir.

Biz Ülkemizi seviyoruz ve gelen karanlıkları, gelmeden nasıl önleriz diye heyecan ve aşkla bunları elimizin yettiği kadar durdurmaya çalışan gönül erleriyiz. Bu haykırışlarımız, duyduğumuz acıların bizlerde yarattığı travmadan kaynaklanıyor. Bu travmaları birlikte atlatmalıyız. Onun için menfaatsiz ve ülkesini seven erdemli insanlarla ortak bir akılla bu konuları gündem yaparak gerekli yerlere ileterek, ciddi ve kalıcı planlamamaları hayata geçirmemiz gerekir. Yoksa yarınlar bizim için öyle sanıldığı gibi tozpembe olmayacaktır. Köy yaşamı ve tarımı çok canlı hale getirmeliyiz. TV programları baştan sona değişmeli, eğitimle TV programları paralel gitmeli. Ülkemiz ve insanımız gün geçtikçe ayakta dolaşan ruhsuz bir kadavraya dönüyor, yazıktır bunlar biziz biz de onlar bir yanımız eksilmesin hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için olduğumuzu idrak ederek yaşayalım… Gece olmadığı zaman gündüz de yok olacaktır. Dolayısıyla herkesin birbirine ihtiyacı vardır. Ayrım gözetmeden, ideolojik yaklaşımları bir tarafa bırakarak herkesi Allah’ın yarattığı ilahi bir ruh taşıyan varlık olarak bağrımıza basarak, hayata yeniden başlayalım…

Makalemin konusu her ne kadar birincil ihtiyaçların önemini anlatmak olarak başlamış olsa da, aslında bu kaotik bakış tarzımızı kaldırmadan, birincil ihtiyaçlarımızın bir planlamasını yapmakta da zorlanacağımız için her alandan kısa kısa bazı hatırlatmalarla düşünsel ufkumuzda bir sorgulama yapmanın gerekliliğini ortaya koymaya çalıştım, faydalı olabildiysek, bu da rabbimin bir ikramıdır…

Selam saygı ve muhabbetlerimle,

Bahadır Hataylı/16.03.2022/01.19

15 Mart 2022 Salı

TOPLUM SÖZLEŞMESİ NEDEN OLMASIN?

Ülkenin içinde bulunduğu bu karmaşa sürecinden, sanıyorum aydınlık ortamlar doğacak gibi geliyor…6 Muhalefet partisinin parti programları ve ideolojik yaklaşımları farklı olmasına rağmen, bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, toplumdaki farklı kanatları temsilen bir araya gelmeleri, batıdaki toplum sözleşmesini aklıma getirdi.

Her ne kadar farklı sesler yükseliyor olsa da, ben biraz olumlu taraflardan bakmak istiyorum. Son yirmi yılın siyaseti çatışma üzerine kurulmuş bir politik anlayışla varlığını sürdürdü. Özellikle MHP ve Ak Parti ortaklığından sonra tamamıyla çatışma eksenli bir süreç oluştu. İnsanların bir araya gelerek bir paylaşımda bulunmaları sanki iktidarın altını oymak gibi anlaşıldı ve her ortamda en üst perdeden sürekli çatışmacı bir dil kullanıldı. Gezi olayları sırasında Devletin tepesi ortalıkta var olan olumsuz bir durumu, yatıştırması gereken dil yerine, ben %50’yi evde zor tutuyorum diyerek, toplumsal çatışma sinyallerini hep gündeme getirdi. Bu sözleri ifade eden Sayın RTE’nin karakteri, kişiliği ve duruşu dışarıdan bakıldığı zaman öyle anlaşılabilir, ancak öyle demek istememişti de diyebiliriz; ancak sizin tavrınızın ne olduğundan çok nasıl anlaşıldığınız önemli olduğu için, anlaşılan dil, çatışmacı bir dil olduğu herkes tarafından rahatlıkla fark ediliyordu. Bu çatışma ekseninde kurgulanan politikanın, neo liberal bir ortamda devam etmesi ve uzun soluklu toplumsal bir anlayış olarak kabul görmesi öyle kolay değildi. Bir taraftan özgürlüklerden bahsedeceksiniz, diğer yandan baskı ve dayatmalarla insanların özel ve özgürlük alanlarını her koldan kontrol altına alacaksınız, sosyal paylaşım ağlarındaki düşüncelerin ifadesinden dolayı gerekli cezai durumlar oluşturacaksınız. Tüm bunlar ve bunlara karşı bilenen farklı uçlar arasında çatışmaların gittikçe hacim olarak genişlediği bir dönemde, muhalefet partilerinin bir araya gelerek ortak bir metin üzerinde görüş birliğine varmak istemelerini şahsen ben önemsiyorum…

Ancak bizim ülkemizin, sürekliliği olan ve her dönemde de devam edecek bir kaderi var. Bu kader, yönetime kim gelirse gelsin, yönetime gelenlerin gücü ele alınca kendisi dışında kalanları terörle bağlantlandırarak açıklaması, çok kötü bir bahtsızlıktır. Yani kim iktidarsa bu ülkede iktidar dışında kalanların sesi yükseldiği zaman terörist damgası yemesi o kadar kolay olmaktadır.90 yıllarda muhafazakâr dindarlar bu kavramla anlatılırdı her ortamda. 80’li yıllar öncesinde sol kesim ve kısmen de Milliyetçi ülkücü kanat, bu kavramla anlatılmadı belki, ama anarşist diye anıldığını herkes bilir. O dönemdeki anarşist terör anlamına geliyordu. Bu kavramın muhatapları Ak parti iktidarı döneminde değişti, hatta çok daha kapsamlı hal aldı. O gün belli bir ideolojik grup terörist olarak anlatılırken, bu gün iktidarla uyum içinde olmayan ve sesini yükselten herkesim için rahatlıkla kullanılır oldu. Vatan hainliği çok ucuz oldu ve her ortamda hemen karşınıza çıkabiliyor, yani güce sahip olan iktidar yanında değilseniz veyahut ta eleştirel bakış ortaya koyuyorsanız toptan imhacı bir tavırla karşılaşabiliyorsunuz; arkasından hemen vatan hainliği mührü sırtınıza basılabiliyor.

Bu algıların oluşmasının temelinde çatışmacı bir politik algının olduğunu görmek gerekir. Toplumu yönetenlerin doğrudan söylemediği bu ayrıştırıcı ifadeler aşağılara ininceye kadar terörist vatan hainliği şeklinde karşılık bulabiliyor. Hatta gerekirse kızgın kitleler tarafından linçle karşı karşıya kalma ihtimalinizde olabilir. Bunları yatıştırmak ve politikadaki dili çözümleyerek yeni bir dil kullanarak, toplumu manevi değerler ve mana bütünleşmesi etrafında yeniden toplamak gerekir. Çatışmacı dil, taraftar toplama açısından bakıldığı zaman, belki olumlu bir dilmiş gibi gelebilir, ancak pragmatik yönü bir tarafa bıraktığımız zaman, toplumsal bütünlük ve ülke dışından gelebilecek tehlikelere karşı zayıflatıcı ve parçalamaya dönük bir dildir. Onun içindir ki bu çatışmacı politik dilin yerine farklı bir dilin geliştirilebileceği umudunu taşıdığım için önemsiyorum…

J.J Rousseau, Woltaire, J. Locke gibi önemli düşünürlerin “Toplum Sözleşmesi “olarak anlattıkları siyasal düzen gibi, bir toplumsal düzen oluşturmak için bir fırsat olabilir mi, neden olmasın? 6 Muhalefet partisinin bir araya gelmesini bu açıdan değerlendirdiğim zaman biraz umut taşıyorum. Ancak İktidardaki Tayyip Erdoğan’ı devirelim de sonrasında ülkenin yönetimini aramızda pay ederiz şeklinde bir yakınlaşma ise o zaman söylenecek söz yoktur. Ama toplum Sözleşmesi olarak değerlendirirsek o zaman üzerinde biraz durmamız gerekecek…

Hiçbir toplum, tek tür düşünceden oluşan insanların bir arada yaşamasıyla oluşmaz. Toplumu, toplanma merkezi olarak ele aldığımız zaman, bu toplanma alanında her düşüncenin temsili mümkündür, âmâ kimisi az, kimisi normal, kimisi de tam içinde kendisini bulacağı bir anlayışı destekler. Çünkü sizi ve düşüncelerinizi aynısıyla yansıtacak bir ortamı bulmakta zorlanabilirsiniz; ama size yakın olan bir oluşum içinde kendinizi ifade etmeyi isteyebilirsiniz. İşte böyle farklılıkların çoğunlukta olduğu ve gittikçe de daha fazla ayrışmaya gidilen dönemde bunları, 6 farklı partiyle temsilen bir araya gelip, toplumsal gerilimi hafifletmeye çalışmak bana göre kayda değer bir çıkıştır. Çünkü bu çıkış olmadığı zaman insanlar kendilerini dışlanmış, ötekileştirilmiş ve sürekli toplumsal yaşamdan pay almaları gereken bir çatışma ortamı içinde, yaşadıklarını düşünecekler. Bunları önlemek ve insanları toplumsal yaşamın içine çekerek sistemi sahiplendirerek sistemle entegre etmek için atılan olumlu adımlar olduğuna inanıyorum. Muhalif partilerin bir araya gelerek bir deklarasyon açıklaması, Toplumun tüm kesimlerine sistemi sahiplendirme olarak görüyorum.

Muhalefetteki bazı parti liderlerinin açıklamalarını dinlediğim zaman, kendi aralarında birinin düşünceleri altında birleşmediklerini, herkesin kendi bütünlüğü ile, o oluşum içinde bir araya geldiklerini anlattıklarını gördüm. Bu durum çok iyi bir gelişmedir. Yani toplumsal yaşamın farklı unsurları, ortak hazırlanacak bir metin üzerinde anlaşarak yaşayabilecekleri ortamı oluşturabilecekler demek ki; Bu bizim toplum için olağanüstü bir gelişme olur gerçekleşirse. Farklı unsurların bir arada olması her zaman toplumsal yaşam için olması gerekendir. Benzerlikler veya aynılıklar genel olarak kabul gören bir oluşum olmuş ise, orada yanlışların hainliklerin, olumsuzlukların ardı arkası kesilmez. Ama farklı unsurlar daima birbirinin kontrol mekanizmasıdır. Bunu daha net anlatacak, geçmişte Anadolu’da yaşanmış bir olayı anlatmak isterim. Almanya’da işçi olarak çalışan bir köylü, yazın köyüne geldiği zaman, kendisiyle araştırmacı olan bir Alman arkadaşını da köyüne getirir. İki hafta Alman arkadaşı köyde kalır, köylülerle tanışır onların içine girer onlardan biriymiş gibi bilgi edinmeye çalışır yani katılımlı bir gözlem yapar. Herkesin olduğu ortamda köylülere kaç tane traktörünüz var der. Köylüler hepimizin traktörü var derler. Oysa üç beş tane ancak traktörleri olmasına rağmen hepimizin traktörü var derler. Misafiri uğurladıktan sonra kendi köylüleri olupta Almanya’da çalışan arkadaşları onlara, sizin o kadar traktörünüz yok ki niye öyle söylediniz dediğinde, elin gâvuruna karşı rezil mi olalım diye cevaplarlar. Buradaki inceliğe dikkat edersek kendi aranızda normal olan bir durum başka birisi olduğunda ona karşı daha farklı tavırlar içine girebiliyorsunuz. Bunu okullarda görmekte mümkündür. Sade kız ya da sade Erkek liselerinde kontrol daha güç sağlanırken, karma okulların kontrolü, biraz da öğrencilerin kendi içinde olmaktadır. Onun için farklı düşüncelerin toplumsal kurumlarda yer almasından çekinmemek lazım, bu durum sistemin devamlılığına katkı sunmakla kalmayıp, sistemin kaçak ve kayıplarını da aza indirger.

Muhalif politikacıların bir araya gelmesi farklı kaçakları tıkamaya dönük bir çaba içinde olduğunu görmek lazım. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışını imha etmek için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Onun için de Türk siyaseti açısından olumlu sonuçlarının olacağına inanıyorum.

Politika, bir ideoloji, din ve etnik köken üzerinden yapılıyorsa, o bakış çok küçük ve toplumsal yaşamı kuşatmaktan aciz ve cılızdır. Siyasetin, Siyasi bir söylem olan Ortak yaşam alanı oluştururken, bu alanda herkesin kendi varlığını özgürce yaşaması, başkasının hak ve hukukuna tecavüz etmemesi için Toplum sözleşmesi oluşturması kaçınılmazdır. Toplum sözleşmesi, farklı programları olan ve farklı kitleleri temsil eden siyasi partilerin, kendi programlarını asgari düzeye çekerek ortak alan için azami müştereklerde anlaşarak hukuken herkesin uymak zorunda olduğu toplumsal nizam için gerekli ilkeleri hayata geçirme antlaşmasıdır. Bunun uygulamaya geçmesi demek, toplumsal yaşam içinde kendisini öteki gören kimse olmadığı gibi, kendisini ayrıcalıklı bir yerde görecek kimse de olmayacaktır. Yani devletin kurumları ve hukukun kuralları herkese aynı düzeyde yakın ve uzak olacaktır. Hukuk sadece, insanların toplumsal düzene yönelik olumsuz eylemlerini ve başaklarının yaşam ve imkânlarını ortadan kaldırmaya dönük faaliyetlerini önlemek amaçlı devreye girecektir. Dolayısıyla hukuk ideolojik olmaktan çıkacak, sistemi koruyan hukuk değil, insanı sistem içinde koruduğu için kutsal boyut kazanan bir hukuk sistemi ortaya çıkacaktır. Bu sistem, o hukukun oluşmasını sağladığı için, sistemi herkes sahiplenir ve sisteme karşı yapılacak olumsuz çabalar, toplumdaki her fert tarafından önlenir. Çünkü yüksek bir toplumsal denetim sistemi gelişir.

Genellikle büyük bir çoğunluğun bu oluşumun resmine bile tahammüllerinin olmadığı ortamda, ben toplumsal sistemin tıkanıklığının açılmasına katkı sunacak bir çaba olarak görüyorum. Ondan dolayı da bu tür oluşumların artması için aydınların fikir beyan etmelerinin gerekliliğini düşünüyorum. Fikir beyan etmek, Güce sahip olan yönetim erki ile ortak dil kullanarak ötekileştirici bir üslup kullanmak olmamalı diye inanıyorum. Çünkü gazete köşe yazarlarından TV yorumcularına kadar ortalıkta gezenlerin çoğu, davulun sesi nereden geliyorsa davulun sesini arkasına alarak horon tepinmenin dışında bir icraat ortaya koymuyor. Dolayısıyla ajitasyona dayalı bir toplumsal gerilim psikolojisi yaşatılıyor. Kitleleri bu tarz oyunlarla ya imha edersiniz, ya da kendinize döndürürsünüz. Düne kadar sizi yere göğe sığdıramayanlar bir anda sizin için ağza alınmayacak sözleri sarf etmekte bir beis görmez. Nedeni ise aldatılmış olduğuna inandırılmış olmalarıdır. Burada her kesimin görmesi gereken ince detayların olduğunu düşünüyorum. Ne muhalefet ne de iktidar bizim toplum için söylüyorum sütten çıkmış ak kaşık değildir. Bizler onların tıkandığı noktaları görüp düşünce ve fikir üretmemiz gerekirken, ne yazık ki kim tutar seni der gibi, övgü ve naatlar dizmenin ötesine geçemiyoruz. Levis Coser’in dediği gibi, kim bilir belki de çatışmanın olumlu fonksiyonlarının ortaya çıkacağı zamana geldik… İnşallah aydınlık sonuçlara ulaşmak dileğiyle diyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/15.03.2022/01.25


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!