Bu Blogda Ara

4 Şubat 2022 Cuma

MUHTEŞEM DEĞERLER SÖMÜRGE YAŞAMI OLUŞTURMAZ

Toplumların genetiğinin insan olma özelliklerinin dışında farklı karakterlere bürünmesi, yaşam isteklerini belirleyen güdülerin farklılaşmasıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Musevilik ve Hristiyanlık inancında da fakir ve fukaraların, mal zengini olanların sahip olduklarında, haklarının olduğuna inanılır. Hatta çoğu zaman elindeki imkânları kaybedenlerin sahip olduğu yaşam standartlarında ona yardım edilir ki, gördüklerinden geri kalmasın anlayışıyla onun psikolojisinin düzeltilmesine çalışılır. Museviler buna çok önem verirler ve kendi toplumlarında insanları açlığa mahkûm etmezler, hemen yardım ve dayanışma içinde olurlar. Zulmü devam ettirmek için güç sahipleri ile kol kola olan Katolik algısına karşı da ciddi mücadeleler verilmiştir.

Dini kuruluşlar güçle birlikte hareket etmeyi bir din olarak insanlara yansıttıkları için, onlara karşı ciddi başkaldırıların olduğunu görmekteyiz. Katolik algı Emevi ile birlikte Müslümanların yaşadığı ortamlarda da ciddi sorunlara neden olduğunu görmekteyiz.

İlahi olan dinlerin hepsinin temelindeki ahlaki öğretide fakir ve imkânsız insanların hakkının, zenginin malının içine bırakıldığına ve bunu alıp sahiplerine vermenin gerekliliği vurgulanır. Hatta otoritenin varlık gerekçelerinden biri de zenginler bu hakları vermek istemeyip gasp ettiklerinde onlara müdahale ederek toplumsal huzuru sağlamasıdır. Devlet ve din bu asli görevlerini askıya alıp kendi varlığını korumayı amaç edindiği zaman, toplumsal çatışmalar, huzursuzluk, tabakalaşma, açlık sefalet ve fakirlik toplumu kuşatır. Onun içindir ki insanlığa faydalı olması için gönderilen din, ayrıca insanların sorunlarını çözsün diye tecrübelerle oluşturulan otoriteler bu görevleri dışında akla gelmeyecek tüm detayları ele alırken, asıl fonksiyonlarını yerine getiremez olmuşsa; bunların karşısındaki mücadelelerin meşruiyetini kendisi oluşturmuş olur. Varlık gayesine uygun olmayan eylemleri yapan oluşumlara karşı, toplumsal eylemler meşruiyet temeline oturur. Bunları yok etmek için kendi otoritesinden aldığı güç ve imkanlarla karşı oluşumları marjinal olarak adlandırsa da, bu oluşumlar sadece kendi gidişlerini geciktirmenin dışına çıkamazlar. Geciktirilmiş olan değişim sürecinin en büyük zararı, genel kitleler üzerinde olmasıdır. İlk fark ediş dönemlerinde belli bir topluluk etkilenirken, zaman ilerledikçe olumsuzlukların etkileme alanı genişler, bu da kaos karmaşa ve çatışma ortamlarının doğmasına neden olur.

Batıdaki dini otoriteye karşı oluşan oluşumların tamamı, dini kuruluşların güçle işbirliği yaparak insanların özgürleşmesinin ve aklını kullanmasının yollarını kapamış olmasından kaynaklandığını görürüz. Yani din asıl gayesine hizmeti unuttuğu zaman, insanları kendi kölesi olarak görmeye başlar. Bu durum, elinin altındaki köleleri daha iyi pazarlayacak ve onlar üzerinden imkân elde edecek yolları aramaya götürtür dini kuruluşları. Zamanla da amacına hizmet etmeye başlar, bunun en açık örneği de Mark’ın, bu oluşumların insan doğasıyla savaşan ve onları susturan hipnotize eden, güç iktidar ve üretim araçlarına köle yaptığını gösterdiği örnek doğrular.

Tarih boyunca Yaşam alanındaki dinler ile güç sahibi otoriteler arasında ciddi bir ilişki ağının olduğuna şahit olmaktayız. Firavun ile Musa(as) arasındaki mücadele de bile, firavun din kâinleri ve sihirbazlardan yardım istemiştir. Yani dine dayanmayan ve dinden meşruluk kazanmayan otorite ve güçler kalabalık kitleler karşısında yok olabilirler. Bundan dolayıdır ki, Firavun bunu en iyi şekilde kullanmayı bilmiştir. Eğer bir toplumda çoğunluğun sahip olduğu dini inanışlar, güç ve otoriteden besleniyor ve insanlığa hizmet ettiğini sanıyor, insanlarda buna canı gönülden rahatlıkla inanıyorlarsa, orada din bir Manivelaya dönüşmüş demektir. Otorite, güç kendisi doğrudan elde edemediğini, insanların dini duygularını kullanarak elde etmektedir. Dolayısıyla o toplumda resmi söyleme ait din, hiyerarşik kadroyu oluştururken sürekli elaman sayısını arttırıyorsa, sistem rayına daha iyi oturuyor demektir. Çünkü din, otoritelerden uzak, insanların özgür akılla seçim yapmaları gereken bir alandır. Din inanma temelindeki bilgilerden oluşuyor, o zaman nasıl seçim yapacak diye akıllara gelebilecek soru için, diyorum ki, özgür ve iradi akılla seçim yapıldıktan sonra dinin buyrukları inanarak devam eder. Bunun temel sebebi de, metafizik bir boyut barındırmasıdır. Metafizik alana ait bir bilgi olması sorgulanmayan ve aklı kullanmadan kullanılması gereken bir bilgi olduğu anlamına gelemez. Çünkü akıl onu onaylamıyorsa, o zaman o bilgi akıllılar alanına hitap etmeyen bir bilgi olur. Dolayısıyla vahiy akılla karşılık bulur. Akıllı olmayan sadece duygusal boyutu olan varlıklara neden bu bilgiler inmiyor, çünkü vahyin karşılığı duygular değil de onun için…

Akıllılar evreninde varlığını devam ettirecek bir bilginin sürekliliği akıl kalıpları ile örtüşmesi de kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an’ı Kerimin neredeyse her süresinde akletmiyor musunuz, aklınızı kullanmıyor musunuz, aklını kullanmayanların necis olduğu anlatılırken, vahye dayanan bilginin akılla ilişkisi olmadığını kabul edip sorgulamaya ihtiyaç olmadığını söylemek, insanın yaratılış gayesi ile hiç uyuşmaz. Rabbim sen bunları boşa yaratmadın diyerek semaya gözünü çevirip o muhteşem bütünlük karşısında teslim olan akıl değilse dini kabul eden akıl, akıl değil güdülen ve arpasına göre oraya buraya rahat akabilen sıradan bir nesne demektir. Onun için olmasını ve yeryüzünde yerini almasını istediğimiz akıl, muhteşem bütünlük karşısında teslim olmayı becerecek ihtişamlı güç olan akıldır.

Muhteşem aklın süzgecinden geçen kelime ve kavramlar, her zaman yeryüzünde istikamet üzere dosdoğru yol gidecek bir kervanın oluşumunun temelini oluşturur. Onun içindir ki Otorite ve güçlerle işbirliği yapan ortak çıkar ve menfaatleri ortak hedef gibi gösteren bu oluşumların varlık sırrını ortaya koymak gereklidir. Onların varlık sırrı anlaşılmadan kitlelerin sömürülmesinin önlemesi mümkün değildir.

İslam’ın bakış açısı ile Müslümanım diyenlerin yaşama bakışını değerlendirdiğimizde birbiriyle ne kadar uyumsuz ve çelişkilerle iç içe olduğunu söylemek mümkündür. Bir değerin manifestosu ile ona inananların yaşamları karşılıklı savaşıyorsa, orada dinin içeriğinin neye kime ve kimlerin istekleri doğrultusunda yapıldığını iyi anlamak ve ortaya çıkarmak gerekir. İçeriği ve hedefi bilinmeyen bir din, güç odaklarının her zaman yardımına koşuyor ve onların yaptığı eylemleri arkasından meşru gerekçelere oturtmaya çalışıyorsa bu din bir sömürge dinidir. Sömürge dinlerinin kıskacından çıkarak yeryüzüne adaleti huzuru ve barışı getiren muhteşem din olan Silme dönersek o zaman içerik ve kapsam kimsenin babasının malı olmayacak, herkes düşüncesini özgürce ortaya koyacak ve her fert bulunduğu ortamda kendisine ait bir değer bulduğu için yaşamdan tat alacaktır. Yani İslam, hayatları huzurlu kılar, eminlik ortaya çıkar fakirlik kalmaz, liyakat ve erdem hayatın vazgeçilmezi olur. Dolayısıyla yeryüzünde yaşanmakta olan dini oluşumların zulüm ve rahatlığına bakarak dinleri sorgulamak olmamalı amaç, bu din bezirgânlarının insanlığı sömürmek için bütün bir insanlığın en zayıf alanlarından nasıl kandırıldığını anlamak gerekir. Bunun yolu bilinçli sorumlu kaybedecek dünyalıkların hesabını yapmayan, sadece yeryüzünde doğrunun ve erdemin şahitliğini yapmak için ayağa kalkan kalemler ile olacağı muhakkaktır. ”Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki, ”buyruğunu dikkate almadan yazan kalemşörler, her dönemde şerrin temsilcisi olurlar ancak, kalemdarlar lazım bize, o da kalemi adam gibi kullanan ve üzerine yemin edilen kalem olmasına dikkat ederek adaletten ve hakkaniyetten ayrılmayan kalemler olmalıdır.

Geçmiş dönemlere baktığımız zaman, İmam Ebu Hanife’nin Emevi zulmüne karşı nasıl mücadele ettiğini bilmeyen yok sanırım. Hatta Abbasilerle birlikte onların yanında, Emevilerle o da mücadele eder, ancak zulmü ortadan kaldırmak ve onların yaptığı vahşetin ortadan kalması için çalışır. Ne zaman ki Abbasiler Emevilerin yerine gelir ama zulüm değişmez sadece zulmü yapanların kendisi değişir. Zulüm üzere devam eden Abbasiler İmam Ebu hanifeye ısrarla onların içinde olmasını ve maliye işlerini yönetmesini isterler ancak o tüm ısrarlara rağmen reddeder. Bu olaya farklı yaklaşanlar olabilir ancak benim taraftan baktığımda buradaki inceliğin, toplumda karşılığı olan bir ilim insanının otoritelerce teslim alınamayacağı ve onlara evet demiş olsaydı onların zulümleri de dini bir meşruiyet kazanacaktı ancak İmam Ebu Hanife Allah’ın rahmeti üzerine olsun bunu canıyla ödeyerek zindanda şehit oldu.

İlim sahibi aydın insanların kalemlerini, her dönemde güç sahibi otoriteler yanında görmek ister, eğer ki yöneticiler, bir Ömer ra ve Torunu Ömer Bin Abdülaziz gibi değillerse, böylesi kalemlerin güçle bir araya gelmesi toplumsal zulümlerin ayyuka çıkacağının göstergesidir. Mısır’da Ezher şeyhlerinin büyük bir çoğunluğunun Mısır firavunlarının zulmünü tescillediklerine şahit olmaktayız. Rahmetli Şehit Kutup, zindanda iken yanına o günün Ezher müftüsü gönderilir ve idam öncesi şehadet getirmesi için dini telkinde bulunur. Kutup ona der ki, “be adam sen o dini konuları anlattığın için maaş alıyorsun, oysa ben o dini anlattığım için biraz sonra idama gideceğim, seni bu filmin son perdesini aralamak için mi gönderdiler bir figüran olarak…

Evet, tarih boyunca her dönemde ve ortamda bu böyle olmuştur. Dinin tekele alındığı ortamlarda insanlara acısını unutturmak için, din sadece bir afyon olmuş ve insanları hipnotize ederek daha fazla sömürülmelerine neden olmuştur. İran Şahı son dönemlerinde, benim yaptığım en büyük hata, Mustafa Kemal gibi dini devlet kontrolüne almamam oldu dediği anlatılır. Çünkü şahın o tavrı İnsanların özgürce düşünmelerine sebep olmuş, hatta Bir Şeraiti gibi, dünyanın takdir ettiği bir düşünür ve sosyolog ortaya çıkmıştır. Din, devlet kontrolüne alınmadan önceki İran’daki düşünürler ile bu gün geldiğimiz noktadaki düşünürlerin ben bir kıyaslamasını yapmadım ama çoraklaştığına ve düşünmenin önüne her türlü barikatların konduğuna şahit olmaktayız.1979 öncesi süreçte Aydınların görüşlerinden faydalanan, bazı fanatik mezhepsel molların dışındaki, herkesin onları baş tacı yaptıkları insanları, devrim sonrası nasılda Katolik bakışa göre biçimlendirdiklerini gördük… Devletin, Dini bir grubun isteklerine göre biçimlendirildiği, hatta o kişilerin küçük bir eleştirisinin bile, sizin yaşamınızı ortadan kaldırmaya yettiği bir ortamın dinsel güçle nasıl meşruluk kazandığını görmekteyiz. Büyük düşünür ve filozof Abdülkerim Süruş’un neden İran’ı terk ettiği gerekçelerine baktığımız zaman batı Katolik anlayışının Müslümanların yaşamlarında nasıl karşılık bulduğunu görmüş oluyoruz…

 Batı toplumundaki din anlayışı ve otoritelere yaptığı hizmet ile Müslüman olduğunu söyleyen toplumların yaşamındaki karşılaştırmalara baktığımız zaman; dini kullanım alanlarının ne kadar da insanlığı düşündüğünü(!) görmüş olmaktayız.

Müslüman olduğunu söyleyenlerin bulunduğu coğrafyada acı zulüm gözyaşı ve çilelerin durmak bilmeyen yükselişini kimse kader diye açıklayamaz ve açıklamamalıdır. Muhteşem bir değer sistemi tüm insanlığa huzur ve adalet getirdiğini söylerken, bugün yaşanılanların bu değerle çatışma içinde olmadığını nasıl söyleyebiliriz. Kendi coğrafyalarından ve ülkelerinden çıkarak beğenmediğimiz ve yere vurmaya çalıştığımız (doğrudur öyledir)batının insafına koşarken, kapı dışı edildikleri için yolda donarak ölmeleri bir kader mi, yoksa bu ülkeleri yönetenlerin zulümlerinin arşı alaya dayandığının kanıtı mıdır? Hakikaten İslam adına hassasiyetleri olan ve bu yaşam coğrafyasının acılarını kendisine dert edinmiş aydın ve duyarlı kalem sahiplerine büyük işler düşmektedir. Bu işler Parasına para katmak için mevki makam arayışı ve yarışında olup tepe noktasında yaklaşmak değil, tepe noktalardaki yanlışlara bir fren ve uyarı olabilmekse anlamlı, diğerlerinin tümü boş ve anlamsızdır.

İslam coğrafyası kelimesinin düzeltilmesi gerektiğini düşünüyorum ve yazılarımda da hep Müslüman olduğunu söyleyenlerin yaşadığı yerler diyorum. İslam coğrafyası dendiği zaman günahsız bir ortam hemen akla geliyor ve muhteşem değerle bu insanların şekillendiği sanılıyor, oysa öyle bir durum mevzu bahis değildir. Müslümanlar yaşadıkları yeri İslam coğrafyası yapmak istiyorlarsa, bölgesel ulusal ve yerel muktedirlerin kullanım sahasından çıkıp, Allah’ın doğruluk üzere yarattığı yaşamın kollarına yürümeleri gerekir. Kol kırılır yen içinde kalır anlayışını yaşamdan kuduz köpek kovalar gibi kovalamaları gerekir. Bal tutan parmağını yalar anlayışların parmaklarını kıracak ve dilleri sökülecekse, bu anlayışların dili sökülecek, gelenek haline gelen kötülüklerin sonrakilere miras olarak bırakılması önlenmiş olacaktır. Yoksa toplumsal ifsat mekanizması otomatik olarak dalga dalga yayılıyor, bu mekanizma ne değer ne inanç ve büyük küçük, ne saygı ne sevgi ne muhabbet, ne barış kardeşlik ve ne de dayanışma ve adalet bırakacaktır. Bana değmeyen yılan bin yaşasın sihirli sözünü, kucağımıza yeni doğmuş bir çocuk gibi bırakıp tacımızı tahtımızı harap edecektir.

Yani son söz olarak diyeceğim o ki, Muhteşem bir inancın, fiyasko bir yaşamı asla ve kat’a olamaz. Bugünkü fiyasko kokuşmuş yaşamları muhteşem medeniyet diye gelecek nesillere aktarmayacaksak, daha fazla çıkar iskelesinde demir atıp yük beklemekten çıkacağız. Geçmişin zulümlerini de bize muhteşem medeniyet diye anlatanların hepsi güç ile işbirliği yapmış kurumsal dini otoritelerin onayından geçen meşrulaşmış zulümler olduğunu unutmamak gerekir. Müslümanların yaşadığı dinin ne kadar Allah’ın gönderdiği din olduğunu sorgulayarak onlar adına hayatımızı yönlendirenlerin bu dinin neresinde olduklarına biraz olsun insanlarımızı bakmaya çağırarak, yeni bir dünyanın oluşumu için Muhteşem değerleri hayatta yaşanılır kılmanın zamanının geldiğini haykırmaktır.

Bu gün yaşanmayacaksa ne zaman, yarınlar bugün yoksa onlar da olmayacaklar, umut tacirleri yarınlarımızın hayallerini bize kurdurarak bugünlerimizi zifiri karanlığa dönüştürerek kendi varlıklarını ve yanlışlarını sorgulayacak beyinleri karanlığa gömme derdindeler… Herkesin sorumluluğu bildiği oranındadır, sorumluluklarını bilen ve hakka şahitliğini gereği gibi yapan, adaletin temsilcisi olanlar arasına rabbim bizleri de katar inşallah…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/03.02.2022/18.52


29 Ocak 2022 Cumartesi

BENZERLİKLER FARKLILIĞIMIZI İMHA ETMESİN!

Milenyumla birlikte, insanların üretkenlikleri ve kültürleri de aynılaşmaya başladı…2000 sonrasında yaşamlar arasında belirgin farklılıklar ortadan kalktı. Önceki kuşaklar arasında bu farklılıklar, küçük çaplı da olsa devam etmesine rağmen yeni kuşaklarda tamamıyla düzlenmiş gibi…

Yeni kuşakların etkileyenleri her yerde aynı uyarıcılardan oluşmaktadır. Müzikleri, eğlenceleri, heyecanları, duyguları hep birbirine benzemektedir. Yani ortak bir yaşam algısı ortaya çıkıyor… Kuşaklar arası çatışmalar üzerine, farklı ortamlarda akranlar üzerinde bir araştırma yaptığınızda birbirlerine ne kadar benzer tutum ve davranışlar ortaya koyduklarına şahit oluyorsunuz…

Kırsal yaşam ile şehir yaşamı arasında geçmişte çok belirgin farklar vardı, ancak günümüzde bu farkların yok olduğunu görmekteyiz. Üretici olan kırsal nüfus günümüzde kısmi üretici, daha çok dışardan aldıklarıyla yaşamını devam ettirir olmuştur. Her evin önündeki tandırlar yerini şehirden ya da kasabadan gelen ekmek satıcılarına bırakmıştır. Gece sohbetleri yaşlıların tecrübelerini anlatımı, netle oynamaya ya da televizyon kültürüne yenik düşmüştür. Haliyle şehirdeki eğlence mekânlarına gitmeyen, kırsalda yaşayan gençler bunun yerine sanal âlemde bu isteklerini doyurmaya başlamıştır. Bu da şehirdeki gençler ile kırlarda yaşayan gençlerin çok da birbirlerinden farklı istek arzu ve yaşamlar ortaya koymadığını göstermektedir. Bu durum değişimin yönünün belirginlik kazanmasını beraberinde getirmektedir. Eskiden kırsal kesimde çok yavaş bir değişim yaşanırken, şimdi şehirlerdeki değişimin neredeyse aynı şekliyle kırlarda yaşandığını gözlemliyoruz. Tüm bunların oluşumunda dijital kuşatmanın, insanlık yaşamını ortak bir kültürle kuşatması yatmaktadır. Dijital çağ gençliği doğrudan kendisine bağımlı hale getirdi. Kendisinden uzak bir neslin kendisini eksik hissedeceğini bildiği için, arada bir karmaşık denklemlerle beyinleri allak bullak ederek, gençliğin davranışlarını izleyerek bir kanaat sahibi olsa da, kendisinden uzak bir yaşamın, yeni neslin yaşamında olmasının imkânsızlığını yaratmaya çalışıyor…

Eskiden, kendi toplumumuzda, Türk sanat müziği, halk müziği, özgün müzik, pop, arabesk ve klasik batı müziği dinleyen farklı dinleyici kitleler vardı. Şimdi öylesi kitleleri bulmak bayağı zorlaştı. Çünkü müzik tarzı tek tip genellikle, pop, rak ve metal müzikler yanında hipap da dinleniyor… Ancak bu müzikleri de yine dijital ortamlardan dinliyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki gençlerin yaşamında dijital medya ciddi bir kuşatma halindedir. Alış verişlerinin neredeyse tamamına yakınını dijital satış firmalarından temin ediyorlar. Pozitif algı bu nesilde görüntü değişimine neden olmuştur. Eskiden elle dokunduğumuz, gözle gördüğümüz ve elimize alıp incelediğimiz ancak pozitif olabiliyordu, ancak yeni nesilde bu algı sadece görme ile varlığını kanıtlayabiliyor. Görme de, somut nesnesel olarak algı ortamımızda görmek değil, sanal ortamda elde ettiğimiz görme yeterli oluyor. Çünkü yeni neslin gerçeği sanal ortam olduğu için, somut gerçek ortam, onlara yabancı kalmaya başladı. Dolayısıyla aynı ortamdan gelen uyarıcılılarla beslenen neslin, beslenme kaynakları da tek merkezden geldiği için farklılıklar ortadan kalkmaya başladı tek tip bir yaşam oluşturuldu.

Gençlerin kullandığı kelime ve kavramların çok sınırlı olduğunu görüyoruz, çünkü konuşarak geçen zamanı kayıp sayıyorlar ve doğrudan maddi olarak kazanımlarının nereye geldiğini dikkate alıyorlar. Maddesel bir getirisi olmayan hiçbir düşünce ve aksiyomun yanında olmayı düşünmüyorlar. Belli küçük gruplar bunların içinde olmasa da genel anlamda ortak bir yaşam algısının olduğunu görmekteyiz.

Uzun zamandır, dünyada tek devlet anlayışı oluşturulmak isteniyor, aslında bu tek dünya demektir. Yani emirlerin ve talimatların belli merkezden çıktığı daha sonra bölgesel ve ulusal hiyerarşiden geçerek dağılacağının ipuçları olduğunu bilmek gerekiyor. Merkezden çıkan talimatlar ulusal yöneticilerden yayıldığı zaman, bunun adı her ulusun kendi içinde yönetildiği anlamına gelmiyor. Çünkü yönetim tek elden mevcudiyetini sürdürmek için, öncelikle dijital kültürle insanları benzer kıldı, yaşamları ve kültürleri aynılaştırıp farklılıkları ortadan kaldırdı, sonrasında ulusal yöneticiler eliyle toplumu yönetmeye başladı, dolayısıyla değişim serbest bir değişim gibi görünmeye başladı. Oysa bu bir plan ve program doğrultusunda yapılan değişim olduğu için, serbest değişim değil doğrudan planlı bir değişimdir. Bir program doğrultusunda yapılan, ama serbest etkileşim gibi, toplumda bir algı oluşturularak gerçekleştirilen değişim rüzgârları, toplumsal dokunun genetiğini parçalar. Böylesi zamanlarda bir toplumun kendi ulusal kültürünün toplumdaki karşılığının ve bağlayıcılığının etkisinin nasıl olduğuna bakmak gerekir. Eğer kültür kodları değiştirilmiş ise yeniçağın uyaranları toplumda karşılık bulur, değişmemiş ya da çok az etkilenmiş ise, eski yaşamın kültürel varlığı toplumda ciddi bir karşılığa sahip olur.

Yeni neslin beklentilerinin başında çok az zaman harcayarak çok fazla kazanımlar elde etmek var. Bu kazanımlara kavuşurken de cefa çekmeden bunlara kavuşmak gerekir. Böylece insan kısa sürede haz elde etmiş olur. Kısa sürede haza kavuşmak için de sefa sürmek esas olmalı cefa çekerek kavuştuğumuz haz, haz değil bir çile olur… Ondan dolayıdır ki, çok az zamanda, çok uzaklarda olacak yaşamı da bu anda yaşamak gerekir diye bir yaşam döngüsü kurgulayan nesildir yeni nesil…

Son dönemde ülkenin gençlerinin neredeyse tamamına yakını ülke dışında yaşamak istiyor. Dışardan bakarak olayların değişim ve etkileme boyutunu dikkate almadan, bu gençlik ülkeyi hiç düşünmez vs. gibi olumsuz düşünceler geliştiririz. Oysa gençliğe pompalanan yaşam dinamikleri nereden kimlerin eliyle nasıl verildi, bunları anlamadan ve gerekli tavrı koyacak düşünsel birikimler oluşturmadan, çözümsüz denklemle tüm sorunları çözme gayreti içinde oluruz ancak sonuç kocaman bir hiç olur…

Kısa zamanda nasıl para kazanılır ve insanlar nasıl zengin olur, bunların en bariz örnekleri ülkemiz medyasında boy boy gezinirken, bunlar hangi birikim yetenek ve liyakatle bu zenginliklere ulaştılar sorusu gençliğin kafasında sorduğu soruların başında geliyor. Bu soruların tatmin edici cevaplarının olmayışı da, gençliği sabırsızlaştırıyor. Sabırsızlanan gençlik, bulduğu ve açtığı her gedikten kendisine bir yol oluşturmaya çalışıyor, çünkü elinin altında bulunan dijital yaşam kutusu ona dünyanın neresinde hangi imkânlar olduğunu sunuyor. Bu imkânları gören, bulunduğu ortamda da harcadığı zaman ile kazanımları arasında da bir bağ kuramadığı için, daralan nefesini yeniden açmak için bulunduğu ortamı terk etmek birincil hedef haline geliyor. Gençlerin bu hedeflerinin oluşumunda küresel bir hesabın yapıldığı muhakkak, ulusal yöneticilerin bu hesapların dışında kaldığını iyi niyetle söylesek bile, ortaya çıkan sonuç ve bu yola girmek için yapılan politik çabalar, böyle olmadığına bizi inandırıyor. Çünkü gençlik ıslak elden kayan balık gibi değil daha aktif ve hızlı bir kayış yaşıyor. Bu gidişin nedeni, her ne kadar kültürel benzerliklerin ve dünya yaşam konforunun herkesin beynine kazılmış olması olarak görülse de, bu süreci hızlandıranlar her zaman ulusal yöneticilerin gerçekle uyuşmayan akıldışı uygulamaları, politik baskı kurmaları ve genciğin sorunlarını çözme yerine, günü kurtarmak için oynadıkları politik kurnazlıklarının neden olduğu bir gerçektir. Yöneticilerin neden olduğu olumsuzlukların giderilmesi de ancak yönetim eliyle gerçekleşir. Bir yönetim olumsuzlukların olduğunu anlatarak medya ile bunu herkese ulaştırmaya çalışıyorsa, kendi kuyusunu kazdığının farkında değil demektir.

Eğer bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada sona doğru insanlar yaklaşıyor demektir. Küresel dijital kültürle evrensel bir kültürün oluşturulduğu muhakkak. Ancak bu kültür, tüm farklılıkların ve toplumların yaşamını devam ettiren temel dinamiklerin ortadan kalkması demektir. Bu farklılıklar ortadan kalktığı zaman, benzer uyaranlardan etkilenen insanların oluşturduğu kültür kodları da benzer uyaranlardan gelen talimatlarla içerik olarak doldurulacak demektir. Uyaran ve içerik benzerliği ile oluşturulan küresel yeni nesil gençlik, hızlı yaşayan, haz alan ve az zaman harcayan, hareketten uzak, tamamıyla sanal ortamda isteklerini elde eden bir yaşam olacaktır.

Böylesi bir gençliği doyurmanız ve tatmin etmeniz çok zordur. Onun içindir ki, küresel dijital baskı kuran kültürel talimatların pençesinde denek olan gençlerimizi bu kıskaçlardan kurtarmak zorundayız. Bunun en önemli yolu gençleri aktif kılmak ve sürekli meşgul olacağı, karşılığını maddi ve manevi olarak alacağı alanlara yönlendirmektir. Bu alanlar yoksa o alanları açmak için gayret ve çaba harcanacaktır. Birilerinin konforlu yaşamdan aşağı inmemesi için, gençliğini hiçe sayarak onları imha ederek kaçışın eşiğine getirenler, toplumsal geleceği peşin sattıkları için, şu anı da karanlık ve kaos ortamına taşırlar…

Gençlere ortamlar oluşturulmalı sadece fiziki gücünden faydalanılan bir varlık olarak görülmemeli… Gençlik, farklılıkları fark ettirecek bir yaşamın nasıl ortaya çıktığını bütün boyutlarıyla oluşturmak ve onu bir cazibe haline getirmekle ancak girdiği yoldan geri döner, yoksa gençlik ıslak elden kayan balık gibi kaybolup derin okyanuslara gidecek gibi… 

Benzerlikler iyi görülmemelidir, herkes birbirine benziyorsa orada hayat durmuş demektir. Farklılıklara kapıların kapanması yozlaşmaya kapıların açılmasıdır. Yozlaşan hayatlar bir çöplüğe döner kaldırılıp atılması ve yerine yenilerinin gelmesini gerekli kılar… Gençliğimizi benzer ortamların havasıyla büyüteceğimize, farklılıkların bir kıvılcım için önemli unsur olduğunu bilerek geleceğe hazırlayalım yoksa gelecek gelmeden gitmiş olacaktır.

İyi bir gelecek için, bir iyi bu gün alalım, dünlerin karanlığını bırakıp aydınlık kalanları meşale bilelim, sular gemiyi kuşatmadan farklı bir gemi olan Nuh’un gemisinde yerimizi alalım, yoksa bu gemiyi bu sular yutacak…

Selam ve hürmetlerimle hayırlı olmasını rabbimden diliyorum…

Bahadır Hataylı/29.01.2022/00.40



                                                




28 Ocak 2022 Cuma

TAVIR OLACAKSA TAHLİL BİR DEĞERDİR!


Bir toplumda kalıcı ve sürdürülebilir değer yargıların olmamasının en temel nedeni olarak, önceki kuşakların savunduğu değer sistemleri ile yaşamlarının birbiriyle uyum içinde olmamasını gösterebiliriz. Bu yargıya ulaşma ve böyle bir açıklama yapma cesaretini geçmişten beri yaşadığımız ortamlardan elde ettiğimiz verilere dayandırdığımı söyleyebilirim.

Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımızda ve bölge coğrafyasında gelişen sosyal hareketlerin ilk dönemleri ile geldikleri sürece baktığımızda çok ciddi bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz. Neden ilerleme gelişme değil de değişim kavramlarından çözülme içinde ele aldığımı kısaca anlatmak isterim. Bir düşüncenin ilk kıvılcımlandığı dönemde sahip olduğunuz düşünce, düşünce dinamiğinizin temelinin en idealini oluşturuyorsa, bu aşamadan daha ileriye gidememişseniz gerileme yaşarsınız, ancak ilk döneminizdeki bağlayıcı değerler bugünkü hayatınızda hiçbir yere sahip olmuyor, hatta yaşamdan atılması gereken bir veba halini almışsa orada çözülme vardır. Çözülme bu coğrafyadaki düşüncelerin ideolojik farklılıklarına bakmaksızın neredeyse tüm düşüncelerin kaderi olarak göze çarpar. Sol düşünceye sahip olan ve 1980 öncesi karşıt düşüncede olanlarla çatışmalarda ölümü göze alacak kadar ideal olan o düşünceler, günümüzde kapitalist sol oldular, çok az marjinal gruplar, o imkanlara sahip olmadıkları için kendilerini idealist düşünce sahibi sanabiliyorlar… Sol düşüncede yaşanan bu çözülme Türkiye’deki dindar muhafazar düşüncenin de kaderi oldu.1960’lı yıllarda Mısır İslami düşüncenin en zirve noktasıydı, o dönemlerde Nasır tarafından idam edilen Müslümanlar dünya genelinde İslami uyanışlara da katkı sunmuştu, 1979 sonrası İran devrimi ile birlikte Türkiye’deki İslami anlayışın etkilenme yönü kısmen de olsa İran ve Şia etkisinde kaldığı söylenebilir. Yani dış odaklı, İslam adıyla ortaya çıkan akımların hepsinden bir nebze etkilenerek bugüne getirdiği düşüncenin alt yapısını oluşturmuştur. Bunun dışında yerelde özellikle Said’i Nursi’nin etkisinde kalarak Nurculuk anlayışının yerelde bu kaynaklardan beslenerek gelmesi, Süleyman Hilmi Tunahan’ın anlayışı doğrultusunda devam eden Süleymancılarında yerel birikimlerle beslendiği bilinen bir durum, ancak uluslararası uzantıları olan anlayışlar olarak ta göze çarpar. Bunların hepsinin beslendiği düşünce kaynakları farklı bölgelerden gelse de ortak bir yaşamı dillendirdikleri muhakkak… Yani hepsinin de İslami bir yaşam oluşturma arzusu vardı, ancak bu yaşamın nasıl olacağı konusundaki faydalandıkları kaynakların oluşturduğu bakış açısı, bunların yaşamını yoğurmaktaydı. Dolayısıyla ortaya karışık bir dini yaşam çıkıyordu kim ne alırsa o kadar bir değer sahibi olabiliyordu. Bu keşmekeşlik içinde herkes o gün yaşadıklarını en ideal dini anlayış olarak kutsamıştı. Hatta herkes kendi topluluğunun dışında kalana Müslüman demiyor selam vermekte zorlanıyor, selam verdiğinde küfre girecekmiş gibi keskin duvarlar örmüştü. Her anlayışın kendi ördüğü duvarların içindeki yaşam en ideal kutsal yaşam, diğerleri onun açısından kutsal olmasa da onu benimseyenler için diğerinin yaşamı kutsanmayacak bir yaşamı oluşturuyordu. Böylesi bir kaotik ortamda bile oluşturulan ideal bir hayat vardı, onlar bugünkü yaşamın üzerine oturduğu temeldi. Yani kutsanan ideal temellere bugün baktığımızda, binanın üzerine çöktüğü çok acı bir toplumsal depremi yaşadığını ve harabeye döndüğünü görüyoruz. Sağlam sütunlar üzerine çöken binanın enkazı altında kalmış ve o sütunların günümüzde esamisi okunmuyorsa buna toplumsal çözülme demek doğal hale gelir.

Bir toplumda dışardan gelen uyarıcıların insanın içyapısını biçimlendirdiğini görürseniz o uyarıcıların diyalektiği olan başka uyarıcılara yerini bırakması mümkündür. Ama iç dünyamızı imar eden mimarın iç dünyamıza yüklediği donanıma uygun olan fıtrat yazılımıyla bir yaşam oluşturursanız, onun kalıcılığı gayet doğal olur ve çözülme süreci sizi etkilemez. Ancak değişimler hayatınızın temel dinamosu olur, çünkü iki günü aynı olan ziyandadır anlayışı, sizin hayatınızın sürekli iyiye doğru bir değişim içinde olmasını istemektedir. Bu değişim, ilk gün sahip olduğunuz ilkeleri yok sayarak bir farklılaşma olmaz, daima ilk günden daha geniş, hayata bakarsınız ama bu bakış ile ilk günkü bakış birbirini yalanlamaz ve inkâr etmez… Bir örnekle açıklarsak, Her baba erkektir ama bazı erkekler babadır. Yani her dünümüz bugün değildir, ancak bazı bugünler dündür. Şeklinde bir mantık ilişkisi kurduğumuz zaman geçmişle bugünün birbirinin içinde olduğunu görürüz. Dolayısıyla ilk kutsal değerler ile bugün ki kutsal değerlerimiz, aynı anlayış içinde farklılaşabiliyorsa orada çok büyük yıkım var demektir. Fıkıh yaşamdan doğar ve hareketlidir. Fıkıh insanın yaşadığı ortamda yaşamını düzenleme, aleyhine olacaklar ile lehine olacakları ayırarak onlar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olup onları eylemlerinde ortaya koymasıdır. Bu durum uyaranlar karşısında insanın tepkisinin farklılaşması gibi her an ve ortamda yenilenir. Bunlar kutsanmaz bunlar üzerinden ideal bir yaşam düşlenmiş ve onlarda zamanla değişim ve dönüşüm geçirmiş ise bundan dolayı yaşamı bir çözülme olarak göremeyiz. Ama kapitalizmin hayata bakışı ile İslam’ın hayata bakışı farklı olmasına rağmen, ilk düşünsel yoğunluğu oluştururken İslam’ın bakışına göre ideal bir hayat düşlerken, sahip olduklarınız çoğaldığında ideal yaşam ölçüsünü belirleyen ilkeler kapitalizmin çok çok üreteceksin, çok tüketeceksin anlayışı alıyorsa ve o yaşam da kendisini İslami bir değer içinde görüyorsa orada bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz.

Coğrafyamızdaki İslami düşünce ve yaşam ciddi bir travma olmanın ötesinde patolojik bir vaka haline geldiğini söyleyebiliriz. Bir değer sisteminin cazibesi ve bağlayıcılığı ortadan kalkar duruma gelmişse, orada farklı yaşamlar hakkındaki düşünce ve kanaatler de değişmeye başlar. Mesela ilk dönemdeki hassasiyetiniz ortadan kalkar, ilke olarak kabullendikleriniz ilke olmanın çok dışına çıkar, Yani Kızıl denizi geçmeden önceki İsrail oğullarının Musa(as)’a ve onun getirdiklerine karşı olan sadakatinin, Musa(as)’ın rabbi ile buluşmak için gittiğinde o boşlukta Samiriye bir buzağı yaptırıp ona tapınmalarının onlar açısından doğallığı gibi bir doğallık oluşturur. Bu davranışlar alışkanlıklar haline geldiği zaman gelenekler yer değiştirir. İslami gelenek kalkar onun yerine Kapitalizmin ürettiği nesnelere abonman olan duyarsız ama halinden memnun olduğu hayatı da meşrulaştırmak için kendince ikna kabiliyeti yüksek ciddiyeti düşük açıklamalarla savunur hale gelir. Müslümanlar yeryüzünün en iyisine layıktır, o zaman Allah’ın Resulü Müslüman bile(!) olamamış haşa bunu mu anlamak lazım… Bu tarz anlayış ve yaşamlar İslami hassasiyeti olan grupların ortamında sıradan doğal bir hal aldı… Kendilerince oluşturdukları surlar içinde Yaşarken, herkesin aynı koşullarda yaşam sürdüğünü zanneder duruma geldiler. Geçmiş tarihlerden birinde bir Kurban bayramı öncesi Allah’a yakın olmak için gerçekten kurban olalım yani kurbanları kurbana ihtiyacı olanlara ulaştıralım yoksa Allah’ın bizim keseceğimiz hayvanların ne etine ne kanına ihtiyacı vardır diye Muhafazakâr bir okulun öğrencilerine bazı hatırlatmalarda bulunurken, öğrencinin biri, hocam biz et verecek kimse bulamıyoruz ki, bizim burada hiç kimsenin ihtiyacı yoktur, başka yerlere git değim zaman, hocam toplum hep böyle diye diretmişti; ben fazla uzatmadan konuyu değiştirmek zorunda kalmıştım… İşte geldiğimiz nokta, ilk dönemlerde bu gencin babası annesi de İslami hassasiyeti çok yüksek olmasına rağmen sahip olduklarının kendisini tanımlamaya başlamasıyla, değer sistemlerini de karıştırmış oldu. Âmâ şunu bilmemiz gerekir ki, kendimizi ikna etmeye çalışırken vicdanımız içerde sen mi, sen de mi diye diretiyorsa kendimizi imha ediyoruz demektir.

İslami yaşam ortaya koyalım derken, İslam’ı gönderdik kendimiz kaldık, ondan sonra neden bu haldeyiz diye manevi haz almak için kritik yaparak düşündüğümüzü bir sorgulama sürecinden sonra, yeniden yola gireceğimizi sanıyoruz. Oysa Değer sistemleri yer değiştirdiği zaman hayata bakışımız ve yarınlar için taşıdığımız endişelerimiz yerini yeni değer sisteminin korkutucularına bırakır. Bu süreç genele yayılırsa ondan sonra yapacağımız tüm olumsuz davranışlarımız için onu temize çıkarıp nötr üze edecek bir açıklamamız mutlaka olacaktır. Çalmış olabilir ama bir araştırmak lazım, acaba neden çaldı, ya filan yerdeki Müslümanlara yardım edecekse, ya şu caminin yapılmamış Minaresini yapacaksa(!) gibi ele avuca sığmayan yanlış tutum ve davranışlarımızı temize çıkarmak için, dine fonksiyon yükleriz, ondan sonra her olumsuzluk için mutlaka bir kılıf bulup onu savunma durumuna geçeriz. Bu saydıklarımın, çözülmenin önüne geçilemez düzeyde genetik dokumuzu ele geçirmiş olduğunu gösterir.

İlk dönemlerde aldığımız ahlaki duruş bugün ki yaşamlarımızda sıradan bir olay kadar hayatımızda karşılık bulmuyor. Erdem dendiği zaman sahip olduklarınızı sayamaz duruma gelmişseniz, haram helal deme Ver Allah’ım bu kulun ne bulursa yer Allah’ım diyebilecek kadar cesur iken, boğazımızdan haram lokma geçmedi diyecek kadar da ikiyüzlü olmayı karakter ediniriz… Yeryüzü yaşamının tüm cilvesiyle hayatımızı ipotek aldığı bir hayatın, ahiret temelli bir anlayışın kutsallarını, değer sistemi olarak hayatın her noktasında yaşanır kılmak mümkün değildir. Ondan dolayıdır ki, bu coğrafyanın genel olarak dindarları yaşam alanında çok kötü bir çözülme içindedir. Bunu içinde yaşadığımız ve herkesin halinden memnun olduğu noktadan bakarak anlayamayız. Dışarıdan biraz halimize bakalım, kendimizden utanmayacaksak devam edelim gitsin, âmâ kendi yüzümüze bakamayacaksak daha nereye kadar, bu yolda yolculuk yapmayı düşünüyoruz…

Yaşamda karşılığı olmayan hiçbir düşüncenin yarını olmayacaktır. Dilleri ile eylemleri arasında bir uyum oluşturamayanların, ahlaki yaşama kavuşmaları mümkün değildir. Ötekileştirerek kendisini kurtulanlardan gören bakışlar hakikate gözlerini her ortamda kapayacaktır. Hakikate gözleri açılmayanların, hakikat olan bir yaşamın yeryüzünde temsilcisi olmasını bekleyemezsiniz.

Gelinen nokta açısından geriye dönüp baktığımızda kendimizle yüzleşmenin çok yetersiz olduğunu görüyoruz. Yüzleşmek için bulunduğumuz halimizden kurtulup ondan sonra bize bu yüzü verenin huzuruna çıkacak yüz elde ederek kendimizle baş başa kalırsak belki kısmi bir içe dönük çalışma başlamış olur. Bu da en azından çözülmeyi oluşturan dinamiklerin fark edilmesi olur. Sonrası yeniden doğuş için, cesur, hesapsız, yaratana hesabı düşünerek hakikatin dillendirilmesi ve gelenek olarak yaşanılır kılınması gerekir. Bir değer sistemi oluşturmak için suya sabuna dokunmayalım mı diyecek insanların olacağını tahmin ediyorum ve diyorum ki, suya da dokunacağız sabuna da, ancak ne hayatı sulandıracağız ne başka yaşamların kayması için sabun koyacağız emrolunduğumuz gibi dosdoğru olacağız ve yeryüzünde hakkın ve adaletin şahidi olacağız, yeryüzünün imaratını ekini ve nesli imha etmeden yapacağız, kâinattaki tevhid gibi hayatımıza tevhidi egemen kılacağız… Bizim gibi düşünmeyen kimseye Allah’ın müsaade ettiği yaşamı dar etmeyeceğiz ve onlara zorla din satmayacağız dünyada sulh ile geçineceğiz, ahiret hesabı için kendimizi atanmış hesap uzmanı görmeyeceğiz… İşte o zaman sanıyorum biz dirilmiş olacağız, biz olunca, bizim hayatımız olur… Bizim hayatımızı yaşamak ümidi ve temennisiyle gelecek yaşamların hakikate şahitlik yapan yaşamlar olmasını rabbimden niyaz ediyorum… O yaşamlara şimdiden selam saygı ve muhabbetlerimi gönderiyorum…

Ya olacağız ya sahip olacağız olanlar kurtulacak sahip olanlar sahip olduklarının kuşatmasında kalacak…

Bahadır Hataylı/28.01.2022/01.00

                                               

 

 

 

                                                                                                                                    

 

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!