Bu Blogda Ara

23 Ocak 2022 Pazar

DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRENLER YARINLARI KARANLIĞA GÖMERLER!

 Taraf olanlar bertaraf oldu diye anlatılan bir söz vardı ama kimse taraf olmayanların bertaraf olacağı günlere gelinebileceğinden bahsetmiyordu. Oysa taraf olmakla taraf olmamak arasında gidip gelen insanların her dönemde bozuk para gibi harcanacağı, taraftarlıklarından belli oluyordu. Medeni insan, her zaman bir taraftadır o hakkın adaletin doğrunun yanındadır. Doğruyu doğru olarak seçebilmek, sizin doğrunun yanında olmanızı gerektirir. Omurga taşıyan insan bir duruşa göre yaşar. Duruşu olan insanlar bulundukları her ortamda herhangi bir ideolojinin, grubun, liderin, partinin ya da gücü kontrolünde bulunduran otoritenin tarafında değildir. Onlar hep aydınlık tarafta bulunurlar ve insanları gölgelerinde bırakmak istemezler. Eğer insanlık bir gölgede kalacaksa o gölgenin de ancak doğruluk ve hakikatin gölgesi olmasını isterler. İnsanın olduğu yerde doğrunun ve hakikatin gölgesi nasıl olacak, mutlaka herkes kendi menfaatlerine göre belirleyici ve biçimlendirici olacak diyenlerin olacağını biliyorum. Ancak doğruluk yaşanmayacak ve yeryüzünde bir gelenek olarak devam etmeyecekse, yaratıcı neden doğruluk hakikat diye bir yaşamı var kıldı. Yaşanmayacak bir oluşumu insanlığın hayatının ortasına bomba gibi bırakarak insanlara zulmetmiş olmaz mı?(!) Böyle düşünen bir anlayışa verilecek en güzel karşılık bu olsa gerek…

Descartes’in deyimiyle, “Tanrı kavramı onun var olduğunun kanıtıdır. “olmayan bir şeyin bir kavramla anlatılması da mümkün değildir. Varlık evreninde ontolojik olarak Yaratıcı vardır ve o fani olan varlıkların içinde oluşan sonsuzluk düşüncesinin ta kendisidir. Çünkü sonlu bir varlığın sonsuzluğu arzulaması, ancak o sonsuzluğu onun ruhuna sonsuz bir varlığın koymasıyla mümkündür. Dolayısıyla sonsuz varlık mutlak hakikatlerin, doğruluğun iyiliğin, güzelin kendisidir diyen Platon’da bu evrende bir hakikat yaşamın olmasının mümkün olduğunu anlatmaktadır. Bunları örneklendirmemin sebebi, olmayan bir şeyin varlığını konuşmakta abesle iştigal olacağı için, hakikate uygun bir yaşam bu evrenin varlığının bünyesinde Tevhidi gerçekleştirmesinin yegâne nedenidir.

İnsanlık yaşamı, olumsuzlukları referans göstererek, onlardan daha ilerde olduğunu söyleyerek oluşturulacak bir hayat asla olamaz. İyiliklerin havarisi ve güzelliklerin yeryüzüne taşıyanı olup, adalet sancağını zulmün ortasına dikebilmenin yolu, olumsuzlukların hayatın hiçbir noktasında referans alınmamasından geçer. Bir yolun kendisi doğru ve istikamet üzere olduğu zaman yol üzerinde olumsuzluklar olsa da o olumsuzluklar yolun hakikat olmasını olumsuz etkilemez. Ancak yolun kendisi hakikatten uzak ve zulme dayanan bir yol ise yol üzerinde bazı olumlu sonuçların olması o yolun kendisini istikamet yolu asla yapmayacaktır. Bu durum Pis fosseptik kuyundan gelen kokuları gidermek için, rögardan akan atıklara temiz çeşme sularını akıtarak onları temizleyeceğini söyleyenin zamanı ve elindeki imkânları boşa harcamasından hiç farklı olmayacaktır.

Hakikat denklemi kurulmadan bu yaşamdaki varlık evreninde sorunların çözümü kolay olmayacak ve istenilen sonuca varılmayacaktır. Hangi inanç ve ideolojide olursa olsun yeryüzü yaşamını mutlu etmeyi düşünmeden insanların yaratıcıya gittiği zaman verilecek hesaplar üzerinden insanlara bir yaşam sunmayı düşünenler, asla doğruluk haritasının içinden bir koordinat seçemeyeceklerdir, dolayısıyla bulundukları yer onların hakikatle yüzleşmelerini engelleyecektir.

İnsanların dünyalarını imar edemeyen hiçbir düşünce ve inanç onların ahiretini kurtarmayı vaat etmesin, yalan söylemiş olur. Dünyada mutsuzluk, ıstırap, kahrolmuşluk, zulüm, cinayet, adaletsizlik, liyakatsizlik vicdansızlık egemen olan bir yaşamdan, geleceği aydınlatmasını beklemek sadece insanın kendi aklıyla alay etmesidir. Bundan dolayıdır ki, Ortaçağ Avrupa’sında skolastik anlayışa sahip olan batı insanları kilisenin girdabında boğarak, onlara cennet vaat etmeye devam etmiştir. Yani dünyalarını karanlığa gömenler, insanların sonrasını asla aydınlatamazlar. Allah Resulünün geldiği döneme bakarsanız, Mekke’de tefeciliğin egemen olduğu bir ortamda, insanları onların pençesinden kurtarmaya çalıştı, diri diri toprağa gömülen kızları hayata kavuşturdu, gasp ve haramiliği ortadan kaldırmak için mücadele etti, hatta buna en iyi örneklerden biri o gün Güç ve iktidar sahibi Ebu Cehilden bir yabancının malını alıp teslim etmesi de var… Hayvan muamelesi gören insanların boyunlarına yular takılarak Pazar Pazar satışlarını yok etti ve o zalimleri Hakka boyun eğdirdi. Mekke’den Medine’ye Hicret sonrası Medine’de Ensar ve muhacir kardeşliğini oluşturdu paylaşımcılığı ortaya çıkardı… Bunların birçok örneklerini verebiliriz, tüm bunlar insanlara ahiret vaat ederek değil, dünyalık zulümlerden insanlık kurtarıldığı zaman ahireti konuşma hakkının olacağını bilen bir elçinin uygulamalarıydı.

Allah’ın Resulünden sonraki ilk 50 yıl sonrasında oluşan anlayış, insanların dünyalıklarını cehenneme çevirerek onları ahirette güzel bir hayatın beklediğini söyleyerek oyun kuran zalimlerin elinde insanlık paçavraya döndü. Sonradan gelenler de, dünyalıklarına hizmet ettiği için, bu anlayışı sihirli bir buluş gibi gelenek haline getirdi ve İslam toplumu denen ortamların tüm yöneticileri tarafından bayraklaştırıldı. Geldiğimiz noktada ise tamamıyla dünyası harap olmuş, yaşamları zindandan, dışarıdaki aydınlığa hasret kalmış mahkûmların hayatına döndü. Yani üstü açık mahkûmlar olarak yaşar hale geldiler. Burada insanlığa anlatacağınız manevi değerler anlatılmadan iflas etmiştir, ne kadar şişirirseniz şiriniz patlamış balonun şişme umudu nasıl ki yoksa böylesi yaşamlarda sizin anlatacağınız manevi değerlerin cazibesi de olmayacaktır. Batı ile kıyasladığımız zaman, batı bu karanlık dehlizi aydınlanma ile deldi biz ise onların aydınlandığı dönemlerden başlayarak, hala çıkma ihtimali olmayan karanlık tünellerde, insanları aydınlığa çıkarmanın hayalleri ile insanlığın umudunu tükettik. Umudu tükenmiş insanlarda, sizin savurgan hayalleriniz bir göverme gerçekleştirir mi dersiniz(!)…

Dünyayı imar etmek ve dünyayı aydınlatmak için yaşadığınız ortamdan başlayarak insanların düşünmesinin önündeki tüm engelleri imkânlar ölçüsünde ortadan kaldırmanız gerekir, düşünmenin önünde dağdan yüksek ve insanların umutlarını kıran ve güçlerinin ötesinde barikatlar varsa ve bunlar gün geçtikçe katlanarak yükseliyorsa, düşünsel anlatımların ve manevi iklime insanları taşıyarak onları rahatlatmanın yolları kapanmış demektir. Bizim toplum için bir örnek verecek olursak, asgari bir yaşam standardı ile açlık sınırında yaşayan bir insan sabahtan akşama kadar mesai yaparak haftanın 6 günü aynı işi yaparak ailesini geçindirmek zorunda ise, bu insanın düşünebilmesinin önündeki tüm kapılar kapanmıştır. Olağanüstü bir sürprizle karşılaşması hariç…

Dolayısıyla, taraftarlık veya taraf dışı olarak sorunları görmek istememek, insanlığa hizmet etmek anlamına gelmiyor. Adalet ile adaletsiz sorunları çözmek, insan olmanın gereğidir. Adaletin olduğu toplumlarda az da olsa insanlık yararına bilimsel, felsefi, kültürel ve sanatsal etkinliklerin ortaya çıktığına şahit olursunuz ancak adaletin yerlerde süründüğü ortamlarda ancak insanlığın yerde süründüğüne şahit olursunuz. Doğu toplumlarının Batının geldiği noktanın ötesine geçebilmesinin tek yolu, yeryüzünde her canlının yaşama hakkının olduğu en yüksek düzeyde dillendirilecek ve yeryüzü imkânlarının tüm insanlık için paylaşımının önü açılacak, her varlığın yaşam kalitesi yükselecek, yaşam kalitesi yükselen insanlara ahiretin önemini anlatın, o zaman sözlerin bir anlamı olacak yoksa size tekrar iadesi gerekecek…

Ben bir insan olarak ve ayrıca sorumlu duyarlı bir Müslüman olarak Hakikate şahitlik etmeyenlerin hangi tarafta olurlarsa olsunlar gazabın kapsam alanından çıkamayacaklarını düşünüyorum… Neden 17 bin Tanzanyalının bir yılda tükettiğini bir Amerikalı bir günde tüketsin, bunu sorumlu duyarlı hakikate şahitlik edecek yeryüzünde adaletin sancağını taşıyan insanlar yaşamlarıyla ortaya koymazlar ve karşı oldukları anlayışlardan daha debdebeli hayat yaşayarak hangi kurtuluşa insanlığı götüreceklerdir. Bugün dünyanın ilk 100 zengininin yarıdan fazlası, İslam ülkesi dediğimiz toprakların yöneticileri ise, hangi kurtuluşu anlatacaksınız insanlara…

Acaba neden Göçmenler hep Batıya gider, hiç doğuya gelen bir göçmen görmedim ama sömürmek amaçlı ve turist olarak gelenler çok… Almanya’nın gayrisafi Milli hasılası 57 İslam Ülkesi dediğimiz ülkelerin milli gelirinden fazlaysa o zaman insanların nereye neden göçmen olarak gittiğini sorgulamaya gerek yok sanırım… Bu ülkeler içinde yine ele ayağa dokunan kaşığa gelen biri varsa o da Türkiye, tüm olumsuzluklara rağmen yeryüzü mazlumlarına kol kanat açarak onların yardımına ulaşmayı ihmal etmiyor… Bu istek ve sorumluluk kendi halkı ile barışık yaşam ortamı oluşturmasına engel değildir. Kendi vatandaşının ihtiyaçlarını giderip onlara             insanca yaşayacağı ortamı oluşturamıyorsa dünyanın en ücra uçlarına kadar gitse de onlar her zaman gölgede kalmaya mahkûmdur. Yani diyeceğim o ki, Toplumsal dayanışma kardeşlik toplumsal adalet olmayan bir ortamın tüm ampulleri patlamış demektir. Karanlıkta bir tünelden çıkarken acaba daha kaç tünel kaldı diye karanlık tünellerin hesabını yaparak yaşamak istemiyorsak kendimize gelmek zorundayız.

Toplum olarak taraftarlık uyaranlarıyla harekete geçmeyi bırakalım ve hakikatin tarafı olarak yaşamaya yemin edelim ki, yarınlarımız karanlıklardan kurtulmuş olsun… Bu güne kadar ki yaşamlarımız bir karanlıktan bir başka karanlığa geçerek geldi, bunun temel dinamiği adaletin dışında ne varsa hepsini yaşam alanımıza çekmemiz ve adaleti hayattan uzaklaştırmamız oldu… Onun içindir ki batı dünyasına özenmeyi bırakıp kendi bünyemizdeki omurgayı diriltelim bu omurga sadece ve sadece adalettir diğerleri bunun üzerine oturur… Adaleti inşa edersek o zaman dünyaya yön veren olabiliriz ve diğer tüm imkânlar bizim şemsiyemiz altında toplanır. Adalet yoksa yeryüzünün imkânsızlıklarına da sahip olsanız, yaşam alanlarınız bir cazibe alanı olamaz. Onun içindir ki adaletin ayağa kalkması ve doğrulması yeryüzünün batışını az da olsa geciktirecektir. Bunun dışında kalan tüm yaşamlar dine dayansa ve bu dinin de ilahi olduğunu söylese de yok olmaya mahkumdur.”…Zalimler yakında nasıl bir devrilişle devrileceklerini bileceklerdir….”Şuara:227

Tüm bu açıklamaların üzerine daha fazla söz söylemek istemiyorum sözlerin en güzelini Allah söyler…”Onlar sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar ”Rabbim bizleri sözlerin en güzeline uyan ve yeryüzünde adalete şahitlik eden kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/23.01.2022/14.00

22 Ocak 2022 Cumartesi

DİNLE GELİŞEN MUHTEŞEM YAŞAMLAR(!)

Bal tutan parmağını yalar ahlaki dinamiklerle büyüyen ve o çerçevedeki meradan beslenenlerin, ahlak kitabının ilkelerine göre yaşamasını bekleyemezsiniz. Onların nazarında ahlak kitabından bahsetmek en büyük hainlik demektir. Hainlikle ifade ediliyor olmanız sizin yanlış olduğunuzdan değil, sadece onların alışılagelen çıkar ve menfaat duygularına uygun hareket etmiyor olmanızdandır. Bu anlayışların doğal yaşam akışı haline geldiği ortamlarda yanlışların ölçüsü hiçbir zaman doğrular olmuyor, varsa bir yanlış ve kötü onun durumu ondan daha kötü olan veyahut ta ona yakın olan bir başka kötüyle ölçülerek değerlendirilmektedir. Yani kötüler içinden bir başka kötüyü sana dayattıklarında onların yanlış algı ve kötü tutumlarına destek olmadığınız zaman, kötülükler merasının dışında kaldığınız için sizlere tehlikeli virüs taşıyan biri olarak bakılır.

Bu tarz düşünmeler ve bu düşünmelere göre oluşan yaşamlar daha çok duygu kodlarıyla örülmüş kabile cemaat ve feodal yaşam algılarının bir karakteri olarak göze çarpar. Bu yaşama sahip olan topluluklarda rasyonalite ve matematiksel doğru hesaplamalar bir anlam ifade etmez, tamamıyla kabile reisinin ya da feodal yapının yönetim merkezinin söylediği sözlerin doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın doğruluğu kabul görür. Çünkü aralarındaki duygusal bağ ve duygusal birliktelik akılcı ve realist düşünmenin yerini almıştır. Geçmişte bir İmparatorun ya da kabile reisinin yaşamı son bulmadan onun yerine başka birinin geçme ihtimalinin olmamasının en belirgin yanı, duygusal beklentilerin ve ülküleştirmenin zirve yapmasındandır. Bir şahsı ülküleştirdiğiniz zaman onun her yanlışının ve sözünün arkasında gizemli bir yan ve hikmet ararsınız. Bu anlayış zihinsel kurgu üretmenin önüne konulan ve zihinlere vurulan bir prangadır. Bu prangadan kurtulamayan toplumlar mutlu huzurlu ve refah düzeyi ileri insani yaşam kalitesinin her geçen gün artarak yükseldiği bir hayattan mahrum yaşarlar. Çünkü onlar için en iyi hayat kendilerine sunulandır. Kendi emekleriyle bir şeyi elde etmeyi değil de kabile reisinin kendilerine tanıyacağı hakkın, ulaşılması çok zor bir hak olduğunu düşünürler…

Bu tür ortamlarda yönetici durumunda olanlar uzun süre yönetimlerini devam ettirirler. Rasyonel bir etkileşim etkisinde kalma endişesi ortaya çıktığında ve etkileşimin etkileme boyutu da kitlelerde baskın düzeyde karşılık bulma ihtimali olduğunda, etkileşimin tüm yolları kapatılır. Tek ağızdan bilgilendirme esas alınır. Buna uymayan farklı sesler olursa onlar da tüm kabile tarafından aforoz edilmeyle yüz yüze kalırlar…

Kabilesel yaşamların süreklilik kazanması için otorite, meşruluğuna bazen inanca dayanan gizemli bir meşruiyet yüklemeye çalışır. Bu gizemlilik onu olağanüstü bir sürece taşır ve kabile üyeleri böylesi bir otoritenin varlığını korumanın Tanrının emri olduğunu, buna itiraz edenlerin de Tanrıya savaş ilan ettiğini ve dolayısıyla canının malının helal olduğu anlayışını ortaya çıkarır. Bu anlayışları her ortamda ve tarihi geçmişe baktığımızda görmek mümkündür. Modern devletler neden hep bu kabile yönetimleri tarafından hedef alınır, çünkü rasyonalite baskın da ondan ferdiyetçilik ve özgürlükler uğruna insanların mücadele vermesinin kapılarını açar. Oysa bu feodal yapılarda insanların bu imkânlara kavuşması mümkün değildir. İnsanların varlığı kabilenin varlığıyla orantılıdır. Kabile ve kabile reisi var ise TAMAM, kişiler o kadar önemli değildir. Bu algı Allah Resulünden sonra gelen yönetimlerde de kendisini gösterdi, hatta Emevi ve Abbasiler döneminde zirve yaptı Osmanlı ile bu zirve en az beş asır devam etti… Allah’ın elçisi o topluma yönetici olarak gelmemişti, uyarıcı olarak gelmişti, ahlaki değerlerden uzaklaşan şirk dininin yaygın hale geldiği tefeciliğin toplumsal bir yaşam felsefesi olduğu ortama, onları uyarmak ve tevhide davet için geldi. Allah’ın Resulü her an vahiy aldığı için oluşacak yönetimde de insanlar onu doğal bir lider olarak gördüler, ancak Allah’ın elçisinin o toplumda olması onun mutlaka bir devlet başkanı olmasını da gerektirmiyordu. Allah tarafından her an uyarılan ve hata olacağı zaman düzeltilen bir elçi olduğu için, doğal olarak Medine de kurulan devletin de yöneticisi oldu. Zaten ondan daha iyi birinin de yönetme şansı yoktu, çünkü doğrudan vahyin kontrolündeydi. Durum böyle olunca o dönemde Müslümanlar da gelişen algı, en dindar olan ve Allah’ın Resulüne en yakın olan aynı zamanda devlet başkanı olmalı anlayışını doğurdu. Hatta Hz. Ebubekir’in halife olması da böyle bir anlayışın sonucuydu. Halife denmesinin sebebi de din ile devlet işlerini birlikte üzerinde barındıran özel vasıflara sahip biri görülmesindendi. Ancak bu durum ilk iki Halife döneminde tam isabet olsa da, Hz Osman döneminde o kadar isabetli olduğu söylenemez, Hz Ali dönemine gelindiğinde ise Ali’nin feraseti hikmetli kavrayışı ve ilmi yönden bir deha olması iç karışıklıklar ve Muaviye’nin tükenmez hırslarının gölgesinde kalmıştır. Müslümanların, Allah’ın Resulünden sonra başlayan tarihleri sancılı başlamış ve o sancı Emevilerle birlikte tam bir dönüşüm yaşayarak, Seküler yaşam dinle meşrulaştırılarak gelecek kuşaklara İslam Medeniyeti diye sunulmuştur. Abbasîlerle de devam etmiş Osmanlı’da da Devleti Ali Osmaninin Bekası için kardeş katli helaldir gibi, Dinle meşruluk kazanan cinayetler işlenmiştir. Yani İktidar ve politika uğruna cinayetler meşruluk kazanmıştır. Bu anlayışların oluşmasının temeline baktığımızda hepsinde, iktidar gücünün meşruiyetini dine dayandırmaktadır. Çünkü din inanmayı gerektirir ve sorgulamadan ve akılcı yaklaşımlardan uzak doğrudan duygusal bağlar kurmayı içerir. Bu durum yönetenlerin işini kolaylaştırmaktadır. İnanma temeline dayanan ve duygusal bağlarla size bağlanmış olanları yönetmeniz ve onları istediğiniz şekilde kanalize etmeniz çok kolaydır. Burada sizin çok çaba sarf etmeniz gerekmiyor, ortak uyaranları ön plana çıkarıp onlar üzerinden gündem oluşturmanız sizi hem hedef olmaktan çıkarır, hem de sizi kahraman yapar erişilmesi imkânsız Tanrının gönderdi bir mehdi olarak görülmenize sebep olur. Oysa Modern devlet algısında yönetim, tam olmasa da bireylerin özgür seçimleri sonunda oluşur, ortak aklın belirlemiş olduğu kurallara uygun davranmadığı zaman da meşruiyetini kaybeder, meşruluğu kaybolan yönetimler yerini meşru olan başkalarına bırakır. Bu uygulama kabile ve feodal yönetim algılarında göze çarpmaz. Bu yönetimlerde yönetenler destanlarla tebaasını meşgul eder, savaş üzerine bir hayat düşler ve sürekli insanları ortak bir noktada toplamayı ve duygusal patlamaya hazır olmalarını sağlarlar.

Böyle topluluklarda Reisin eleştirilmesi ve onun yanlış yapacağının anlatılması doğrudan kutsal değerleri hedef almış bir açıklama olarak görüleceği için, aynı toplum içinde daima farklı kutup başlarından elektriklenme yaşayan topluluklar karşı karşıya gelir ve Yönetimdekiler doğrudan hedef olmaktan çıkarlar. Böylesi ortamlarda ortak aklın belirlediği doğrularda buluşmanız ve ortak bir yaşamın belirleyici kurallarını oluşturmanız çok zordur. Çünkü karşılıklı çatışma üzerine oturan anlayışlar kitle bazında duygulardan beslendikleri için akılcı açıklamalardan hiç mi hiç hoşlanmazlar, ondan dolayıdır ki bu toplulukların kaderinde hep sömürülmek yatar.

Duygusal bağlarla birbirine bağlanmış toplulukların en güzel yanı kalbi değerlerin canlı olmasıdır, ancak bu canlılığı akılla birleştiremediklerinden dolayı hep kandırılmak bahtlarına bir piyango gibi çıkar. Neden çok şiir yazarız duygusalız uzun havalarımız var her birinin bir hikâyesi var… Hikâyelerle büyüdük keşke ufkumuz akılla açılsaydı, vicdanımız kalbimizin derinliklerinden gelen hakiki bilgilerle karar verebilmeyi becerseydi, işte o zaman bu toplumların yeryüzüne medeniyet inşa edeceğine hep birlikte şahit olurduk…

“Bal tutan parmağını yalar”deyimleşmiş bu sözleri başımıza taç edeceğimize” insana ancak emeğinin karşılığı var deseydik ”Allah’ın bu buyruğu ile mücadeleci düşünen usanmayan doğru olanları koruyan kimseye ayrıcalık tanımayan yönetim anlayışları geliştirebilirdik. “Emaneti ehline ver” buyruğunu bilseydik, hiçbir iş savsaklamaz ve herkes düşüncesi inancı ne olursa olsun insanlık yararına kamu hizmetlerinde olurdu. “Onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar ”buyruğunu bilseydik duygusal bağları aklımızla perçinler ve duygu denizinde akıl iskelesine demir atardık. “Onlar, anne babası hatta yakınları olsa bile onlara adalette ayrıcalık tanımazlar ”Buyruğunu bilseydik vicdanımızın direği sızlardı, bizden olmayanlara karşı yanlış bir davranış içine girildiği zaman… Yani diyeceğim o ki, duygusallık bir yaşam algısı olarak güzel, biz duygusu, paylaşımcılığın temelindeki genleri oluşturur, ancak bu genlerin yaşam alanına doğması gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için aklı devre dışı bırakmaması gerekir. Aklı duygulara feda edenler, heba olmaya mahkûmdur. Yöneten ve yönetilenlerin orada birbirlerine laf attıklarını bir görsen, yönetilenler diyecek ki, siz gece gündüz dolap kurar bize yanlışı doğru gibi gösterirdiniz an dolsun ki sizler olmasaydınız biz doğru yolu hakikati bulanlardan olacaktık derler. Yönetenler de diyecek ki, size bir doğruluk geldi de biz mi sizi onlardan uzaklaştırdık, siz zaten halinizden memnun ve bir sapıklık içindeydiniz, hayır hayır siz gece gündüz dolap kuruyor ve bizi kandırmaya çalışıyordunuz rabbimiz bunların azabını iki kat ver diyecekler, onların azabı zaten iki kat…”

Duygusal birlikler bazen yolun sonunda çıkmaz sokağa dönüşebiliyor, bunun temel sebebi de yönetenlerin erişilmez olduğuna halkını inandırması, halkının da yönetenine toz kondurmaması insanları yok oluşun kenarına getirir. Yani körler sağırlar önce birbirini ağırlar, varacakları nokta körlerin ve sağırların birbirini kazıklamasıyla sonuçlanır…

Tüm bu açıklamalardan sonra konumuzu son bir açıklama ile bağlayalım, Hiçbir yönetime din kimliği giydirilmemelidir. Aklı kör eder, doğrudan inanma temelinde olur ve düşünmenin sınırları daraltılır, yanlışlar duygusal gazlarla pompalanır ve yanlışta hız limiti olmaz ta ki uçuruma varıncaya kadar, sonrası heba olan bir yaşam olur…

Nerede ne zaman bulunduğumuzun önemi yoktur, önemli olan nerede ne yaptığımız ve insanlık yaşamına ve doğanın İmar atına ne kadar katkıda doğru bulunduğumuzdur. Bu anlayışla ayağa kalkarsak her şeyi yeniden değerlendirmemiz ve gören gözleri Baş tacı yapmamızın aciliyetini anlamış oluruz… Yaşam, A. Comte’un deyimiyle ”Evrensel karşılıklı sosyal bağımlılık ilkesine göre devam eder.” Bunu dikkate almaz ve ortak aklı referans olmaktan çıkarır ben merkezcil yaşamın doğal akışını sağlayan kodları imha edersek, her şey imha olur. “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar,” doğrudan uzaklaşır ve bataklığa gider, rabbim bizleri idrak eden ve hakikate şahitliklerinde kusur etmeyen, özgür kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/22.01.2022/01.19   

OMURGA ADALET İSE DEĞİŞİM RAYINDADIR

Toplumsal yaşam, kontrolsüz bir değişim gerçekleştirirse, insanların arzu ve isteklerinin önüne geçmekte o oranda zorlaşmaktadır. İmkânların artması ile istek ve arzuların patlaması arasında doğrudan bir ilişkinin olduğu göze çarpar. Bir ortamdaki toplumsal değişim dinamikleri ile toplumsal değişimin yönünün aynı olmaması durumunda değişim toplumlarda çok ciddi tahribatlar yapar. Özellikle kapalı toplumların, çağdaş toplumlarla bütünleşmeye dönük başlatılan, değişim dinamikleri bu toplumların omurgasını yaralayabilir. Toplumlar hazırlıklı olmadığı bir yaşamın kasırgalarında kaldığı zaman, kendisini koruma taraftarı olmayıp, daha çok kasırganın savurduğu istikamette yol almayı tercih eder. Kapalı toplumlar direnç göstermeyi değil, kavuşamadıkları yaşama daha çabuk varmak için zamanı hızlandırmaya çalışırlar. Bunun en açık örneğini de bizim içinde yaşadığımız kendi toplumumuzda görebiliriz. Oysa sosyolojik teamüllere göre yerleşik ve içine kapanık toplumlarda kültürel değerler çok zor değişime uğrar kanısı egemendir. Bu kanılar son çeyrek asırda tersine dönmüştür diyebiliriz.

Teknolojik gelişimeler ve dijitalleşmenin küresel ölçekte yaygınlık kazanmasıyla, kültürler doğrudan hedef haline geldi. Bu saldırı ve etkileşim okları kendinden emin olan ancak kendisiyle barışık yaşamayan, değerlerini içselleştirmemiş toplumlarda ciddi sarsılmalara neden oldu. Bunun örneğini Ortadoğu toplumlarında ve özelde bizim ülkemizde görebiliriz. Ülkemizin değişim rüzgârlarına kapıyı aralaması 1983’lü yıllarda oldu ancak bu süreç 1990 ve 2000’li yıllar arasında belli bir hızla giderken,2000 sonrası önüne geçilemeyecek bir savrulmayla kontrolsüz değişime dönüştü. Bu kontrolsüz değişim kasırgaları önüne çıkan ne varsa hepsini savurup götürdü ve geldiğimiz dönemde de kasırgadan geriye kalan döküntülerimizi aramaya başladık acaba gerilerde bir şeyler bıraktık mı, şayet varsa onlara sarılalım da hiç olmazsa onları koruyalım aşamasına geldik.

İnsanların düşüncesini ifade etmesinden dolayı ekran karartan RTÜK, toplumsal yaşamın temeline dinamit koyan dizi ve programlardan hiç rahatsız olduğunu göremiyorduk. Hatta öyle programlar var ki, hızlı değişim rüzgârlarını sürekli alevlendirerek herkes tarafından kabullenilen meşru zeminlere kaydırıldığına şahit olduk. Bir davranış bireysel olmaktan çıkarak toplumsal bir kabule dönüştüğü zaman yaşamın ortasına bir dinamit konulduğunu bilmek gerekir. Bizim toplumdaki değişim süreci, sanki planlı ve programlı bir değişimin asimilasyon tarzında benimsetilmesi gibi kılcal damarlarımıza kadar kök salarak yaygın hale geldi. Bu süreç sonrasında deli dana gibi nereye koştuğu belli olmayan yaşamların üzerinde deney yapılan denekleri haline geldik.

Kapalı toplumlarda toplumsal bilinçaltı patlamaya hazır volkanlarla dolu olduğu bir gerçek… Dinci ve muhafazakâr insanların yaşamına baktığımızda bu patlamaların açık örnekleriyle karşılaşmaktayız. Bu savrulan hayatlar içinde gerekçeli bahaneler hemen hazır bekler, bu insanlarımız geçmişte ülkenin imkânlarından mahrum yaşadıklarından dolayı, gelen iktidarlar bunların önünü açtı, onlar da bu imkânları lehlerine çevirerek toplumsal yaşamda belirli bir yer edinmeye başladılar. Bu göze çarpmak aslında onların yaşamlarında olağanüstü bir farklılaşmadan değil de eskiden ülkenin nimetlerine sahip olanlarla aynı ortamları paylaşmaya başladıkları için fazla göze çarpmaya başladılar gibi savunmalarla farklı duruş sergileyenleri ikna etmeye çalıştılar. Bu savunma reflekslerine iyi tarafından baktığımızda hüsnü zan ile değerlendirmek istedik ancak isteklerin freni patlamış bir buldozer gibi hiçbir dur durak tanımadan hazın ve zevkin zirvesini arzuladığını görünce bu bir çıldırmışlık ve yıkım psikolojisi olduğunu anlamaya başladık. Hakikaten çıldırmışlık psikolojisi çok kötü karakterler oluşturur. Arzu ve istekte sınır tanımaz, zevkte doyumsuzluk had safhadadır, akla gelmeyecek zeki arayışlar peşinde koşar. Yaşamı sahip olmak ve tüketmek endeksine oturtmaya çalışır. Tüketim kölesi olduktan sonra da her eylemini tüketime bağlı olarak değerlendirir ve israfta sınır tanımayan bir maymuna döner. Toplumsal prestijini gittiği yerin pahalılık durumuna, oraya giden insanların sosyal katmanına dikkat ederek değerlendirmeye başlar. Karakterleri tüketimleriyle paralel gelişen bir yaşamın kişiliği yerlerde sürünmeye mahkûmdur.

Fazla tüketenlerin ve israfta sınır tanımayanların itibarı ve saygınlığı sınırsız harcamalarıyla doğrudan karşılık bulduğu için, bu imkânlara sahip olmayanların yaşamlarında da kötü başlangıçlara kapı araladılar. İmkânları olmayanlar da borçlanarak özgürlüğünü ve kalan yaşamını rehin bırakarak kendisini tanımlayacak ve itibarını artıracak nesnelere sahip olmaya başladı. Çoğu zaman da arzuladıklarına kavuşamayınca veyahut ta altından kalkamayacak yüklerin altına girdiğinden psikolojik yapısı sarsılarak bireysel başlayan depresyonlar zamanla toplumsal depresyona kadar uzandı… Ülke nüfusunun %60’ların üzerinde bir kesiminin antideprasanlara yönelmiş olması hiç de tesadüfi olmasa gerek… Kapalı toplumlar ilk karşılaştıkları uyarıcılara gösterdikleri tepkiyi daha sonradan göstermez olurlar, bu ise tamamıyla bir adaptasyon süreciyle alakalıdır.

Dijital teknoloji, bizim gibi toplumları hallaç pamuğuna çevirdi. Ekilesim ve duygusal yaşam hayata yük olmaya başladı. Bireysellik aldı başını gider oldu. Gerçek yaşam sanala dönüştü, sanal yaşamlar gerçek hayatın yerini aldı. İnsanlar gerçek yaşamda ifade etmekte zorlandıkları veyahut ta kendisini kabullendirmekte zorluk çekeceğini görünce sanal ortamda rahat hareket eder duruma geldi ve içindeki tüm sakladıklarını orada herkesle paylaşacak ortamı yakaladı. Bu sürecin başlaması beraberinde farklı arzu ve istekleri de oluşturdu. Sınırsız istek ve haz libidosunun patlamasına neden oldu. Eskiden muhafazakâr dendiği zaman hemen akla belli bir inancı korumaya ve yaşamaya çalışan insanlar gelirdi. Oysa şimdi sadece sahip olduğu imkânlarını ve tattığı hazlarını muhafaza etmeye çalışan israfta sınır tanımayan kapalı toplumların sonradan görmüş nesnenin kölesi olmuş özgürlüğünü peşin satmış, sahip oldukları kadar değeri olan bir boş nesne akla gelir oldu… Bu tanımlama değerleri uğruna mücadele eden ve o uğurda hiçbir durakta otobüs beklemeyen duruş sahibi olanları kapsamamaktadır. Onların varlığı hep olsun ki doğrular da bu dünyadan geçmişti diyenler olsun…

Net ortamında sarı sayfalarda bir arama yaptığınızda karşınıza çıkan aramaların başında kendisini sermaye gören bayanlar ve elindeki imkânlarla sınır tanımayan hazlara ulaşmayı referans edinmiş zibidi erkeklerle karşılaşıyorsunuz. Bu sadece belli bir kesimin istekleri değil, özellikle dindar olduğunu söyleyen telefon ve iletişim bilgilerini paylaşarak rahatlıkla amaçlarına ulaşacak düzeyde ahlakın sıfırlandığı ortamların oluşmasında acaba hangi değişim dinamikleri etkili oldu; bunları sorgulamadan geçersek değişimin nasıl bir etki bıraktığını anlamakta zorlanabiliriz. Üniversite de okuyan kız öğrencilerden kendisi için buluşma programları yaparak aylık en az beş kişiye kendini sermaye olarak verip kendisine aylık bağlayanların ve bu paraların da bir genel müdür maaşının altında olmadı ortamlar acaba nasıl oluştu. Bu açıklamalarım genelin davranışı olarak algılanmasın ama gelenek olacak düzeyde Toplum genetiğini ciddi yaralamaktadır. Şimdi sormak istiyorum dindar bir toplumda camiler dolu iken ramazanda oruçlar tutulurken böyle bir ortamı kimler oluşturmuş olabilir diyeceksiniz. Evet, işte ben de tam oradayım İmkânlarla boğulan muhafazakârların büyük bir kısmı libidolarının boşaltımı için hiçbir sınır tanımaz oldular bu ortamların figürleri de bunlar arasından çıkmaktadır. Allah taş yağdırmıyorsa onun rahmetindendir. Sosyal araştırmacılar özellikle sosyal paylaşım sitelerini incelemeliler oralarda ne tür yaşamların olduğunu görebilirler. Buradaki yaşamlar toplumsal hayatta yaşanılıyor orada kritiği yapılıyor. Değişimin bu kadar hızlı olmasında imkânların kontrolsüz belli ellerde birikmesinin ciddi bir etkisinin olduğu muhakkak… Geçmiş yıllarda 70 yaşında bir müteahhidin 20’li yaşlarda sevgililer edinerek yatlarda boy boy resimler çekerek paylaşması toplumda az mı değişim rüzgârı estirdi dersiniz. Bu şahısların sahip olduğu imkânlar kendi beceresinden çok onlara tanınan imkânlar doğrultusunda oluştuğu da herkes tarafından bilinen bir gerçek…

Bu örnekleri çok istediğim için vermedim sadece toplumsal yaşamda değişim dinamiklerinin toplumsal yaşamla uyum içinde olmamasıyla bir toplumun genetiğinin nasıl değişeceğini ortaya koymak için paylaştım. Bu toplumda bundan sonraki rüzgâr ne yönden eserse essin bu süreçteki kasırgaların söktüğü ağaçları bir daha yetiştirme imkânımız olmayacaktır. Bu bir umutsuzluk hali değil, durum tespiti olarak görülmelidir.

Peki, bir toplumda böylesi bir sürecin alenen hızlanarak devam etmesi neden yönetimleri rahatsız etmez. Diyeceksiniz ki zaten yönetim bunları düzeltmek için çırpınmaktadır. Bozanların düzeltmek için çaba harcadıkları ne zaman görülmüştür. Bozulan ancak yönetimlere olumsuz etki ederse ancak o zaman yönetime dokunmayacak düzeyde sınırlama olur ama onun yönü değiştirilmez. Bunun en açık örneği de İnsanların kısa videolarla küfürlü konuşmalarını paylaşarak herkesi böyle davranmaya teşvik etmesi hiç mi etik kurulunun dikkatini çekmez… Çekiyordur mutlaka ama canlı ortamlarda küfürler etmektense sanal ortamlarda kendi kendilerine ağza alınmayacak küfürleri yapmaları deşarj olacakları anlamına geleceği için, yönetimler bunu arzularlar ve onun için de hiç oralı olmazlar… Deşarj olmayan insanlar gerilime neden olacak ortamlara yönelebilirler, ancak bu küfürlerle, Nasrettin hoca gibi, eşeğine gücü yetmeyenin kürtününü döverek rahatlaması modunda oldukları için, bu ortamlar hep oluşturulmaya başlandı bunun da planlı ve programlı bir değişim çabası olduğuna inanmaya başladım…

Yani diyeceğim o dur ki, değer sistemlerini ahtapotlarının eline teslim ederek hangi değer sistemini korumaya ve kollamaya çalışabilirsiniz ki! Toplumsal adalet mekanizması bir toplumda icra edilmiyorsa o toplum her türlü hastalıkları görebilirsiniz ayrıca her türlü olumsuzluklara da açıktır o kapılar… Bunun en açık örneğini de İslam Önceki Mekke toplumunda görmek mümkündür. Herkes Mekke de insanlar kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi diye anlatılır ancak bu geleneğin nasıl oluştuğunu anlatanlara pek rastlamadım. Mekke’de tefecilik yaygındı ve bu tefeciler insanlara para verir ve kat kat alırlardı veremeyenler olursa onların kızlarını ve kadınlarını alırlardı ve bir mal gibi kullanırlardı. Tefecilerin bu vahşetini bilen fakir insanlar kız çocuklarının bunların eline düşerek onur ve şereflerini korumak için kız çocuklarını doğar doğmaz toprağa gömerek kendi şereflerini kurtardıklarını sanırlardı. Bu zamanla gelenek olarak sonraki kuşaklara kadar geldi… Günümüzdeki paylaşımdaki adaletsizlik ve belli kesim insanların maddi imkânlardan mahrum kalması, israfta sınır tanımayan yamyamların bu imkânsız insanların korunması gereken değerlerini ele geçirerek ve istediği gibi kullanarak insanları zillete düşürdüğü bir gerçektir. Yönetimler bu dengesizlikleri ortadan kaldırmadan hangi etik sistemi kurarlarsa kursunlar toplumsal organizmayı ayağa kaldıramazlar. Toplumsal hastalıkların hepsinin temelinde adaletsizlik vardır. Adaletin icra olduğu yerde tüm toplumsal hastalıklar kendiliğinden ortadan kalkar çünkü onların yaşaması için organizma uygun olmadığı için bünyeyi terk ederler. Kendi toplumumuzda böyle bir ortamı oluşturmak istiyorsak, ”Allah adildir, adil olanları sever” buyruğunu hayatın tam ortasına dikelim geç kaldık ama bu günden geçi yoktur; yeniden dirilmek istiyorsak “ADALET ADALET ADALET” bu uyarıyı dikkate almayan yönetimler helak oldular almayacak olanlarda helak olmaya mahkûmdur… Rabbim bizi İnsanlığa şahit olanlardan eylesin ve isteklerimizi katındaki değerleri ile daim eylesin ki, adaleti uygulamaktan tereddüt etmeyelim… Adalet, herkesin kendi menfaatlerini korumasının adı değildir. Adalet hak edene hak ettiği karşılığı vermek israf etmemek ve verirken de cimrilik etmemektir. Emaneti ehline vermektir. Ehliyetten kasıt o işin erbabıdır. Benim düşünceme ve inancıma yakın olan değildir. Bunları anlayarak yaşamımızı gözden geçirir ve yeniden başlamaya karar verirsek Allah bize yeter… Allah adildir kimseye ayrıcalık yapmaz, ölçüye uygun ise sonuç kendiliğinden gelir gelmiyorsa ölçü yok demektir…

Bir zihin ve yürek sorgulaması yapmak açısından çakralarımızı biraz açmaya çalıştım, faydalı olabildiysek ne mutlu, faydalı olmayacaksa rabbim kimseye okutturmasın… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/20.01.2022/01.22

 

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!