Bu Blogda Ara

23 Şubat 2022 Çarşamba

AVUÇLADIM YILDIZLARI ZİHİNDEKİ KARANLIKLAR İÇİN!

Mumyalanmış meyyit gibi sokaklarda yürüyen canlıları görünce, hangi gezegende yaşıyorum diye kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda kendi dünyamda yaşadığımı fark ettim…

Canlı olduğunu sandığım, ruhları gitmiş bedeniyle dolaşanların canlı olup olmadığını anlamaya çalışırken, az kalsın kendi ruhumu elimden kaçıracaktım… Bir ruh gibi gezdiğimi söylesem, ama biz senin bedenine de şahit oluyoruz diyenlerin olacağını biliyorum… Ancak ben onların ruhunu fark etmediğime göre, o benim ruhumu nasıl anlamış olabilir bir nesne iken, sormadan da edemiyorum… Tanımlanma zorluğu çeken, canlı olduğuna inandığım ama canlılığını ruhları gidince kaybedenler arasında dolaşırken, kendimden kuşkulanmıyor değilim… Acaba sorun bende mi yoksa ruhları olmadığı halde yaşadıklarını sananlarda mı diye kafamda deli sorular oluşuyor. Bu sorulara yenileri eklenirken, evrenin varlık sırrına vakıf olmadığım içinde kendimden utanmıyor değilim… Evrenin sırrına ereyim derken, evrenin bilgisi acaba nasıl oluştu, var mı ki oluşsun diye başka soruların zihnime çarpmasıyla zihnim kendi içinde bir savaş başlatmış gibi…

Canlılarla dolu olduğunu sandığım ama hepsi mumyalanmış meyyit gibi gezenleri görünce, bunlar neden gezer, bunları bu harekete zorlayan biri mi var, bunların iradesi gitmiş ise, bunlar yaptıklarından ne kadar sorumlu olabilirler gibi deli sorular geliyor sorgulamalarımın içine… Peki, nesne olarak yaşayanların erdemli bir eylemi olabilir mi, erdemli olduğunu söylediğimiz eylemler, özgür iradenin kontrolünde değilse, bu nasıl erdemli olabilir… Zaman zaman kendimle de konuşmuyor değilim, karşıdan gelen araç önündeki adamı çarpacakken hiç oralı olmadı ve yayaya da küfürler savurarak oradan uzaklaşıp giderken, bunu içinden rahatsız eden hiçbir uyarı sistemi yok mu, olsa bunu yapar mı, yapıyorsa karşısındakinin çektiği acılardan buna hiçbir uyaran gelmiyor mu, diye kendimle muhabbetin dibine vurmuyor değilim… Mumyalanmış meyyitler arasında gezen biri olarak, meyyitlerle konuşma şeklini henüz çözemediğim için kendim soruyorum, kendi sorularım üzerinde yine ben düşünüyorum. Olur ki, belki bu kadar düşünme bir canlı meyyiti(!) etkiler diye, soruların şeklini ve sayısını da bazen çığırından çıkararak hoyratça konuşmaktan ve sorgulamaktan zevk almaya başlıyorum…

Neden birisinin doğru dediğine, bir başkası doğru diyemiyor, acaba doğruluk bir nesne ile o nesne hakkında ortaya koyduğum yargının uyumu değil mi? Beyaz bir tavşan bahçemizde geziyorsa işte bembeyaz bir tavşan dediğim zaman herkesin ortak ifadesi harika kar gibi rengi varmış bu ne güzel bir şey böyle, dediğine şahit olursunuz ancak başka bir konuda aynı nesne ve yargı örtüşmesi gerekirken herkes yan çizmeye çalışır. Yaşadığımız evrende ortak bir kanı olarak zihinlerimize koyduğumuz bir yargı var, matematiksel doğrular her yerde aynı, asla değişmez denir ama yaşadığımız coğrafyada matematiğin doğrularını kurumsal işleyişler, ensenin kalınlığı, güce sahip olmanın verdiği rahatlık değiştirebiliyor… Hatta yeniden yazılmasına bile neden olabiliyor…

Patagonyanın istatistik kurumu, geçtiğimiz dönemde öyle bilimsel araştırmalara imza attı ki, inanın(!) küçük dilimi yutacakken, boğazımdan çıkarmak için itfaiyecilerden yardım almadım değil… Çarşı, Pazar, Sokak esnaf geziyorum; elimi bir şeye değdiremiyorum hemen yanıp kızartmaya dönüyor, çünkü cebimde taşıdığım küçük tüp yangın söndürücü onu söndürmeye muktedir olmadığı için, o kadar dikkatli yürüyorum ki, alevlerden etkilenmeden bu sokaklardan nasıl çıkarım diyorum; olmuyor alevler o kadar yüksek ki,50 metreden yüzümü yakıyor…

İlk yardım hastanesinden ateşin etkileme gücü ve ısının debi ölçümlerini istiyorum, bu kadar yakmaması lazım çünkü biz ölçtürdük bu yangından ancak olsa olsa %23 lük alev çıkmakta bu da en fazla 15 metre uzaklıktaki canlıları etkiler ama bu kadar yakmaz diyorlar… Peki, bu benim yanmama neden olan alevler nereden gelmiş olabilir diye sorduğumda, bana öyle güzel masallar anlatarak acımı unutturuyorlar ki, sanki yangını çıkaran benmişim gibi utancımdan yüzümü kapayarak ola ki bana yeni bir fatura düzenlerler diye kuyruğumu kısıp sesimi kesip hemen ilkyardım hastanesinden çıkıyorum; bir daha sokaklara uğrayacak mecalim kalmadığı için yangını bu defa içimde hissediyorum ve hepten yanıyorum… Dumanları kimse görmesin diye dışarıya salamıyorum kendi içimden kendimi imha ediyorum ama ben doğruluğumu bir türlü kanıtlayamıyorum… O zaman da durup kendi kendime soruyorum, demek ki doğru diye bir şey yokmuş,(!) doğru diye bir şey olsaydı etrafımda bu kadar mumyalanmış meyyit gezmez, en azından bir canlıya tanık olurdum diye kendimle konuşa konuşa evimin yolunu tutuyorum…

Evet, sokakta gördüğüm yangınının alevleri eğer patagonyanın istatistik kurumunun elindeki rakamlarla örtüşmüyorsa o zaman rakamlar yeniden yazılmalı; birin yerine, eksi bir yazılmış,10 un yerine eksi 20 gibi yanlış bir değerlendirme kriter ölçeği verilmiş olabilir, onun için nesne ile (gerçeklik)  yargı uyum içinde değildir bu da o zaman asla doğru değildir deme gibi bir hakkım olduğunu bildiğimi sanıyordum… Oysa ben sanadurayım etrafımdaki mumyalanmış meyyitlerden hiçbir kıpırtı gelmeyince mezarlıkta doğruluğun tanımının ne olduğunu sorduğum için kendimden utandım…

Sahiden doğruluğun insanın yaşadığı ortamda nesnel bir ölçütünün olması ve matematiksel ölçüle bilirliğinin varlığı gerekli değil mi? Ölçmeyi bıraktım bazen bir iddianın neye göre savunulduğunu anlamakta ve algılamakta da zorluk çekiyorum… Temele inmeye çalışıyorum ne temel var ne duvar tamamıyla sel gelip alıp götürmüş ortalıkta görünen sadece bir zamanlar buradan bir derviş geçerken böyle demişti diyenlerin masalları var… Buna rağmen fanatik savunucuların canhıraş savunmalarını gördüğümde kendimden utanıyorum, yahu bu mumyalanmış meyyitler içinde ne enerji varmışta ben mi ölüyüm diye kendi kendime sorgulamamın yönünü, bir anda kendi röntgenimi çekmeye yönlendiriyorum…

Hiçbir bilgi ambarın yoksa savur gitsin, demişler ya bekâra karı boşamak kolay diye… Öğrendiklerinizin vebali, sorumluluğu ve sizden beklediği ve hesabınızı değerlendirecek bir terazi olduğuna inancınız yoksa sallayın gitsin, konuştuklarınızın karşılığı boş çıkarsa neden üzüleceksin ki, zaten sonrasında ne olacağının hesabını yapmıyorsun o zaman salla gitsin… Ebem dedi, kör dedi gelene geçene vur dedi diyerek alırsın eline süpürgeyi hoşuna gitmeyenlerin suratına suratına vurursun, hiç olmazsa bir iz kalır, kuduz gibi herkes ondan uzaklaşır… İşte meyyit olmak ile meyyit olmamak arasındaki önemli çizgi, sorumlu canlılardır insan, sorumsuz insanlardır meyyitler…

Meyyitler içinden sorumlu canlılar evrenine bir yolculuk yapalım dedim bir anda kendimi patagonyanın istatistik kurumumun doğruluk kavramına getirdiği anlamı görünce tüm bildiklerimi unutup doğruluğu yeni anlamıyla benimsersem acaba ne olur diye düşünürken, inanın başıma bir ağırlık çöktü ki kafamı kaldıramaz oldum… Kerbela çölünde Hüseyin’i Yezide biate götüreceklermiş gibi kendimi onun yerinde buldum… Yani öyle bir ağırlığı varmış ki, bir anlamı yeniden tanımlamanın… Bazen anlam kayması falan(!) diye öğrenmiştik, bu ona hiç benzemiyor ne almam koyuyor ne ciğer ne yürek alıp götürüyor sonra bir kadavraya döndürüyor seni…

Bütün bu anlamsızlıkların kaymadan kaynaklandığı anlaşıldı, âmâ saman yolundan bir yıldız kaydığı zaman tam bir eser, muhteşem harmoni, demek ki her kayış bir bozulma olmuyor, bazen insanlar kendi elleriyle kendilerini zorla kaydırarak fıtrat güzelliğini sanki bozuyorlar değil mi?

Arabasıyla yayaya çarpacakken basıp giden nasıl kendisi için yaşıyor başkası onu hiç ilgilendirmiyorsa, Karacaoğlan da böyle yaşamış biz devri salikleriz, ne aldıysak onu yaparız bazen de o kadar tutucuyuzdur ki, devredenlerden daha fazla sahipleniriz…”Ben güzele güzel demem güzel benim olmadıkça diyen Karacaoğlan’ı bu sözüyle bazen arşı alaya çıkarırız ve onu kendimize rehber biliriz… Oysa ben güzele güzel derim benim olmasına hiç gerek kalmadan, çünkü o güzellik, Aristo’nun deyimiyle belli bir oranı ve uyumu içeren matematiksel bir düzen varsa o hep güzeldir. Güzel olan aynı zamanda değerlidir. Ayrıca doğru olduğunu söyleyenler de yok değil…

Muhteşem semaya ihtişamlı gözlerle bakanlar ancak ondaki güzelliği yürekten algılarlar. Algılamıyorsa insan zaten bir meyyittir, meyyitten neyi nasıl doğru güzel ve iyi olarak tanımlamasını isteyeceksin ki… Mumyalı insanların cansız bedenlerini anlamlı kılmak için çıktığımız bu yolda, eksik olan ruhu, taşımak istedik ağırlığı çok olsa da, yazdığım bu satırlarla…

Duygusal beğenileri sağlamış olsak bile, eylemlerde ortak bir ölçü olan iyiyi getirememişsek hayatımızda, doğrulara kulaklarımız kapalı olacağından kimsenin kuşkusu olmasın… Duygusal refleksleri güçlü olan bir toplum olduğumuz için, hep duygusal yargılar ve sübjektif güzellik yargısı ile temel yaşam hakkında değerlendirmelerde bulunuruz… Ondan dolayı da bir türlü istikrarlı bir zeminde doğru yargıyı ifade etme becerisini gösteremeyiz…

İnsanlık için yaşamsal değerler, insanlığı kuşatmalıdır. İnsanlığı kuşatmayacak bir ölçü herkesin uymak zorunda olduğu bağlayıcı bir ölçü olamaz. Mesela yıllarca bize İslam devleti dendiği zaman akan sular durur onun uğruna ne yapacağımızın hesabını yapar devlette alacağız görevlerin hayalleri ile düşlere dalar giderdik… Bu bahsettiğim yıllar liseli yıllarımızdı, şükür biz çok okuyan ve sorgulayan insanlar arasındaydık… Ben o yıllarda mantıki kavramlardan yola çıkarak kavramların içlem ve kaplamlarıyla ilişkilendirerek kaplamı az olan bir kavramın kaplamı daha fazla olan bir kavramı kuşatmasının mümkün olmadığına inanırdım. Ondan dolayı da bütün bir insanlık ya da farklı insanların birlikte yaşadığı ortamlarda bir dinin, etnik kökenin ya da ideolojinin ölçüt alındığı bir devlet olamaz derdim… Çünkü din kaplam olarak insandan daha aşağıda ama insan daha yukarıda o halde kurulacak devlet insanı kuşatmalı ki, sağlıklı olsun ve kendi kendisiyle çelişmesin yoksa anlamsız bir oluşumu kutsallaştırarak başkalarına dayatıp onların da günahını üstlenmenin anlamı yoktur diye düşünürdüm…35 yıl geçmiş olmasına rağmen bu düşüncelerimi bu günde savunuyorum…

Bu da nereden çıktı diyenlerin olacağını düşünerek diyorum ki, sübjektif ölçüleri bir dayatma aracı olarak evrensel değermiş gibi insanlığın hayatını felç etmek için kullanmanın kimseye bir faydasının olmayacağı muhakkaktır.

Sorgulama sürecini tamamladığını düşünen ama sorgulamanın ne olduğunu sorduğunuzda sadece karşıt düşünceye hakaret ve küfretmeyi bir erdem sananların dünyalarının, ne kadar karanlık bir dehliz olduğunu kısa hatlarıyla izah etmek için bu yazıyı kaleme aldım… Sorgulamadan korkanlar yaşam alanlarında hep tedirgin ürkek ve korkak yaşarlar… Sorgulama beynin aklı harekete geçirmesidir. Harekete geçmemiş bir aklın olup olmadığına nasıl karar verirsiniz. Aklı olduğuna inandığımız sorumlu canlılarla birlikte dünyanın çehresini ve var olanların dışında farklı bir anlayışın ve atmosferin olabileceğini sorgulayarak ancak ortaya çıkarabileceğimizi, paylaşmak istedim.

Varlık bilgi ahlak ve sanat ekseninde küçük çapta felsefi düşünsel bir sorgulama olarak katkımız olduysa Rabbime hamdu senalar olsun… Tüm değerleri veren o, bizim sorumluluğumuz doğru denklem kurarak doğru sonuca gitmektir… Gerçekleri yok edip doğru yargılar hiçbir zaman kurulmamıştır ve kurulamayacaktır… Onun için herkese naçizane önerim ve hatırlatmam, gerçeklerle yüzleşmeden hayatımızın doru rotaya oturması imkânsızdır… Bu bilimsel bir yargı değil biliyorum ama şuna inanıyorum ki, siz kendinizce size faydası olduğuna inandığınız, sevdiğiniz duygusal gönül bağı kurduğunuz, elinizden çıkmasını istemediğiniz, olmazsa olmaz dediklerinizi terk etmedikçe kesinlikle iyiliğe doğruluğa kavuşamazsınız…”En sevdiklerinizi feda edip harcamadıkça kesinlikle iyiliğe birre kavuşamazsınız… Onun için diyorum ki sorgulama hayatımızın dinamosu olsun…

Hayat, sorgulayarak başlar, tanıyarak devam eder, tanımlanarak sahip çıkılır, inanarak göğüs gerilir… Son noktaya gelmek için sorgulama cesaretine sahip olmalıyız, olamıyorsak, kendi yarattığımız tanrıları korumanın adı hayat olur…

Selam ve hayır dileklerimle bu saate kadar bunları tefekkür etmeyi bahşeden Rabbime hamdolsun… Ancak sana kulluk eder ancak senden yardım dileriz… Rabbim isteklerimizi senin katındakilerle daim eyle ki, dünya ve içindekilerle boğuşmaktan hedefimizi kaybetmeyelim… Âmin…

 

Erol KEKEÇ/23.02.2022/01.15


22 Şubat 2022 Salı

BİR NEŞTER VURDUM GEÇEN ZAMANA!

İnce bir saz eşliğinde uzaktan turaç ötüşlerini dinleyerek vahşi bir doğanın içinde sabahlamak vardı, ne yazık ki şehrin monoton yaşamları arasında akşam yat, sabah otobüslere koş, metro tramvay vapurlar derken o anın tadını çıkarmak hiç nasip olmuyor desem ne çare… Hayali bile haram olmuş gibi, stresle kalk gerilimle yürü, cinnetle akşamla, öylesine yuvarlanıp gidiyorsun işte…

Günah duvarına bir resim çiz deseler, yıpranan ömrüm ve boşa geçen zamanın çılgın rüzgârlarla nasıl boğuştuğunu çizerdim herhalde. Öyle bir geçiyor ki zaman, senin onunla mücadele etme koşulların farklı olmasına rağmen, nasıl da bunu kendime rakip edindiğimi düşündüğümde şaşıp kalıyorum olduğum yerde…

Tüm günahlarımı toplasam gök kubbe alır mı bilmiyorum ama bildiğim bir hakikat var ki, bir zerre olan ben bu kadar kabarmayı nasıl becerebildim. Küçük bir zerre, günaha saplanınca balon gibi şişerek olduğundan farklı ve kendinden uzak nesnelere dönüşmese, bu kadar şişkinliği oluşturacak büyüklükte bir hacmi nasıl işgal edebilir.

Bazen nefes alamıyorum derken, bu gök kubbe içinde günah gazları o kadar ruhumu daraltıyor ki, yüzümü çevirip yukarılara baktığımda kendimden başka ve kendi günahımın dışında bir şey görünmüyor gözlerime… Demek ki tüm bu sıkıntıların kaynağı bendeymiş diyerek, yeniden başlıyorum hayata kaldığım yerden…

Bir sabah meltemi esiyor hafiften, yüreğimi okşayarak içimdeki dertleri ve sızıları da süpürüp götürüyor içimden… Hiçbir çöpçü bu kadar temizleyememişti sokağımızı, meltemin yüreğimden götürdüğü kirler kadar… Bazen gezdiğim yerlerde, sokağımızdaki cam kırıklarını gördüğümde benim yüreğim kadar parçalanmamış olduğunu görmem, beni de kendime getiriyor, ne kırıklar var da sen bilmiyorsun diyorum kendi kendime… Yürüyorum kimsenin uğramadığı sokaklara, duvar diplerinde akşamdan şarapçıların bıraktığı içki şişelerinden başka bir şey ilişmiyor gözlerime…

Kim bilir kaç şarapçı sabahladı bu duvar diplerinde, kaç evsize yuva oldu bu duvarlar, ekmek kırıntıları, kemik artıkları ve kırık şişelerden gözümü alamıyorum yürürken, bir taraftan video görüntüleri alıyorum bir yandan içim içime sığmıyor, bu duvarın dibinde ne acılar olduğunu düşünüyorum…

Gönlünü belediyeciliğe vermiş, nice güzel insanların makamlarının hemen iki cadde arkasındaki bu sokağa, hiç yollarının düşmemiş olması da beni bir başka yaralıyor… Acaba ben de mi buradan geçmemem lazımdı diye düşünmekten de kendimi alamıyorum…

Ben bu yüreğime söz geçiremiyorum ve bir türlü kemendini elime alamıyorum… Hiç acı duymayan sokaklardan geçeyim diyorum beni alıp götürüyor, hem de hiç bilemediğim yerlere, kendimdeki acıları dindirmeden bir de onlar ekleniyor acılarım arasına… Söyler misiniz bana bu kadar acıya dayanır mı dersiniz bu yürek, ondan olsa gerek her yanından acı ve sızılar geliyor…

Gönül coğrafyamın yürek ikliminden acı acı esen fırtınalar arasında, yaşamaktan mutlu muyum diye sorarsanız, hakikaten çok yorulduğumu söyleyebilirim, ancak o acılarla birlikte olmak bir an olsun acı çekenlerin acısını hafiflettiğimi düşünerek acılarımı hafifletmiyor değil, ondan olsa gerek, yürek ikliminden gelen fırtınalara aldırmadan gönül coğrafyasında yaşamaktan haz alıyorum…

Alıp başımı gideyim diyorum, doğanın özündeki doğal dostlarımla huzura ereyim, ardından acı çekilen bu coğrafyanın hangi köşesinde kalmış olabilir o doğal huzur diyerek yine vazgeçiyorum… Bilmem ki ben, bu benden mi kaçıyorum, yoksa kaybolan beni mi arıyorum. Kaybolan benliğim olmadığını biliyorum, omurgalı yaşam hep hayatımın odağında durdu, omurga yara almasın diye her şeyimi kaybetmeyi göze aldım ama omurgaya zarar gelmesin istedim, sürüngen bir yaşama alışkın değil benim yüreğim… Kendini kaybetmiş varlıklarla birlikte olmaktansa, kendisi olmaktan onur duyan doğal yaşamın vahşi kollarında kendimi bulmuşum, ondan olsa gerek hep oraları arzuluyor yüreğim…

Nerelerden geldiğimi söylesem kendim inanmıyorum ki, onlara sizi nasıl inandırayım… Ama bildiğim bir hatırası geçtiğim her yerden, yüreğim mıknatıs gibi acı topladığından o acılardan yüreğim kalkmaz olmuş yerinden, belki buradan siz de anlayabilirsiniz onun neler çektiğini ve hangi yolları bir nefesle geride bıraktığını…

Umutsuz vaka olarak değerlendirenler çıkabiliyor bazen beni… Oysa tüm umutların yeniden başlamakla canlandığını bilen biri olarak, bu satır aralarında gezinmekten zevk alıyorum… Ondan olsa gerek dere tepe demeden her tepenin ardında ve kayaların oyuklarından hayat fışkırır diye, kayıp neresi varsa, oraları irdeleyerek geziyorum hiç kimseye aldırış etmeden…

Sokakları terk ederek, kavşak noktasından caddeye tam girecekken, gözlerime bir ışık yansıdı hiç bilmediğim bir yerden, karşımda koca yürekli küçük adamı, umut dağıtırken, umut satıcılarıyla mücadele ederken gördüm… Umut satıcılarının tezgâhlarını param parça etmiş, gönlü kırık hayalleri solmuş gelecekten beklentileri azalmış, omuzları çökmüş, elleri nasırlı, gözleri yaşlı insanların, dizlerinin üzerine çömelerek, başlarını ellerinin arasına almış, bu koca yürekli küçük adamı can kulağıyla dinlerken görünce kendimden utandım…

Umut tacirlerini umut satarken tezgâhlarıyla imha etmek, umut çiçeklerinin yeniden tomurcuklanması için bir hava sirkülasyonu yaşadıklarını bana öğretti… O koca yürekli küçük adam, oysa benim gelmemi beklermiş saatlerce, her gün orayı kullandığımı biliyormuş… İçimde birikmiş tüm olumsuzlukları içimden atmam için, bir tekmeyle tüm umutsuzlukları parçalayarak insanlara umut tomurcukları dağıtıp, benimle kol kola yürümek için içimdeki sızıyı dağıtmaya gelmiş…

Bu sokaklar, bana yağmurdan sonra rengârenk gök kuşağıyla buluşacağım saatleri bile değiştirdi… Hangi saatte randevulaştığımı unutturup oradan oraya koşturmaktan beni bana bırakmadı, gökkuşağına derdimi anlatıp bir helallik almamı elimden aldı…

Beton binalar arasında bıraktığım ömrümü çalan duvarlar, beni benden çaldığınız gün ömrümden ömür gitti, bir günüm bin yıl oldu, bin yılım bir gün gibi savrulup gitti… Oysa yapacak daha çok işim vardı. Anlaşılmayan beni anlatmak için, kendimi dağların arkasına hapsedip, mesajımın hareketli bir resmini yaptıracağım, Ağrı Dağının tam tepesine ülkemin her karış toprağından okunsun için…

Sahipsiz çocukların, köşe başlarındaki muşambaya bu soğukta nasıl da serilip ana kucağı gibi yattığını görünce, bir mezar bulayım da ben de uzanayım boylu boyunca, bu acıları kaldıramaz oldu yüreğim desem de bu çocuklar uğruna tüm acılara katlanmayı öğrendim. Acıları silemesem de acı çekilen yerlerdeki acıların kaynağını en azından ortaya çıkarırsam, bir gün gelir o acıların kaynağını kurutacak olanlar da çıkar… İşte bunu düşünerek tüm acılarımı yürek iklimindeki çılgın rüzgârın önünde savuruyorum… Bir gün olur samanla teneler ayrılır, işte o gün tüm taneler bir umut tomurcuğu olarak bu topraklarda patlar.

Ben dostlarıma elveda ederek arkama bakmadan hiçbir zaman terki diyar etmedim… Gönül muhabbeti ile aklın sistematik dosdoğru duruşu bir araya geldiğinde gecelerimiz gündüz, yürümelerimiz koşu alanına döneceğinden kuşkunuz olmasın… Ben o günlerin ne zaman geleceğini bilmediğim için, o günlerin oluşumunu sağlayacak nedenleri oluşturma derdindeyim… Belki kafanıza takılabilir bu adam ne yapıyor diyenleriniz çıkabilir, ben yüreklerin üzerindeki zehirli zarları parçalamakla meşgulüm. Gönül coğrafyasından kanayan yerlere merhem taşıyorum gece gündüz durmadan, her an bir tabip gibi çalışır, hem lojistik sağlar, hem de merhamet ikliminde yetiştirdiğim umut tomurcuklarımı oraya dikerek onların bakımıyla uğraşıyorum… Yani anlayacağınınız kendi çapında el becerisiyle bahçıvanlığı öğrenmiş, hiçbir ağacın kurumasına müsaade etmeyecek kadar ağaçları canından çok seven, tahtası eksik bir bahçıvanım…

Yolum çok uzun, zamanım az, biraz müsaade edin doğallığımla baş başa kalayım, yoksa ben de acıların bir parçası olup, yangınları alevlendiren bir volkana döneceğim…

Yine bir sabah, ince sazım hafiften çalar, turaçlar uzaktan kulaklarımı yoklar, demlenmiş çayım beni bekler, elveda ederek ayrılmayacağımı söylemiştim, Haydi bana Eyvallah…

 

Erol KEKEÇ/22.02.2022/09.30

            

21 Şubat 2022 Pazartesi

ZİHİN DUVARLARI İŞGALDE, BİRAZ İNCİNMİŞSİN(!)

 

İsyan çiçekleri genellikle sınırları tel örgülerle çevrili bahçelerde açar. Doğanın renk cümbüşü içinde isyan çiçeklerine pek rastlayamazsınız, farklılıklar da oradaki bütünlük içinde bir yer bulur kendine… Doğanın merhametli kollarında tüm bitki börtü böcek ne varsa hepsi için bir yer mutlaka vardır, kimse bir başkasının rengini yok etmez doğal seleksiyon dışında…

Doğanın doğallığını imha ederek sistemli kaliteli ve daha güzel bir yaşam alanı oluşturmak için doğal yaşama müdahale edildiği zaman doğal yaşamın isyanı, öncelikle kendi doğallığı içinde varlığını haykıranların yaşamlarına yapılan baskılarla ortaya çıkar.

Toplumsal yaşamın doğal akışına yapılacak bir baskı, koruma, kollama ve yönlendirmenin ötesi müdahaleci bir anlayış, toplumsal yaşamın her katmanında çok ciddi isyan güllerinin tomurcukken patlamasına yol açar. Bir ortamın tomurcukları çiçeğe kavuşmadan patlıyorsa oranın yazı hiç gelmeyecek ama ilk kışla, bitişi olmayan kışların geleceğinin habercisidir.

Eğer bir yaşamın kurallarının çok olduğu yerde yaşam sürüyorsanız orada yaşamın ilkelerden yoksun olduğuna şahit olursunuz. İlkesiz yaşamlar toplumsal hayatın sürekliliğini sağlamak için hergün, günün değişen koşullarına göre farklı kurallar oluşturuyorsa, orada ilke ve belli bir hedefi düstur edinmiş yaşamların varlığına pek rastlayamazsınız. Çünkü ilkeli yaşamlar kendi doğal sürecinde belli kurallara ihtiyaç duymadan varlık sahnesindeki rollerini çok iyi oynamaya gayret eder. Herhangi bir hatası sonrasında da bir yaptırıma gerek duymaksızın kendisini vicdanen sorumlu tuttuğundan kendi cezasının kesilmesini başkalarına bırakmadan faturayı anında öder.

Toplumsal yaşam ile doğal yaşam arasında doğrudan bir benzerlik ve ilişki kurulmadığı zaman, doğadan kopuk bir toplum hayatı kendi içinde infilak eder. Doğal dengenin korunması, doğal kuralların varlık evreninde dayatmacı olmamasından dolayıdır. Doğal dengenin, toplumsal dayatmacı politik sistemin talepleri doğrultusunda biçimleniyor olması tüm ifsat mekanizmalarının harekete geçmesidir. Doğal yaşama müdahale edecek duruma gelmiş, toplumsal yaşamı dizayn eden sistematik politik anlayışlar, tahribat sürecini başlatmış anlamı çıkar.

Dünyanın yörüngesinin her geçen gün biraz daha merkezden kayıyor olmasında, toplumsal politik zihniyetlerin sistematik kötülük kodlarına göre bir süreç takip ettiklerinin göstergesidir. Kötülüklerin sistematik hale gelerek kendi varlığını sürdürmesinin adını bütün bir insanlığın geleceğinin düşünülmesi olarak tanımladığı ortamda, yeryüzünün her yanı, sera kuşatması gibi kötülük gazlarının yayılmasına gebe olur.

Kötülüklerin hiçbiri doğrudan kendisini tanımlarken, kötülük içerikli kelime ve kavramlardan uzak durarak en iyi ortamın havarisi gibi kendisine bir rol biçer. Bu rolleri oynamanın tam zamanı olduğunu önce ciddi bir algı yönetimi ile ulaşılacak doğruları manipüle ederek satar. Sonrasında bir bakmışsınız her yanınızdan kötülükler fışkırırken bunların birer iyilik ve geleceği doğru inşa etme adına yapıldığına şahit olursunuz. Yani doğal yaşamın doğallığından uzaklaşan hayat treni, bir daha doğal hayatın raylarına, doğru oturması öyle kolay olmayacaktır.

Zihinsel kurgu geliştirme için zihin kodlama sisteminde meydana gelen bir olumsuzluk bütün bir yaşamın kodlama sistemini yerle yaksan eder. Çünkü toplumsal yaşamın kodları, bireysel kodlama sisteminin doğru işliyor olmasıyla ortaya çıkacaktır. Bireysel kodlama sistemindeki bireyin, baskı balata sıyırması, onu hangi kodlama sistemini temsil edecek duruma getirebilir?

Demek ki yaşam, doğa toplum ve zihinsel gelişim evreleri arasında kurulacak bir ilişki ağının yansımasıdır. Bu ilişki ağını doğru kuramayanlar, insanlık tarihi boyunca doğru yaşam denkleminden yoksun kalmaları bir yana, gelecek hakkında ortaya koyacakları anlayışları da hiçbir zaman doğru bir yaşam kapısını aralamayacaktır.

Doğal yaşamın kodları, insanlık vicdanına kodlanmıştır. İnsanlık vicdanı yok olmuş ise insan da yok olacak demektir. İnsanın yok olma süreci bir anda hemen kendisini göstermeyebilir ama doğal yaşamın doğallığını bozarak gelişim evrelerinin ilerleyip ilerlemediğine şahit olabilirsiniz. Zihnin kendi dişlilerini yiyor olması, yeni bir hammadde atarak dişlilerinin çalışmaması, geleceğin çok karanlık bir ortamda kodlamasını tamamlayacağının habercisidir. Hiçbir yanlış işleyiş mekanizması, aydınlık bir ortamda kendisini deklare ederek göstere göstere varlık alanına indiği görülmemiştir. Âmâ doğrunun kendinden geçtiğini ve her ortama doğrulardan oluşan çok ciddi heyetle gideceğini söyleyerek sizin doğallığınızı bozarak doğal olmayan yaşamı sırtınıza vurur… Sonrasında ondan uzaklaştığınız takdirde başınıza geleceklerin hesabını yapamayacağınızı size anlatarak korku senaryosu çizilir.

Kötülüklerin iyiler postunu giyerek bir yerde konumlanması her an nereden ne zaman buradan gelecek ihanetlere karşı vicdanınız nasıl bir alarm uyarısı yapacak, ona çok iyi dikkat etmek zorundayız.

Her an kıvılcımlanmak için birbirine sürtünmesinin yeterli olduğu bir zamanda siz hala çakmak taşları ile ateşinizi yakacağını düşünüyorsanız yanılırsınız.

 

Doğal yaşamın kendiyle olan uyumu dendiği zaman, hemen herkesin anladığı tabiattaki yaşamdır. Doğal yaşam, devam eden ve kendiliğinden bulunduğu ortama ve koşullara uyum sağlayarak yapay oluşumlarla kan uyuşmazlığı yaşayan hayat demektir. Böylesi bir hayata, kendi doğal kanı ile uyum sağlamayacak bir ortamın genetik kodlarını enjekte ederek, onun yaşamı üzerinde farklı oluşum meydana getirmek istediğiniz zaman imha sürecine kendinizden başlarsınız. Yaşamın her noktasında küçük büyük her düzeyde meydana gelen doğallığı imha süreci sanıyor muyuz ki, insanlık hayrına ve yararınadır. İnsanlık yararına olacak bir oluşum, hiç kuşkusuz doğal hayatın doğallığına müdahale etmeden ve o özelliklerinin daha fazla gelişmesine katkı sunacak değerlerle onu beslemekten geçer.     

Bunları neden mi anlatma gereği duydum sabahın bu vaktinde, Yeryüzünün şer tohumlarının gelişmesi için, her yandan imara açıldığı bir çağın karanlık dalgaları arasında, durdurulması güç tsunaminin yaşama vermiş olduğu rahatsızlıktan dolayı yazıyorum.

Bütün bir evreni, ıslah edilmiş kontrolü kolay bir yaşam alanını    n dünya çapında bir laboratuvarı haline getirmek isterseniz, bu ortamın havasının ve kimyasal reaksiyonlarının ortaya çıkan ışınları her canlının hayatına küçük ya da büyük çapta yara açacağı muhakkaktır.       Onun içindir ki, doğal yaşamın doğallığını imha süreci iyilik melekleri(!) eliyle gerçekleştirilir oldu. Hiçbir kötülükte zebaniler önde gelmiyor. Önce masum bir kimliğe bürünüyor ardından canavarlaşmış parçalayıcı kanatlarına, merhamet reklam afişleri giriyor; onlara baktıkça kendinden geçen hipnoz olmuş akıllı ama zihin duvarları istila edilmiş varlıkların beyninde kuluçka dönemini hemen yaşıyor. Bu kısa kuluçka döneminden sonra, alabildiğince yeni yavrular ve kötülüğün savunucusu, canlılığı gitmiş cansız canlılar savunma refleksleri geliştiriyor. Bu refleks davranışlar karşısında doğal yaşamın bir parçası olanlar, haliyle doğal ortamına dönerek kendi kabuğuna çekildiği için, merhamet kanatlı, yeryüzü imha timleri bütün bir küreyi dolaşarak kötülük tohumlarını iyilikler adına yeryüzü havarisi olarak dağıtmaya başladılar.

Doğal hayatın içinden alınan ve içinde doğal aroma barındırmaktadır diye insanlığa sunulanların tamamı, sinsi düşüncelerin her ferdin bünyesinde kuluçkaya yatma girişimidir.

Bizim, bu yaşam alanı diye tanımlanan ifsat denizinde iyi bir yüzücü olmamızın faydası olur mu dersiniz? İfsat denizinde iyi bir yüzü ve kötü yüzü olmanız arasında bir fark olmayacaktır, önemli olan o ortamda yüzüyor olmanızdır. Çünkü oraya dalanların işgal ettiği yer, ifsat denizinin sularının kabararak hacmini biraz daha genişletmesine sebep olmaktadır. İstenen de bu olduğu için amaç gerçekleşmiş olmaktadır… Yani herkesin zihninde ama velakin ya… Gibi soruların sorulmasına açık kapıları kapamış olmanız yeterlidir. Ondan sonrası kendiliğinden gelir. Doğal yaşamı imha ederek yerine konulmak istenilenin tercih sebebi olması, bütün bir evrenin imha sürecini başlatmaktır. Bu kadar insan yanlışta bir sen misin doğru olan diye herkesin ağzında düğümü olmayan sorular var ya, işte onların sayısı ne kadar artarsa doğal yaşamın rayından çıkarak hız kazanması da o oranda hızlanır. “Siz yeryüzünde bulunanların çoğuna uyarsanız, onlar sizi Allah’ın yolundan çevirir, kendi yollarına döndürürler, onlar sadece zannediyor ve saçmalıyorlar…”

Evet, değerli Okurlarım, hayat bazen bizlerin hiç ummadığı yerden bizlere kazık atmaktan hiç çekinmez, en güvendiğimiz ve emin olduğumuzu iddia ettiğimiz kişi ve düşünceler bize öyle bir tokat atar ki, bir daha kendimize gelinceye kadar takdir edilmiş ömrü tamamlamış oluruz. Bizim için biçilen ferdi ve toplumsal ecelimizi yaklaştırmadan yeniden bize taktim edilen hayat kodlarını sorgulayarak, doğal yaşamın doğal kollarına kendimizi en kısa zamanda bırakmak zorundayız. Yoksa ne olur demiyorum olacaklar hakkında akıl yürütme ve öngörüde bulunmak istemiyorum, zihnimi oraya çevirdiğimde beynimde resmen bir zihin devrimi meydana geliyor. Bu devrimler benim açımdan sorgulama alarmı yapıyor olmasından, hala zihnimin canlı olduğunu anlıyorum… Ancak gelecek faturanın toplam istediklerinin içinde, istek kalemlerinin gizli tutulması ve ortaya konulmamış olması beni hepten ürkütüyor.

İnsanlık önüne konulan faturada yaşamlarımızı gelecek tehlikelerden koruma ve çağın koşullarına göre doğru bir yaşamı inşa etme faturası diye yazıyor… Ancak bu durum, anlatacağım şu hikâyeyle ne kadarda benzerlik gösteriyor… Gencin biri hasta olduğunu düşünerek oluşan kaygılarından dolayı doktora gider, doktor hanım efendi bir tabiptir, genci dinler tüm içindekileri anlatmasını ister oda dökülür, bunu dinledikten sonra doktor gence der ki seni çok yıpratmışlar biraz incinmişsin onun için şunlara şunlara dikkat et kendini fazla germe yoksa daha kötü olabilirsin der ve onu yollar… Genç arkadaşının yanına geldiğinde ne oldu ne dedi doktor diye sorunca, valla biraz incinmişsin dedi der. Nasıl yani, yahu  anlamadın mı güzel bir hanım efendiydi okumuş görgülü biri olduğu için bana bizim dilimizle konuşmadı, yani senin ağzına….şlar diyemedi onun için biraz incinmişsin dedi der…

Evet, dostlar kimse bize ne olduğunu neler yapıldığını söylemekten çekinse de, ben yumuşak tarafından söylemiş olayım biraz inciniyoruz kendimize dikkat edelim; yoksa gelecek günlerin gerilim katsayısı hayli hayli yükselecek gibi…

Bu küresel ifsat mekanizmasının aparatlarını bölgesel göletlere atarak insanları o göletlerde yüzdürmek isteyen merhamet kanatlı havarilerimiz de bir gün anlayacak bize merhamet dağıtmadığını ama o gün tüm yaşam cehenneme dönmüş olacak… İnsan, kendi eliyle ecelini yaklaştırır… Evreni ele geçirmek isteyen ifsat dinozorları her an doğal aromalı gıdalarla doğal hayatın doğallığına bizi yaklaştırdıklarını söyleseler de, alıştığımız yeni ortamın kokusunu kendi doğal hayatımızın doğallığı gibi görmeye başladığımızda işte o an dönüşü ve çıkışı olmayan kimyasal denklemlerle reaksiyona girdiğimiz an olacak ki, eski yaşama veda süreci başlamış olacaktır.

Evet, daha fazla bu konuları açarak zihinlere korku yayma derdinde değilim, ancak bilim ve güç arasındaki ilişkiyi dikkate aldığımız zaman bilimsel gerçekler diye insanlığa sunulanların büyük oranda temeli yıkacak olanları, tamamıyla ifsat üzerine oturanlar olduğu bilinmelidir. Ama arada bazı iyi olanlar da olmalı ki, hepten hapı yutmasınlar. Çoğunluk dediğimiz ortam, akıl ve zihin duvarlarında ifsat tohumlarıyla kuluçkaya yatmış olduğundan, onların gösterdiği tepkiler içinde hakikati arama çabamız, baştan heba olmuş bir emek ve boşa gitmiş zaman olacaktır.

Doğal hayatın doğallığına bırakılmayan yaşamların hepsi, zorla mahkûm etmek istediği dimağların isyan bayrağını çekebileceğini göze almalı ve kendisine biçilmiş olan gömleği saklayarak insanlık için hizmet ettiklerini daha fazla insanlara yutturduğunu sanmasınlar. Yoksa sonrası hepten bir hiç ve habitat ameluhum olacaktır.

Doğal yaşamı imha sürecinin en büyük hedefi yapay oluşumları doğal hayat kodları gibi sunarak, gelecek nesilleri koparılmış ve güdümlü süje kılıklı nesneler haline getirmektir. İşte o zaman gelecek, toptan imha olacaktır. Suje olduğunu düşünenlerin birer nesneye döndüğü yaşamlarda, nasıl bir değişimi hangi zihinlerde oluşturacağınız yeniliklerle yağacağınızı düşünürsünüz…

Son olarak açıkça diyorum ki, hakikaten bize bir şeyler oluyor, incinme süreci çoktan bitti, ben fazla okuma yazma bilmediğim için açıkça söylüyorum bizim anamızı ağlatacaklar… Kendimize gelelim ve zihin duvarlarımızı işgallerden kurtararak kendi doğal ortamımızın doğal kodlarına acilen dönüş yapalım…

Sevgiyle güne başlayalım hayırla devam edelim, şefkatle bitirip tefekkürle gelecek günlere merhaba diyelim… Selam ve muhabbetle

 

Erol KEKEÇ/21.02.2022/08.40

 

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!