Bu Blogda Ara

9 Kasım 2018 Cuma

Yönetim mi, Hangisi?

Bu güne ait bu yazımın herkes tarafından dikkatlice okunacağını ümit ediyorum...

Yönetim sistemleri merkeze insanı yerleştirmiyorsa, insanın hesaba katılmadığı bir yönetim yönetme gücünü işin başında kaybetmiş demektir. Merkeze İnsanı yerleştiren bir yönetim algısı, Uygulama ve felsefi teorisini de adalet düsturuna göre biçimlendirir. Adaleti esas almayan hangi yönetim olursa olsun sadece zulmünü devam ettirir. Devlet yönetimi hiçbir ideoloji, etnik köken, dinsel anlayış veyahut ta cinsiyete dayanan bir algıyla yönetilemez.
Belli bir ideolojik temel üzerine kurulan yönetim anlayışları, halka hizmet etmekten çok kendisinin kökleşmesiyle uğraşacağından insanları mutlu edemez. Kendisini benimsemeyenleri de daima potansiyel düşman ve tehlike olarak görür, onlara yaşamı çekilmez kılar. Dünyanın neresinde olursa olsun, ideolojik bir algıya dayalı toplum yönetmeye çalışan anlayışlardan hangisi varlığını sürdürmektedir. Nazilerden, mussoloni'ye, Stalin’den, Çavuşesku’ya, oradan Saddam’a, Kaddafi’ye kadar daha nice örnekler gösterebiliriz. Demek ki, ideolojik yönetimler dayatma ve baskı unsurunu kendi genlerinde taşımaktadır. Bu anlayışlarla ne kadar da kendi dışınızdakileri mutlu ettiğinizi sansanız da bunu gerçekleştirmeniz mümkün değildir.
Osmanlı Devletinin 600 yıl ayakta kalmasının en önemli nedeni, eleştirilecek haddinden fazla olumsuz yanları olsa da, bünyesinde kısmi bir adalet anlayışına sahip olmasıdır. Bu algı her ne kadar paylaşım ve maddi açıdan olmasa da en azından farklı anlayışların ve dinlerin rahatlıkla yaşadığı belli bir özgürlük alanını oluşturmasında görmek mümkündür. Bunun en açık örneklerini de Fatih’in İstanbul’u fetih etmesiyle batıdan birçok bilim adamlarının ve Yahudi haham ve Hıristiyan papazlarının yaşamak için İstanbul’u tercih etmelerinde görmekteyiz. Ancak Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte savaştan çıkan bir devletin geride bıraktığı mirası üzerinde yeniden dönüşen devlet yapılanması, batıdan devşirme bir ideolojik algıyla, sonrasında Kemalizm’le bütünleşerek zorla kendisini kabul ettirmeye zorlaması 100 yıl içerisinde defalarca, kendisini özümsemeyenleri tehlikeli görerek onları sindirmeye çabalamış ya da imha etmiştir. Yani diyeceğim o dur ki, sadece adalet üzerinde yükselmiyorsa kuracağınız devlet, her zaman tehlikede demektir. Dine dayandırılan devletler de böyledir. Günümüz İran’ına baktığımızda İnsanları dinsel kimlikle tanımlayarak onları sınıfladı. Yönetimin din algısına sahip olanlara, tüm imkanları sunarken, bu anlayış dışında kalanları sadece yaşayan bir canlı olarak görüp onlara dışlanmışlık psikolojisini verdiği için kendi içinde bile her zaman tehlikededir. Buradan yola çıkarak şu gerçekliği vurgulamaktır amacım. Bir yönetimde Adalet, bir şemsiyenin açılmasını sağlayan onu kuşatan tüm çıtaların eşit oranda açılması için, şemsiyenin tüm çıtalarının ona dayandığı ortadaki direk gibi olmalıdır. Eğer böyle bir adalet direği değilse toplumsal açılımı ve yaşamı devam ettiren, oradaki anlayış ve inancın adı ne olursa olsun o toplumun huzurlu ve insan gibi yaşamasını düşünemezsiniz.
İslam Devleti ve şeriat algısını da bu açıdan bakarak sorgulamak ve kritiğini yapmak gerektiğini düşünüyorum. Müslümanız diyenlerin hepsinin kafasında reelde olmasa da idealde böyle bir anlayışın olduğunu düşünüyorum. Bu anlayış hiçbir zaman bizi hakikate götürmeyecektir. Her Müslümanım diyenin yürek hücrelerine ve beyin dağarcığına kendisi dışında olanların da insan olarak yaşama haklarının olduğunu kaydetmesi gerekir. O zaman Devletin şekli ve ideolojisi değil, nasıl bir devlet olması gerektiği sorgulanmaya başlayacaktır. Nasıl bir devlet dediğimiz zamanda karşımıza adaleti ihya eden devlet olmalıdır algısı gelecektir. Bu algının geliştiği ortamlarda, devlet hiçbir zaman endişe ve tehlike var mı yok mu diye bir paranoyak düşünceye kapılmayacaktır. Çünkü herkesin insan gibi yaşayacağı hakkaniyet ölçülerini dikkate alarak adil uygulamalar yapacak ve toplumda sadece evrensel etik değerler ve adalet, devletin özünü oluşturacaktır. Böyle bir devlette, yasalar tamamıyla objektif kriterlere göre oluşacak, insanlar dinlerini ve kendilerine has yaşamlarını en özgür şekilde başkalarına dayatmadan yaşayacaklar, kılık kıyafet belirleyici olmaktan çıkacak, herkesin inanca dayalı yaşamları devlet tarafından korunacak ve güvence altına alınacaktır. Devlet, hiçbir dini, toplumun resmi dini haline getirmeyecektir. Dileyen dilediği gibi kendi hüviyetine kendi dinini ekleyebilecek ve bunun ne bir ayrıcalık ne dışlanacak bir eylem olduğuna inanacak. Çünkü insanların dini inanışları onların kendi yaşam alanlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla devlet mekanizması, devletin yönetim hiyerarşisinde memurlar sınıfını oluştururken, sadece etik ve liyakat esaslarını dikkate alacaktır. Böyle bir devlette, ideolojik ve inanca dayalı fevri eylemlerde bulunup toplumsal karmaşaya yol açacak olanları da, hukuk karşısında bununla ilgili hüküm ne ise onunla cezalandıracaktır. Yani anlayacağımız, Devlet kesinlikle nötr olacaktır. Sadece Hak ve adaletten yana taraf olacaktır. Bunun dışındaki tüm uygulamalar ancak insanları canından bıktırır, yaşamı zorlaştırır ve cinnet toplumu oluşturur. Cinnet toplumu olmak istemiyorsak diyemiyorum, ancak bu cinnet ve psiko sosyolojik travmalardan kurtulmak istiyorsak böyle bir yola girmek zorundayız. Ne olursak olalım düşüncemizi, ideolojimizi, dünyaya bakışımızı yaşam tarzımızı kimseye dayatmadan, devleti tüm bunlardan arındırarak evrensel insani hukuk normlarına göre adalet temelinde yeniden yapılandırmak gerekir ve hatta zorunludur. Yoksa, senin adamların onun adamları, diğerinin dini grupları vs. derken hayat yaşanmaz olur ve kendimize yaşadığımız hayatı zindan ederiz.
Hep birlikte İnsan gibi yaşamak istiyorsak, adaleti esas alalım, bu adalette, birilerinin belirlediği değil, ortak insanlık değeri ve ortak aklın yeryüzüne yansıması olsun…Bunun tek bir yolu var, evrensel mahkemede aklanarak böyle bir yola çıkmak, bu da ancak herkesin kendi vicdan muhakemesinden aldığı gerekçeli karar sonrasında gerçekleşecektir. Hazır mıyız böyle bir yaşama ben sabırsızlıkla bekliyorum ve diyorum ki;” Sabah yakın değil mi”
                                                               Erol KEKEÇ/08.11.2018

7 Kasım 2018 Çarşamba

Düğün Değil Bayram Değil Eniştem Beni Niye öptü-2 (ABD ŞEYTAN)

ABD Şeytanı yine oynadı oynayacağını, Sosyal medyada ABD'yi oturttuk vs. gibi sarhoşluğun çıldırmışlığını yaşayan ifadelerle sarsılmadığımı söyleyemem. Şunu bir defa daha anladım ki, bizim gibi toplumlar ömürlerinin sonuna kadar sömürülmeye mahkumdur.
Bir şeytan, besleyip büyüttüğü ve yıllarca bu ülkenin içinde insanlarımızı katlettirdiği ve her halükarda desteğini esirgemediği bir terör örgütünün ele başlarının kellesi için neden ödül koyar, alacağı ödül ondan daha büyük olmalı ki, böyle bir şeytanı planı uygulamaya koysun.
Geldiğimiz nokta birçok kirli tezgahların çalışmaya başladı anın habercisidir. Aylar öncesinden Türkiye'nin dar boğaza girdiği dönemde neden böyle bir oyun bizim üzerimizde denenmeye başladı diye bir yazım vardı, yazının özeti şuydu. Türkiye ile Suudi şeytan arasında oluşan gerilimlerin yok olması sulh ile olacağa benzemiyor, ondan dolayı Türkiye'nin kıstırılması gerekir ya da daha farklı yollar da denenebilir. Bunun için Türkiye ekonomik açıdan iyice zayıflatılacak, toplumsal bir kargaşaya yol açacağı zaman, aramızda oluşan buz dağları, ABD eliyle yavaş yavaş eritilmeye gidecek, bunun yolu da ABD ve Suudi'nin Türkiye’ye ekonomik açıdan destek verme gibi vaatlerini beraberinde getirecek. Ancak bu desteğin büyük bir bedeli olacak, o bedel Kasım ayında İran'a uygulanacak olan ambargonun, bir tarafında Türkiye'nin bulunmasıyla ancak olacak, bu sürece gidilmesi için, Şeytan Türkiye'yi aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık diyeceği ama mutlaka bir yere tükürmesi gerektiğine ikna edecek ve İran'a ambargo filen başlamış olacak diye yazmıştım.
Geldiğimiz bu süreçte söylediklerimin bir bir gerçekleşiyor olması hakikaten beni derinden üzmektedir. Cemal Kaşıkçının katledilmesi ve özellikle de Türkiye Suudi Konsolosluğunun seçilmesinin hiç tesadüfü olmadığını gördük. Çünkü Suudilerin ABD'nin dediklerini yapabilmesi ve Türkiye'nin içine düştüğü bu dar boğazdan çıkmasında ve ABD ile müttefikliğinin perçinlenerek devam etmesi için, Suudi ineklerinin sütünün Türkiye kazanına sağılması gerekli. Ancak o zaman Türkiye bir nebze olsun içerideki dar boğazdan çıkma konusunda rahatlayacak ve Şeytanla birlikte yeniden nerede kalmıştık diye bir başlangıç yapacak, çünkü ifade edilenlerden yola çıktığımızda bizim geleneksel müttefikimiz(!) deniyor. Kaşıkçının ABD'nin gözetiminde Suudi yönetimine Türkiye’de yaptırıldı ve sonrasında cinayet yine onun kanallarıyla açıklandı. Bu da gösteriyor ki, ABD bir taraftan da Türkiye'nin eline bir koz verdi ve bununla Sudu kıstır diyecek yolları açtı. Yani anlayacağınız, Türkiye'yle arası bozulan Sudun zoraki flört yapması istendi ve bedel olarak ta Türkiye’ye büyük bedeller ödemesi dayatıldı ve süreç böylece başladı.
Peki bu durumla ne amaçlandı dersiniz. Vehhabilerle arası açık olan İran'ın, Türkiye'yle de arası açık Bir Suudi varken İran'a müdahale etmek öyle kolay olmayacaktı. İşte köprüler istemeyerek te olsa yeniden kuruldu. Ancak bu köprüden geçeceklerin ya da geçmeyecek olanların hepsinin ödemesi ABD musluğundan akacak. İşte, Kaşıkçıyla Türkiye, Suud'u sıkıştırmaya başladı, sebebi onun burada öldürülesini isteyen ABD, Suud'a Türkiye'nin sopayı çıkarmasına gerek kalmadan şartsız ben gelirim yeter ki sen iste diyecek duruma geldi. Bunlar niçin oldu bir bakalım. 
ABD, bu bölgede oluşacak yeni oluşumda yanında görmek istediklerini bir anda mutlu etti; birinde para, diğerinde güç ve asker oh değmeyin keyfine gitsin, nasıl olsa sonrasında masrafların faturasını da Suud'a yükleyecek, yani anlayacağımız Suud'un parasını yemek, bizi yolunmuş kuşa çevirmek için tüm çabaları…
Ortak bir hedef göstermesi gerekiyordu onu da hemen oluşturdu. Şii yayılmacılığı Suud, hatta tüm Asya ve Afrika için tehlikeli bir boyut almaktadır, Görüyorsunuz bugün Yemen’deki zavallıların ölümünün tek sebebi Şii yayılmacılığıdır diyecek, ve arkasından İran'a yapılacak müdahalenin birinci ayağını oluşturacak…Tüm İslam geçinen toplumların havarisi ve kurtarıcısı olan bizlerin ağzına öyle bir bal sürecek ki işte onun da ilk örneğini ortaya koydu. Türkiye'nin bu bölgelerin sorumluluğunu alan büyük bir devlet olmasının önündeki en büyük engel, kendi içinizdeki terörün verdiği zarardır. Onun için ben sizin yerinize bu terör örgütünün liderlerinin kellesi için, üç kişiye toplamda 10 milyon dolar ödül verdim. Nerede bulunursa bunların kellesi alınacak…
Yıllardır, APO gidecek terör bitecek diye çığlık atan bir toplumun genetiğine kadar işlemiş olan bu kin bir anda daha da pekişecek ve sonrasında bizim uyarı sistemlerimiz bu kin ve nefretin yönünü değiştirmeli. İşte onun için de PKK’nın şimdiye kadar bitmemiş olmasının tek sebebi bunları Şia olan ve Sünnilerin de daima başlarının belası olan İran Devleti hedef alınacak. İran’da olmasa da İran Hedef gösterilerek İran’ın PKK terör örgütünün arkasında durduğu ve onları koruduğu anlatılarak Ülkenin Sünni dininin Emevi kolu tarafından sevgi ve yalama seanslarıyla karşılanacak. Sonrası işte o zaman çorap söküğü gibi gelecek. Şeytan’ın Türkiye açısından önemi PKK’nın ele başları İran’dadır alınacak denecek, Şii yayılmacılığı sonlandırılacak gibi çakallar duasını okuyarak adam tam anlamıyla yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynaklarının tamamını emecek. Ondan sonra Suud'a diyecek ki, savaş giderlerini 50 yıl şu kadar masraf olarak sen ödeyeceksin, biz olmasaydık seni yaşatmazdı İran diyecek…İran’da giriştiği mücadeleden başarıyla çıkarsa, petrolleri elde edeceği, bir yönetim bırakıp onları da bağrına basacak.
Dönecek Türkiye’ye bak sizin ülkenin varlığının devam etmesi için biz burada bir tampon bölge oluşturalım dışarıdan gelecek terör saldırıları size zarar vermesin yoksa tehlikeli olur, PKK gitti onun için biz daha dostane bir Kürt yönetimini konfederasyon tarzında bunların da gazını almak için burada kuralım ancak sizin kontrolünüzde olacak diyecek…Biz Sınırımızda böyle bir şey istemiyoruz dediğimiz zamanda sus sen öyle yüksek sesle konuşma hakkını nereden buluyorsun bu toprakların tamamı zaten Büyük İsrail’in kurulması için Vaat edilen arzı mevvut toprakları değil mi diyecek ve bizi süt dökmüş kedi gibi görmek isteyeceği günlerin gelmesini hiç istemiyorum…
Benim bu kitabın henüz piyasa çıkmamış basılacak olan ana fikrinden okuduğum budur.
Erol KEKEÇ/07.11.2018

6 Kasım 2018 Salı

BİZ KENDİ DAŞIMIZLA VURULDUK KİMİN DAŞI DİYE ETRAFA BAKTIK



Hayatımızı, hep kendi daşlarımızı yiyerek serüvenimizi tamamlayarak geldik. Kendimden başlamak istiyorum hayata, ilkokuldaydım nenemin bahçesinde çok güzel bir dut ağacı vardı, âmâ dut tek beden üzerine yükseliyordu, dalları ve tırmanma imkânı olmadığı için bir şeylerle vurup dutunu dökmeniz gerekirdi. Ben de etrafıma baktım bir sırık ya da değnek bulamadım, orada bulunan bir daşı kaptığım gibi duta attım ve dut beklerken kafama öyle bir darbe yedim ki anlatamam. Kendimden geçtim yarım saat orada oğundum ve kendime geldiğimde ağlayarak ve bağırarak etrafa saldırmaya başladım…Kim attı ulan bu daşı çıksın ortaya yoksa yakarım vs. diyerek küfürler savurmaya başladım ancak kimseyi bulamadım, sadece kendi sesimi dinledim. Oysa amacım oradan dut yemekti o iştahla oraya o daşı fırlattım kendi daşımın bana dönüp kafamı yaracağını ve beni ummadığım şekilde sinirli ve saldırgan yapacağını hiç düşünmemiştim.
Aradan yıllar geçti ve o dutun altına gittiğimde bu olay aklıma geldi ve anladım ki, o daş benim daşımdı ama ben faili hep dışarıda aradım, o gündür bu gündür de o acının kaynağını sorguladım, ne zaman ki kendi daşımı yediğime inandım işte o zaman rahatladım ve kendime geldim.
Şöyle bir bakıyorum da sanki ülkemizin kaderi de benim kaderim gibi hep kendi attığı daşlardan kafası yarılıyor ayağa kalkamaz hale geliyor ama kim bu daşları attı diye hep başkalarını arıyoruz. Yıllardan beri herkes dut yemek(!) için öyle daşlar attılar ki, dutları döktü taşlar, ama dut kalmayınca daş atmaktan da bıkmayınca, atılan daşlar dut dökmeyince, döndü kafalara çarptı o acılarla sinirli ve gaddar bir halde kim bu daşları atıyor, biz görmüyoruz ama birileri bu daşları atıyor diye bağırmaya başladık…Oysa yediğimiz birinci daşın acısı geçince kendimize gelsek anlayacağız hep kendi daşlarımızı yediğimizi ama nafile…
Ben anladığımda gençliğimin sonu, düşünmeye başladığımda güz mevsiminin sararmış ve yavaş yavaş dökülmeye başlayan yaprakları gibi yerimde durmakta zorlandığım zaman oldu. Neden kendi daşımı yediğimi hiç düşünmek istemedim diye hep hayıflandım, oysa kendi daşımın bana zarar vereceğini o gün anlasaydım belki daşın nasıl ve nereye atılacağının yolunu öğrenmiş olacaktım, ya da o işlerin daşla olmayacağını çözecektim. Ne bileyim hayat, insan anlamaktan bitap düştüğü zaman sanıyorum pişiriyor da, herhalde gideceği yere yaklaştığında kendi iç alemi ile hasbihalini yaparak vicdanen rahatlamasına sebep olabiliyor olabilir.
Neyse fazla uzatmak istemiyorum aslında, âmâ biz toplum olarak hep kendi attığımız daşlar, istediğimiz yemleri bize dökmeye gücü yetmediği zaman neden acaba neden, başımıza düşen taşların başkalarının attığı daşlar diye kendimizi avutuyoruz. Benden bir hatırlatma olsun istiyorum yaşadığım hayattan elde ettiğim tecrübemi paylaşıyorum, bilirsiniz tecrübe hayatta yenilmiş ve yaşanmış kazıkların bileşkesidir.
Yönetim mekanizması kendi menfaatleri için attığı daşları kafasına yedi, bu daşlar acaba nereden geliyor diye bağırıyor, toplumun attığı daşlar dut dökmüyor kendi kafasına geri dönüyor, bunlar da o dutun arkasında mutlaka sürekli bize daş atan biri var diye kendini avutuyor…Be arkadaşlar hala anlamayacak mıyız kendi daşımızla vuruluyoruz,  bu kafayla bu daş bizim beynimizi hep ezecek, bir kendimize gelelim; atmadığımız daş bize olumsuz dönmeyecek en azından kimden ne kadar daş atıldığını göreceğiz.
Ben kendi daşımla vuruldum o kendi daşıyla vuruldu, sen kendi daşınla vuruldun, biz kendi daşımızla vuruluyoruz, siz kendi daşınızla vuruluyorsunuz, onlar kendi daşlarıyla vuruluyorlar, Neden bu kadar daş yemeye alıştık…
Attığımız daşlar ürküttüğümüz kurbağayı değmeyecek ama kendimizi yok edecek neden bu kadar daşlamaya ve daş yemeye alışkanlık yaptık acaba bir görüşü olan var mı dersiniz…?
                                      Erol KEKEÇ/06.11.2018

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!