Bu Blogda Ara

22 Ocak 2022 Cumartesi

OMURGA ADALET İSE DEĞİŞİM RAYINDADIR

Toplumsal yaşam, kontrolsüz bir değişim gerçekleştirirse, insanların arzu ve isteklerinin önüne geçmekte o oranda zorlaşmaktadır. İmkânların artması ile istek ve arzuların patlaması arasında doğrudan bir ilişkinin olduğu göze çarpar. Bir ortamdaki toplumsal değişim dinamikleri ile toplumsal değişimin yönünün aynı olmaması durumunda değişim toplumlarda çok ciddi tahribatlar yapar. Özellikle kapalı toplumların, çağdaş toplumlarla bütünleşmeye dönük başlatılan, değişim dinamikleri bu toplumların omurgasını yaralayabilir. Toplumlar hazırlıklı olmadığı bir yaşamın kasırgalarında kaldığı zaman, kendisini koruma taraftarı olmayıp, daha çok kasırganın savurduğu istikamette yol almayı tercih eder. Kapalı toplumlar direnç göstermeyi değil, kavuşamadıkları yaşama daha çabuk varmak için zamanı hızlandırmaya çalışırlar. Bunun en açık örneğini de bizim içinde yaşadığımız kendi toplumumuzda görebiliriz. Oysa sosyolojik teamüllere göre yerleşik ve içine kapanık toplumlarda kültürel değerler çok zor değişime uğrar kanısı egemendir. Bu kanılar son çeyrek asırda tersine dönmüştür diyebiliriz.

Teknolojik gelişimeler ve dijitalleşmenin küresel ölçekte yaygınlık kazanmasıyla, kültürler doğrudan hedef haline geldi. Bu saldırı ve etkileşim okları kendinden emin olan ancak kendisiyle barışık yaşamayan, değerlerini içselleştirmemiş toplumlarda ciddi sarsılmalara neden oldu. Bunun örneğini Ortadoğu toplumlarında ve özelde bizim ülkemizde görebiliriz. Ülkemizin değişim rüzgârlarına kapıyı aralaması 1983’lü yıllarda oldu ancak bu süreç 1990 ve 2000’li yıllar arasında belli bir hızla giderken,2000 sonrası önüne geçilemeyecek bir savrulmayla kontrolsüz değişime dönüştü. Bu kontrolsüz değişim kasırgaları önüne çıkan ne varsa hepsini savurup götürdü ve geldiğimiz dönemde de kasırgadan geriye kalan döküntülerimizi aramaya başladık acaba gerilerde bir şeyler bıraktık mı, şayet varsa onlara sarılalım da hiç olmazsa onları koruyalım aşamasına geldik.

İnsanların düşüncesini ifade etmesinden dolayı ekran karartan RTÜK, toplumsal yaşamın temeline dinamit koyan dizi ve programlardan hiç rahatsız olduğunu göremiyorduk. Hatta öyle programlar var ki, hızlı değişim rüzgârlarını sürekli alevlendirerek herkes tarafından kabullenilen meşru zeminlere kaydırıldığına şahit olduk. Bir davranış bireysel olmaktan çıkarak toplumsal bir kabule dönüştüğü zaman yaşamın ortasına bir dinamit konulduğunu bilmek gerekir. Bizim toplumdaki değişim süreci, sanki planlı ve programlı bir değişimin asimilasyon tarzında benimsetilmesi gibi kılcal damarlarımıza kadar kök salarak yaygın hale geldi. Bu süreç sonrasında deli dana gibi nereye koştuğu belli olmayan yaşamların üzerinde deney yapılan denekleri haline geldik.

Kapalı toplumlarda toplumsal bilinçaltı patlamaya hazır volkanlarla dolu olduğu bir gerçek… Dinci ve muhafazakâr insanların yaşamına baktığımızda bu patlamaların açık örnekleriyle karşılaşmaktayız. Bu savrulan hayatlar içinde gerekçeli bahaneler hemen hazır bekler, bu insanlarımız geçmişte ülkenin imkânlarından mahrum yaşadıklarından dolayı, gelen iktidarlar bunların önünü açtı, onlar da bu imkânları lehlerine çevirerek toplumsal yaşamda belirli bir yer edinmeye başladılar. Bu göze çarpmak aslında onların yaşamlarında olağanüstü bir farklılaşmadan değil de eskiden ülkenin nimetlerine sahip olanlarla aynı ortamları paylaşmaya başladıkları için fazla göze çarpmaya başladılar gibi savunmalarla farklı duruş sergileyenleri ikna etmeye çalıştılar. Bu savunma reflekslerine iyi tarafından baktığımızda hüsnü zan ile değerlendirmek istedik ancak isteklerin freni patlamış bir buldozer gibi hiçbir dur durak tanımadan hazın ve zevkin zirvesini arzuladığını görünce bu bir çıldırmışlık ve yıkım psikolojisi olduğunu anlamaya başladık. Hakikaten çıldırmışlık psikolojisi çok kötü karakterler oluşturur. Arzu ve istekte sınır tanımaz, zevkte doyumsuzluk had safhadadır, akla gelmeyecek zeki arayışlar peşinde koşar. Yaşamı sahip olmak ve tüketmek endeksine oturtmaya çalışır. Tüketim kölesi olduktan sonra da her eylemini tüketime bağlı olarak değerlendirir ve israfta sınır tanımayan bir maymuna döner. Toplumsal prestijini gittiği yerin pahalılık durumuna, oraya giden insanların sosyal katmanına dikkat ederek değerlendirmeye başlar. Karakterleri tüketimleriyle paralel gelişen bir yaşamın kişiliği yerlerde sürünmeye mahkûmdur.

Fazla tüketenlerin ve israfta sınır tanımayanların itibarı ve saygınlığı sınırsız harcamalarıyla doğrudan karşılık bulduğu için, bu imkânlara sahip olmayanların yaşamlarında da kötü başlangıçlara kapı araladılar. İmkânları olmayanlar da borçlanarak özgürlüğünü ve kalan yaşamını rehin bırakarak kendisini tanımlayacak ve itibarını artıracak nesnelere sahip olmaya başladı. Çoğu zaman da arzuladıklarına kavuşamayınca veyahut ta altından kalkamayacak yüklerin altına girdiğinden psikolojik yapısı sarsılarak bireysel başlayan depresyonlar zamanla toplumsal depresyona kadar uzandı… Ülke nüfusunun %60’ların üzerinde bir kesiminin antideprasanlara yönelmiş olması hiç de tesadüfi olmasa gerek… Kapalı toplumlar ilk karşılaştıkları uyarıcılara gösterdikleri tepkiyi daha sonradan göstermez olurlar, bu ise tamamıyla bir adaptasyon süreciyle alakalıdır.

Dijital teknoloji, bizim gibi toplumları hallaç pamuğuna çevirdi. Ekilesim ve duygusal yaşam hayata yük olmaya başladı. Bireysellik aldı başını gider oldu. Gerçek yaşam sanala dönüştü, sanal yaşamlar gerçek hayatın yerini aldı. İnsanlar gerçek yaşamda ifade etmekte zorlandıkları veyahut ta kendisini kabullendirmekte zorluk çekeceğini görünce sanal ortamda rahat hareket eder duruma geldi ve içindeki tüm sakladıklarını orada herkesle paylaşacak ortamı yakaladı. Bu sürecin başlaması beraberinde farklı arzu ve istekleri de oluşturdu. Sınırsız istek ve haz libidosunun patlamasına neden oldu. Eskiden muhafazakâr dendiği zaman hemen akla belli bir inancı korumaya ve yaşamaya çalışan insanlar gelirdi. Oysa şimdi sadece sahip olduğu imkânlarını ve tattığı hazlarını muhafaza etmeye çalışan israfta sınır tanımayan kapalı toplumların sonradan görmüş nesnenin kölesi olmuş özgürlüğünü peşin satmış, sahip oldukları kadar değeri olan bir boş nesne akla gelir oldu… Bu tanımlama değerleri uğruna mücadele eden ve o uğurda hiçbir durakta otobüs beklemeyen duruş sahibi olanları kapsamamaktadır. Onların varlığı hep olsun ki doğrular da bu dünyadan geçmişti diyenler olsun…

Net ortamında sarı sayfalarda bir arama yaptığınızda karşınıza çıkan aramaların başında kendisini sermaye gören bayanlar ve elindeki imkânlarla sınır tanımayan hazlara ulaşmayı referans edinmiş zibidi erkeklerle karşılaşıyorsunuz. Bu sadece belli bir kesimin istekleri değil, özellikle dindar olduğunu söyleyen telefon ve iletişim bilgilerini paylaşarak rahatlıkla amaçlarına ulaşacak düzeyde ahlakın sıfırlandığı ortamların oluşmasında acaba hangi değişim dinamikleri etkili oldu; bunları sorgulamadan geçersek değişimin nasıl bir etki bıraktığını anlamakta zorlanabiliriz. Üniversite de okuyan kız öğrencilerden kendisi için buluşma programları yaparak aylık en az beş kişiye kendini sermaye olarak verip kendisine aylık bağlayanların ve bu paraların da bir genel müdür maaşının altında olmadı ortamlar acaba nasıl oluştu. Bu açıklamalarım genelin davranışı olarak algılanmasın ama gelenek olacak düzeyde Toplum genetiğini ciddi yaralamaktadır. Şimdi sormak istiyorum dindar bir toplumda camiler dolu iken ramazanda oruçlar tutulurken böyle bir ortamı kimler oluşturmuş olabilir diyeceksiniz. Evet, işte ben de tam oradayım İmkânlarla boğulan muhafazakârların büyük bir kısmı libidolarının boşaltımı için hiçbir sınır tanımaz oldular bu ortamların figürleri de bunlar arasından çıkmaktadır. Allah taş yağdırmıyorsa onun rahmetindendir. Sosyal araştırmacılar özellikle sosyal paylaşım sitelerini incelemeliler oralarda ne tür yaşamların olduğunu görebilirler. Buradaki yaşamlar toplumsal hayatta yaşanılıyor orada kritiği yapılıyor. Değişimin bu kadar hızlı olmasında imkânların kontrolsüz belli ellerde birikmesinin ciddi bir etkisinin olduğu muhakkak… Geçmiş yıllarda 70 yaşında bir müteahhidin 20’li yaşlarda sevgililer edinerek yatlarda boy boy resimler çekerek paylaşması toplumda az mı değişim rüzgârı estirdi dersiniz. Bu şahısların sahip olduğu imkânlar kendi beceresinden çok onlara tanınan imkânlar doğrultusunda oluştuğu da herkes tarafından bilinen bir gerçek…

Bu örnekleri çok istediğim için vermedim sadece toplumsal yaşamda değişim dinamiklerinin toplumsal yaşamla uyum içinde olmamasıyla bir toplumun genetiğinin nasıl değişeceğini ortaya koymak için paylaştım. Bu toplumda bundan sonraki rüzgâr ne yönden eserse essin bu süreçteki kasırgaların söktüğü ağaçları bir daha yetiştirme imkânımız olmayacaktır. Bu bir umutsuzluk hali değil, durum tespiti olarak görülmelidir.

Peki, bir toplumda böylesi bir sürecin alenen hızlanarak devam etmesi neden yönetimleri rahatsız etmez. Diyeceksiniz ki zaten yönetim bunları düzeltmek için çırpınmaktadır. Bozanların düzeltmek için çaba harcadıkları ne zaman görülmüştür. Bozulan ancak yönetimlere olumsuz etki ederse ancak o zaman yönetime dokunmayacak düzeyde sınırlama olur ama onun yönü değiştirilmez. Bunun en açık örneği de İnsanların kısa videolarla küfürlü konuşmalarını paylaşarak herkesi böyle davranmaya teşvik etmesi hiç mi etik kurulunun dikkatini çekmez… Çekiyordur mutlaka ama canlı ortamlarda küfürler etmektense sanal ortamlarda kendi kendilerine ağza alınmayacak küfürleri yapmaları deşarj olacakları anlamına geleceği için, yönetimler bunu arzularlar ve onun için de hiç oralı olmazlar… Deşarj olmayan insanlar gerilime neden olacak ortamlara yönelebilirler, ancak bu küfürlerle, Nasrettin hoca gibi, eşeğine gücü yetmeyenin kürtününü döverek rahatlaması modunda oldukları için, bu ortamlar hep oluşturulmaya başlandı bunun da planlı ve programlı bir değişim çabası olduğuna inanmaya başladım…

Yani diyeceğim o dur ki, değer sistemlerini ahtapotlarının eline teslim ederek hangi değer sistemini korumaya ve kollamaya çalışabilirsiniz ki! Toplumsal adalet mekanizması bir toplumda icra edilmiyorsa o toplum her türlü hastalıkları görebilirsiniz ayrıca her türlü olumsuzluklara da açıktır o kapılar… Bunun en açık örneğini de İslam Önceki Mekke toplumunda görmek mümkündür. Herkes Mekke de insanlar kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi diye anlatılır ancak bu geleneğin nasıl oluştuğunu anlatanlara pek rastlamadım. Mekke’de tefecilik yaygındı ve bu tefeciler insanlara para verir ve kat kat alırlardı veremeyenler olursa onların kızlarını ve kadınlarını alırlardı ve bir mal gibi kullanırlardı. Tefecilerin bu vahşetini bilen fakir insanlar kız çocuklarının bunların eline düşerek onur ve şereflerini korumak için kız çocuklarını doğar doğmaz toprağa gömerek kendi şereflerini kurtardıklarını sanırlardı. Bu zamanla gelenek olarak sonraki kuşaklara kadar geldi… Günümüzdeki paylaşımdaki adaletsizlik ve belli kesim insanların maddi imkânlardan mahrum kalması, israfta sınır tanımayan yamyamların bu imkânsız insanların korunması gereken değerlerini ele geçirerek ve istediği gibi kullanarak insanları zillete düşürdüğü bir gerçektir. Yönetimler bu dengesizlikleri ortadan kaldırmadan hangi etik sistemi kurarlarsa kursunlar toplumsal organizmayı ayağa kaldıramazlar. Toplumsal hastalıkların hepsinin temelinde adaletsizlik vardır. Adaletin icra olduğu yerde tüm toplumsal hastalıklar kendiliğinden ortadan kalkar çünkü onların yaşaması için organizma uygun olmadığı için bünyeyi terk ederler. Kendi toplumumuzda böyle bir ortamı oluşturmak istiyorsak, ”Allah adildir, adil olanları sever” buyruğunu hayatın tam ortasına dikelim geç kaldık ama bu günden geçi yoktur; yeniden dirilmek istiyorsak “ADALET ADALET ADALET” bu uyarıyı dikkate almayan yönetimler helak oldular almayacak olanlarda helak olmaya mahkûmdur… Rabbim bizi İnsanlığa şahit olanlardan eylesin ve isteklerimizi katındaki değerleri ile daim eylesin ki, adaleti uygulamaktan tereddüt etmeyelim… Adalet, herkesin kendi menfaatlerini korumasının adı değildir. Adalet hak edene hak ettiği karşılığı vermek israf etmemek ve verirken de cimrilik etmemektir. Emaneti ehline vermektir. Ehliyetten kasıt o işin erbabıdır. Benim düşünceme ve inancıma yakın olan değildir. Bunları anlayarak yaşamımızı gözden geçirir ve yeniden başlamaya karar verirsek Allah bize yeter… Allah adildir kimseye ayrıcalık yapmaz, ölçüye uygun ise sonuç kendiliğinden gelir gelmiyorsa ölçü yok demektir…

Bir zihin ve yürek sorgulaması yapmak açısından çakralarımızı biraz açmaya çalıştım, faydalı olabildiysek ne mutlu, faydalı olmayacaksa rabbim kimseye okutturmasın… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/20.01.2022/01.22

 

19 Ocak 2022 Çarşamba

KURALLARIN İFLASINA BİR KALA!

 Sosyolojinin işleyiş yasaları masa başında oturarak yazılmaz. Masa başında yazılmış kurallarla toplumsal yaşamı biçimlendirmeye ve denetime almaya çalışırsanız, denetimsiz bir toplum ortaya çıkar. Sosyolojinin kuralları toplumsal yaşamdan doğar. Toplumsal yaşamın işleyiş ve sürekliliğinden habersiz olanlar, yazdıkları kurallara kendileri uymak zorunda kalır; uymayanları da toplumun dışladığı kavramlarla adlandırmaya çalışır. Kurallar işlevsiz kalıyorsa veya toplum tarafından gerekli ihtimam gösterilmiyorsa kuralların ölü doğduğunu ya da çağın ve koşulların çok ötesinde kaldığı için ihtiyaçları karşılayamaz hale geldiğini gösterir. Ne yazık ki toplumsal yaşamı yönetmeye çalışan yönetim mekanizmasındaki kurallarda böylesi bir gerçeklikle yüzleşmek istemediğinde kendi ölüm fermanını imzalamak zorunda kalır.

Tarih boyunca toplumlardaki anomik ortamların oluşmasına baktığımız zaman, kargaşaların ve insanların yaşam mücadelesindeki yaşamsal değerlerin, varlığını devam ettirme gücünü kaybetmesinden kaynaklandığını görürsünüz. Eğer bir ortamda yaşamsal varlığınızı kaybedecek dinamiklerle karşı karşıya kalırsanız hiçbir kural ve değer gözetmeden kendinizi var kılmaya çalışırsınız. Birileri yaşam savaşı verip hayatta kalmayı düşlerken bir başkasına zarar verip vermediğinin hesabını yapmayacaktır. Bu sürecin farklı yaşamları da derinden etkileyeceği muhakkaktır. Dolayısıyla aynı toprak parçasında yaşayan ülkü birliğine sahip olduğunu sandığımız, tarih birliği olan insanların kültür ve dil birliği olsa da böylesi ortamlarda onları hiç dikkate almadan bir yaşamın içine girmeleri mümkündür. Dışarıdan baktığımız zaman bu değerleri birlikte paylaşan insanların, aynı değerler uğruna ayağa kalkıp mücadele etmeleri kaçınılmaz olarak görülür. Ancak aynı ülküye sahip olanlar arasında çok ciddi uçuruma varacak yaşam kalitesi farkı varsa, böylesi bir bağlayıcılığın olacağını düşünmek kocaman bir hiçle sonuçlanabilir. Dijital çağın insanlığa kazandırdığı en önemli faydası feodal algıların neredeyse sıfırlanacak duruma gelmiş olmasıdır. Feodal algıların yerini, daha gerçekçi ve akılcı düşüncelerin almasıyla, ulusal milli refleksler de yerini bireyciliğe bırakmış oldu. Bir insan kendi menfaati olmayan bir yerde duygusal bağlayıcı bağlarla yaşamı devam ettireceğini sanmanın kendisiyle alay etmek olduğunu çok ciddi anlamda sorgulamaya başladı. Bunun en açık örneğini de bazı politikacıların mitinglerinde işsiz olduğunu ve zor durumda olduğunu söyleyen vatandaşlardan cep telefonunu çıkarmasının istenmesi, insanlarda ciddi bir antipatik davranışa dönüştüğü görülmektedir. Nedeni ise dijital çağda herkesin hayatının saniyeleri mercek altına alınıp herkesle alenen paylaşılması insanları yeterinden fazla bilgi sahibi yapmıştır. Böyle bir ortamda kullanacağınız kelime ve kavramları mercekle seçmeniz ve ondan sonra kullanmanız gerekmektedir. Sizin mercekle seçme ihtiyacı hissetmediğiniz kelimeler, bakarsınız sizin hayatınızın mercek altına alınmasını beraberinde getirir. Yöneticilerin hayatlarının nasıl ve nerede hangi koşullarda devam ettiği bilindiği zaman bu yaşamlar da toplumsal yaşamla orantılı bir gelişme göstermiyorsa, işte o zaman tüm bildiğiniz sosyoloji kurallarını bir yana bırakıp toplumun yeni bir sosyolojisini çıkarmanız gerekir.

Bildiğiniz ve uygulamak istediğiniz sosyoloji böylesi ortamlarda bu topluma birkaç gömlek küçük gelir, kurallar insanların içselleştirdiği yaşam koordinatları olmaktan çıkar. Kuralsız ve kendilerince yeniden belirlenmiş kurallara göre toplumsal yaşam devam eder, ancak bu yaşam yönetim mekanizmasının belirlediği çerçevede olmaz. Yeni toplumun kuralları tamamıyla sözlü ve bağlayıcı olduğu kadar yaptırımdan uzak bir yaşam oluşturur. Herkesin bölgesi ve manevra alanı bellidir. O alanlar da yeni mesleki paylaşımlar oluşur, bildiğiniz ve var olan meslek alanlarının dışında oluşumlardır bunlar… Mesela, hırsızlık, gasp, yol kesme, araba çalma, iş yerlerini soyma, uyuşturucu satıcılığı, kumar, bahis oyunları, kadın ticareti vs. gibi gayri meşru bildiğimiz yaşamların canlanarak alenen yaygınlaştığına şahit olursunuz. Bu yaşamların tamamı normal yaşam içinde illegal yollardan varlığını sürdürürken, yönetim boşlukları oluştuğunda ya da yönetimin varlık gerekçesine uygun olmayan uygulamaları ortaya çıktığında bu yapılar alenen ortalıkta boy göstermeye başlar. Böylesi ortamların yaygınlık kazandığı bir yerde toplumsal birlik, beraberlik, ülkü, vatan, devlet vs. gibi kavramlar değer olma özelliğini kaybetmeye başlar. Çünkü insanlar bireyselleşerek kendi varlıklarının hesabını yapmaya başlarlar. Onun için devlet yöneticileri, toplumsal yaşamı birlikte paylaşan insanlara farklı yaşam ortamları sunarsa kendi varlığını her zaman tehlikeye atar. Ekonomik hayatın olumsuzluğunun getireceği gerilimler bütün bir toplumun yaşamını tehlikeye atar. Belli bir sınıfın yaşamının çok zor olması, bazılarının yaşamlarının da olağanüstü imkânlarla dolu olması ortama pimi çekilerek bırakılmış bir bombanın her an patlayacağının habercisidir. İşte böylesi ortamlara sosyolojinin hangi teorik bilgileriyle gelirseniz geliniz sadece kendinizi avutur zamanı boşa harcarsınız.

Birçok farklı makalemde belirttiğim gibi, ”Devenin yardan yuvarlanmasına sebep olan bir tutam ottur…”Yani fizyolojik doyuma ulaşmamak insanı canavarlaştırır, hatta canavarların en şedidi haline getirir. Bir toplumda geleceğin iyi okunabilmesi için toplumsal değerleri zedeleyebilecek ve insanları bireyselliğe götürecek her türlü olumsuz eylemlerden kaçınmak ve tüm davranışlarımızı toplumun genelinin menfaatini düşünerek yapmak zorundayız. Toplumun genel menfaatleri bir zümrenin grubun, ailenin derneğin vakfın ailenin, şahsın çıkarları kadar korunmuyorsa, orada devleti yönetenler güvenirliliğini kaybetmişler demektir. Güvenirliliği kaybolmuş yöneticilerin insanlardaki sevgisi de kendiliğinden yok olur. Şunu anlamak gerekir ki güvensizliğin olduğu yerde hiçbir şeye inanç kalmaz. Bu açıklamaları neden yaptığımı merak edenleriniz olabilir, ben ifade edeyim…

Ülkemiz gerçeği dikkate alındığında belli bir taraf gözlüğü ile olaylara bakıp yorumlayanları gördüğümüzde her şey çok güzel hatta emeklilere yapılan rekor zamlardan sonra emeklilerin yüzü gülmeye başladı diye manşet atan medya organlarını bile görebiliyorsunuz… İnsanlara, gerçekçi ve yaşamın içinden bakanlar olmasını istediğiniz zaman, hemen geçmişle bir kıyaslama yarışına tutuşulduğunu ve geçmişte böyle miydi gibi fanatiklerin hücumlarına maruz kalabiliyorsunuz. Gözler yalan söylemez göz gördüğüne inanır, insan da cebine dokunanın acısını hücrelerine kadar hisseder.5 ay öncesinde siz bir markete gittiğinizde elinizdeki paranız sizin ihtiyaçlarınızı tam olarak karşılamasa da büyük oranda karşılarken, bu gün gittiğinizde hem ihtiyaçlarınızı karşılayamıyor hem de eskiden aldıklarınızın yarısını alabilecek duruma gelmişseniz buna rağmen birileri hala sizin durumunuzun çok iyi olduğunu söylüyorsa ona mı, gözünüzle gördüğünüze ve cebinizden çıkanın ihtiyaçlarınızı karşılayamaz hale gelmesine mi inanırsınız? Bunları şunun için anlatıyorum, aynı toplumdaki insanların yönetimdeki olumsuzluklar yüzünden birbirleriyle karşı karşıya geliyor olması her ne kadar politikacılar açısından olumlu gibi görülüyor olsa da, toplumsal birlik beraberlik ve gelecek açısından çok tehlikeli bir noktaya gelinmiş olur. Onun içindir ki toplumsal değerler büyük oranda ortak hedefe yönelten bir hedef birliği olma özelliğini kaybettiği dönemlerde belli kurallara göre işleyen toplumlar için sosyolojinin kuralları burada karşılık bulmaz. Uygulamalı sosyolojiye ihtiyaç hâsıl olur. Buradaki sosyologlar da özgür iradeleriyle karar verebilen, toplumun emarını doğru çekebilecek yetenekte olmalılar.

Yönetim kademesi toplumsal gerilimden beslenmeyi düşünüyorsa böyle bir gerilim kimsenin işine yaramaz savaşın ve çatışmanın hiçbir zaman kazananı olmaz birisi az kaybeder birisi daha fazla kaybeder. Dolayısıyla Topluma güven vererek ve yapılan işleri toplumun genel menfaatlerini gözeterek yapmak varken neden mutlu grupların yaşaması için toplumsal dokunun omurgasında virüsler oluşturulur bunu anlamakta zorlanırım ben…

Gelecek kaygısı, herkesin yaşamına kaygı taşır. Geleceğini kuramayan insanlar, başkalarının bugünlerini imha etmeyi rahatlıkla göze alırlar. Gelecek kaygısı bugünü olmayanların hayatında göze çarpar, onlar bugünü değil yarınlardaki umutları için hayata bağlanırlar, yarınlarda da onların bahtına karanlık düşeceğini hissederlerse, bütün bir ortama karanlıkları taşımaktan imtina etmezler. Çünkü bunlar örgütlü bir topluluk değiller, kuralları yoktur, bağlayıcı hiçbir yakınlıkları olmaz, Statü ve rol dağılımlarından yoksunlar ama bunları harekete geçiren uyarıcı hayatlarına dokunmuş ve onlara acı vermiştir. Böyle olunca normal kurallarla bunlara yaklaşıldığı zaman bunları anlayamazsınız. Onun için bunların içinde katılımlı gözlemler yapan bağımlı olmayan sosyologlardan destek alarak bunları anlayabilirsiniz.

Bu saydıklarım toplumsal dokumuzda böylesi bir tehlikenin vuku bulma ihtimaline karşı yönetim mekanizmasının doğru denklemler kurmasının gerekliliğini anlatmaktır. Kendi halkını potansiyel tehlike gören anlayışlar kendi yanlışlarını örtmek için sorunun kaynağında hep başkalarını hedef gösterirler. Halkı olmadan yönetimin bir anlam ifade etmeyeceğini bilen anlayışlar da toplumu için her gün daha güzel umutlar ve yarınlar için insanlarda beklenti çıtasını yükseltmeyi hedefler. Böyle bir sistemin yönettiği halktan olmak ümidiyle yarınlarda barış kardeşlik birlik ve beraberlik içinde yaşayıp herkesin mutlu olduğu ortamın havasını teneffüs etmeyi rabbim bizlere nasip etsin selam ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/19.01.2022/02.50

18 Ocak 2022 Salı

GÜLLER SOLMASIN MUTSUZLUK SON BULSUN!

 Gözlerden ışıklar yansıyor, etrafa baktığında sanki yürekleri deliyormuş gibi size kendini anlatırken bakmalıydınız onun suratına… Gözlerdeki ışıkmış, coşkuymuş ekonomi, oysa etrafa baktığımda ne kıvılcım ne parıltı herkes kendinden geçmiş burnunu sıksan canı çıkacakmış gibi sinirler gergin bazı zamanlarda geceden kalmış sarhoş gibi üstünüze üstünüze gelirken görmelisiniz onları…

Bu hayatı neden yaşıyorum, elimdekileri veriyorum veriştiriyorum sadece biyolojik hayvan olabilmek için mi; acaba insan olarak yaşamam için neler yapmam gerekli veyahut ta burada insan olarak yaşayabileceğim bir ortama kavuşacak mıyım diye düşünürken bir görseniz, belki kendinizden utanırsınız, o kadar çok tilki var ki kafalarda hiçbirinin kuyruğu birbirine değmiyor ama elektriklenme ve gerilim pik noktada…

Son bir yıldır insan olarak yaşamak isterken insanlar arıyorum acaba oturup birkaç kelam edebilir miyiz cinslerimle diye… Ancak o kadar yoğunlar ki, hep koşturmaca içindeler, bu koşturmacaların ardı arkası kesilmediği gibi, sorunların üstesinden gelmiş olarak koştuklarını görememekte, bana acı vermeye başladı… Ormanda bir aslan ya da geyik koşturmaca içinde olduğu zaman mutlaka hedefine varmış olarak dinlenmeye geçer. Aslan avını yakalamış doymuş ve kendinden geçerek, derin bir uykuya dalmıştır. Oysa insan dediğimiz varlık bu kadar mücadelesine rağmen biyolojik yaşamı için gerekli olan birincil fizyolojik ihtiyaçlarını çoğu zaman karşılamakta zorlandığı gibi, sosyal bir varlık olduğunu da aklına dahi getirememektedir. Böyle bir zillet yaşamın kollarında, oradan oraya yuvarlanan bu insanların gözlerinden ışıltı okuyanları ben ayakta yirmi dört saat bekleyerek alkışlayacağım… Fanatizmin kurbanı ve aşırı taraftar olanlar dışında insanların ışıltılı bir bakışla etrafına baktığını görmekte zorlanırsınız. Toplumsal hayat psikopatolojik bir sürece emanet edilmiş durumda… İnsan, Yaşamakla yaşamamak arasında bir tercih yapmanın kıyısında zihinsel bir karmaşanın kollarında can vermeyi bekler gibi baygın yaşamaktadır. Bunları görme, gözlerini kapa geç, seni ilgilendirmiyorsa neden her şeye burnunu sokuyorsun diyeceklerin olacağını bilerek bunlara burnumu sokmazsam, oluşacak lağım ve pislik kokusundan yarınlarda burnuma gelecek kokulardan yaşayamaz hale geleceğimi biliyorum. Ayrıca vicdanımın derinliklerinde duran ve her an beni kamçılayan hesabımı yapmakta zorlanacağım için, her şeye ister kıyısından, ister tam ortasından ister biraz uzağından dokunarak ve onlardan biraz etkilenerek yaşamımı devam ettirmekteyim.

İnsanlar intihar ediyor ve bunlara şahit oluyoruz, kimisi intihar edenin katilliğinden bahsediyor, kimisi dinin insanları ne hale getirdiğini anlatıyor, kimisi içinde birikmiş kin ve öfkesini intihar bahanesiyle değer sistemlerine akıtıyor, kimisi dizini dövüyor, ola ki benim yakınımda da bunlar olmaya diye kendisinden doğanların emir eri olup çıkıyor, neresinden bakarsanız bakınız her taraftan ciddi bir kokuşmayla karşılaşıyorsunuz. Oysa bu olayları tetikleyen ve bu birikimlerin oluşmasına ortam oluşturanların veballeri gündemin hiçbir yanında yer almıyor. Sahiden insanlıktan uzak yaşamak bu değilse acaba nedir?

İnsanlar neden mutsuz yaşarlar bilir misiniz, bunun en belirgin boyutu, istedikleri arasından tercih yapmakta zorlandıklarında ve bunlardan birini tercih yapmak zorunda bırakıldığında tercih yapamadığının acısını bağrına basarak yaşamaya başlar, bunun etki alanından çıkmakta zorlanacağı için de mutsuzluk bulutlarını bir türlü üzerinden kovacak dirayete ulaşamaz. Yani mutsuzluğun temelinde çatışmalar vardır. Bu çatışmalar bireyin kendisinden kaynaklı olduğu zaman kişi bunların etki alanından çıkmak için çaba harcar ancak bu çatışmaların kendisi dışından kendisine dayatılan ve bunları aşabilmek için de güç ve kuvvetten yoksun olduğuna inandığı zaman mutsuzluğun zirvesinde yaşamaya başlar. Mutsuzluğun zirvesinde yaşayan insanların her an her davranışı yapmaya müsait olduğunu gözlemlersiniz. Son dönemdeki kendi canına kıymaların temelinde de böyle bir mutsuzluğun olduğuna inancım çok fazladır.

Toplumsal yaşamı rehabilite etmek öyle kolay değildir, kendi yaşamınızı erişilmez kılmaya çalışırken başkalarının yaşamlarına hiçbir anlam ifade etmiyor cinsinden bakarsanız şunu bilmeniz gerekir ki “Bir insanın ölümüne sebep olan bütün bir insanlığı öldürmüş gibidir. ”Ne yazık ki son dönemde insanları öldüren öldürene, yaşama sevincini aldığınız umutlarını yok ettiğiniz ve hayallerine ipotek koydunuz düşüncelerini zindanla ödüllendirdiğiniz her bir insanı öldürmüşsünüz demektir. İnsanın ölümüne yol açan ve yaşama sevincini yok eden herkes kendi idam fermanını imzalamıştır.

İnsan, insana bu kadar acınası bir yaşamı reva görmemelidir. Yaratılmış olanlar yaratılmışların varlık sahnesindeki yaşama sürecini belirleme hakkına sahip olamaz. Ancak hayata baktığınızda gücü eline alan her varlık başkalarına yaşam bağışlıyor, başkalarını potansiyel tehlike görüyor, varsa yoksa kendisinin varlığıdır önemli olan, diğerleri o olduğu için oluyor gibi bir hava estiriliyor. Gücün belirleyici bir kıstas olduğu dünya yaşamında, hiçbir yaratılmış olana güç tek olarak teslim edilmemelidir. Güç daima dengede olmalıdır. Dengesiz bir güç baskın güçtür. Baskın güç yaşamı tek tipleştirir, tek tip yaşamlar kendi yaşamlarından tat almayan kölelerdir. İnsanların kılık kıyafetlerine yedikleri yemeklerine, gittikleri eğlence mekânları ya da rehabilite olmak ve rahatlamak için gittikleri dinsel mekânların farklı olmasından yola çıkarak çok farklı bir toplumsal dokunun olduğu yanlışına kapılmamalısınız. Farklı davranışlar çoğu zaman aynı uyaran ve aynı fikirlerden meydana geldiği gibi, aynı davranışa sebep olan da farklı uyaran ve fikirler olabilir. Özellikle gücün tek merkezde toplandığı toplumlarda aynı uyaranlar farklı davranışlara sebep olabilir, ancak bu durum insanların çok farklı ve renkli bir düşünsel yaşam kıvılcımlarına sahip olduğu olarak görülmemelidir. Bu durum aslında aynı uyarandan etkilenenlerin kızgınlıklarıyla gerçekleştirdikleri klasik koşullanma davranış örnekleridir. Güç ve baskı altında olduğunu hisseden kitle eylemleri, düşünsel ve bilişsel belirleyicilerden uzak refleks ya da koşullu davranışlarda bulunurlar. Bunlar da aklı mekanizmaları hassas ve değerlendirme kriteri olan varlıklarda çok ciddi mutsuzluk hormonlarının canlanmasına ve aktif hale gelmesine neden olur. Bizim toplumda görülen mutsuzluk hormonlarının alabildiğine canlanarak yayılmasının arkasındaki en önemli etkenlerin, yukarıda saydığım Saikler olduğunu düşünüyorum…

Peki, bu sendromun etkisinden nasıl çıkabiliriz diyenlerin olacağını biliyorum… Saptamayı doğru yapamazsak fanatizmin etkisinde ve taraftar mantığıyla olaylara yaklaşır o pencereden ne şiş yansın ne kebap veyahut ta Zülfi yâre dokunmamak gerekir pısırık algılarla bu sorunların tespitini asla yapamayız. Tespiti doğru yapılamayan bir sorunun çözümü asla doğru olamaz. Ondan dolayıdır ki, Bu sorunların çözümünde sadece benim aklım yeterlidir bu söylediklerim olmazsa olmaz gibi müstağnilik ötesi olayları ele almak gerekir. Yani mutsuzluk sonrasında dağılan bir metabolizma, sorunları çözümsüz hale getiren bir beyin, haz alma duyarlılığını kaybetmiş bir canlı olarak yaşayan insanları, yeniden nasıl fabrika ayarlarına getireceğiz. Fıtrat donatılarına göre yüklenen fıtrat yazılımıyla oynandı insanın, bu yazılımı yeniden fıtrattaki yazılıma çevireceğiz. Bunun yolu Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur. Onun için yaratılmış olanlara baki olanın özellikleri yüklenmeyecek ve fani olanların yanlış yapma ihtimalleri doğru yapma ihtimalinden daha fazla olduğunu bilerek, Yaratıcıya karşı geliyormuş gibi fanatik taraftar kitlesinin kendi sevdiklerini sevmeyenlerin bu yaptıklarının normal olduğu ve onun sevdiğini de onların sevmeyeceği kadar doğal bir tavrın olamayacağı herkes tarafından anlaşılacak. Küfür hakaret saldırı kin, düşmanlık gibi ötekileştirici, aşağılayıcı kelime ve kavramların hayattan çıkarılmasına önem verilecek. Farklı düşünenlerin birlikte yaşayacağı bir tevhit oluşturulacak ancak o zaman insanlar biraz olsun üzerlerine çöreklenmiş olan umutsuzluk ve mutsuzluk bulutlarını dağıtmak için zihin ve yüreklerine bir reset atmış olacak… Bu resetleme sonrasında belki umutları kaybolmuş insanlar yeniden reaksiyona geçecek ve hayatın yaşamaya değer olduğunu fark edecek, aksi durumlarda sürekli yok oluşun kıyısında kenarında dolaşan bir yığına dönüşecek…

İnsanların özgür seçimlerini dayatmalarla belirleyemezsiniz, seçeneklerini siz oluşturamazsınız. O zaman insan olmanın anlamı nasıl anlaşılacak. İnsan iradi tercih yapan bir varlıktır, kararlarını kendisi verir, ona zoraki bir yaşamın kodlarını yükleyemezsiniz. Özellikle son dönemlerdeki din algısı, Allah’a rağmen Allah’çı bir kesimin Allah adına din bezirgânlığı yapmasıyla insanları dinden de haz almaz hale getirdiler. Din sanki insanın özgürlüğünü yok ediyormuş ve ona yaşamı dar ediyormuş gibi algılanır oldu. Bu algının oluşmasında haklılık payı yok değil… Din sürekli cehenneme günahkâr yollayan, elindekilere kanaat eden başkalarının ne yaptığı önemli değil, sen kendine bak, yaşamın her alanına sınırlar ve hudutlar koyan ama insanın isteklerini meşru ve doğal yoldan doyurmayı hiç düşünmeyen Sezar’ın kılıcı gibi insanların başına dikildi. Toplumsal yaşamda Ahlakın sıfırlandığı bir ortamda dini kuralların anlatımının ne kadar sahte ve inandırıcılıktan uzak olduğu herkes tarafından gözlemlenir olunca dinle hayatlarındaki boşlukları dolduran insanlar, bu defa dini, hayatın kâbusu olarak görüp ondan kurtulmanın yollarını aramaya başladı. Yani din, artık albeni ve cazibesini yitirmiş kuru bir ağaca dönmüştü. Bu ağacın altında yıllarca bekleyerek bu ağacın ne gölgesinden ne de meyvesinden faydalanma imkânınız olacaktır. Din, bir yük ve insanların insani yaşamlarının önündeki bir fren olarak algılanır olunca, din toplumsal yaşamdaki ciddiyetini de kaybetmiş oldu.

Dini anlatan dindara her yol meşru iken, kendisinin vaazı nasihat ettiklerine Allah’ Resulünün karnına taş bağladığını hurma ile günlerce oruç tuttuğunu anlatarak insanların beyni ile alay ettiği anlaşılınca dinin kendisi sorgulanmaya başladı. Cemaatlerin, Tarikatların, vakıf dernek gibi insanları toplu buluşturma mekânlarının insanlara vereceği çok fazla sermayesi kaldığını düşünmüyorum. Çelişkili yaşamlar hep hastalık virüslerinin yayıldığı ve ürediği yerlerdir. Dinli, dinli olmayan kurumsallaşmış yapıların büyük bir çoğunluğunun bu halleri ile insanlara faydalı olacakları sermayelerini tükettiğini görüyorum. Dolayısıyla yeni neslin yaşamına dokunmanız ve onları anlayarak hayatı ortak paylaşım noktasına getirmeniz gerekiyor. Bu kapılar nasıl açılır diye düşünmeden, örülmüş duvarları yıkarak kardeşlik, kaynaşma dostluk birlik bütünlük gibi mesajları yaşayarak aktarmak kaçınılmaz ve zorunludur. Farklı görüş belirten her insana dünyayı dar etmekten uzaklaşılmalı potansiyel vatan haini, terörist, filanca falancı gibi yaftalardan uzaklaşılmalı yoksa mutsuzluk ve huzursuzluk freni patlamış bir araç gibi sürekli hızlanan ve kime çarpacağı belli olmayan bir sürece dönüşecek…

Toplumsal yaşamda oluşan kast örgütlenmesi bir an evvel bertaraf edilmeli, ülkenin ve bu Milletin bir avuç mutlu azınlıktan büyük olduğu unutulmamalıdır. Bu Millet bir avuç mutlu azınlığın daha fazla mutlu olması için kendi mutsuzluğunu daim kılmayacağından kimsenin kuşkusu olmasın… Mutsuzluk bir gelenek halini aldığı zaman mutlu olanların bu kervana katılacağı gün çok yakın demektir.

Bu anlatım ve hatırlatmalardan sonra, diyorum ki, gölge aslın varlığına bağlıdır. Gölge yaşamların devam etmesi için duruşu ve yaşamı güzel omurgalı bir gerçeklik olmalı ki, onun da o güzellikte bir gölgesi olsun… Bazıları rüyalarından uyandığında krallıkları biter çünkü rüyada kral olan, uyandığında tahtan iner bazıları da gerçek yaşamda kral ise uyuduğu zaman krallığı biteceğini bilir. O halde uyanık olanlardan olmak ve nasıl bir sorunla karşı karşıyayız bunun sebebi ben olmalıyım diye kendi otokritiğini yapabilen insanlardan olmak ümidiyle herkese selam ve muhabbetlerimi iletiyorum, Kalın sağlıcakla!

BAHADIR HATAYLI/18.01.2022/00.50  

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!