Bu Blogda Ara

20 Şubat 2022 Pazar

ÇİÇEKLERE HELAL EMEKLERİM

 Yine bir Pazar ve benim ömrüm hep tükeniyor azar azar… Kuşları arıyor gözlerim oysa onlar çoktan terk etmiş beton yapıtları mesken edinmeyi… Bulutlar berrak güneşin süzülerek üstüme doğmasına engel olsa da Güneş doğmaya kararlı ben de bu azim ve istek olduğu müddetçe. Hızlı adımlarla çıktım, nefes nefese kalarak geride bırakırken gittiğim yolu, önümde gidecek yol olmayanınca biraz nefeslenmek için ayaküstü bir kenarda yine Güneşi aramaya yöneldi gözlerim…

Yine bir Pazar, sabahın aydınlığı yayılmadan düşerdim yollara gençlerimizi daha iyi bir geleceğe hazırlamak için; sabahtan başlardım heyecanla anlatmaya akşam olduğunda talebelerim hocam kaçıncı saatiniz dediklerinde, şu an sekizinci saate giriyorum ama 1. Saate giriyor gibi dinamik heyecanlı ve sizden aldığım enerji ile topladıklarımı yağmur gibi üzerinize serpmek için masa başındayım; oysa bu dersi sizlere anlatırken tam 8.km yolu da geride bırakarak yeniden başlıyoruz derdim…

O heyecanlarımı hala taşısam da, heyecanlar karşılıklı etki ile birbirini daha bir galeyana getirir ve toplu enerjiye dönüştürür, işte o enerjiyi oluşturamamanın hüzün ve üzüntüsü ile bu pazarı evimde bilgisayarın başında yazarak geçiriyorum…

Bu saatlerde günün nerdeyse üçte birini yarılamış olurduk oysa şimdi üçte birini kaybetmenin hüznü içindeyim… Bu hüzün ve üzüntülülerimi günün sırtına vurarak, kendimden kendimi kimse almadan yine haykırmak istiyorum içimde saklanan gün görmemiş duygularımı…

Çocukluğumdan kalan yalnızlıkları hep kalabalıklar içinde yaşayan ben, yalnız olduğumu kimselere duyurmadan bir toplum olarak yaşadım günün her saatinde…

Doğru bildiğim yolun zorluklarına meşakkatine ve engellerine asla aldırış etmedim, o yolda son nefesimi vereceğimi bilsem de onda hep kararlı oldum…

Şafak vaktinde sokaklarda sahipsiz köpeklerin saldırısına uğradığımda sahip aramadım, onları rehabilite ederek yolun dışına bırakıp yoluma devam ettim…

Ummadığım anda içimden volkan gibi kaynayan umut ve heyecan kıvılcımlarını koca bir nehre dönüştürerek, akan su gibi o nehirde bende aktım ama asla su nasıl akıyor diye kenara çekilip suyun akışı üstüne duygusal şiirler yazmadım…

Ellerimle kardığım, mayasına duyularımı eklediğim, hamurunu neşeyle yoğurduğum, hayatımdan arta kalan ekmekleri yiyecek zamanım var mı bilmiyorum ama bu yolda lezzetli ekmekler dağıtarak herkesin kursağına ve beynine o sıcak ekmeklerden gelen gıdanın şifa olması tüm dualarım…

Yine bir Pazar ufaktan zeki Müren dinlerken ben de bitmeyen dertlerimin çaresini arıyorum, yağmurlar vurmasın camıma ve ben çıkmayayım dama her an uyanık yaşamak için atıyorum adımlarımı…

Umut türküleri dinlemeye hasret kulaklarım, hep ıstırap acı duygu ya da zamazingo boş havalar çalıyor her yerde, bense alışkın değilim çingene çadırında böyle Romen oynamaya…

Yırtık ceketimin kol astarları avucumun içine değmesin diye çakmakla onları yakarak kimseye çaktırmazdım ceketimin astarının yırtık olduğunu, ama şimdi gelip geçtiğim yerden herkesin içindeki yırtığı okuyarak gidiyorum bu yırtılmaları okumak için mercekler gerektirmesine rağmen, ben doğrudan hiç zorlanmadan onları okurken bileniyorum. Her insanın yırtığından bir volkan patlıyor, her volkanın alevi farklı, ben hangi aleve koşayım derken alevler beni de kuşattı… Kuşatılmış bir benle geçiriyorum geride kalan pazarları, eski duygularım köpek havlamaları sekiz saat ayakta bir heyecanla geçirdiğim günleri arasam da şimdi yeni heyecanlar oluşturmak için çabalıyorum…

Akşama ulaştığımda kimsesiz sokaklarda, sokak lambalarıyla aydınlanan kelimeleri seçmekte zorlandığım kitaptan bir şey kapmak için o kadar dalardım ki sanırsın dünyayı terk edip uzaya çıkmışım…

Bir çocuk yanıma yaklaştığında ona hayatın güzelliklerini ve umut dolu bir geleceği anlatıp ve o günün tertemiz havasını solurken güne birlikte tanık olmak bahşedilen en güzel nimet olurdu benim için…

Sahiden merak ediyor musunuz benim kim olduğumu bence merak etmeyin, herkes kendindeki cevheri çözse daha iyi olur benim açımdan… Sen olmadan benimle anlaşamazsın. Ben, ben olmadan seninle bir araya gelmem imkânsızdır. Gelebiliriz imkânı vardır ancak ben olduğum için değil, sen istediğin için bir oluruz o da benim hiç ilgi alanıma girmez, ondandır işte biz bir araya gelemeyiz…

Yine baharın kokusunun penceremden burnuma geldiği ve beni benden alsın diye doyasıya içime çekmek istediğim eski baharların kokusunu almasamda hislerimle onları doyasıya yaşamak istiyorum…

Baharın tomurcuklarını kara bulutların kapladığı günlerde, baharı karşılamak nasıl bir ruh hali ise o ruh halimle şimdi yaşayan bir ruh gibi ortalıkta geziyorum… Zamanın eyyamcılığına bir meze olmak istemediğimden olsa gerek, canlı olduğumu anlayan her can beni canımdan etmesin diye ruh gibi bedensiz gezmek istiyorum; ruhumla aldıklarımı bedenime dayatılan acılarla yok etmek istemiyorum…

Gözbebeği gibi bildiğim gözümden çok sakındığım benden çok onları düşündüğüm eserim diye titizlikle en güzel yerlerde sakladığım gençlerimi kaybetmenin hüznü ile bu pazara mersiyeler dizerek ağıtlar yakma derdinde değilim… Ama şunu rahatlıkla içi acılarla yanan bedeninin her yanından alevler dökülen biri olarak ne kadar güzellikleri ve olumlu duyguları anlatmak istesem de yaşadığım acılar bana bunları anlattırmıyor, hemen karşıma çıkıyor dur bakalım o kadar hızlı gitme bir fren yap diye dayatıyor…

Nasıl bir rüzgâr estiyse tüm tomurcuklarımı çiçeğe dönmeden ya kopardı, ya patlattı ya da kuruttu çok azı kökünde kaldı kökünde kalanlarda kurumuş kökler üzerine patlamamaya yemin etmiş gibi kabuğuna çekildi…

Ben bu pazarları görmek için mi bu kadar pazarlarda ömrümü harcadım…

Her canlının uykuya kaldığı şafakta köpek yavruları ve benim gibi idealist canlarla birlikte bir ömrü, Pazar günü yüksek binalar içinde güneşe hasret kalarak geçirdik ki, mutlu bir geleceğin tomurcuklarını kimse erken doğumla yok etmesin diye… Eyvah ki, ne eyvah diyerek acıyan yanıma bir başka acı katmak istemiyorum…

Kişneyen atların otlandığı meralarda bir çocuk gibi yeniden hayata merhaba demek için bu Pazar kırlarda seninle birlikte olmak vardı hayallerim arasında; ama o hayallerim şu an sıkışmış kalmış şehrin beton yapıtları arasında bir dar sokağın ucundaki kahvecinin tahta taburesinde…

Yine de olsun diyorum bir Pazar gelir alır götürür beni azar azar, bir Pazar gelir benden aldıklarını geri getirir, gökyüzünden yağmur taneleri gibi iliklerime kadar ıslaklığını üzerime dökerek…

Nerden gelirsen gel hangi pazarda saklanırsan orada kal, ama umutlarımı bana bırak, beni genç çiçeklerimden alacak olanın alnının ortasından vuracağımı bilsin bu pazarlar… Çektiğim acıları ganimet bilerek öylece karşıma gelsin… Ömrümü ganimet olarak peşin verdiğim pazarlar, geleceğimizi teslim ettiğimiz gençlerimizi almaya kararlı olduğunun farkındayım, ama şunu bil ki, ömrünü veren bir deli onları sana vermemek için tüm pazarları imha etmeye kararlı. Nerden nasıl gelirsen gel son nefesime kadar uyandırmak ve uyanık kalmak için neleri ateşlere vermem ki, bu genç dimağları kimse alacağını sanmasın bunlar bizim patlamamış tomurcuklarımız hepsi birbirinden güzel ve özel kokusunun ne ve nasıl olduğunu ayırmadan bahçemizden gelen renk ve koku cümbüşü beni sarhoş eden… Hepinize selam eder muhabbetle gönül otağımda kocaman bir cadır kurarak sizleri orada bekliyorum… Her Pazar koşarak sizinle buluştuğumuz gönül kahvesinde bir kahvenin acısından tatlı gülüşler ve doymadığımız muhabbetler yapmak için, sevgiyle muhabbetle sizleri alnınızın ortasından öpüyorum cinsiyete bakmadan sizlere yüreğimi armağan ediyorum…

 

Erol KEKEÇ/20.02.2022/11.00

                                                                 

19 Şubat 2022 Cumartesi

DEVLETİ DEVREDEN DEVLETİ BERBAT EDER!

Din ile siyasal otoriteler arasındaki tarihsel ilişkiyi doğru kavramadan, birbiriyle karşılıklı ilişkiyi de anlamakta ve açıklamakta yetersiz kalırız.

Siyasal otoriteler, her tarafa rahat dönebilmesi için kendi altında dini otoriteler üzerine oturan bir döner koltuk sistemi kurar. Bu koltuk onun altında olduğu zaman ulaşamayacağı hiçbir yerin kalmayacağını bilir. Tarih boyunca tüm siyasi oluşumların, dinlerin kurumsal yanlarıyla rahat ilişki kurduğunu, ancak dini, fert bazında yaşayan insanların omurgalı duruşlarından endişe ve korku duyduklarını görürüz. Hz. Nuh’tan bu güne hatta ilkçağ antik yunanda da durum bundan farklı değildir. Nuh as. Dönemindeki yönetim, ekâbir dini oluşumlardan hiç rahatsızlık duymamıştır. Hatta Hz. Nuh caddelerde sokaklarda o insanları hakka ve hakikate çağırdığı zaman toplumun önde gelen zenginleri ve dini önderleri Nuh için; sen de bizim gibi, yiyorsun içiyorsun caddelerde sokaklarda dolaşıyorsun çocukların ve ailen var senin bizden farklı bir yaşamın olması gerekmez miydi; hatta o bahsettiğin şeyler çok cok uzak, onların bizi yakalamasını da zaten beklemiyoruz diyerek, kendilerince yeni bir uyarı sistemini yayılmadan imha etme derdindeydiler. Yönetim de, onların bu dini anlayışlarından hiç rahatsız değildi. Ancak Nuh as. Karşı, çetin bir savaşa tutuşmayı ama hiç ihmal etmiyorlardı.

İlkçağ Antik Yunan toplumunda buna benzer bir oluşumu Sokrat’ın Atinalılarla olan diyaloglarında görmekteyiz. O günkü yunan da çok Tanrılı dinler günlük mantar gibi çoğalıyordu, zulüm hat safhadaydı, gençlerin önü kesiliyordu, kendi oluşturdukları yaşamın herkes tarafından kabulünü sağlamak için, o günkü din adamlarıyla da destek içindeydiler. Böyle karanlık ve zulüm ortamında ahlaksızlığın zirve yaptığı bir ortamda Sokrat, insanları ahlaki değerlere çağırıyor ve onlara ahlaki öğretileri anlatıyordu. Hatta ahlaksızlığın temelinde bilgi eksikliği olduğunu söylüyordu. İnsan bile bile yanlış yapmaz, bilmek yanlışlardan uzaklaşmaktır. Önce insan kendisini bilmeli bunun için de Yunan Tanrılarını yok sayarak bir ve tek olan Tanrıya tapacağız. Bu Tanrıya ancak akılla ulaşılır, çünkü akıl bilgi üreten bir kaynaktır. Herkes yaşamını sorgulamalı; ey gençler sizlerin ataları şu putları ilah edindiler, ondan dolayı özgürlüklerini yitirdiler; ben sizi tek tanrıya çağırıyorum ki, atalarınızın alışkanlık haline getirdiği geleneklerini sorgulamadan yaşayan olmayasınız. Ey Atinalılar! Siz benim doğru olduğumu biliyorsunuz ama gençlerin sizin çok tanrılı dinlerinizi terk etmelerinden rahatsızlık duyduğunuz için, beni öldürerek tanrılarınızın da devam etmesini istiyorsunuz. Ben bu ortamda sizleri uyandırıncaya kadar ki sizlerin durumu; at olduğunu unutan uyuşuk bir durumdaydı. Oysa ben sizi uyandırarak aslında sizin bir at olduğunuzu size yeniden hatırlattım. İşte benim ile sizin aranızdaki ilişki, uyuşuk bir at ile at sineği arasındaki ilişki gibidir. At, at sineği ısırıncaya kadar kendinin bile farkında değildi ama ne zaman ki at sineği atı ısırıp sokmaya başladı, ondan sonra at kendini tanımaya başladı. İşte, ben de sizlere soruduğum sorularla kendinizin var olduğunu anladınız, bunun için beni yok ederek gençlerin bunu fark edip kendilerine gelmesini istemiyorsunuz, onun için varlığımdan rahatsızsınız. Benimle sizin aranızda sadece ölüm var, ben ölünce burada olmayacağım ama siz nereden biliyorsunuz gideceğim yerin sizin yaşadığınız ortamdan daha kötü olduğunu… Ey dostlarım benim için üzülmeyin acı ve zulüm çekilen bir yaşamdan acılara veda ettiğim yeni bir yaşama gidiyorum. Benim hayatım sizinkinden daha kötü olmayacağını biliyorum o halde sevinin bu ağlamakta nedir gözü yaşlı kadınlar gibi…

Evet, Sokrat’ın da içinde bulunduğu sistemi koruyan ve kollayan dini otoriteler tarafından idama gittiğini görmekteyiz. Hz Musa da, Firavunun danışmaları, dinin kurumsallaşmış boyutunun temsilcileri sihirbazlar tarafından, alt edilmek istenmiştir.

Ey Şuab! Senin namazın mı yoksa bize bunları yapmamızı söylettiriyor. Siz hakikaten temiz kalmak isteyenlersiniz yani biz kirli miyiz gibi söylemlerle kendilerini o ortamın dini otoritesi olduğunu söylemekten çekinmeyen bu varlıklar, farklı ve ferdi dini anlayış ve sorgulamaları pek istemezler çünkü kendileri tarafından din yorumlanıp istedikleri şekilde de uygulanıyorsa, bu rahatlıklarından onları uzaklaştıracak farklılıkları boğmak ve yok etmek, siyasal otoritelerden çok dini kurumsal otoritelere nasip olmaktadır. Dini kurumların yara alması siyasal otoritelerin üzerinde keyif yaptığı koltuğun altından kayması demektir. Dolayısıyla kurumsallaşmış dini oluşumlar bizzat Siyasal iktidarların oluşturduğu ve halka da bunu dinin bir emri ve vecibesi gibi yansıtılarak, tehlike arz eden tüm farklı ve yeni düşünceler doğmadan boğulmak istemiştir.

Tarihi süreçleri iyice irdelediğimiz zaman, günümüze kadar gelen dini, doğru tanımlamalarla açıklayan eserin ve kaynakların genellikle dönemlerindeki siyasal yönetimlerle barışık yaşamayanlar olduğunu görmekteyiz. Siyasal düşünceler ile iç içe olmak demek, özgürlüğün önüne konulmuş en büyük engel demektir. Hakkı korumak ve hakkın genişleyerek yayılmasını isteyen anlayışların dışında hiçbir siyasi oluşum yoktur ki, farklı bir ifadenin benimsenerek kitlelerde karşılık bulmasından rahatsız olmasın… Dolayısıyla kurumsallaşmış dini kurumların tamamı siyasal sistemle göbek bağı içinde temas kurarak yaşamaktadır.

Mekke müşrikleri de Allah’ın Resulüne karşı gelirken sen bizim atalarımızdan kalan dinimize karşı mı çıkıyorsun demek olmuştu. Hatta kendilerini daha dindar göstermek için eski savaş kahramanlıklarını anlatan destanlar okuyarak insanların Kur’an dinlemesinin önüne geçmeye çalışıyorlardı. Bu karşı çıkışlarda dönemin dindarları ile yönetici erki birlikte hareket ediyorlardı.

İslam tarihi diye tanımlanan ancak İslam değil, kendi kültürlerine göre yaşayan ama ismini İslam diye tanımlayanların tarihlerine de baktığımızda, din ile siyasal otoritenin birbirini beslediğine şahit olacağız. Kurumsallaşmış mezhep, tarikat ve cemaatlerin nasıl biçimlendirildiğini ve onlara geniş yaşam alanları açılarak, devletin koruyuculuk şemsiyesi altına alındığına tanık olacaksınız. Siyasal otoriteden beslenmeyen din, tarih boyunca marjinalleştirilmek istenmiş ve devlet kendine bağladığı inanışlara meşruiyet kazandırıp diğerlerini aşağılamıştır. Mısır da Ezher müftülerinin fetvalarından geçilmez ve yönetimde hiçbir sakınca oluşturmaz iken Müslümanların yaşadığı bölgenin dışında da etkili olup tefekkür ve akide konusundaki katıksız arı duru çıkışlarıyla insanları uyandıran Seyyit Kutup ölümle ödemiştir bu inanışının bedelini, yani yönetim onu imha etmiştir. Onun içindir ki, bu gün kurumsallaşmış anlayış ve inanışları masum kılarak onların koruma altına alınmasını savunmak ve onların ciddi bir dönüşüm geçirerek, İslam’ın geleneğinin yaşandığı masum mekân ve ortamlar olarak tanımlamak, İslam’ı imha edenleri masumlaştırmak olmaz mı dersiniz? Ülkemiz gerçeği dikkate alındığı zaman, acaba hangi kutsallık, Adıyaman’ın Kâhta ilçesinin menzil köyüne duble otoban ayarında yolların yapılmasının gerekçesi olabilir. Menzilden gelen bir referans, akan suları durdurmaya neden olabilir? Geçmişte sarf edilen bazı sözleri buraya almak zorundayım, hakikati doğru tanımlamak istiyorsak,” ne istediniz de vermedik, bu nankörlük de ne…(!)

Bir devletin kamu kurumları, sivil toplum örgütlenmesi olarak tanımlanan ancak bana göre sivil toplum olmaktan çok uzak, lobi teşkilatlanmalarının meşru zeminlere taşınarak devlette söz sahibi olmalarının arkasındaki saik ne olabilir dersiniz?

Kamu kurumunu ele geçirmek ve kendi direktifleri doğrultusunda bir yaşamı bütün bir topluma dayatarak, kendi dayattıklarının dışındakileri de gayri meşru görerek insanlara zulmü meşru kılabilmenin yolu, dini referanslardan dayanaklar alarak kendinize koruma kalkanı oluşturmaktır. Bu cemaat tarikat vakıf dernek vs. tarzı oluşumların içindeki ferdi düşünüş ve yaşamlar arasında, hakikat için çalışan insanları dışarda bırakarak diyorum ki, geldiğimiz ve gördüğümüz bu noktadan baktığımızda hakikaten gücün imkânlarından faydalanarak meşru zeminler yaratıp, toplumsal yaşamda dominant bir yapı oluşturmak dışında bir eylem ve geleneğe şahit olamadık…

Radikal dediklerimizin büyük bir kısmı cemaat bazlı yönetim imkânlarından faydalanarak kendi ideallerini meşrulaştırmadılar, idealleri sistemin meşru kabul edilen değer sistemini koruma ve kollamaya dönüştü… Tarikatlar cemaatler ise devletin üst makamları ile olan diyaloglarından, devletin bile kendilerinin çok doğru işler yapamasından dolayı önlerini açarak onlara imkânlar sunduğunu söyleyip böyle bir uygulamayla, topluma ne kadar doğru dini değerleri anlattıklarını izah etmeye onları zorladı… Hatta önemli adamlarına, devlet ricalinden etkili makamlardaki kişilerle fotoğraflar çektirerek panolarına asıp, biz ne kadar meşru oluşumlarız aynı zamanda devlette bizimle beraber diyerek insanlar üzerindeki sömürü ve soyma hegemonyalarını devamlı kılmaya yeter bir karakter kazandırdı onlara…

Peki, böyle görünmek isteyen bu oluşumlardan devletin ne beklentisi olabilir ki diyebilirsiniz, doğru herkesin birbirinden beklenti içinde yaşadığı bir dünyanın varlıkları olduğumuzu sanıyorum benim gibi bilmeyen yoktur…

Bizim orada bir söz vardır, “sütünü sağamayacağız merkebin önüne yem koymazsınız…”Merkep diyecek ki benim sütüm mü olur, mesele o ya, yani sütüne iyi bakılmayan bir merkebin sütü şayet devlet tarafından sağılıyor ise, o zaten içilecek demektir. Devlet deyince akan sular durur. Yani birinin diğerinden alacağını almak için onun hiç işe yaramayan sütünü normal hale getirip herkesin içmesine zemin yaratarak onları şahlandırmış olursunuz…

Devlet imkânlarını bazı dernek vakıf ve bu cemaatlerin faydasına açarak, onların yaptığı çalışmaların toplum yararına olduğunu ve insanlara hizmet eden kurumlar olduğunu anlatarak, devlet imkânlarının ve milletin hakkı olan malın belli odaklara aktarılarak ciddi bir güç ve imkân zehirlenmesine yol açarsınız… Bu zehirlenme toplumsal yaşamda cok ciddi bir kast örgütlenmesine neden olur. Geldiğimiz süreç ve gördüğümüz gelenekselleşen örneklerden yola çıkarak diyorum ki, kurumsallaşan dini anlayışlar Asla İslam’ın insanlara sunduğu dinin içeriğiyle doğrudan ilişkili değildir. Çıkar ve menfaat gruplarının sahip olmak istediklerine rahat kavuşabilmek için, dini değerleri değil de, folklorik yaşamı görüntüleyerek meşru zeminler yaratıp, gücün imkânlarından faydalanmak adına güçle karşılıklı menfaat ilişkisine girişme ortamıdır. Bu grup ve oluşumların istekleri bir kamu kurumunda çeşitli değişikliklere sahne olabiliyorsa, orada devletin hiyerarşik düzeni devletin kuralları dışından devlete yaptırım uygulayacak oluşumlar tarafından biçimleniyorsa, orada devletin şavktı kaymış demektir.

Terazinin bozulduğu bir yerde tartacağınız hiçbir şey doğru tartılmaz… Onun içindir ki, bu gün bize İslam’ın kurumları vs. diye anlatılan yaşamların büyük bir çoğunluğunun folklorik dinle İslam’ı temsil yeteneği ve özelliği yokken, nasıl oluyor da bunlar İslam’ın kurumları olarak anlatılacak kadar İslam değişim ve dönüşüm geçirmiş olabilir diyorum…

Ancak bu kadar olabiliyor, bu günlere gelmek için neler yapmadık ki vs. savunma ve sığınma psikolojilerinin, duruşu olan bir yaşamda yerinin olduğunu düşünmüyorum… Tüm insanlık için yaşam, herkes için adalet, herkes için imkânlardan faydalanma, herkes için fırsat eşitliği, herkes için düşünce ve düşünebilme özgürlüğü, herkes için kendi yaşamını dayatmadan ve başka yaşamlara hakaret ve küfretmeden savunabilme ve yaşayabilme özgürlüğü…”Onların sevdiği ilahlarına sövmeyin hakaret etmeyin ki, olur ki onlar da farkında olmadan sizin ilahınıza söver…”Buyruğunun yaşanabileceği ortamı temsil edecek din ve anlayış ancak İslam’ın anlayışı olabilir. Diğerlerinin tümü kendisini nereye koymak ve nerede görmek isterse istesin kendi tanımını başkalarına gösterdiği tavırla ortaya koyar…

Bizim geleneklerimiz tarihimiz, eğitim anlayışımız gibi sarf edilen arkası olmayan yaldızlı sözler, sadece gönül eğleyen gönül yorgunları yapar bizleri… O gönül yorgunlarının ve geçmişe öykünerek yaşadığını sananların bulunduğu haritanın dışından hayata bakarsak, yaşamın toplumsal alandaki var olma kodlarının yeniden yazılmasının gerekli ve elzem olduğunu göreceğiz. Çünkü geçmişte var olan kodlar kurumsal olarak bize dayatılan oluşumların içerisinde göze çarpmıyor, ancak bireysel olarak kalmış ama dönemlerindeki yönetimlerle ilişki ve temas kuramamış olmalarından dolayı bize öcü gibi gösterilenler arasında onlara rastlamak daha mümkün…

Özü olmayan bir oduna özün görüntüsünü yansıtan bir kabuk giydirdiğinizde ve o özün özelliklerini gösterecek bir şekil oluşturduğunuzda o odunun, özün kendisi olduğunu, ya da aşılansa da o bizim ağaç demek nasıl ki insanı hakikatten uzaklaştırırsa, var olan cemaat, tarikat ve menfaat birliği için bir araya gelmiş ama vitrin kısmına dini kılıflar giydirilmiş dernek ve vakıflarda böylesi özü olmayan bir ağacın kabuğuna bakarak karar vermek gibi bir duruma bizi sokar.

Bunları söylemek çok cüret ister diyecek arkadaşların olacağını biliyorum, ancak kendi bünyemizi sarmış olan bu hastalıkların pençesinden kurtulmadan sağlıklı düşünüp sağlıklı eylem ve oluşumlar oluşturmamız da düşünülmemelidir. Eğer meseleleri konuşarak herkesin birbirine bildiklerini anlatarak ya da o bir şey söylediyse bende bir şeyler söylemeliyim tarzından bir muhabbet ortamından alınan hazla herkesin kafasını yastığa koyarken rahatlamış bir beyinle yine bu gün bir şeyler yaptık, en azından şunları şunları da konuştuk diyen kafa rahatlığıyla yarınlardaki hesabımızı en azından hafiflettik demekse mesele, inanın her geçen gün faturamız kabarıyor, bu yaşamların hesap ödemekte zorlanacağı eli ayağı birbirine dolanacağı günlerin çok yakın olduğuna inancım tamdır.

Devlet, devlet olmanın anlamını yeniden sorgulamalı, kendisini tamamıyla hukuk üzerine şekillendirmeli, bir arada yaşayan kişi grup cemaat mezhep adı ne olursa olsun hepsine eşit mesafede durmayı bilmeli. İnsanlara farklı davranacaksa, onların insanlığa kazandırdığı faydaya bağlı olarak artı sağlamalı ama bu bir inanç üzerinden değil, tamamıyla insani değerler açısından ele alınmalıdır. Devlet kurumlarında bundan on yıl önce, bir yere gittiğimizde, ilk sorulardan biri üstat hizmetten miyiz diyorlardı; ben bunlara cevap olarak evet hizmette sınır yoktur, Hatay Tur diye ironiyle karşılık verdiğim çok olmuştur… Bunu neden mi söyledim, bir devletin içinde şuradan mıyız buradan mıyız, aman oradan uzak duralım vs. gibi konuşmalarla insanlar bir yerlere getiriliyorsa, gelecek her dönemde ciddi karanlıklara gebe demektir. Üsküdar’da bir genç arkadaşımız MEB müfettişlik sınavlarında bu fetoizmin baskın olduğu dönemde onlardan olmadığı için Üsküdar birincisi olmasına rağmen diskalife edildi, daha sonra onlar yavaş yavaş etkinliklerini kaybettiği 2015 sonrası dönemde ise onlardan olma ihtimalin olabilir denerek yine sınavda birinci olmasına rağmen elendi… Şimdi bunu sorgulamak hakkımız değil mi, sormayalım mı, devlet nasıl işliyor hangi grup cemaat baskınsa orada yerimizi alalım en azından devlete faydalı olabilmek için yolumuz oradan geçecekse ona da razıyız demeyelim mi(!)Devlet, bağımsız hiçbir ideoloji ve grubun baskısında kalmayacak “Merkezi bir ölçme değerlendirme merkezi kurmadan ve ölçüm teknikleri, değerlendirme kriterleri doğru sonuçları verecek kıstaslardan oluşmadan, benim adamım olsun çamurdan olsun dendiği sürece, hiçbirimiz çamurdan çıkamayacağız… Bazılarımız çamura tam gömülür, bazılarımız yarı, bazılarımız çıkmak için çırpınır benim gibi çırpındıkça batar ama onu fark edemez; zamanla da yahu her taraf zaten çamur, bari burada nasıl yaşanılır onun bir yolunu bulalım demeye başlarız…

Evet, değerli dostlar geceden başlayarak sabah ezanının okunduğu şu saatlere kadar masa başında oturup çektiği ıstırap ve sorumluluk duygusundan bunları kaleme alıp, sizlerle paylaşıyor olmam bana manevi bir haz katsın anlayışından olmadığını gönül rahatlığıyla söylemek isterim. Tüm çırpınışlarım düşünmelerim nasıl daha iyi, olumsuzlukları bertaraf eden, adaletin güneş gibi doğduğu bir ortamda yeryüzünü imar ederek mutlak güç sahibine mahcup olarak gitmemek için, nereden nasıl ne zaman başlayıp yeni bir dünya kuralım, bu dünyada olacaklarla da bu düşüncelerimi paylaşmak amaçlıdır…

Bazı örneklemelerim adres göstermek olarak anlaşılmasın isterim; sadece reel örneklerle konunun vahametinin ne boyutlarda olduğunu anlatmak için o ayrıntıları paylaştım… Rabbim bizleri idrak eden, sadece hakikate şahitlik eden, zulmün her türlüsüne karşı duran, karanlıkları bir aydınlatma fişeği ile aydınlatma gayreti içinde olan, yılmayan usanmayan ve ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan teslim olanların ilki olmakla emrolundum diyecek erdemi göstererek yaşayanlardan eylesin ki, yeryüzünde erdemli ve omurgalı bir yaşam olabilirmiş diye bir başlangıca vesile olalım…

Son olarak diyorum ki,”Bu dünya böyle gelmiş böyle gider diyenlere çağrım böyle gelmiş olabilir ama böyle gitmeyeceğine inşallah hep birlikte yaşarsak şahit olacağız diyorum…”Ben o gün Nuh’un gemisinde bir yolcu olmak için çırpınanlara şimdiden buradan selam gönderiyorum…

Selam saygı sevgi muhabbet ve dualarımla… Hepinize yepyeni bir gün armağan ediyorum sevgiyle muhabbetle kalın…

Bahadır Hataylı/19.02.2022/06.40

18 Şubat 2022 Cuma

GECENİN SESSİZLİĞİNE BIRAKTIM RUHUMUN EZGİLERİNİ

Sanki damarlarımdan kanlar çekiliyor gibi hissediyorum kendimi, üzerimden bulutlar geçerken…

Samanyolu altında bir ip asmışlar yerden atmosfere, üzerinde sallanan aşkın saçları dökülmüş gözlerime, karanlık hayallerim arasında aydınlık bir bahar esiyor alnıma! Kararmayan hayallerimin aydınlık yüzü yansıyınca sabahın ortasına, çift aydınlık olmaz mı üzerime doğan güneş…

Biliyordum ne zaman çıktığımı yollara, ancak zamanı hesaplamadığımdan sadece mekânın tanımı kaldı zihnimde, mekânlar arasında git gelleri oynayan bir ben, yapayalnız ortasında zamanın, haykırışlarımı bıraktım gecenin boşluğuna…

Geceler geceler, alnıma yazılmış bir kader gibi gittiğim her yerde beni yürekten karşılar…

Gecenin sessizliğine aşığım ben, gecenin karanlığı, aydınlığın tohumunu genlerinde barındırır… O tohumlar, kabuğunu kırıp aydınlık kıvılcımları etrafa yayarken içinde olmak için, karanlıklara katlanarak geldim ben…

Karanlıklarda aydınlığa özlem duyan anaların ve babaların çocukları olarak gözlerimizi açtık hayata… Babalarımızın hayalleri bizim gerçekliğimiz olsun diye umutla sarıldık bu hayata… Analarımızın gözyaşına kimse ekmek bandırmasın diye, bu günlerin gelmesini bir özlemle sayıkladık biz…

Tarlalarımızda başağa dönmüş buğdaylar, beyaz gelinliğiyle çukur Ovayı kaplamış duvağını başına takmış pamuklar gibi, özlemle beklediğim aydınlık günler anısına, bu karanlıkları geceye gömerek, şafakta selama durup Güneşin doğumunu bekleyenlerdenim ben…

Dünya ölçeğinde doyuramadığım ruhum, şaha kalmış bir rüzgâr gibi, yol alıyor senden yana, ey sevdiğim aç ruhumu sana!

Bir arı gibi her çiçekten polen aldım, ben bu aşkı nakış nakış dokudum, her nakışa adını koydum, bilir misin bu yürek nasıl şaşkın…

Yürekle ruhum aynı yolda birbirinden habersiz, kervan yol alırken benim ruhum hep nasipsiz, bir dokun yüreğime acılar yuva kurup kement atmış, kervan harap, kervan bitap, bu kervan yolda nasıl dizilirmiş…

Ey gönlüme methiye dizen meddahlar, sanır mısınız ki bu gönül, ruhsuz bir yola gider, ruhumu çalıp bedenimi imha edenler, gönlümü ele geçiremeyince dünyamı harap eylediler… O gündür bu gündür ömrüm yollara verdi beni, bensiz ruhum isyan etti yemedi kendisine verileni…

Soğuk sular içmeden geçmeyeceğim, turaçlar öterken gitmeyeceğim, semadan bir ip atılsa önüme, gözlerimi kapayıp aşkıma gideceğim…

Bahtıma yazılanlarda ne var diye hiç merak etmedim, yaşadıklarımın bahtıma yazılanlar olduğunu bilerek yaşadım… Ben yaşarken çaldılar hayallerimi, Güneş kızıllıklara gömülmeden üzerime çektiler, gök kubbenin kurşuni rengini…

Mezarlar isyana durmuş, ruhsuz geleni istemiyorlar, ruhum dünyada planlar yaparken, ruhumdan bedenimi gizliyorlar… Gizli ellere kurban verilmiş bir beden, haramilerin işgal ettiği yürek, ruhum, bu dünya haram olmuş bana, hala anlamadın mı sen…

Bir çift sözüm vardı güneş görmemiş, onların hatırına katlandım bunca karanlıklara, biriyle geceyi kapatırken, diğeriyle aydınlığa övgü dizmeyi denerken aydınlık ile karanlık arasında ruhuma hançer saplandı emin dediğim ellerden…

Pas tutmayan kalaylanmış yürekler lazım, bu dünya kazanında haşlanmadan yol alan… Yollar kaygan, bakışlar yalan, sözler yavan, yalan rüzgârı eserken her yandan, bir kıvılcım çaktı tam samanyolundan… Samanyolu bu yaşamın sahici olanı, ona takılarak giden kaybolmaz bu dünyada kendini bulmadan…

Ateş alevlenirken dumanlar yok oluyor, küller savrulduğunda alevler geceye giriyor, zamanın sönmeyen ateşini avuçlarında taşıyıp, gönülleri kor olanlar! Sanır mısınız bu dünyada hep yaşam var, hepsi bir veya birkaç günden öte değildir, Dün geçti gitti yarın henüz gelmedi, oysa bugün elimizde, o halde kalkıp bugün bir şeyler yapmak gerekir…

Bugünün anısına elime aldım kalemi ne yazacağımı bilmiyordum, kelimeler alıp götürdü beni, bir de baktım ki karşımda kocaman bir âlem, âlemin içinde bir başka âlem, âlemin içinde meğer işe yaramaz kalmış, benim gibi bir âlem…

Ben olmasam âlemi nedeyim ben, ben varsam, benim için âlem hakikaten bir âlem… Yer ve gök arası bir âlem ki düştüm yollara, yollar bana yabancı ben bu yollarda garip bir yolcu, ey hancı! benim gibi bir yolcu hanında konuk oldu mu? Bilmiyorum ben benden habersiz, hangi yerde ve handa konuk olduğumu!

Usturuplu konuşmayı bilmeyen vezirlerin, padişahlarına secde ettiği zamanlara meğer denk gelmişim, ben hüzünlü bir bahar, sükûnetin zirveye yattığı bir gece, evreni aydınlatmak için sabırla sabahı bekleyen bir Güneşle dost oldum… Bu dostlarım yüreğimle, tüm ölü ruhlara selam eylediler, gelirsek gitmeyiz gidersek gelmeyiz dediler… Bir hüzün sardı yine beni, nasıl edem ki bu hüzünler derbeder eylemesin yüreğimi, kalkın gidelim yaradana, yolculuk var, kervanı alıkoymayalım yolundan, yoksa hepten biteriz dirilmeden gideriz vallahi…

Selam ve dualarımla…

Erol Kekeç/18.02.2022/00.53

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!