Bu Blogda Ara

28 Şubat 2022 Pazartesi

YAŞARKEN ÖĞRENDİM ÇOCUKLUĞUMA ÖZLEM DUYMAYI

İlkokulda dersliklerimizin hemen arkasında güllük diye isimlendirdiğimiz bir alan vardı, bahar geldiğinde sınıflarımızın penceresini açtığımızda gül kokularından içimiz gülerdi… Sıcaklar bastırdığında güllük ile bina arasında yol gibi küçük bir alan vardı, orada beş taş oynaya dalardık hatta oradan başka serin yer olmadığı için oralarda saatlerce uykuya dalardık… O günkü çocukluğumu düşündüğümde başımda ne stres ne ekonomi, ne savaş ne acı ne zalim hiçbir şey kalmıyor, ondan olsa gerek bugün onları düşünürken dalıp gittim kendimden…

Çocukluğumun baş döndüren mutluluklarını bugünden geriye dönüp özlesem de getiremiyorum ne gelir elden… O kadar dokunmuş ki içime sınıf arkadaşlarımın neredeyse hepsini okul numaralarıyla görüntülerini gözlerimin önüne getiriyorum; okulun bahçesinde coşkulu şekilde koşup oynarken buluyorum kendimi, biraz zaman geçince oturmuşuz bir banka sohbet ediyoruz, düşüncelerimiz farklı olsa da, birbirimizin bazen dizine, bazen omzuna kafamızı koyup kendimizden geçmişiz kötülük nedir bilmiyoruz, hiç yanımıza uğramamış… Yatılı okulumuz, bizim için sevginin, saygının paylaşımın kardeşliğin, candan geçmişliğin vatan millet sevgisinin yüreğimizi kavurduğu ve coşup kendimizden geçtiğimiz yerin adı olmuştu…23 Nisan günü Okuldan çıkıp Bayram günü ilçeye tören alanına yürürken, “Annem beni yetiştirdi bu vatana yolladı, “diye başlayan Eskişehir marşı ile yollara düşerdik, orman ve dereden seslerimiz yankılanır ve biz göğüslerimiz kabararak 20 yaşında genç delikanlılar gibi rap rap diye yolları aşındırarak yürürdük…

Hayatımız o kadar güzel ve mutluluk gülücükleriyle doluydu ki anlatamam, her konuşmamızdan ve birbirimize koşmamızdan güzel tomurcuk güller patlardı. Hiçbirimiz birbirimizi tanımadan o kapalı ortamda bir araya gelmiştik, ama orası bizim için bir kaynaşma ortamı olmuştu… Çocukluğumuzu hayallerimizi umutlarımızı sevgilerimizi kardeşliğimizi orada bırakarak çıktık oradan; ondan sonra gittiğimiz ortamlarda onlara bir daha ulaşamadık…

Ortaokul ve lisede orada kazandığımız kazanımlarımızı harcayarak kendi kişiliğimizi oluşturmaya çalıştık, sonradan aldığımız bilgilerin dışında hayat ve karakterimizi biçimlendirecek hiçbir güzellik bulamadık… Yani diyeceğim o ki, biz karakterimizin ve kişiliğimizin biçimlenmesini sağlayan değerleri ilkokul öğretmenlerimizden aldık; diğerleri sadece bizim bu kazanımlarımızı ya genişlettiler ya da törpüleyerek yok edip bizi erozyona uğrattılar…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, belki bizimkisi bir şanstı, yatılı okula ben 6 yaşında gittim yani yedi yaşıma varmak üzereydim. Her şeyini kendin yapıyorsun. Yatağını topluyorsun, çoraplarını her gün yıkıyorsun, önlüğünü kendin giyersin, yemekhaneye sırayla gidiyorsun çıkan yemeklere itiraz etme hakkın yok, ya yersin ya aç kalır hastalanırsın… Köylerden gelmek o kadar kolay değil, zaten her çocuğun ailesinden biri anca ziyarete gelebilir, geldiği zaman gider başına toplanırız bizim yakınımız gelmiş gibi onları tanımasak ta onlarla biz de hasret gideririz… Sabah erkenden ezandan biraz sonra kalkarız hazırlanırız, sınıflara gider etüt yaparız etütten sonra bir çevre temizliği yapılır, ondan sonra yemekhanenin önünde sınıf sınıf sıraya geçeriz, lavabolarda ellerimizi yıkayarak kahvaltı için masalara geçeriz yaşımız yedi… O yaşlarda başladık hayatın yükünü sırtımıza vurmaya, o gündür bu gündür o sorumluluğumuz bizleri her ortamda heder etti ve acı çektirdi. Küçücük çocukken sırtımıza vurulan o ağır yük, sanki taşınmayacak, bir yerde bırakılacakmış gibi, hep o yükün nerde olduğunu merak ederek onu kaldırmak için bir gücümüz olacaksa, çaba harcamayı asıl göreviz bilerek yaşıyoruz…

Bizim okulumuz bir taneydi, başkası onun yerini asla tutamazdı, bazı Azrail gibi hocalarımız olsa da onlardan yediğimiz dayaklara bu günden baktığımızda belki onların çok aşırı fevri hareketleri dışındakiler olmasaydı, biz bu sağlam karakterleri oluşturabilir miydik diye de bazen sormuyor değilim… Siz yedi yaşında kendi banyonuzu yaptığınız oldu mu, bizim sırtımıza anamızın kesesi yedi yaşından sonra nerdeyse değmedi, yani kendi sırtımızı hep kendimiz keseledik kimseden bir medet ummadan karanlıkları delip aydınlık yolları hayal ettik… Güneşin her gün nereden doğacağını merak eder, erkenden çamlık dibine gider güneşin doğacağı anı beklerdik… Ama Güneşin batmasını hiç istemezdik çünkü zorunlu bir yatış başlar, çekilmez yatakhanedeki yerimizi alır, bir anda uykuya dalmayı isterdik ama nafile, her kafadan bir ses hindi yavruları gibi nereden geldiği belli olmayan bir uğultu kaplardı yatakhanelerimizi… Arada gizli gizli nöbetçi öğretmenlerimizin, lambaları yakıp içeriye girdiğini görünce hemen battaniyeyi kafamıza çeker nefes almayı bırakır, öğretmenimizin koğuştan çıktığını ayakkabılarından gelen sesin kesilmesinden anlardık...

Hayatımıza katılan o günkü düzenlilik ve sistematiklik, her zaman hayatımızın öyle gideceğine bizleri inandırmıştı. Oysa 50’li yaşlara geldiğimizde gördük ki onlar sadece kazandırılmış ideallermiş, hayat bambaşkaymış, alışılmış yanlış geleneklerin tuzağından çıkarak o düzenli yaşamı arzulamak her insanın harcı değilmiş, bunu da anladık… Yaşamları küçükken biçimlenmeyenlerin sonradan yaşamlarının biçimleneceğini bekleyerek, onlar üzerine bir yaşam düşlediğiniz zaman düşleriniz gerçeğe dönmeden sadece kendinizi avutarak yaşamınızı noktalıyorsunuz…

İlkokul deyip geçmeyeceksiniz, bize hep ağaç yaşken eğilir diye öğretilen bir deyim vardı, oysa ağaç yaşken düzeltilir diye bunu öğrenmiş olsaydık belki bu gün dosdoğru yaşamlara imza atan nesillerimiz olurdu. Ancak her öğretici kendisini eğitici olarak görüp yaş olan fidanlarımızı eğriltme derdine düştüğü için doğrulmanın nasıl gerçekleşeceğini hiç düşünemedi. Ondan olsa gerek bu gün yaşadığımız toplumda eğitilmiş ama doğrulmamış her tarafı yamuk, eğilen eğilene… Bir delikten geçebilmek için ne kadar eğilmeniz gerekiyorsa o kadar eğilmeyi göze alıyorsunuz hatta kırılmaya bile razı oluyorsunuz yeter ki geçebilesiniz…

Psikanalist anlayışta, kişilik 0-5 yaş arasında şekillenir,5-12 arasında biçinlenir,12-16 yaş arasında gelişime açık olur,16-23 yaş arasında da olumlu ya da olumsuz bir kalıba girer… Evet, bizler biçimlenme sürecinde hakikaten öğretmenler eliyle biçim aldık… O dönemde öğretmenlerimizin ideolojik düşünceleri vardı biz bunları biliyorduk, ancak onların öğretmenliği her zaman onların çok üzerindeydi, onları bizimle ilgilenmeye iten güç aldıkları para değil, mesleklerine olan aşklarıydı. Aşk bir yaşamdır. O yaşamı elde ederseniz âşık olduğunuza en güzel değerleri sunarsınız… Biz öğretmenlerimizin canının bir parçasıydık ve onları da canımızdan bir parça görürdük, ama asla saygıda kusur etmezdik, çünkü onlar bizi şekillendirip biçim kazandıran bizleri doğrultan bir heykeltıraş gibiydi. Onlardan kazandığımız değerleri aynısıyla uygulayarak ve üzerine de katarak daha renkli bir öğretmenlik yapmak nasip oldu… Öğrencilerimizi hep sevdik hep doğru olanı yapmaya çalıştık, not için bir öğrencimi asla kırmadım ve onlara not vermek için görev vermedim, sorumluluk bilinciyle yapmaları gerektiğine inanarak yapmalarının gerekliliğini kavratmaya çalıştım… Herkesin üstün ve eksik yanlarının olacağını, ama bunların bir ayrıcalık değil tamamlayıcı unsurlar olduğunu ancak insanlık için yapacağımız fedakârlıkların bizleri üstün kılacağını, yüreklere kazımaya gayret ettim… Bu ideal yaşamlarla öğrencilerimi buluşturduğumda, onların da o değerleri içselleştirdiğini gördüğüm zaman, beni hayatla tanıştıran ilkokul öğretmenime şükranlarımı bir borç bilip ona rahmet diliyordum…

Hayat böyle bir şey, devraldığınız güzellikleri üzerine daha fazla güzellik katarak gelecek nesillere aktararak iyilikleri ve güzellikleri bir gelenek haline getirip sürekliliğini sağlayabiliyorsanız anlam kazanıyor, aksi durumda sadece heder olup yok oluyorsunuz… Geldiğimiz süreç öğretmenliğin anlamsızlaştığı ve çocukların isteklerini okşayan ve onların taleplerine göre bir şeyler öğreten öğretici olmanın ötesine taşınmadığı için, okullar eğitim kurumu olma özelliğini kaybederek, görsel medyanın öğrettiklerini, yazılı olarak zihinlere nakşetme kuruluşları haline gelmiştir. Yani eğitim olmaktan çıkmış bir öğretim alanı olmuştur. Ondan dolayıdır ki, şuan şekil verip biçimlendirecek, eğriyi doğrultacak ortamlar gitmiş, tamamıyla akademik bilginin aktarıldığı yerlerin ilk temeli haline gelmiş ilkokullarımız… Böylesi ortamlarda öğretmenin istek ve motivasyonu yok olmuş, kendisi ışık olan olmaktan çıkmış, gelen mumları toplayarak çocuklara mumdan nasıl ışık aktarılabileceğini öğretmeye çalışan bir organizatör olmuştur. Öğretmenin asıl görevi yeniden tanımlanmalı, öğretmene göstermelik değer değil, hakikaten” bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen Hz. Alinin verdiği önem ve değer verilmelidir. Öğretmenlik mesleği bir aydınlatıcı memba olduğu yeniden tanımlanmalı, öğretmenin emeğinin karşılığı herhangi bir parayla ölçülemeyeceği anlaşılmalı ve onun fedakârlığının bedelinin dünya ölçeğinde bir karşılığının olmayacağı idrak edilmelidir. Bu sorumluluğu alacak öğretmenler yetiştirmek temel ilke olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne öğrenciliğimizden, ne öğrendiklerimizden, ne okullarımızdan, ne de öğretmenlerimiz, yaptıkları işlerinden zevk alarak öğretmenliklerini yaparlar… Doldur boşalt, belli saatlerde çocukların okullarda bulunduğu diğer zamanlarda kontrolsüz bir güç haline gelip, kim tarafından nasıl nerede beyinlerinin işgal edildiği bir nesil ise okullarımızdan çıkanlar, o zaman vay ki bizim başımıza geleceklere vay!

Bana çocukluğumu hatırlatan okulum, hayatıma anlam katan öğretmenlerim ve hayatlarına anlam katmaya çalıştığım öğrencilerimi hatırladıkça, böyle duygusal kalbi yıpranmışlıkları yaşamamak elde mi? İşte, ben yaşamışlıklarım ile yaşayamadıklarım arasındaki çatışmaların kaynağında, hep hayatımın ideallere göre biçimlenen yanını gördüğümde tedirginlik, kaygı ve gerilimlerden kendimi alamıyorum… Kaygıyla yaşayan ben, yeni nesillerin hayatındaki bu kaygıların gelecek kaygısı haline geldiğini görünce, sorumluluklarının farkına varamamış, kişilikleri, şekillenmesi gereken yaş aralığında boşa geçmiş, daha sonradan kaldıramayacakları bir yükle muhatap olduklarında, bu yükün altından zorla kaçtıklarını gördüğümden, hem bu nesle yapılanın bir zulme dönüştüğünü hem de geçen zaman emek ve imkânların heder olduğunu düşündüğümden rahatsızlıklarım tavan yapıyor, beynim dönüyor, ondan dolayı çocukluğumu hatırlayarak biraz rahatlamak istiyorum…

Ben çocukken sorumlu duyarlı, coşkulu neşeli ve umutlu yaşadım, hayallerim dünyanın yörüngesinin dışına uzanıyordu. Şimdi hayallerimi benden önce mezara gömmek için bildiklerimi unutayım diye çabalıyorum olmuyor, onları unutmak kendimden kaçmak ve beni yok saymak olduğu için ben de varım, var olan beni nasıl yok sayacağım diye düşünürken birden kendimi yine başka bir hayal dünyasının başrol kahramanı olarak buluyorum yine yorulmayan bir dağcı ve usanmayan bir savaşçı olarak gece gündüz demeden hep düşünmek ve üretmek hayatımın kâbusu olup çıkıyor…(!)

Anlayacağınız alışkanlıklarımı terk edemiyorum, birde bunlar içinize kemik gibi işler ve sizin ruhunuzun bir parçası kalbinizin atışları ile paralel gidiş geliş yaparsa işte o zaman haliniz çok zor, bu hastalıktan kurtulamazsınız ancak sizi mezar paklar onun için de kaderiniz ne ise onu bekleyeceksiniz… Beklemek mi yakışmaz, kalkıp yürüyeceksiniz, yürümeyi belki unutup koşacaksınız, ama asla ve asla yerinize çakılıp kalmayacaksınız, hayat devam ediyor, nesillerin doğurtulması ancak ağaç yaşken olur, bunu biliyoruz o halde beklersek nesilleri kırar ve imha ederiz…

Ben başladığımda yürümeye turnalar çoktan göğümden uçmuştu, âmâ ben turnaların vurulmasını yasaklayan eğitmenlerin elimden tutmasıyla bu günlere geldim… Bu günleri yarınlara taşıyacak yürek sahibi öğretmenlerin eliyle, bu nesli aydınlatalım onlar ışığa çok muhtaçlar, karanlıklara bırakmayalım yarınların karanlığını kaldıracak eğitmenleri bulma imkânımız olmayabilir… Hep birlikte el ele gönül gönülle bu yola baş koyarak çocuklarımızı aydınlık ufuklara taşımaya ne dersiniz. Bana çocukluğumu unutturacak ve o günlerden ileriye götürecek öğretmenler arıyor gözlerim, onlar içinde bulunup, hayatın bu karanlık günlerinde çay molası vermeye hazırım ve hemen gelirim…

Çiçekler solmasın tomurcuklar patlamasın, biz güllerimiz solunca ölürüz, güllerimizi soldurmayalım, tomurcuklarımızı patlatmayalım, Çiçeklerimizi küstürmeyelim, bahçıvanı bıktırmayalım… Çocukluluğumdaki okuluma hayranlık kaldı içimde, okullarımızı hayran duyulan mekânlar yapalım… O öğretmenleri merceklere arıyorum hepsini bağrıma basıp selam vereceğim…

Selam ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/27.02.2022/23.47

25 Şubat 2022 Cuma

EY İNSAN KERİM OLAN RABBİNE KARŞI SENİ ALDATAN NEDİR?

 Bir günah borsası açılmış ki, sormayın gitsin ne ararsan var içinde, haramzadeler kapış kapış haram seçmekte yarışa tutulmuşlar. Dünyanın yörüngesini değiştirmeyi hesap edenleri hesapsız harama daldıkları zaman görseydin, dilin tutulur lal olurdun, kulakların alışkın olmayan çılgın sesleri duyunca, sitemin artardı belki kendine, kim bilir...

Dünyadan göbek bağı ile beslenen günah borsasının satıcıları alışkın olmadığımız tipler olduğu için, onlarla karakter uyumu içinde olmakta hayli zor olduğundan müşterileri de özel ve seçmece… Bu borsanın günah borsası değil de sanki günah çıkarma borsası olduğuna insanlar inanmış olmalı ki, gelen belirsiz gideni göremezsiniz… Dalan bir daha çıkmak istemiyor, çıksa da geldiği yerden çıktığına şahit olanları görenlere helal olsun…

Zavallı fakirlere gerçek dünya hayatında bir karış toprağı çok görenler, hayal dünyasında olanları onlara reva görürken, kendileri borsa kurup içinde at koşturmadalar. Hatta geçek yaşamlarında bir metre toprak vermedikleri için olur ki cennette toprağı olmayabilir diye sanal âlemde de çiftlikler kurarak yine fakirlere satmayı beceriyorlar… Ne hikmetse fakirlere elle dokunamayacağı ama onun hayaliyle yaşayacağı en güzel yerler pazarlanıyor, kendileri ise elle dokunulan gözle görülen her yeri ele geçirip içinde öyle bir borsa kurmuşlar ki, görende insanlar tövbe kapısından girip sanki gavslarından (!) tövbe alıyor sanır…

Günah borsasının sınırları gözlenebilen ve elle dokunulan duyusal bir sınıra sahipti, oysa şimdi sınırları o kadar genişledi ki, borsanın müşterileri imkânı olmayıp ta, olabilir mi acaba umuduyla yaşayan insanlardan oluşurken, borsanın cambazları, günah çıkarma seanslarında sırayı kimseye vermeyenler, her akşamdan sonra bir manevi haz almak için tövbe kapısına yönelmeden, borsaya girişi görülen ama nereden çıktığı bilinmeyen günahsız haramzadelerdir.

Günah borsasının masumluğunu onaylayıp onu meşru zemine çeken, kalkan olduğu her şeyi, yaşayacağından daha fazla yaşatacak bir özelliği olan dinsel yaşam iksiridir. Bu iksiri gözünü kırpmadan içen herkes yaşamına yaşam katıyor… Nereden nasıl aldığınızı ya da hangi günah borsasında hangi ihaleyi katakulliye getirip aldığınız hiç önemli değil, eğer bu iksirden bir yudum içmişseniz, hemen üzerindeki tüm kir ve paslar yok olur, tertemiz bir servet olur ve servetinize servet katar, yani ki din sizin yaşamınızın emniyet spobu olur… Nerden kazandığınızın hiç önemi yoktur borsaya uğramış olan malların tamamı zaten meşruiyetini kazandığı için tövbe kapısından içeriye sorgusuz sualsiz girer…(!)

Onun bunun malını mülkünü gasp eder, gerekirse hayatını ortadan kaldırır tüm malına konarsınız, bir ibadethane yaptığınız zaman hemen o haramzadelik yerinizi, bey efendiliğe ve adamlığa bırakırsınız… Bir de yaptığınız ibadethanenin kapısına isminizi de verdiğiniz de bulunduğunuz bölgenin eşrafından hayırsever fakir babası olup çıkarsınız, cennetteki yeriniz garanti olur, zaten buradaki yerin cennet olması nasıl garanti ise, orada da senden başkasının hakkı değil ki cennet(!)

Günah borsasının, hayatın ortasına attığı yeni ticari kavramlardan birisi, biz yemeyelim de onlar mı yesin, bizimkiler almasın da onlar mı alsın, biz bunları almasak zaten onlar geldiğinde götürecekler, hiç olmazsa bizim kullanacağımız yerler hep hayır işleri… İnsan haram üzerine ev kurar mı sorusunun karşılığı, öncekileri hiç gören yoktur, o zaman bunlar yok muydu hatta öyle vardı ki hiçbir şey yapılmıyordu, hiç olmazsa biz günah borsası kurduk, insanların günah işleme özgürlüğü var, en azından borsaya gelir günahını işler tekrar arka kapıdan çıkar gavsa gider tövbe alır cennete gönül huzuruyla gider…(!) Günah borsasında dini literatürdeki gerçek anlamlar, borsanın işleyiş kurallarını dikkate alarak açılım yapar, yoksa din de meşruiyetini kaybedebilir. Borsa da önemli bir ilke, yakınından başlayacaksın, akrabanı eşini dostunu gözeteceksin hak onlarındır, onları korumuyorsan bu nasıl borsaya üye olmak olabilir diye, borsadan aforoz olabiliyorsun… Hatta dini gerekçeleri de zaten oluşturulmuş olur, “Allah demiyor mu yakın akrabaları gözetin kollayın diye…”Evet borsa içinde bir üye olup orada satış yapabilmenin en önemli koşulu Dini kavramları borsanın işleyiş koşullarına uygun hale getirip yumuşatmaktır. Yumuşatmadığınız takdirde siz yumuşamış olursunuz ve borsayla ilişkileriniz kesilir…(!)

Yanlış anlamayın günah borsası dediysem, yani günün her gün ah çektiği(!) borsa var ya, ondan söz ediyorum. Günün bir daha doğmak istemeyip ah çektiği borsayı anlatıyorum… Sebebi ise, her gün doğan günün sırtına tüm günahlarını yükleyerek, kendileri masum ve elleri tertemiz toplum içine çıktıklarında parmakla gösterilecek bir iş adamı, fakir fukara babası, vergi rekortmeni, ülke sevdalısı, gençlerin ağabeyi, uyuşturucu trafiğinin uzaktan kumandası, denetleme sitemlerinin radarlarını işlevsiz kılan görünmez manyetik dalga sistemi, yani ne kadar olunması gereken varsa her şeyi olmuş, ama adam olmayı zül kabul edip borsa kurmuş haramzadeler olmalarıdır…

Gün bile, bunların cambazlıklarını gördüğü zaman Güneşe ricada bulunup gelmek istemediğini beyan ettiği için, gün ah çekerek güne başladığından bu günün başlamasıyla açılan borsaya Gün-ah Borsası dedik…

Günah borsasının devamını sağlayan dini yumuşatarak onun yumuşak yanından güzel bir fetva devşirmekten geçiyor olsa gerek… Eğer bir yerde işlenen haramlar sizin için yapılıyorsa, ona kim haram derse iki gözü önüne aksın(!)zaten insan sadece kendisi için koca bir günah borsasının açılışını neden istesin ki, öyle bir oluşum ancak başkalarını düşündüğünüz zaman her yolu size meşru ve mubah kılar…

Günah borsasında her dönem ve zamanda geçerli olan ana ilke, vicdani sorumluluk asla duymayacaksın, vicdansızca haz almaya bakacaksın… Bunu yapmazsan iki günde kafayı sıyırır tımarhaneye yolculuk yaparsın…

Kolu nerede kırdıysan orada bırakacaksın hatta kırıldığını bile hiç çaktırmayacaksın… Sorarlarsa üzerime salça döktüm onun kırmızılığıdır deyip geçeceksin…

Hiçbir açık kapı bırakmayacaksın ki, günah borsasında ihaleyi herkes görmesin. Şayet yanlış düşünüp üstüne gelenler olursa herkesten çok bağıracak ve kanıtla diye direteceksin…(!)Nasıl olsa montaj çağında yaşıyoruz, çok zorda kalırsan bu montaj, kesinlikle öyle bir şeyin olması mümkün değil, bakabilirsin diyerek görüntüyü yok etmeye çalışacaksın, gerekirse o anda bile görüntünün bozulmasını sağlayacaksın…

Günah borsasının devamını engelleyici güçler çıkarsa, mutlaka onların hain işbirlikçileri olduğunu bileceksin, tek amaçlarının ezanımızın okunmasını ve bayrağımızın dalgalanmasını engellemek için bunu yaptıklarını önüne gelen herkese anlatacaksın ve onu rezil rüsvay edeceksin gerekirse, çok zorda kalırsan ajanlık damgasını vurmakta bir beis görmeyeceksin… Nasıl olsa Tövbe kapısından girip gavsun elinden tövbe alacaksın, bazen aşırı gitsen de üzülmeyeceksin bu bir muharebedir, harpte yalanda olur aldatmakta… Yoksa borsanın battığına şahit olursun…

Savunmada asla olmayacaksınız, çünkü savunma yenilginin kendisidir, her zaman baskın ve saldırı halinde olacaksınız… Saldırmak haklılık halidir(!).

Günah borsasında değerler o kadar artıyor ki, her geçen gün değer kazanıyor, dolayısıyla kimse borsa dışında kalıp bekleyen müşteri olmayı düşünmüyor… Ondan dolayı tüm değer sistemleri alabildiğine değer kaybederken günah borsasında her türeden senet ve tahviller alabildiğine çıkışa geçiyor…

Bu borsanın ne kadar değer kazandığını uluslararası borsalarda yakından takip ediyor… Biz yine de elimizdeki imkânların burada bir değer kazanmasındansa, kökten kaybetmeyi göze alarak haramzadeler arasında yer almamak için, her dönemde adam olduğumuzu kanıtlamak ve kendi adımlarımızla kendi inimizde inzivaya çekilmeyi tercih ediyoruz…

Son dönemde meteorolojiden aldığımız bilgilere göre, günah borsası üzerinde yönü belli olmayan ama gökyüzünden yere doğru hızla esen gök gürültülü ve şiddetli taş ve çamur getiren karabulutların kuşattığı haberlerini alıyor gibiyiz… Bu bulutlar öyle bir yüksek basınçtan geliyor ki, alçak basınç alanında kalan günah borsasını ah çeken günle birlikte yok etmeye ahdetmiş gibi görünüyor… Biz yine de alışverişlerimizi yaptığımız yerin içinde günah borsasından bir rüzgâr esip esmediğine dikkat ederek ince eleyip sık dokursak lehimize olacağı kanaatindeyim…

“Rabbim içimizde sadece zulmedenlere erişecek olmayan o azabından bizleri koru…”Rabbim içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eyleme, günah borsasının haramzadelerinden bizleri beri kıl… Nefislerimizi temize çıkarmak değil derdimiz nefislerimizi temizle bizleri Salih kulların arasına kat, huzuruna çağırdığında sana karşı bizleri mucup eyleme, âmâ bizleri sana dost eyle ey rabbimiz…

Rabbim bizler eksik zayıf cahil ve unutkan kullarız… Bizlere doğru ile yanlışı ayıracak kabiliyeti ver ve günahlarını severek onlarla hem hal eyleme bizleri… Rabbimiz kalplerimizi düzelt içimizde müminlere karşı bir kin bırakma, unuttuysak yanıldıysak bizi mesul tutma, bilerek sana asi olmaktan bizi uzak eyle, sehven yaptığımız hatalarımızı affeyle… Rabbimiz bizim senden başka kimimiz kimsemiz yoktur, bizi her türlü ayak oyunlarından beri kıl, hakkı batıla karıştırarak hakmış gibi yaşayanlardan eyleme…

Merhametlilerin en merhametlisi biz kendi nefsimize zulmettik, dünya ve içindekilerin başımıza bela olmasıyla senin sevgin kalbimizden çıkıp gitti, bir kadavraya döndük; Allah’ım günahlarımızın affını diliyoruz, sensiz yeryüzünde yaşamanın mümkün olmadığını bildiğimiz için, bizi senin sevgin merhametin ve şefkatinden uzak tutma sen bize acımazsan biz ebediyen senin cehennemine gark oluruz Allah’ım…

“Kim Rahmanı hatırlamaktan ve her ortamda onun zikri ile yaşamaktan uzaklaşırsa, biz ona yanından hiç ayrılmayacağı bir şeytanı musallat ederiz. O da onunla arkadaş olup ona kabuk gibi yapışır, onu doğru yoldan uzaklaştır… Bize geldiği zaman arkadaşına sen ne kötü bir dostmuşsun keşke seninle benim aramda doğu ile batı arası kadar mesafe olsaydı…”diye hatırlattığın buyruğuna karşı biz gaflete daldık, rabbim bizleri affeyle geldiğimiz makamlar bizi bizden aldı…

“Allah’ı unutup da Allah’ın da kendisini kendisine unutturduğu kimseler gibi olmayın ”dediğin hatırlatmaları biz yaşar olduk rabbim hesapları karıştırdık bir kara bulut bizleri kuşattı bizi aydınlığa ancak sen çıkarırsın “biz senden gelecek her hayra muhtacız Allah’ım…”

Sevgiyle sağlıkla kalın merhametlilerin en merhametlisine emanet olunuz…

 

Erol KEKEÇ/25.02.2022/01.40

24 Şubat 2022 Perşembe

NE VEDA NE FEDA, AKILLA DOĞRU YOLA!

 Kant, hakikaten büyük düşünürmüş, düşünmeyi çok iyi yaptığı için büyük düşünür, düşündüklerini insanlığın faydasına olması için düşündüğünden de, büyüklüğü kabul görmüş bir düşünür…

Kant’ın, kavramları sorgularken onları çok ince elekten geçirerek bir kıvama getirip ondan sonra ifade ettiğini görüyoruz. Kant’ın Bilgi ahlak ve sanat hakkındaki yaklaşımları, onun gerçekten ne katar tutarlı ve kendisiyle barışık biri olduğunu da ortaya koymaktadır. Kant, Bilgiye yaklaşımında bilginin değeri ve kaynağı ile ilgili ileri sürdüğü yaklaşımı hakikaten üzerinde durulması gereken bir yaklaşım… Bazılarının bilginin kaynağında tecrübe deneyim ve gözlemleri kaynak olarak görmesi, kimilerinin de aklı doğrudan bilginin depolandığı kaynak ele almasına karşın, Kant Aklı bilgi üreten bir kaynak yani üretici bir mekanizma olarak ele alır, ama dış dünyadaki deneyim, gözlem tecrübelere ise bir yığın, hammadde olarak yaklaşır. Kantın bu yaklaşımı benim açımdan da büyük önem taşımaktaydı, neredeyse tam da böyle düşündüğümü söyleyebilirim…

Tecrübeler, aklın süzgecinden geçmeden nasıl sistematik düzenli ve kullanımı olan bir bilgiye dönüşebilir ki, genel geçer ve herkesin üzerinde anlaşabileceği bilgiler, ancak aklın doğru kullanılması ve akıl süzgeçten geçirilmesiyle elde edilen bilgi olabilir. Ondan dolayıdır ki, Kant hakikaten insanın üzerinde düşüneceği ve doğru bilgilere ulaşacağı çok değerli açıklamalar yapmıştır. Bazen bizde kullanırız, senin ne söylediğini kulakların duyuyor mu diye!                                                                                Hakikaten ne söylediklerini kulakları duymayan nice söyleyenlere her gün şahit olmaktayız. Babasından atasından, hocasından, televizyondan, sokaktan, politikacılardan duydukları ile yaşamlarını devam ettiren varlıkların olduğunu çok iyi biliyoruz. Tecrübe değerinde bile olmayan sadece duyulara dayanır nitelikte yorumlanması ve algılaması gerçekleşmemiş bir uyaranın bilgi olarak yaşanıldığı ortamlarda doğruya ulaşma imkânınız çok zor olur. Yani bizim yaşadığımız ortamda, yaşamda karşılığı olan ve üzerimizde ağır bir yük olarak duran bilgi, bilgi olma hüviyetini kazanamamışken, bizim hayatımızın savunma reflekslerini güçlü kılan bir uyaran konumuna geldiğini görmekteyiz. Savunma reflekslerinin duyumlarla harekete geçtiği yerde, insanların sürekli zihinlerinde tutacakları ve belleklerini güçlü kılacakları bilgiden yoksun olduklarına şahit olmak çok kolaydır. Duyumlar kuru yığınlardır onlardan yola çıkarak hakikate ulaşamazsınız, ne zaman ki onları tanımak için algılama süreci başlar, sonrasında yorumlama aşamasına geçilir, işte o zaman hammaddeler akıl süzgecinde tartılacak bir pozisyon almış olurlar. Akıl süzgecinden zihin kalıplarından geçirilerek elenip bir üretim sonrası kullanılacak aşamaya gelmiş bilgiler, hafızalarımızda uzun süre kalır ve onun etki alanından hemencecik çıkmanızda zor olur. Bir uyaranı görmemişseniz onun bilgisine sahip olamazsınız. Görmek algılamaktır, bakmak ise bir duyumdur, biz her şeye bakıp geçiyoruz ancak geçtiğimiz yer hakkında birileri bize bir soru sorduğunda orayla alakalı bir tanımlama yapamıyorsak bizim oradan sadece geçtiğimizi ama hiçbir şeyi görmediğimizi gösterir. Görmeyenlerin nara attığı çığlıklar, bir bilgi dayanağı olan çığlıklar değildir. Bilgi dayanağı olmayan her söz ve davranış anlamsız ve sadece size zaman kaybettirerek, allınızın pasif duruma gelmesine neden olur. Aklın pasif durumdan aktif duruma geçmesi için, toplumsal yaşamdaki kutup başlarına iyi bakalım, orada insanlar arası ilişkiyi başlatacak reaksiyon nereden nasıl başlıyor… Bu süreci doğru yönetebilmenin ve istenilen sonuca az masraf ve kısa zamanda ulaşmak için aklın işletim mekanizması harekete geçmelidir. Yani akıl bilgi üreten bir kaynak olma vasfına ulaşmalıdır. Aklı ne insan dışında ulaşılması güç bir makama çıkararak onu ilahlaştıralım, ne de verilenleri sadece işleyen ama müdahale etmeyen bir araç olarak görelim… Akıl aktif ama belli koordinatlar içerisinde mücadelesini verir. İşte aklı o konumuna getirmek zorundayız, aklın hakiki bilgiye ulaşması için sınırlarını aşmayacak yerini, iyi bilmeliyiz, acziyetini kabullenecek olması onu bulunduğu makamdan da aşağı indirmek olmamalı ona davranışımız…

Nerede yaşıyorsak orada yeni bir başlangıç yapabilmek için, sürü psikolojisinin etkisinde kalarak nerede tıngırtı orada buluntu şeklinde devam eden yaşamları, bilinçli seçenekler haline getirmek zorundayız. Bilinçli seçenekten yoksun tercih sebebi olmayan hayatlar her dönem de sürünmeye mahkûmdur. Duyuları bir bilgi olarak öğrenmiş olanlar, her zaman kullanılan kobaylar olduklarını zaten anlayamazlar. Onların bu ayrımı yapacak zihin duvarları tortulaştığı için onlar arasından hakikati nasıl ortaya çıkarmalarını bekleyebilirsiniz?

Taklidi, yöntem olarak sunan bir anlayışın akla ne kadar değer verdiği zaten ortada iken, aklı neden kullanamıyoruz diyerek kendi içimizde bir sorgulama yapmanın da anlamının olduğunu söylemek çok zordur. Öncelikle bize aktarılan ve ne olursa olsun bunlar böyledir ve bu kalıplar sizin hayatınızı şekillendirecektir şeklindeki açıklamaların tümü hakikatten uzaktır. Farklı dönemlerdeki yaşamları biçimlendiren, öncekilerin yaşamları için oluşturulmuş kurallar ise, buna da İslam fıkhı diyerek evrensel bir içerik kazandırmak, aslında aklı hayatın dışına atmanın en açık örneğidir. Fıkıh yaşamdan doğar, nerede ne zaman yaşıyorsanız o zamana özgü bir fıkıh geliştirmek zorundasınız, işte, akıl burada üzerine düşen rolü en iyi oynamalıdır. Fıkha ait şekilsel görünümler üzerine yeni bir fıkıh oluşturmak gerekmez ancak hayatın devamı ve bulunulan ortamın getirdikleri iyice irdelenmelidir. Bunu neden mi söyledim aklı pasif durumdan aktif duruma geçirmenin en önemli yolu, onu kendi doğal ortamına kavuşturmaktır. İslam bir enerjidir her dönemde onun size vereceği vardır ve ondan istifade etmek isteyenler onu her zaman yanlarında bulurlar, ancak İslam’ın enerji olma özelliğini indiği dönemdeki enerjinin ne olduğuna takılıp da, enerjiyi devre dışı bırakırsak bizim ondan faydalanma imkânımız olmayacaktır. Bir örnekle izaha çalışırsak, insanlar ilk dönemlerinde çeşitli enerji kaynakları oluşturdular, tezek, odun, kömür, petrol, elektrik, doğal gaz derken güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi enerjinin elde edildiği nesnelerle karşılaştık… Ama bizim asıl varmak istediğimiz enerjidir. Bu enerjinin kalitesi kullanılan malzemenin niteliğine göre farklı olabiliyor, ancak sonuçta hedefimiz enerji almaktır.

İslam, aynen bu enerji gibi her dönemde yaşama egemen olacaktır, insanların algıları ve yaklaşımları da bulundukları dönemdeki enerji elde edilen nesneler gibi düşünüldüğü zaman, geçmişte kullanılan tezekten elde edilen enerjinin daha iyi ve kutsal olduğunu savunarak sadece onunla haytamızı devam ettiririz diyerek yenilikleri imha etmek, akla yapılacak en büyük ihanet olur. İslam akıl dinidir derken her dönemde İslam’ın sınırları içinde akıl sorunlara bir yol bulur demektir. Eğer akıl sorunları çözmeyecek durumdaysa, akıl nimeti henüz nimet olarak tam anlamıyla keşfedilmemiş demektir. İslam dünyası olarak bildiğimiz dünyanın en büyük karanlığı, aklın kullanım kılavuzundan habersiz, akıldan faydalandıklarını iddia ederek akıldan yoksun yaşamalarıdır.

Din bir yaşam biçimidir. Benim bu günümü şekillendiremeyen din o zaman geleceği göremeyen (haşa) bir tanrı tarafından gönderilmiş olur ki, o zaman o din benim hayatıma hükmedemez… Yaratıcının katında bu gün yok muydu ki, bu günü içine alacak ve bugünün insanlarının yaşayacağı ortamı dikkate alacak bir din göndermemiş olsun… Eğer bu din evrensel ise, öyle olduğundan kuşku yoktur o zaman bu dinin sahibi bu günü de şekillendirecek bir din gönderdi. Bu günü şekillendirecek olan dinin kendisi, yani enerjidir, âmâ geçmişin enerji elde ederken faydalandıkları nesneler ve yollar değildir. Öyle olduğunu iddia edip onları dayatırsak bu din evrenselliğini kaybeder. Geçmişe sahip çıkalım diyerek taklitçiliği bir yöntem olarak sunan bir anlayış evrensellikten ne anladığını acaba sorgulamış mıdır?

İnsanın kutsallığı onun içinde kutsal bir değer olan aklı ve ruhu barındırmasıdır. Bunları gerektiği gibi kullanamayanların kutsallığı ortadan kalkar, canın korunma kutsallığı dışında… Geçmişin doğrularını örnek almak, onların kutsanarak hayatın belirleyici olmada bir öncelik alması demek, insanın kutsallığını kurşunlamak olur ve din o zaman bir zulüm mekanizmasına dönüşür. Geldiğimiz süreçten yaşamdaki dağınıklıklara baktığımızda bunların birçok olumsuzluklara neden olduğunu söyleyebiliriz… Gençlik Deizme kayıyor diye ilahiyatçıların nerdeyse çoğunluğu hatta diyanet İşleri Başkanlığına kadar bu konular gündem oluşturdu ve gençliğin yaşamı sorgulandı ama kimse çıkıp ta bizim dayattığımız, din diye baskı kurduğumuz acaba din mi, yoksa oluşturduğumuz kutsal geçmişimizin bu çağın insanının hayata bakışıyla örtüşmemesi olabilir mi deme cesaretini göstermedi…

Bunları örneklendirmemdeki en önemli sebep, Kant’ın anlatmaya çalıştığı akıl üretici bir kaynak olmalıdır sözünün yaşamdaki karşılığının önemini kavramaktır… Aklı, aslandan korkup kaçan yaban merkepleri gibi gördüğümüz bir ortamda insanlığa verilecek hiçbir şey kalmamış demektir… Ondan dolayıdır ki, aklı aktif hale getirip onu hayatın dümenine oturtmamız lazım… Aklı yürekten bağımsız ele aldığımız zaman Aklın ilahlığının egemen olduğu çağa ramak kalmışız demektir. Farabi’nin, Din ile akıl birbiriyle çelişmez ve birbirini tamamlar dediğini ilk duyduğumda bayağı bir sorgulamıştım. Ancak aklı yaratan da Allah vahyi gönderen de Allah, dolayısıyla Allah’ın yarattığı iki değer birbiriyle çatışmaz ancak dizginleri el değiştirirse rakip olur diye bir yorumunu 88 yılında okuduğum zaman beni de bayağı etkilemişti.

Evet, dostlar aklı bukağılamış İslam dünyasından, aklı baş tacı yapan bir dünyaya kapıları aralamazsak, biz ne doğru bilgiye ulaşırız ne hakikatleri sorgularken analiz ve eleme sistemi geliştirebiliriz. Analiz, sorgulama ve ayıklama becerisi olmayan toplumlar, ne verirsen alır ve kolayca sindirirler sonucun ne olacağını hesap etmediklerinden kendi elleriyle kendi ölüm fermanlarını imzalarlar ya da yok oluşa davetiye çıkarırlar.

Topladığımız tüm tecrübeleri deneyimleri, gözlemleri ve devraldığımız geçmişi akıl süzgecinden geçirerek iyice irdeleyip kendi aklımızın ürünü olan bilgilere dönüştürdüğümüz zaman yaşarız. Yani kendi çağımızın bilgisini üretmeye ihtiyacımız var, bunları ithal edemeyiz, birilerinin gelmesini beklemeyeceğiz kimse mehdi Mesih beklemesin, beyinsizliklerimizin ve tembelliklerimizin adını mehdi koyduk diyen Rahmetli Aliya gibi bende diyorum ki, mehdi doğru yola götürecek olan ise, bu ancak aklını yaratıcının belirlediği çizgide kullanan herkes olacaktır… O halde ne duruyoruz herkes kendi aklını doğru kullandığı zaman bir mehdidir. Mehdiler uyursa, olmayan yerden mehdi bekleyedursun bir kul, ömrünün sonunu yakın eder o kul…

Geçmiş için söylenecek söz Kuran’ının şu ayetinden başkası olamaz…”Rabbim bizi ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, bizden önce yaşamış Müslüman kardeşlerimiz için kalbimizde bir kin bırakma…”Onlar bir ümmetti geldi ve gittiler, bize düşen görev kendi dönemimizde nasıl bir ümmet olduk ve ne kadar terazide ağırlığımız var, onu tartmak olmalıdır.

                                                                    

“Allah katında canlıların en kötüsü aklını kullanmayan hakikate karşı sağır ve dilsizlerdir.”

Rabbimin bu ayeti ile konuyu kısaltmak istiyorum… Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür… Yeni bir sorgulama alarmı başlatabiliyorsak rabbime hamdolsun… Selam saygı muhabbet ve dualarımla hayırlarda yarışanlar olmak dileğiyle… Her şey İnsan için, insanca yaşamak için, insan gereklidir…

Erol KEKEÇ/23.02.2022/22.08

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!