Bu Blogda Ara

23 Kasım 2013 Cumartesi

DERSHANE KAPATILMASI MI,KUDRET SAVAŞI MI?

Dershane kavgası ya da paranoyası aldı başını gidiyor. Ülkenin neredeyse tüm kurumlarında konuşulan ana gündem maddesi dershanecilik ve yapılmak istenen oldu. Dershane üzerinden kudret savaşını alevlendirmek isteyen bir anlayışın, neden böyle bir kışkırtma ile gündemi işgal ettiğini soran birine rastlamadım. Ondan olsa gerek bu gün o konuları okuduğum ve anladığım kadarıyla anlatmaya çalışacağım.
Cemaatin içindeki şahin kanadı, yeter artık on bir yıl size birçok alanda hizmet verdiğimiz felsefesiyle harekete geçti. Ak partinin parti tüzüğünden de istifade ederek, Sayın Başbakan 3. Dönemini doldurarak Köşke çıkacağına göre, tamamıyla parti içi kudret biz de olmalı anlayışının bir savaşı olduğunu anlamak gerekir.Bu anlayış birçok kurumdaki yerini korumasına rağmen doğrudan iktidarı hedef aldığında daha net ortaya çıktı.Bu durum Başbakan ve ekibini doğrudan yok etmeye yönelik olduğundan bir kıvılcımla ayrılma noktasına gelmesi gerekiyordu.Cemaatin önde gelen ağabeyleri Hoca efendiyi de kendi kudret savaşlarının ortasına çekerek doğrudan,dershane üzerinden iktidarı yıpratmaya başladılar.Hiçbir gerekçe cemaatin bu gizli anlayışını örtmeye yeterli olamadı.İktidar Dershane konusundaki düşüncesini yeni oluşturmadı,2004 yılında gündeme gelen bir düşünce ve üzerinde çalışılan bir taslak var,cemaat bundan haberdardı ve hatta birçok noktasında kendileri bunları düzenlerken ne oldu da,bunlar tamamıyla Mit müsteşarı,gezi olayları ve gündemdeki olaylarla patlak vererek gün yüzüne çıktı.
Önümüzdeki yerel seçimleri dikkate alarak, bu seçimler üzerinden cemaatin ağababaları, bir çıkar grubu olarak iktidarın elini bağlamaya çalıştılar ve o kadar aşırı gittiler ki, ülkenin her köşesine bu anlayışlarını dershane üzerinden satmaya çalışıyorlar. Hatta o kadar dozu arttırdılar ki, Anayasa Mahkemesi Başkanını da bu işin içine çekmeyi becerdiler kutluyorum.(!)Çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir ilke gözetmeyen bu anlayışın sosyolojik olarak yerini belirleyecek bir sosyolog olursa ben de sevinirim. Şahsen ne tarafa koysam hiçbir tarafa uymuyor da ondan soruyorum. Sayın Başbakanın herkes tarafından pervasızca eleştirilmesini, şiddetle kınıyorum. Dershaneler eğitimin neresinde bunu soran yok, bilgi öğreten yapılar ne zamandan beri eğitimin temel dinamikleri haline geldi. Zamanın manşetini unutmadım, Eğitime büyük darbe, başlığıyla verilen bir haberin içini okumadan nereleri hedef aldığını ve kastının ne anlama geldiğini anlamayacak kadar aptal değilim. Şahsen bu manşet kıvılcımlanmanın fitilini alevlendirmiştir diyorum.
Herkes iktidarı hedef alan bir eylem karşısında birleşebiliyorsa ben orada düşünürüm. Cemaat ağababaları kendince seçim öncesi ölümü göstererek, acaba iktidarı sıtmaya razı edebilirmiyiz diye bir yanlışın içine girdiler. Sayın Başbakan olayların hepsinin bilgisine sahip, ancak bilmedikleri bir şey vardı, o da kefenimi giyerek ben bu yola çıktım diyen Başbakanın kararlılığından habersizlerdi. Geçmiş dönemdeki iktidarlardan belli menfaatler karşılığında hedeflerine ulaştıkları gibi, burada da bunu rahatlıkla yapacaklarını sandılar. Ancak öyle bir insan var ki karşımızda, kararlı olduğu ve inandığı konularda, hak için ona yanaşıp hatırlatmalarda bulunanlar hariç, diğerlerinin hiçbirini dikkate almayacak kadar dik duruşuyla her geçen gün insanların gözündeki yerini daha bir kökleştirmektedir…
Bu yerel seçimler öncesinde farklı niyetlerle ortaya çıkan hangi anlayış olursa olsun, hedefine ulaşamayacaktır. Cemaat, bir an önce yerini ve duruşunu belirlemeli, baskı grubu olarak ortaya çıkıp siyasal güç olma yolundaki amacını açıkça deklare etmelidir. Bu güne kadar yazdığım yazılarda hep mutedil olmaya çalıştım ancak geldiğimiz noktada bu açıklamaları yapmamın kaçınılmazlığını görüm…
Eğitim sisteminin neden bu kadar başarısız olduğunu anlatmayacağım. Eğitimin birçok alanında şu ana kadar, cemaat mensubu insanlar olmasına ve tüm talim terbiyedeki düzenlemelerde bunların imzası olmasına rağmen, bu gün kalkıp yersiz eleştirileri yapmanın mantığını anlamış değilim. Ben buradan şunu çıkarırım, bir ortamın sorumlusu kimse orayı iyice karıştırdıktan sonra, tam bir kaos yaratırım, hedefime varmak için de kendimi tam bir havari olarak gösterip, o taraftan sorumluluk sahiplerine yumuşak karnından tekmeyi basarım. İşte Cemaatin ağababalarının şu an yapmaya çalıştıkları tam da budur. El insaf ve vicdan lazım inasa! Milli Eğitim Bakanlığı Tamamıyla sizin kışlanız gibi hareket edeceksiniz, istediğinize kavuşabilmek için kalkıp kıyameti koparıp, biz sadece hizmet ediyoruz diyerek, amacınızı gizleyerek saldıracaksınız… Ben bu anlayışı Allah’a havale ediyorum. Şunu biliniz ki, Hep bağıranlar ve ortalığı toz dumana katmak isteyenler, doğruluklarını anlatmazlar, aslında içlerinde sakladıkları gizli hesaplarını uygulamaya sokmaya çalışırlar… İnşallah cemaatin ağababaları bu anlayıştan vazgeçer, bu hizmete gönül rahatlığı ile götürüp çocuklarını teslim eden ve her türlü desteklerini esirgemeyen cemaat müntesibi kardeşlerimizin keplerindeki burukluğu dağıtırlar, yoksa bu dağılış toplanması imkânsız olan bir dağılışa dönebilir…”Bu bir hatırlatmadır, sen hatırlat, ancak iman edenlere öğüt fayda verir…
İktidarın da yapması gereken biz yaptık oldu anlayışını yeniden gözden geçirmesini istiyorum, dershanecilik sorunun bitirilmesi şu anda eğitim sisteminin düzelmesi anlamını taşımıyor. Şahsen ben eğitim sektöründe dershanelerin okula dönüştürülmesini isterim, ancak okula gelmeden her gün müdür ve müdür yardımcılarının sürekli öğrenci yoklama fişlerini doldurarak, okula gelmeyen öğrencileri, gelmiş gibi gösteren ve sınav sorularını vererek sınıf geçiren 10 binlere öğrenci alan kaç tane okulu gösterebilirim. Bu anlayışla okula dönüştürülecek, dershanelerin okullardan daha iyi olduğunu düşünüyorum… Tüm bunların üstüne, bu işe gönül veren vefakâr ve fedakâr öğretmenlerimizin öğretmenler gününü en içten kutluyorum, umuyorum ki, bu çatışmaların kurbanı bu güzide beden, beyin ve yürek emekçilerimiz olmazlar…
Bu konular şu andaki sorunların gerçek sebebi olmadığını bildiğim için, özellikle cemaatin ağababalarının tutarlı ve pazarlıksız samimi olmalarını temenni ediyorum…
SOSYOLOG-EREOL KEKEÇ
23.11.2013/İST                                                                                                                    

                                                                                                                                  

12 Ağustos 2013 Pazartesi

İNANDIRICILIĞINI KAYBETMİŞ METHİYELERDEN KURTULMAK HEDEFİMİZ!


Mehmet Akif Ersoy’un iki oğlu ve üç kızı olmuştur. Mehmet Emin Ersoy, Akif’in büyük oğludur. 1908 yılında İstanbul’da doğmuştur. Mehmet Akif 1920 yılında Ulusal Savaşım’a katılmak üzere gizlice Ankara’ya geçerken henüz on iki yaşında olan oğlu M.Emin Ersoy’u da yanına almıştır. Baba oğul 24 Nisan 1920’de Meclis’in açılışından sonra Ankara’ya varmışlardır. Mehmet Akif, Burdur temsilcisi olarak Meclis’te yaptığı çalışmalar ve gezilerinde oğlu Emin Ersoy’u yanından ayırmamıştır. Bir ara ailesini Kastamonu’da ev kiralayarak bu kente yerleştirdikten sonra Emin Ersoy’u da okula yazdırmış, ancak, Emin Ersoy kaçarak yeniden Ankara’ya babasının yanına gelmiştir. Akif, oğluyla birlikte tacettin dergâhında kalmış; bir süre sonra tüm ailesini Ankara’ya getirterek dergâhın yakınında ev kiralayarak birlikte orada oturmaya başlamışlardır. Yunanlıların Ankara’ya yaklaşması üzerine bu kentteki resmi daireler ve halk Kayseri’ye nakledilirken Akif’e, ailesini Kayseri’ye göndermiş, kendisi oğluyla birlikte Ankara’da kalmıştır.
Mehmet Akif, zaferden sonra Ankara Hükümetiyle siyasi görüş ayrılıkları nedeniyle koruyucusu Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak 1923 ve 1924 yılı Kış aylarını geçirmek üzere Mısır/Kahire’ye gitmiş; 1924 ve 1925 yılı bahar aylarında İstanbul’a dönmüştür. Emin Ersoy, babasının bulunmadığı dönemlerde serseriliğe başlamıştır. Mehmet Akif, bu konuda 1925 yılının ilk aylarında mektup yazarak Fuad Şemsi beyden yardım istemiştir. Şair,1925 yılı sonunda tekrar Kahire’ye dönerken Emin Ersoy’u da ilgilenmek için yanında götürmüştür. Mısır’da Emin Ersoy’un eğitimiyle ilgilenmiş, ona Arapça öğretmiş ve bir özel okula yazdırmıştır. Bu gidişinden sonra bir daha Türkiye’ye dönmeyen Mehmet Akif, eşi ile ikinci oğlu Tahir’i de yanına aldırmıştır. Akif’in evlenmiş olan üç kızı Türkiye’de kalmışlardır.
Emin Ersoy, 1934 yılında askerliğini yapmak üzere Türkiye’ye dönmüştür. Kırklareli’nde askerliğini yaparken arkadaşlarına Kur’anı Kerim okuyarak anlamını açıklaması nedeniyle bu davranışı irtica olarak görülmüş Divan-ı Harbe(Askeri Mahkeme) verilerek tutuklanmıştır. Mehmet Emin Ersoy daha sonra birlikte tutuklu bulunduğu çavuşu ile beraber cezaevinden firar ederek İstanbul’a, oradan da gemiyle Mersin’e gelmişler, Mersin’den yaya olarak Antakya’ya giderken yolda, pasaportsuz olmaları ve  davranışlarından kuşkulanan jandarmalar tarafından yakalanarak Kırıkhan’a gönderilmişlerdir. 
1966 yılında eşi ölünce kimsesiz kalmıştır. Gizli intiharı düşündürür biçimde daha fazla içki ve esrar içmeye yönelmiştir. 1966 yılı sonlarında birkaç ay akıl hastanesinde kaldıktan sonra Kasım-1966 ayında oradan çıkmış İstanbul Tophane’de terk edilmiş bir kamyonetin karoserinde yatmaya başlamıştır. 24 Ocak 1967 günü bu kamyonun karoserinin altında, yerde ölü bulunmuştur.
Yukarıdaki kısa bir ömrün hüzün dolu ve acılarla yoğrulan hamurunu yoğururken inanın ne kadar zorlandığımı anlatamam, ancak yazmak zorunda kaldım. Tüm gerçekler böyle acılarla yoğrulduğunu herkesin bilmesini isterim. Vah be bir vatan şairinin oğluna bunlar yapılır mı diye, köşelerine oturarak, ağız dolusu bol keseden birilerinin mırıltılarını duymak için bunları paylaşmayacağım.
Hakikatlerin, kurulu sistemle ne kadar savaş halinde yaşadığının kanıtını bu örnekle izah etmek için acı dolu bir hayatı bu satırlara aktardım. Bir Emin Ersoy’un hayatını böyle bir zindana çevirmiş, militarist sistemin her dönemdeki bekçilerinin tüm Emin Ersoylara aynı davrandığını gözler önüne sermek için bunları pervasızca bu gün anlatmaya karar verdim.
Her yıl istiklal marşının kabulünün yıl dönümünde, Mehmet Akif’i anma haftası olarak düzenlenen etkinliklerin ne kadar da hakikatten uzak, duyguları sömürmek maksatlı yapıldığını tüm yüreklerin anlaması için bu satırları yazıyorum… Bu ülkede canlı canlı ölüme terk edilen Mehmet Akifleri görmeyecek kadar basiretlerini dünya ve içindekilerin kuşattığı varlıklar, bize Büyük Şairin hayatını anmak için methiyeler dizerek bizleri asla kandıramazlar. Mehmet Akif’in anılması demek onun mirasının korunması demektir. Buradan haykırıyorum, bu acımasızlıkları görmeyecek kadar yüreklerini kabuk bağlamış zavallılılara, daha kaç tane Emin Ersoyları bekliyorsunuz, kamyon karüsörlerinin içinde yatarak ölümlerinden haberdar olmak için…
Bu memleketin kaderi, Emin Ersoyların hayatından haberdar olmak ve onlara değer vermekten geçer. Bu kahramanların, yürek ve beyin emeğini dikkate almayanlar dikkate alınmayacak günleri beklemek zorunda kalacaklardır. Akif’i anmak demek her yıl methiyelerle gönül eğlemek değil, Akif’in mirasına sahip olan günümüzün Akiflerine değer verip, onları ölüme mahkûm etmemekten geçer. Militarist devletin, ben bu günkü yönetim erkine sesleniyorum, ne kadar da Akif’i sevdiğinizi ve ona değer verdiğinizi, Akif’in nesline verdiğiniz değerden anlıyoruz…
Şunu özellikle belirtmeliyim ki, bizden öncekileri kimse görmüyor şeklinde ileri sürülecek bahanelerin hiçbirini, dikkate almıyorum. Bizden öncekiler diye başlanılan cümlelerin içi hep koftur, eğer bizim hakikati beklediğimiz şahıslar kendilerini önceden devam eden yanlışlarla kıyaslayarak tanımlamaya çalışıyorlarsa, o zaman bizim de kendilerini diğerleri gibi eleştirilerimize katlanmak zorundalar. Bizim bu söylemlerimizin referansı Haktır  Bu hakkı ifade etmek zorundayız, bunları gündeme getirmezsek, yerlerin ve göklerin sahibi Allah'ın gazabına uğramak çok daha kötü bunu bildiğimiz için, bedeli ne olursa olsun katlanmaya hazırız.
Fırat'ın kenarında bir kuzuyu kurt kaparsa hesabı Ömer’den sorulur diyen bir anlayışı temsilen yaşadığını söyleyen insanlara, Fırat'ın kenarındakileri sadece Allah görüyor, ancak büyük kentlerdekini bizler de görmeye başladık, acaba bir haberiniz var mı diye hatırlatayım dedim…
Hakkın Şahitliğini yapmak için, Militarist sistemden rahatsızlık duyarak bu yanlışları ortadan kaldırmak için bizi temsilen vekaletimizi verdiklerimiz, bakıyorum da sistemi güçlendirmek sizin de felsefenizin temelini oluşturdu ve Akif’in nesli kıyıda kenarda açlığa mahkum oldu, acaba haberiniz var mı?
“Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz, bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.”Diyen Akif’in nesliyiz, gelen tüm karanlıkları aydınlatacak kıvılcımları yüreğimizde taşırız. Yüreğimizde bu kıvılcımlar sönmeden ve bir kamyon karüsörüne mahkûm olmadan sizleri haberdar etmek değil mi görevimiz…
Akif’in nesli can çekiyor, kadri kıymet bilmeyen bir dünyanın asalak varlıkları gibi algılanmakta, ondan olsa gerek her gören, aslandan korkup kaçan yaban eşekleri gibi terk ediyor… Ama şunu bilmek gerekir ki, Akif’in neslinin mesajlarına kulak vermeyenler, Merhum Cemil Meriç Üstadımın dediği gibi,”düşüncenin kuduz it gibi kovalandığı bir ortamda ne düşünce adamından ne de düşünceden söz edilebilir…”İşte bu hakikatleri tüm hücrelerimize kadar yaşayan bir Asım nesli olarak şikâyetlerimi yerlerin ve göklerin rabbine yapıyorum. Rabbim yeryüzünde senin tefekkürün yasaklandı, anlamıyor musunuz diye sorduğun soruları cevaplayacak yürekler kalmadı; fıkh etmek başımıza dert açmaya başladı, görmek yüreklerimizi dağladı, bunları görmeyelim diye, at nalından bir gözlükle gezmeye mahkûm olduk.”Kuduz bir it gibi”tefekkür öldürülmeye çalışıldığı halde, hala senin ayetlerini değiştirmediğini iddia eden bir yaşam egemen oldu, sen bize söyle, Ey rabbimiz nasıl yaşayalım da huzuruna alnı ak ve mahcup olmadan gelen kullardan olalım…
Rabbim Asımın neslini yazan Akif’in nesli yetim kaldı, bunları yetim bırakanları ve bir çöplükte ölüme mahkûm edenleri sana şikâyet ediyorum, biliyorum, sen hesapları seri olarak görensin… Allah’ım bizim şikâyetimiz yine duadan başkası olamaz, Rabbim bu halleri bilipte duyarsızlaşmış olanları duyarlı hale getir, körelmiş olan yürekleri dirilt, anlamayan beyinleri anlar hale getir, Fırat’ın kenarındaki koyunun melemesini duymak için, öncelikle Akif’in bu neslini anlamayı nasip et…
Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı,
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı
Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı;
Allah’ım bu mısraların sahibi yaralı, kendi öz evladını görmeyen bir sistemin, başına gelen Akif’in neslinin yaptıkları, Akif’i yüreğinin derinliklerinden vurduğu gibi kemiklerini sızlatmaya başladı.”Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı”Şehitler inciniyor rabbim, Emin çöplükte gitti, ondan sonra gelenler hangi çöplükte bir lokma eğmeğe muhtaçlar, kimsenin bundan haberi yok. O zaman bize kalan tüm bunları seninle paylaşmak, belki Akif’in neslinden haberi olmayanların yüreklerine merhamet salarsın…”Yarap bu uğursuz geceleri sabaha çevir, mahşere bırakma asımın neslini dünya da sevindir, nurlar yağdır senin hazinen geniştir, Allah’ım Asım’ın neslini görmeyenlere akıl ve basiret indir, belki bu topraklar da düşünce kuduz bir it gibi kovalanmaktan kurtulur da herkesin yüreğine bir serinlik gelir… Duy bizi Allah’ım, senden başka bizi kim bilir…
SOSYOLOG-EROL KEKEÇ
11.08.2013 (17.45-19.20)
ÇENGELKÖY/İST




6 Ağustos 2013 Salı

BEYİN FORMATLARI AYNI, ZAMANLARI FARKLI YAŞAMLARI BİR KALINTI!



“Yemin olsun, daha önce Yusuf da size açık seçik mesajlar getirmişti de onun size getirdikleri hakkında hep kuşku duymuştunuz. Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.”Mümin:34
Her yeni mesajın karşılanma şekli anlatıldığı gibi,mesajı getirenin dünya değiştirmesinden sonra,mesaja karşı olan toplumların nasıl kendi ördükleri ağlara takılıp o ağlardan çıkamadıklarını bu ayette net olarak görmekteyiz…
Tarihin her döneminde, bu davranış şekillerine şahit olmaktayız. Yusuf (a.s) zamanında, Yusuf (a.s)’a karşı olanlar, Yusuf (a.s)’ın bu dünyadan göç etmesiyle hemen farklı bir oyun ve mantık tutarsızlığı ile sahnedeki yerlerini aldılar. Allah Yusuf tan sonra asla bir daha Resul göndermez. Nereden biliyorsunuz bir daha asla Resulün gelmeyeceğini, yoksa gelsin mi, gelmesin mi diye size sorduktan sonra mı, Allah Resul göndermeye karar veriyor?(!)
Bu saçma sapan davranış biçimleri, her dönemde yürek ve beyin kirliliği yaşayan ortamlarda çokça görülür… Bu hastalıklar öylesine söylenen ve sıradan bir eylem olarak algılanmamalıdır. Çünkü zamanla bu davranışların toplumların yaşamından sökülmesi ve bunların baskısından kurtularak bir yaşamın ortaya çıkması hayli zorlaşmaktadır. Seni kabul ettiğimizi düşün, ama gel bir anlaşma yapalım, aynı mesajı senden sonra birileri gelirde bizi bununla sorumlu tutarsa biz ona kesinlikle inanmayız, çünkü senden başka birilerinin gelebileceğine ihtimal vermiyoruz, diyerek hem haddi aşmaktalar, hem de eski dogmatik geleneklerini atmadıklarını onlara ne kadar sadık olduklarını bir daha kanıtlamaya çalışıyorlar…
Bu ayet bize, hakikatle savaşan insanların, hakikati getiren insanlarla değil de, hakikatin şahsından dolayı şahısları düşman ilan ettiklerini bize kanıtlamaktadır. Yusuf(a.s)’u zorla kabullenmelerinin sebebi, onun şahsından değil, onun bir hakikat meşalesini elinde taşımış olmasından ileri gelmektedir. Hatta zamanla onun şahsından dolayı, tamam biz seni ve getirdiklerini kabul ediyoruz, ancak kesinlikle Allah senden sonra yeni bir Resul göndermez. Bunu iddia edenler aslında Yusuf(a.s) zamanında da hakikatle ne kadar iç içe olduklarını anlatmaktalar. Çünkü burada Yusuf (a.s) şahsından dolayı zorla kabul edilmiş bir eylemi ve mesajı, onun dünya değiştirmesini bahane ederek, Allah ondan sonra kesinlikle bir başkasını göndermeyecektir derken, Yusuf’un getirdiği değerleri tahrif etmek için kendilerine bir yol açmaktalar…
Bu örnekte biz, topraktan yaratılan insanın hamuruna ne kadar yakın davrandığını da görmekteyiz. Toprakla çevrelenmiş kâinata baktığımız da, bu kâinatın hep aynı kaldığını ve değişimlere uğramadan sürekli varlığını koruduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette böyle bir söylemin içinde olmak çok zordur. Nasıl ki, bir rüzgârla yağmurla, sellerle toprağın aşınıp her zaman aynı özellikte kaldığını görmemiz mümkün değilse, özünde ve hamurunda toprak barındıran insan da, hayatının çoğu zamanında çamurlaşarak, etrafa sıçrayarak hem kendini yok ettiği gibi, çevresine de zarar verebilmektedir…
İnsanın yapısında olan bu özelliklerin, sadece o dönemle sınırlandırılmaması gerektiğini anlamak zorundayız. Bu itirazların mesajın içeriğinin iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın, gelenekleri hedef aldığından bastırıldığını ya da dışlandığını görmekteyiz. Osmanlı sonrası Cumhuriyetin kurulmasıyla, devrim yasaları ile getirilmek istenen farklılıklara itiraz eden insanların çoğu canlarından olmamış mıdır? Erzurum ve Palandöken’de on binlerce insan şapka giymeyiz bu bizim yaşamımıza uygun değil, farklı bir hayatı sembolize etmektedir diyerek itiraz ettiklerinden dolayı kafalarından olmuşlardır…
O kadar canı, bir yaşamı savunmak için kurban veren insanlara baktığımız da, şapkayı benimsedikten sonra da, kesinlikle artık bundan başkası olamaz diyerek onu içselleştirip, daha sonra karşılaşacakları değişik mesajların yolunu peşinen tıkamaya çalışmışlardır… Hatta şapka kültürüyle ilgili yörelere göre farklı tarzların oluştuğunu ve bunlar arasında, Elazığ, Muş ve Erzurum tarzı dikilen değişik şapka modelleri oluşmuş bunlara itiraz edenlerde hainlik damgasıyla yaftalanmıştır…
Bu örneği vermekte ki temel esprimiz, toplumların yaşamıyla bütünleşen ve içselleşen kültürel motifli alışkanlıkların yıkılması ve sonrasında olacakları kolay kolay benimsedikleri görülmemiştir… Bu tarz davranışlar olsa da önemsenmeyecek düzeyde kalmıştır… Bu meseleyi günümüze taşıyarak yaşadığımız ortamla alakalandırarak yorumlamaya kalkarsak birçok olumsuzlukları ortaya dökmek zorunda kalabiliriz, ancak biz kısa ve öz olarak konunun izahatı açısından birkaç örnekle konunun anlaşılmasını siz okurlarımızın düşünmesine bırakacağız…
Bu gün meydanlarda zaman zaman ellerine bir bayrak alarak, kurulu sistemin devamını sağlayan iktidarın, yanlış ve farklı bir düşünceyle var olanı değiştireceği endişesini taşıyanların yaptıkları gösteriler, tamamıyla Yusuf (a.s)’a yapılan itiraz ve başkaldırılarının formatından farklı değildir. Bu eylemlerin aynısını 1923’ler de yapanlara itiraz edenler hayatlarını kurban vererek karşılığını aldılar. Ancak onlardan geriye kalanlar aynı eylem ve reformları içselleştirerek, kesinlikle biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz, ondan başkasının bu ülkeye kurtarıcı olarak gelmesi imkânsızdır, diyerek yeni bir boyuta kaydılar. Görebiliyor muyuz toplumların yaşamında ki tutarsız ve ne idüğü belirsiz eylemlerin kaynak noktasını…
Bu gün yaşanılan keşmekeşlik, ne Yusuf(a.s) döneminden, ne de 1923 sonrası cumhuriyet döneminde yapılan reformlara başkaldırılardan farklıdır… Farklılık sadece, getirilen mesajların kendisindedir. Ancak toplumları dinamitleyen ve aşırılıklara sürükleyen etkenler aynıdır… O halde toplumsal yaşamların hangi olaylar karşısında nasıl tepkilerde bulunduğunu anlamak için, her ne kadar pozitif bilimlerde olduğu gibi açıklayamazsak ta, belli öngörüler yapmak zorundayız. Bu öngörüleri yapmak için tarihsel bağları ve neden sonuçları yerlerine iyi oturmak gerekir.
Bu gün sokaklarda kendilerinin bile adını bilmedikleri eylemleri yaparak, ortalığı yıkıp döküp biz Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye nara atanların, bu eylemlerinin gerisinde ve önünde ki, etken sadece taşkınlık ve haddi aşmaktır… Belli bir zaman sonra aynı insanların bu yaşama alıştıklarını ve bu yaşamın birer savunucusu olduğunu göreceksiniz, ama bu gün kesinlikle yaptıkları, tamamıyla metabolizmalarıyla bütünleşmiş ve kabuk bağlamış bir anlayışın terkinin zor olmasından kaynaklanmaktadır. Yeni yaşama alıştıklarında da bu defa kesinlikle biz başımızdaki bu yöneticiden başkasını istemiyoruz, çünkü bundan başkasının gelmesi imkânsızdır, diyerek tepkilerini ortaya koyacaklardır…
Tarihsel yanlışlar, farklı algısal yanlışları beraberinde getirmektedir. Bu algı kirliliğinin ve yanlış algıların temizlenmesi için, öncelikle insanların özgür bir değer sahibi olması gerekir… Özgür değerden kasıt, tarihi bağların yanlış algılarının görüntülendiği bir beyin olmaktan çıkıp, ileriye dönük yaşamın mücadelesini üstlenmiş, bağımsız ve kararlı düşünme mekanizmalarını geliştirmektir… Bu anlayış, ne kesinlikle bundan başkası gelmez, ne de bunun dışındaki olmaz diye, karanlık dehlizlerin yaya yürüyücüsü olmak istemezler… Onlar bulunduğu şartlarda insanca yaşamak için ne gerekiyorsa şartsız onu destekler ve onun yılmaz savunucusu olurlar, ondan daha güzeli oluştuğunda da onun peşini bırakmazlar…
Adı, düşüncesi, inancı, ideolojisi ve gelecek beklentisi ne olursa olsun fark etmez, bundan başkası kesinlikle olmaz diyenler, ya da senden başka karşımıza gelecek adam yok mu diye geleni zorla benimseyip, sonrasında da ona taparcasına onunla bütünleşerek, bundan sonra kesinlikle bir başkasının gelmesi imkânsızdır diyen anlayışların tamamı, saçmalıklar üzerine kurulmuş haddi aşan zavallılardır…
Bu anlayışlar tarihin her döneminde farklı anlayış ve ideolojinin karşısında ya da yanında yer alarak, taraflarını belli ederek kurtulacaklarını sanabilirler. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, kurtuluşun tek yolu hakkı kabul ederek, aşırılıklardan uzak durmaktır… Kimin askeri olursanız olunuz, taptıklarınız Allah’ın dışında kalanlarsa, akıbetinizi tayin etmek için Azraillin gelmesini beklemenize gerek yoktur.”Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.”Mümin:34
Yaşam alanımızın hudutlarını Allah’ın buyruğu apaçık bir şekilde belirlemektedir… Bu hudutlara uymayanlar asla bir sınır tanımadan ilahlarının kim olduğunu bile bilmeyenlerdir…”Allah’ta bu sınır tanımaz kuşkucuları böyle saptırır…”Sapıkların buradaki hükmü belli ancak Allah’ın rahmeti geniştir orada ne olacak o bizim kapsam alanımızın dışındadır, onunla ilgili ne konuşma ne de hüküm verme hakkına sahibiz... Ancak bildiğimiz hakikat yine mutlak rahmet ve merhamet sahibin buyruğunu sizlerle paylaşmaktır.”Sakın aldatıcılar sizi Allah’ın affına sığındırarak aldatmasın…”
“Zandan sakının çünkü zannın çoğu yalandır, sizin yanınızda bir kitabınız var da oradan mı okuyorsunuz, Allah bundan başkasını göndermez diye, hayır siz sadece zannediyorsunuz ve saçmalıyorsunuz…”Allah haddi aşan hiçbir zorbaya yardım etmez…
SOSYOLOG-EROL KEKEÇ
05.08.2013  (09.10-11.20)
ÇENGELKÖY/İST


                                                                                    

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!