Bu Blogda Ara

15 Mart 2022 Salı

TOPLUM SÖZLEŞMESİ NEDEN OLMASIN?

Ülkenin içinde bulunduğu bu karmaşa sürecinden, sanıyorum aydınlık ortamlar doğacak gibi geliyor…6 Muhalefet partisinin parti programları ve ideolojik yaklaşımları farklı olmasına rağmen, bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, toplumdaki farklı kanatları temsilen bir araya gelmeleri, batıdaki toplum sözleşmesini aklıma getirdi.

Her ne kadar farklı sesler yükseliyor olsa da, ben biraz olumlu taraflardan bakmak istiyorum. Son yirmi yılın siyaseti çatışma üzerine kurulmuş bir politik anlayışla varlığını sürdürdü. Özellikle MHP ve Ak Parti ortaklığından sonra tamamıyla çatışma eksenli bir süreç oluştu. İnsanların bir araya gelerek bir paylaşımda bulunmaları sanki iktidarın altını oymak gibi anlaşıldı ve her ortamda en üst perdeden sürekli çatışmacı bir dil kullanıldı. Gezi olayları sırasında Devletin tepesi ortalıkta var olan olumsuz bir durumu, yatıştırması gereken dil yerine, ben %50’yi evde zor tutuyorum diyerek, toplumsal çatışma sinyallerini hep gündeme getirdi. Bu sözleri ifade eden Sayın RTE’nin karakteri, kişiliği ve duruşu dışarıdan bakıldığı zaman öyle anlaşılabilir, ancak öyle demek istememişti de diyebiliriz; ancak sizin tavrınızın ne olduğundan çok nasıl anlaşıldığınız önemli olduğu için, anlaşılan dil, çatışmacı bir dil olduğu herkes tarafından rahatlıkla fark ediliyordu. Bu çatışma ekseninde kurgulanan politikanın, neo liberal bir ortamda devam etmesi ve uzun soluklu toplumsal bir anlayış olarak kabul görmesi öyle kolay değildi. Bir taraftan özgürlüklerden bahsedeceksiniz, diğer yandan baskı ve dayatmalarla insanların özel ve özgürlük alanlarını her koldan kontrol altına alacaksınız, sosyal paylaşım ağlarındaki düşüncelerin ifadesinden dolayı gerekli cezai durumlar oluşturacaksınız. Tüm bunlar ve bunlara karşı bilenen farklı uçlar arasında çatışmaların gittikçe hacim olarak genişlediği bir dönemde, muhalefet partilerinin bir araya gelerek ortak bir metin üzerinde görüş birliğine varmak istemelerini şahsen ben önemsiyorum…

Ancak bizim ülkemizin, sürekliliği olan ve her dönemde de devam edecek bir kaderi var. Bu kader, yönetime kim gelirse gelsin, yönetime gelenlerin gücü ele alınca kendisi dışında kalanları terörle bağlantlandırarak açıklaması, çok kötü bir bahtsızlıktır. Yani kim iktidarsa bu ülkede iktidar dışında kalanların sesi yükseldiği zaman terörist damgası yemesi o kadar kolay olmaktadır.90 yıllarda muhafazakâr dindarlar bu kavramla anlatılırdı her ortamda. 80’li yıllar öncesinde sol kesim ve kısmen de Milliyetçi ülkücü kanat, bu kavramla anlatılmadı belki, ama anarşist diye anıldığını herkes bilir. O dönemdeki anarşist terör anlamına geliyordu. Bu kavramın muhatapları Ak parti iktidarı döneminde değişti, hatta çok daha kapsamlı hal aldı. O gün belli bir ideolojik grup terörist olarak anlatılırken, bu gün iktidarla uyum içinde olmayan ve sesini yükselten herkesim için rahatlıkla kullanılır oldu. Vatan hainliği çok ucuz oldu ve her ortamda hemen karşınıza çıkabiliyor, yani güce sahip olan iktidar yanında değilseniz veyahut ta eleştirel bakış ortaya koyuyorsanız toptan imhacı bir tavırla karşılaşabiliyorsunuz; arkasından hemen vatan hainliği mührü sırtınıza basılabiliyor.

Bu algıların oluşmasının temelinde çatışmacı bir politik algının olduğunu görmek gerekir. Toplumu yönetenlerin doğrudan söylemediği bu ayrıştırıcı ifadeler aşağılara ininceye kadar terörist vatan hainliği şeklinde karşılık bulabiliyor. Hatta gerekirse kızgın kitleler tarafından linçle karşı karşıya kalma ihtimalinizde olabilir. Bunları yatıştırmak ve politikadaki dili çözümleyerek yeni bir dil kullanarak, toplumu manevi değerler ve mana bütünleşmesi etrafında yeniden toplamak gerekir. Çatışmacı dil, taraftar toplama açısından bakıldığı zaman, belki olumlu bir dilmiş gibi gelebilir, ancak pragmatik yönü bir tarafa bıraktığımız zaman, toplumsal bütünlük ve ülke dışından gelebilecek tehlikelere karşı zayıflatıcı ve parçalamaya dönük bir dildir. Onun içindir ki bu çatışmacı politik dilin yerine farklı bir dilin geliştirilebileceği umudunu taşıdığım için önemsiyorum…

J.J Rousseau, Woltaire, J. Locke gibi önemli düşünürlerin “Toplum Sözleşmesi “olarak anlattıkları siyasal düzen gibi, bir toplumsal düzen oluşturmak için bir fırsat olabilir mi, neden olmasın? 6 Muhalefet partisinin bir araya gelmesini bu açıdan değerlendirdiğim zaman biraz umut taşıyorum. Ancak İktidardaki Tayyip Erdoğan’ı devirelim de sonrasında ülkenin yönetimini aramızda pay ederiz şeklinde bir yakınlaşma ise o zaman söylenecek söz yoktur. Ama toplum Sözleşmesi olarak değerlendirirsek o zaman üzerinde biraz durmamız gerekecek…

Hiçbir toplum, tek tür düşünceden oluşan insanların bir arada yaşamasıyla oluşmaz. Toplumu, toplanma merkezi olarak ele aldığımız zaman, bu toplanma alanında her düşüncenin temsili mümkündür, âmâ kimisi az, kimisi normal, kimisi de tam içinde kendisini bulacağı bir anlayışı destekler. Çünkü sizi ve düşüncelerinizi aynısıyla yansıtacak bir ortamı bulmakta zorlanabilirsiniz; ama size yakın olan bir oluşum içinde kendinizi ifade etmeyi isteyebilirsiniz. İşte böyle farklılıkların çoğunlukta olduğu ve gittikçe de daha fazla ayrışmaya gidilen dönemde bunları, 6 farklı partiyle temsilen bir araya gelip, toplumsal gerilimi hafifletmeye çalışmak bana göre kayda değer bir çıkıştır. Çünkü bu çıkış olmadığı zaman insanlar kendilerini dışlanmış, ötekileştirilmiş ve sürekli toplumsal yaşamdan pay almaları gereken bir çatışma ortamı içinde, yaşadıklarını düşünecekler. Bunları önlemek ve insanları toplumsal yaşamın içine çekerek sistemi sahiplendirerek sistemle entegre etmek için atılan olumlu adımlar olduğuna inanıyorum. Muhalif partilerin bir araya gelerek bir deklarasyon açıklaması, Toplumun tüm kesimlerine sistemi sahiplendirme olarak görüyorum.

Muhalefetteki bazı parti liderlerinin açıklamalarını dinlediğim zaman, kendi aralarında birinin düşünceleri altında birleşmediklerini, herkesin kendi bütünlüğü ile, o oluşum içinde bir araya geldiklerini anlattıklarını gördüm. Bu durum çok iyi bir gelişmedir. Yani toplumsal yaşamın farklı unsurları, ortak hazırlanacak bir metin üzerinde anlaşarak yaşayabilecekleri ortamı oluşturabilecekler demek ki; Bu bizim toplum için olağanüstü bir gelişme olur gerçekleşirse. Farklı unsurların bir arada olması her zaman toplumsal yaşam için olması gerekendir. Benzerlikler veya aynılıklar genel olarak kabul gören bir oluşum olmuş ise, orada yanlışların hainliklerin, olumsuzlukların ardı arkası kesilmez. Ama farklı unsurlar daima birbirinin kontrol mekanizmasıdır. Bunu daha net anlatacak, geçmişte Anadolu’da yaşanmış bir olayı anlatmak isterim. Almanya’da işçi olarak çalışan bir köylü, yazın köyüne geldiği zaman, kendisiyle araştırmacı olan bir Alman arkadaşını da köyüne getirir. İki hafta Alman arkadaşı köyde kalır, köylülerle tanışır onların içine girer onlardan biriymiş gibi bilgi edinmeye çalışır yani katılımlı bir gözlem yapar. Herkesin olduğu ortamda köylülere kaç tane traktörünüz var der. Köylüler hepimizin traktörü var derler. Oysa üç beş tane ancak traktörleri olmasına rağmen hepimizin traktörü var derler. Misafiri uğurladıktan sonra kendi köylüleri olupta Almanya’da çalışan arkadaşları onlara, sizin o kadar traktörünüz yok ki niye öyle söylediniz dediğinde, elin gâvuruna karşı rezil mi olalım diye cevaplarlar. Buradaki inceliğe dikkat edersek kendi aranızda normal olan bir durum başka birisi olduğunda ona karşı daha farklı tavırlar içine girebiliyorsunuz. Bunu okullarda görmekte mümkündür. Sade kız ya da sade Erkek liselerinde kontrol daha güç sağlanırken, karma okulların kontrolü, biraz da öğrencilerin kendi içinde olmaktadır. Onun için farklı düşüncelerin toplumsal kurumlarda yer almasından çekinmemek lazım, bu durum sistemin devamlılığına katkı sunmakla kalmayıp, sistemin kaçak ve kayıplarını da aza indirger.

Muhalif politikacıların bir araya gelmesi farklı kaçakları tıkamaya dönük bir çaba içinde olduğunu görmek lazım. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışını imha etmek için bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Onun için de Türk siyaseti açısından olumlu sonuçlarının olacağına inanıyorum.

Politika, bir ideoloji, din ve etnik köken üzerinden yapılıyorsa, o bakış çok küçük ve toplumsal yaşamı kuşatmaktan aciz ve cılızdır. Siyasetin, Siyasi bir söylem olan Ortak yaşam alanı oluştururken, bu alanda herkesin kendi varlığını özgürce yaşaması, başkasının hak ve hukukuna tecavüz etmemesi için Toplum sözleşmesi oluşturması kaçınılmazdır. Toplum sözleşmesi, farklı programları olan ve farklı kitleleri temsil eden siyasi partilerin, kendi programlarını asgari düzeye çekerek ortak alan için azami müştereklerde anlaşarak hukuken herkesin uymak zorunda olduğu toplumsal nizam için gerekli ilkeleri hayata geçirme antlaşmasıdır. Bunun uygulamaya geçmesi demek, toplumsal yaşam içinde kendisini öteki gören kimse olmadığı gibi, kendisini ayrıcalıklı bir yerde görecek kimse de olmayacaktır. Yani devletin kurumları ve hukukun kuralları herkese aynı düzeyde yakın ve uzak olacaktır. Hukuk sadece, insanların toplumsal düzene yönelik olumsuz eylemlerini ve başaklarının yaşam ve imkânlarını ortadan kaldırmaya dönük faaliyetlerini önlemek amaçlı devreye girecektir. Dolayısıyla hukuk ideolojik olmaktan çıkacak, sistemi koruyan hukuk değil, insanı sistem içinde koruduğu için kutsal boyut kazanan bir hukuk sistemi ortaya çıkacaktır. Bu sistem, o hukukun oluşmasını sağladığı için, sistemi herkes sahiplenir ve sisteme karşı yapılacak olumsuz çabalar, toplumdaki her fert tarafından önlenir. Çünkü yüksek bir toplumsal denetim sistemi gelişir.

Genellikle büyük bir çoğunluğun bu oluşumun resmine bile tahammüllerinin olmadığı ortamda, ben toplumsal sistemin tıkanıklığının açılmasına katkı sunacak bir çaba olarak görüyorum. Ondan dolayı da bu tür oluşumların artması için aydınların fikir beyan etmelerinin gerekliliğini düşünüyorum. Fikir beyan etmek, Güce sahip olan yönetim erki ile ortak dil kullanarak ötekileştirici bir üslup kullanmak olmamalı diye inanıyorum. Çünkü gazete köşe yazarlarından TV yorumcularına kadar ortalıkta gezenlerin çoğu, davulun sesi nereden geliyorsa davulun sesini arkasına alarak horon tepinmenin dışında bir icraat ortaya koymuyor. Dolayısıyla ajitasyona dayalı bir toplumsal gerilim psikolojisi yaşatılıyor. Kitleleri bu tarz oyunlarla ya imha edersiniz, ya da kendinize döndürürsünüz. Düne kadar sizi yere göğe sığdıramayanlar bir anda sizin için ağza alınmayacak sözleri sarf etmekte bir beis görmez. Nedeni ise aldatılmış olduğuna inandırılmış olmalarıdır. Burada her kesimin görmesi gereken ince detayların olduğunu düşünüyorum. Ne muhalefet ne de iktidar bizim toplum için söylüyorum sütten çıkmış ak kaşık değildir. Bizler onların tıkandığı noktaları görüp düşünce ve fikir üretmemiz gerekirken, ne yazık ki kim tutar seni der gibi, övgü ve naatlar dizmenin ötesine geçemiyoruz. Levis Coser’in dediği gibi, kim bilir belki de çatışmanın olumlu fonksiyonlarının ortaya çıkacağı zamana geldik… İnşallah aydınlık sonuçlara ulaşmak dileğiyle diyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/15.03.2022/01.25


14 Mart 2022 Pazartesi

GÜCÜN TEK ELDE TOPLANMASI İFSATIN KAYNAĞIDIR!

“Onlar harcadıklarında israf eder sınır tanımazlar ama başkalarına verdiklerinde ise cimrilik ederler.” Tüm mahlûkatın yaratanı insanın yeryüzünde güç olmasıyla nasıl bir tavır takınacağını açıkça beyan etmesine rağmen, Yaratıcıya kul olduğunu söyleyenlerin bu doğrultuda gözü kara davrandıklarını görünce bu hususta birkaç kelam etmek lüzumunu hissettim.

Gücü ele geçiren tüm anlayışların, kendi tüketimleri için hiçbir sınır tanımaksızın kendi dışında kalanların ihtiyaç ve imkânlarının sınırlarını belirlediğine şahit olmak, artık hayatımızın bir doğası haline geldi. Dünyanın neresine giderseniz gidiniz, her toplumda çoğunluğun yaşamı üzerine bir hesaplama içinde olanlar, mutlu azınlıkların yaşamı için hiçbir değerlendirme yapmazlar. Çünkü mutlu azınlıklar her şeye sahip olduklarına ve kâinatın içinde kendilerinin olmazsa olmaz olduğuna inanır ve öyle yaşarlar. Onların yaşamlarını etkileyecek hiçbir olumsuz uygulama onların mıntıkasına yaklaşmamalıdır. Eğer bir kısıtlama ve hesaplama yapılacaksa bu mutlaka mutsuz çoğunlukların yaşamı üzerinde ele alınmalıdır. Onun içindir ki her dönemde asgari yaşam diye, bir gündeme şahit olursunuz. Asgari yaşam standardı demek biyolojik bir varlık olma hakkını kazanmanız demektir. Biyolojik açıdan canlılığını koruyanlara, bunun dışında sosyal bir varlık gibi davranılmasını beklemekte o kadar güç olmaktadır. Çünkü biyolojik olarak yaşamak demek, sizin diğer ayrıcalıklı mutlu azınlıklar gibi, dünya nimetlerinden faydalanacak düzeyde, içinde bulunduğunuz tabakanın dışına çıkarak onlara sahip olma isteklerinizi haklı kılmıyor. Mutlu azınlıkların hayatını etkileyecek bir olumsuzluğun ortaya çıkmaması esas alınarak, sizin yaşam şekliniz onlara göre biçim almaktadır. Dünyanın var olan tüm sistemleri böylesi bir yaşamı özgürlük insan hakları ve demokrasi olarak yaygın hale getirip meşrulaştığı dönemde, mutsuz çoğunlukların talepleri, bu durumda her zaman meşru olmayan talepler içinde yer almaya mahkûmdur.

Yaratıcı, malın mülkün tek elde toplanarak devletleşerek, başkalarına zulmetmesini istemediği halde, adı ne olursa olsun, tüm devletlerde malın tek elde toplanıp başkalarını mağdur etmediği bir yönetim biçimi gösterebilir misiniz? Ne yazık ki, muhafazakârlıktan demokrasiye, teokrasiden sosyalizm ve komünizme, monarşiden oligarşiye, kapitalizmden liberalizme kadar adı ne olursa olsun hepsi bir güç etrafında pervane gibi dönen mutsuz çoğunluklara hükmetmektedir. Mutsuz çoğunluklar mutlu azınlıklara hizmet edip sonunda ezilen tarafta yer almalarına rağmen, bu sistemler buna rağmen yaşamlarını devam ettiriyorsa, mutsuz çoğunlukların bu işte büyük veballeri vardır.

Ekâbir sınıfının yaşam alanı içindeki en üst tüketim sınırını belirleyemeyen, ama en altta yaşayanların ölüm sınırı hakkında rahatlıkla konuşan sistemlerin tümü, miadını doldurmuş olmalarına rağmen, hala yeryüzünde yaşıyorsa bu durum insanlığın, insan olarak yaşadığını sanmasındadır. Siz yaşamınız hakkında sizin yerinize düşünen birilerinin gölgesinde kaldığınız müddetçe, üzerinize güneşin doğmayacağından emin olabiliriniz. Güneşin doğrudan ısı ve ışığından faydalanamayanlar, her daim hastalıklı bir organizmayla varlıklarını devam ettirirler. Dünyanın her yanında yaygın hale gelen bu hastalığın hücrelerinin kurutulması ve yeni bir dünyanın oluşumuna kapıların aralanması için, öncelikle kendi kapsam alanlarımızdan başlayarak kendimizi değiştirerek yola koyulmak zorundayız.

Kendi cinsleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışanlar, kendilerini daha konforlu yaşatmak için herkese dağıtılmış olan rızıkları ele geçirerek, onların yaşamlarını zora sokarlar. Ondan sonra bunun adına da kader diyerek büyük bir topluluğu köleliğe mahkûm ederler. Kader denilen şey ölçüdür. Yaratıcı ölçüyü doğru yapmıyorsa o bir yaratıcı olamaz, onun ortaya koyduğu doğru ölçüyü, kendinize göre ayarlayıp sorumluluğu da Yaratıcıya yüklediğiniz zaman, siz yeryüzünden gitmesi gereken necisler sınıfına girersiniz. Yaratıcı hiçbir zaman yarattığı bir canlının acılar içinde kıvranarak yaşamasından zevk alacak kadar gaddar değildir, mutlu azınlıklar gibi… Yaratan merhamet ve şefkat sahibidir. Onun tüm bu olumsuzluklara ses çıkarmıyor gibi görülmesi yanlış anlaşılmasın, onun sünnetinde asla bir değişim bulamazsınız, onun söylediği her söz gerçekleşeceği günü beklemektedir. ”Zalimler gaddarlar ve insanlığı ezen haydutlar için önceden tayin edilmiş bir ecel olmasaydı, Allah onları anında yok ederdi. Allah’ın kanunları günlük değil, o bir plan ve düzen içindedir. O gün geldiği zaman, onun önüne geçecek hiçbir yaratılan bulamayacaksınız. Bazen duyarsınız Yaratıcı bizi hiç mağdur etmedi ne istediysek verdi, tüm düşmanlara karşı bizi galip getirdi, önümüzdeki engelleri aşmamızı sağladı, demek ki bizler yaratıcının halis kullarıyız diye kendisine büyük övgüler dizilmesini isteyen yaratıkları… Oysa Bu Rab öyle bir Allah ki, Kötülük aşılamada üstüne kimse olmayan şeytanın isteklerine bile, karşılık verecek bir Rabdir. “İnsan hayra dua eder gibi şerre de dua eder…”İstediği şerlerle karşılaştığı zaman, onların kendisi için verilmiş bir hayır ve kendisinin de seçilmiş bir kul olduğuna inanır. Oysa bu yaşam denklemi hiçte öyle işlemiyor, keşke azgınlaşan insan bunu bir anlasaydı.

Her türlü hainliği mütekebbirliği yapmış olan iblis, ”Rabbim yeniden dirilecek güne kadar bana mühlet ver” dedi ve Allah ona cevaben ”Sen mühlet verilenlerdensin ”dedi. Evet, İçten istenilen iyi ve kötü ne varsa onların karşılığını verecek bir Allah var hayatın her alanında… Elimize geçenlerin, bizim çok iyi biri olduğumuzdan dolayı bize verildiğine inanarak hareket edersek, şunu hiç unutmayalım ki iyiliklerin mıntıkasına ulaşma basiretimiz kalmayacaktır. İnsan kendisinin iyi mi, kötü mü yaptığına yalnız kaldığında vicdanın içerden kendisine seslenmesiyle anlayacaktır. Ancak Vicdanın sesini boğmak istediği müddetçe bufalo gibi çamura batarak yaşam sürecini noktalayacaktır.

Bunları örneklendirmemin sebebi, asıl konumuz hakkında düşündüklerimizi ortaya koyarken, nereden bu bağlantıları kurmamız gerektiğini tetkik ederek doğru sonuçlara gitmemizi sağlamaktır. Yeryüzünde var olan yönetim sistemlerinin hiçbiri kuşatıcı ve merhamet yönü ağır olan bir sistem değildir. Eğer dünyanın her yerinde mutlu azınlıklar, mutsuz çoğunlukların kanını emerek ve onların yaşamları için kuralları onlar koyuyorlarsa, orada adalet ve insanlık hepten imha edilmiştir. Değer sistemi olmayan bir dünyanın değerli olması asla düşünülemez. Onun için önce yeryüzünde değerli olan varlığı ortaya koyarak o varlığın yaşamının değerli olması için tüm çabalar onun etrafında şekillenmelidir. İnsan yaratılış itibarıyla değerlidir. Çünkü Yaratıcı kendi ruhundan üfledikten sonra, onun değerli olduğunu vurgulamıştır. Allah’ın değerli kıldığı bu varlığın, varlığına has olan bu değeri kimse onun elinden alıp, onu değersizleştirme hakkına sahip değildir. İnsanın yapıp ettikleri ile ilgili olan değer, onun eylemsel boyutta kazandığı değerdir. Eyleme dayanan kazanımlar ya onun davranışsal saygınlığını artırır ya da aşağı çeker. Bundan dolayı alacağı karşılık hiçbir zaman yaratılıştan kaynaklanan verilmiş değerini imha edecek bir karşılık olamaz. İşte dünya ölçeğinde kurulmuş sistemlerin tümü, insanın davranışsal kazanımları ile doğuştan getirdiği yaratılışta kendisine verilen değeri birlikte görüp insanı imha yoluna gittiler. Ondan dolayı da yeryüzünde yaşayan insanlar arasında ciddi uçurumlar oluştu. Bir tarafta olağanüstü mutlu azınlıklar, diğer yanda dünyanın neredeyse tamamına yakını olacak düzeyde mutsuz çoğunluklar ortaya çıktı.

Allah’ın tüm canlılar için yarattığı ve verdiği imkânlar, doğuştan gelen haklardır. Onların herkes arasında pay edilmesi ve kimsenin, başkasının hakkına tecavüz etmemesi gerekir. Bundan sonraki kazanımlar ise, eylemlere bağlı elde edilecek imkânlardır. Bu da her insanın kendi yeteneklerini kullanmasıyla elde edeceği imkânlardır. Ancak bunlar hırsızlık uyanıklık hile, kandırmaca şeklinde kazanılamaz, doğal ortamda insani kurallar ve hakikate hizmet eden hukuk çerçevesinde olmalıdır. O zaman bu insanın kazanımları ana sütü gibi helaldir. Bu kazanımlar hiçbir zaman insanlar arasın da uçurumlar oluşturmaz, çünkü sınırsız biriktirme ve harcama hakkını ona vermez. Dolayısıyla mal ve birikimler insanlar arasında dağılır ve bir yerde birikerek devlet olmasının önüne geçilir. Bunu yapmayanlar ve bunların olmaması için mücadele etmeyenler, yönetim sistemlerini bu çerçevede gözden geçirip adaletin tesisi için uğraşmayanlar mutlaka ama mutlaka çok yakın bir dönemde imha olacaklardır. Allah’ın sözünde bir eksiklik ve yalan bulamazsınız. “Zalimler yakında nasıl bir devrilişle devrileceklerini bileceklerdir. Dünya müstekbir güçleri, doğrudan hız limiti olmadan oraya doğru gidiyor. Yeryüzünde adil ve mutlu bir yaşamı isteyen Allah, yeryüzünü ifsat edenlere, mazlumların gücü yetmediğinde ya da mazlumlar kendilerine zulmederek zalimlerin değnekçisi olup onları omuzlarında yükselttiğinde hepsini birden imha eder yerine yenilerini getirir. Bu ona güç değildir.

İnsanın ilahi boyutunu dikkate almayanların tümü, kendini yeryüzünde mutlak güç sanır. Oysa bilmez ki kendisinin güç olup olmadığını onaylayacak olanlar da kendisinin değer vermediği cinsleridir. Aşağıladıklarınızın verdiği değerle kendinizi değerli bulacak kadar basit ve sıradan bir değerlendirme kriterini kendinize ölçü alarak yaşarken, kendinizin erişilmez olduğunu sanmanız komik olmuyor mu sahiden, siz bunu anlayabiliyor musunuz?

Zulmü meşrulaştırarak, zulümle abat olacağını sananların hepsi yerin altında hesap gününün gelmesini bekliyor. Zulmün yerine adaleti, kavganın yerine kardeşliği, savaşın yerine barışı, ayrıştırmanın yerine kaynaşmayı ve dayanışmayı, gaddarlığın yerine merhameti, kanunun yerine hukuku, hırsızlığın yerine emeği, israfın yerine tasarrufu, cimriliğin yerine cömertliği, konforun yerine sadeliği ve mütevazılığı, kötünün yerine iyiyi, firavunluğun yerine istişare ve ortak aklı, mutlu azınlığın yerine mutlu çoğunluğu, asgari yaşam yerine insani yaşamı koyan bir anlayışla dünyaya yeniden yelken açmanın tam zamanı, yoksa bütün bir insanlık yok oluş kıyısının yanı başında doğacak tsunami dalgalarının ortaya çıkacağı zamanı bekleyedursun…

Bu hatırlatmalarım bütün bir insanlığın yok olma sürecinden önce yeniden dirilme mesajı olduğunun bilinmesini isterim. Bir kâhin olarak bunları yazmıyorum, sadece kâinattaki Allah’ın sünnetullahının gerçekleşeceğine yakinen inananlardan olduğum için, bu sürecin hızlanarak geldiğini görüyorum… Hiçbir şey nedensiz değildir. Nuh (as) gibi bende insanlığın haddi aştığını söylüyorum. Ancak Nuh’a (as) o toplumun verdiği cevap, senin o bahsettiğin şeyler ne kadar ne kadar uzak, zaten onların olmasına da inanmıyoruz dediklerini, şu an da söyleyeceklerin olacağını biliyorum. Ancak bu gün Nuh’un(as) gemisinin, adalet hak hukuk ve sadece iyiliklerin taşıyanı olduğunu görmek lazım bunun dışındakilerin tamamı batacak.

“Yer sarsıldıkça sarsıldığı ve içindeki tüm hazineleri dışarıya fırlattığı zaman, insan ne oluyor der: İşte, o gün yer rabbinin kendisine bildirmesiyle içindekileri dışarı atıyor…”Bu gün geldiği an biz aşağı, aşağıdakiler yukarı, gelin o güne gelmeden önce, gurur ve kibirlerimizi ayaklarımız altına alarak kendimize gelelim, o gün kendimize gelecek zamanımız olmayacak…

Son olarak diyorum ki, yeni sistem tüm insanlığın kurtuluşu ve yaratıcının yeryüzünde olmasını istediği bir sistem olmalıdır. Hiçbir din ve ideolojiye dayanmadan sadece Adalet ve hukuk çerçevesinde şekillenmeli tüm farklı düşüncelere insan olarak yaklaşıp ona göre hizmet sunan bir anlayış barındırmalıdır. Bunu yapacak beyinlerin ve dertli insanların olduğuna inanıyorum o dertli insanların tümünü Nuh’un gemisinde buluşmaya davet ediyorum tufan dünyayı kuşatmak üzere…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/13.02.2022/15.42

13 Mart 2022 Pazar

ZAMANLA GEÇMEZ, ZAMANLA GEÇERİZ

Sermayesi ziyan olanların hangi kazancının hesabını yapacaksınız ki? Sermayeden yiyenler bir gün son noktayı koyduklarında ortalıkta kas kavlak kalırlar… Sermaye denildiği zaman, herkesin aklına gelen ilk şey ekonomik kazanımlardır. Oysa insan için en önemli sermaye zamandır. Zamanı sermaye olarak bilip bu sermayeyi kaybetmek istemeyenler, ancak geçen süreyi lehlerine çevirebilirler.

İnsanın en rahat harcadığı ve bir daha elde edemeyeceği sermaye zaman olmasına rağmen, zamana karşı ihanetin en büyüğünü yapar. Zamanı doğru yönetebilmek ve zamanla birlikte yaşamak, zamanın her anını bir kayıp olarak bilip, hayata anlam katmak öyle kolay olmuyor. Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir durumdur zamanın horlanması ve aşağılanarak ona karşı lakayt tavırların takınılması.

Herkesin kafasında bir düşünce zamanı doğru planlamak gerekir diye, ancak ne zamanı planlama imkânı var, ne de zamana yenilerek hayatına katacağı bir yenilik olur. Zamanı kimse planlayamaz ama zamana göre kendimizi planlayabiliriz. Çünkü zaman kuşatıcıdır, biz ise zamanın içinde bir zerre, zerreler daima zamanın içinde onunla birlikte akıp giderler ancak zannederler ki, zamanı yönetenler kendileridir. Zamanı yöneten ve planlayan ancak zamanı yaratandır. Zamanı yaratanın, zamanı niçin yarattığını bilirsek, zaman hayatımızı kendisiyle birlikte taşır. Bizler zaman treninde yolculuk yaptığımızı düşünürüz ve onun içinde hayaller kurarız, oysa hep geride bulunduğumuz ortamdan haz alarak, onunla boğuşurken kaçıncı tren gelir geçer farkında bile olmayız; ama sanırız ki biz zamanla birlikte yaşıyoruz. Zamanla birlikte yolculuk yapanların geçmişle ilgili eyvah ve ahları olamaz, gelecekle ilgili de erişemeyecek hayalleri bulunmaz. Çünkü zaman geçtiği her istasyondan alacaklarını almasına müsaade edecek kadar taşıdıklarına karşı hoşgörülü ve merhametlidir.

Zaman treni sürekli ring yapmaktadır. Onun sürekli beklediği bir istasyon yoktur, uğrar yolcularını alır ve devam eder, hangi yolcu hangi istasyonda inecekse, onları indirecek kadar bize süre tanır. Dolayısıyla biz onun kontrolünde yaşarken bizi kapsayan ve bizimle ilgili tüm detaylar onun elinde iken, biz bu halimizle kalkıp onunla ilgili planlar yapma derdindeyiz. Hiçbir zaman küçük beyinler kendilerini kuşatacak bir değer için, yapacakları planların işleyeceğini sanmasınlar.

“İnsan hüsranda ancak İman eden, Salih amel yapan, birbirine hakkı ve sabrı hatırlatanlar müstesna” derken, zamanın insanı nasıl öğüterek bir un haline getirdiği de bura anlatılmaktadır. Biraz tefekkür buradaki incelikleri bize gösterecektir. “Zamana yemin olsun ki, ”diye yemin eden zamanın sahibi, burada çok ince bir noktaya yoğunlaşmamızı istemektedir. Yemin olsun ki, bu zaman sizi alıp götürüyor, ancak siz hala istediğiniz taşıta bineceğinizi sanıyorsunuz, hangi taşıta binerseniz bininiz, bindiklerinizin hepsi bu zaman treninde taşınmaktadır. Yani sizi de sahip olduklarınızı da, sizi koruduğunu sandıklarınızı da zaman taşımaktadır. Sizi istediğiniz yerde değil, bizim ona söylediğimiz yerde bırakacaktır. Geride kalıp bu trene binmeyenler veyahut ta sonrakine bineriz diye bekleyenler, tanıdığımız süreyi boşa geçirdiklerinden, sonrakine telaşlarıyla binerek ruhi bir bunalımla neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamayacak düzeye gelebilirler. Onun için benim size tavsiyem, Önce benim bu söylediklerimin ciddiyetini anlayın ve beni zamanın sahibi olarak kabul edip iman edin, ardından Salih davranışlarda bulunun, yeryüzünde herkesin her canlı ve cansızın faydasına olacak eylemler yapın; yoksa bir daha geriye dönme imkânınız olamaz.

Bunları size hatırlatan her şeyin sahibi ve her şeyi tasarrufuna alan Allah olduğumu anladığınız anda zamanla olan savaşınızı durdurur, onunla barış içinde yaşarsınız. Zamanla barışanların hayatı arı duru ve anlamlı geçer. Anlamsız hayatların egemen olduğu yerde herkesin “zamanla” olan bir sıkıntısı olduğu asla unutulmamalıdır.

Zaman, her şeyin ilacı diyerek kendimizi aldatırız çoğu zaman. Oysa zaman ilaç değil, bizim ne acayip varlıklar olduğumuzu ortaya çıkarıp aynaya bakıp kendimizle olan savaşı sonlandırmamızı istemektedir. Çünkü zaman bir ana gibidir, hiçbir yavrusunun acı çekmesini istemez, ondan dolayı herkesi uyandırıp kendisiyle birlikte süresi içinde yolculuk yapmalarını istemektedir. Zamanın bu kuşatıcı ve merhamet taşıyan yanını görmeyenler onunla olan savaşı kaybettikleri gibi sorumlu olarak ta hep onu gösterirler. Mesela, Yanlış zamanda doğdum aslında ben bundan 50 yıl önce doğacaktım veya keşke eski günlerim bana geri verilse ben bilirim ne yapacağımı diye hayıflandığımız anlar hepimiz için çok olmuştur. Ancak bunların hiçbirisi sorunun zamanın sırtına vurulmasını gerektirmiyor. Çünkü zaman kimseye iltimas geçmediği gibi kimseyi ötelemez, herkese aynı imkânları sunar. Kimisi içinde bulunduğu ortama uyum sağladığını sanır orada yaşar, kimisi gelecekle ilgili hayaller kurarken zamanın gelip geçtiğinin farkına varmaz, bir de bakmış ki saçlar beyazlamış bel bükülmüş ömür dediğin batan güneş gibi kızıllıklara gömülmüş muhteşemliğini yitirmiş, acınacak halde yeni günlerin gelmesini bekler. Oysa gelen her gün farklı bir gün ve kendisi de önceki günlerde olan kendisi olmadığı için, acaba bu iki unsurun birbiriyle aşılanması tutar mı tutmaz mı oda bilinmez; bir de bakmışsınız kuruyan bir dal olup çıkmış…

Her doğan bulunduğu zamanla en iyi aşı yapılacak durumda olmasaydı, yaratıcı bu canlıları öyle yaratmazdı. Ben şu zamanda doğsaydım bilirdim ne yapacağımı diye hayıflanan bizler, kendimize karşı en büyük yalanı söylediğimizin farkına varsak belki dirilir kendimize geliriz. Ne yazık ki, insan alışkanlıklarının kurbanı olduğu halde bu alışkanlıkların elinde harcanan bir zavallı olduğunu göremediği için, zamanla arasındaki savaşı bitirmeyi bir türlü beceremez.

İnsan mekân odaklı, zaman kuşatıcılığı içinde bir kobay gibi kullanılan varlık olduğunu kendisine reva gördüğü zaman, bu mekân değirmeninde zaman adındaki değirmencinin çarkından çıkan bir una dönüşecek. Bu varlığın bir un gibi savrulan yaşamını tane olarak tünelin sonuna kadar koruyarak götürmesi yine kendi elindedir.

Herakleitos’un deyimiyle, ”İnsan bir ırmağın suyu ile ikinci kez yıkanamaz, sular akar gider ve onun arkasından hep yeni ve farklı sular gelir. İnsanın da durumu her an değişmektedir. Onun ruh hali, ruh haline bağlı bedensel değişimlerin oluşması da sürekli farklılık gösterir. Dolayısıyla her şey sürekli değişim halindedir. Bu değişimle birlikte devam etmeyenler değişimin değiştirdiği varlıklar olup çıkarlar. Çok duyarsınız hepimiz de bunu söylemişizdir. Değişim kaçınılmaz diye, oysa değişim kaçınılmaz demek, başkalaşmak ve dün farklı iken bu gün daha farklı olmak olmamalıdır. Değişim değil devamlılık esastır. Devamlılıkta geçtiğiniz yerin coğrafyanın, iklimin, zamanın kültürün sizi biçimlendirip ya da sizin onlardan alacaklarınızı alarak yolunuza devam etmeniz söz konusudur. Oysa değişimde genellikle gece gündüz gündüz de gece gibi bir başkalaşma vardır. Onun içindir ki, değişim kavramının yerine devamlılık ve süreklilik kavramını kullanmayı daha uygun görüyorum.

Devamlılık zamanda bir yolculuktur. Hangi durakta ne zaman durulacak ne kadar beklenilecek bunların farkına vararak, doğumla ölüm arasında kendisine biçilmiş olan ömrü istenilen yerde ve ortamda geçirecek titiz bir eylem barındırır. Yani içinde gelişim vardır. Gelişme bir organizmanın geçen zaman, tüketilen imkânlar ile ne kadar fiziken ve ruhen belli bir aşamaya gelip olgunlaştığını gösteren süreçtir. Bu olgunlaşma, bir gelişim demektir. Ancak batıdan devşirme kavramlarla tanımlama yaptığımız zaman, çok farklı kavramları kullanmak zorunda kalacağımız muhakkak.

Toprağa ekilen bir fidanın o toraktan aldığı gıda su ve geçen zamanla dallarında gövdesinde oluşan gözle görülür büyüme onun değişmesi değil, olması gereken yere doğru yaptığı yolculuk sonrasında kazandığı kazanımlardır. Bu da bir gelişmedir. İnsan içinde yaşam denklemi böyle kurulması gerektiğine inanıyorum. Gençlik değişiyor bakın nerelere geldik, dün neydik bu gün ne olduk gibi hayıflanmaların hiçbirisi sorun çözmeye ve kendimizi anlamaya dönük iç hesaplaşma değildir. Sürekli kaybeden bir varlığın sona yaklaştıkça artan korku ve gerilimlerine bağlı oluşan endişeleridir. Endişelerin çoğalması, endişesiz bir yaşamı bizlere sunmayacağı muhakkaktır. O zaman nasıl davranmalıyız ki bunlardan uzak olalım diyenler olabilir, ben naçizane şunları söyleyebilirim.

Kaybolan yıllarımızın ardından mersiye söylemeyi bırakacağız, atalarımızın kahramanlıklarını anlatan destanlarla transa girip ulaşılması güç hipnoz seanslarının etkisinden uyanacağız. Bugüne ait olduğumuzu ve yarınlara kavuşamayabileceğimizi idrak ederek yeni bir hayat denklemi kuracağız. Zamanın bize ait olmadığını, bizim zamanın içinde olduğumuzu ve onunla birlikte yolculuğa devam etmediğimiz takdirde gelen zamanın bizimle doku uyuşmazlığı yaşayacağımızı bileceğiz. Dolayısıyla şafakta başlayan bir hayat düzeneği kuracağız, geceyi gece, gündüzü gündüz olarak yaşayacağımız bir yaşam formülü oluşturacağız bunu da bilimsel tahliller sonrasında ne kadar faydalı sonuçlar ortaya çıkardığını ölçerek yaygın hale getireceğiz. Zamanı çok kullanmanın iyi iş yapmak ve çok üretim yapmak olmadığını anlayacağız, hangi zamandan daha verimli faydalanacağımızı anlayacağız, zamanla yarışmayacağız, kendimizi zamandan en iyi faydalanan konuma getireceğiz. Bir işi yapmayarak sonraki güne bıraktığımızda, bizden o işi bekleyenlerden değil, zamanı bize tahsis eden zamanın sahibine karşı mahcup olacağımızı düşünerek her şeyi vaktinde yapacağız. Kurallara göre yaşam felsefesi değil, zamanın bizim için çok iyi bir değerlendirme ve not verme yönünün olduğunu, o zaman içinde o işi yapacak imkân bulamadıysak, giden zamana ihanet ettiğimizi tüm insanımızın içselleştirmesine katkı sunacağız.

Bunları yaparsak ve yaşamda karşılığının olacağı geleneği başlatabilirsek, değişimler bize teğet geçer, onlara ihtiyacımız olmaz; çünkü biz zamanla birlikte yolculuk yapacağımız için sürekliliği olan bir yaşamın gelişme boyutunda yer alacağımızdan değişim çığlıkları bizde karşılık bulmayacaktır. Gençliğin değişimi sorgulanmayacak, bizim çizmeleri giyip geldiğimiz yerde bir duraklama olursa onlar o çizmeleri giyerek yola kaldığımız yerden devam edecekler. Ancak bizler Tarihi kahramanlıklar ve destanlarla bir hayat kurmaya çalışırsak zaman trenini kaçırmış olacağımızdan gençliğin o trende yerini aldığını gördüğümüzde aramızda bir daha ulaşma imkânımız olmayan istasyonlar ve zaman olduğunu göreceğiz. Ondan dolayıdır ki, zamana yenilmiş bizler, önce zamanla aramızdaki ilişkiyi yeniden gözden geçirelim ve kendimize gelelim diyorum, yoksa bu Zaman treni bizi imha edecek…

“Onlar Hakkı ve sabrı tavsiye ederler,” “Haktan sonra dalaletten başka ne var ki. ”Bu iki uyarının inceliklerinde makalemi sonlandırmak istiyorum. Hakkı tavsiye, düzen denge virt, doğruluk hakikat, her zaman ve ortamda değişime konu olmayacak herkesi kuşatan mesela zaman nasıl herkese aynı olmasına rağmen bizim bulunduğumuz ortama göre bazen çok uzun bazen kısa bazen çekilmez oluyor gibi algılanıp onu kendimize göre yeniden yorumluyorsak. Hakta böyle olmamalı hak herkes için haktır değişmez onu anlatmak ve yaşamak zorundayız, ne güç ne kuvvet, ne imkânların fazlalığı, onun farklı yorumlanmasına asla açık değildir. Onun için hakkı tavsiye etmek demek, zamanla ilişkileri iyi olmak ve barışık yaşamaktır. Hakkın tavsiyesinde ve yaşanmasında zorluk ve engelleyici unsurlarla karşılaşmak mümkündür, bunlara göğüs gererek yolunuza devam ederken düşmemek ve trenden inmemek için direnmeniz gerekir, işte bu da sizin için gerekli olan erzaktır. Yani sabırdır. Zamana yemin eden zamanın sahibi, bizleri düne ahlar vahlar çeken, yarınların hayalini kuran, bu gün de uykuya dalıp uyuyanların helak olduğunu anlatırken yine bize merhametinden yol gösteriyor.

Zaman treninde yolculuk yapmayanların, gelen hangi trene bindiklerinin pek bir anlamının olmadığını anlamaları, gençlik gitti gibi ahlar vahlar arasında korku ve tedirginlikle çekilmez bir yaşama imza attıkları zaman anlamaları boş ve anlamsızdır.

Zamanla geçmiyor, zamanla geçiyoruz bunu anlayalım artık, ne zaman doğrulup insan ve omurgalı bir varlık olduğumuzu anlayarak yaşayacağız… Zamanı rumuza tesir eden bir dost bilerek yola çıkmaktan korkmayalım, yoksa zamanla ruhsuz kalan kadavralarımız değer taşımayacak…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/12.03.2022/21.30


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!