"Kitabın indirilmesi Aziz ve Hakim Allah'tandır.Dini sadece Allah'a has kılarak ona ibadet etmen için,Kitabı sana hak olarak indirdik.Halis din ancak Allah'ındır.Ondan başka veliler edinenler,biz bunlara,bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz.Muhakkak ki,Allah ihtilafa düştükleri konularda aralarında hükmedecektir.Muhakkak ki, Allah yalancı kafir kimseyi hidayete erdirmez."(zumer:1-3)
Bu kitap Aziz ve Hakim Allah'tandır.Allah göklerin ve yerin nurudur,Allah doğuların ve batıların Rabbidir.Allah kainatın ve semavatın tek ilahıdır.(Hakimidir)Görülenlerin ve görünmeyenlerin bilicisi,Habir olan Allah'tır.Sinelerdeki gizli halleri,Alim Allah bilir,Hayrın ve şerrin kaynağı Allah'tır.Yaşatan, öldüren,rızıklandıran,hesaba çeken,tasarruf eden ancak odur.Sizi duyan, gören,anlayan bilen ve acıyan o güçtür, bu kitabı indiren...
Beşer mahsulü bir ürün değildir bu kitap,kendini hakim sananların ortaya koyduğu kurallar zaten hiç değil.Bu kitap beşer tabiatını en iyi bilen,beşerin isteklerini beklentilerini ve hayat gerçeklerini yakından tanıyıp,onların fıtratlarına ağır gelmeyecek halde indirilen,Hakim Allah'ın beyanıdır.Allah hakimdir,zerreden kürreye moleküllerin atomların ve hücrelerin nasıl hareket etmeleri gerektiğini ortaya koyan,bunların hakimi Allah'tır.
Bu kitabın yaşanılıp yaşanılmaması veya bazı hallerde başka taraflardan, hayatın idame etmesi için herhangi bir değerin alınmasını vurgulayanlar,Allah'ın Aziz ve Hakim olduğunu kavrayamamış veya Allah'ın hakim sıfatı ile insanların hakimlikleri arasında bir ilişki kurmaya çalıştıklarından,insanlardaki güçsüzlüğün Allah'ta da olduğunu sanıyorlar galiba?
Bu kitap haktır en doğru olana götürür.İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarır.İnsanlara bir açıklamadır,iman edenlere yol gösterir.İnsanlara geçmişlerini, şu anlarını ve geleceklerini bildirir.Hatırlatır ve korkutur.Hak ile batılı ayırır.Çözümsüzlükleri çözüme kavuşturur.Hükmedilmek için bir membadır.Tabi olunup yaşanılmak için vardır.Allah'ın insana yüklediği sorumlulukları bildirir.Mü'minlerin velayet kaynağını oluşturur.Bireysel ve toplumsal hastalıkları acilen şifaya kavuşturur.Bireylere ve toplumlara rahmet saçar.Sakınmak için yol arayanlara hayırdır.Kesin delildir şek ve şüphe barındırmaz.Yakin gelinceye kadar, vor olan doğruları ve yanlışları bizlere gösterir.Hem tasdik eder hem de kuvvetlendirir.Allah'a iman edenlerin hem imanlarını arttırır hemde sükunete erdirir.
Böylesi değerli hazineleri içinde barındıran bir manifesto,ancak Aziz ve hakim olan Allah'tan olmalıdır.Allah'ın diğer sıfatlarına göre Aziz ve Hakim sıfatı daha etkileyici bir tona sahip olduğundan rabbimiz bu sıfatını kullanmış olabilir ama en doğrusunu yine Allah bilir.
Şu gerçeği düşünmeden geçmeyelim,Dinin sadece Allah'a has kılınması,ihlasla Allah'a ibadet etmek.Bu hakikatler ile Allah'ın Hakim olması ve kitabın Hak olarak indirilmesi arasında çok yönlü ve kopması imkansız ilişkiler mevcuttur.
"Ben seni seçtim,öyleyse vahyolunanı dinle:İşte, benim ben,Allah!Benden başka ilah yok! öyleyse bana kulluk et,..."(Taha:13-14)
"Rabbiniz Allah budur işte!
Ondan başka ilah yok!
Herşeyin yaratıcısıdır o,öyleyse Ona kulluk edin!Herşeyi gözeten koruyup kollayan O'dur."(En'am:102)
"Diridr O,O'ndan başka ilah yok,o halde dini sadece O'na bağlı tutarak O'na yalvarın:Övgüde yalnızca Alemlerin Rabbi ALlah'a yakışır."(Mü'min:64-65)
yıl:03.10.2008
yer:çengelköy/üsküdar
Saat:18.20-18.52
E.kekeç
Bu Blogda Ara
4 Ekim 2008 Cumartesi
28 Eylül 2008 Pazar
BAŞKASININ ÖLÜMÜ
İranlı yazar Muhsin Mahmelbaf, 'Başkasının Ölümü' isimli o muhteşem tiyatro eserinde, cephede imha harekâtına hazırlanan komutanın ölüm ile yüzleşmesini çok iyi anlatıyor.
Bu komutan, gece yarısı ani bir baskınla karşısındakileri imha edecek ve elde edeceği bu zaferle başkomutan olma yolunda büyük bir adım daha atmış olacaktır. Düşman, komutanın şartsız teslim olma teklifini onu aşağılayarak geri çevirmiştir. O, tarihe geçecek zaferinin gölgelenmesine asla tahammül edemez. Ancak beklenmedik bir gelişme olur. Sabaha karşı binlerce kişinin ölüm emrini verecek olan komutana gece davetsiz bir misafir gelir. Başkasının ölümüne çok kolay karar veren komutanın odasına gelen Azrail, can vermenin hiç de kolay bir şey olmadığını gösterir ona.
Çete ya da 'gangster' davalarını izlerken, Muhsin Mahmelbaf'ın bu muhteşem tiyatrosunu akla getirmemek mümkün değil. Polislerin arasında elleri kelepçeli yürürken ya da hâkimin karşısında süklüm püklüm, ucuz cezalarla kurtulmayı bekleyenleri gördüğümde, 'başkasının ölümüne karar verdiğinde de böylesine süklüm püklüm, af bekleyen bir hal içinde miydi' diye düşünmeden edemem. Neredeyse bütün Ergenekon sanıkları hasta. Hepsinde birer birer hastalık çıkıyor, tutukluluk dönemlerinin çoğunu hastanede geçiriyorlar. Acaba kamuoyunun, 'yazık bu hasta adamlara' demelerini mi bekliyorlar? 'Bütün Ergenekoncular numara yapıyor, hastalık uyduruyor' demiyorum tabii ki... Ama birazcık zoru görünce bu kadar dengelerinin bozulması, dağılmaları da ironik bir olay.
Hastalanma süreci, bir zamanların kudretli generali Veli Küçük'ün, dengesini kaybedip kafasını çarpmasıyla başladı. Son olarak da JİTEM'in en önemli kurucularından biri olan Arif Doğan'ın hastaneye kaldırılmasını izledik. Onu polislerin arasında zar zor yürürken görünce, Türkiye'deki faili meçhul cinayetler insanın aklına geliyor.
Tabii ki, 'bütün o faili meçhul cinayet ve olayları bunlar yapıyordu' demiyorum; ama Türkiye'de son otuz yılda binlerce kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğini, bunları da birilerinin yaptığını unutmamak gerek. Savaş Buldan, Behçet Cantürk, Adnan Yıldırım, Hacı Koray, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu gibi yüzlerce suikastı, Güneydoğu bölgesinde yüzlerce kişinin satırla öldürülmesi, Gazi Mahallesi'nde kahvehanenin taranması ya da kamuoyuna yansımayan birçok cinayet, adam kaçırma, sindirme, öldürme vs. Hepsini anlatmaya kalksak ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Sonuçta, bütün bu olayların hatırı sayılır bir kısmında JİTEM'in parmağı olduğunu artık herkes kabul ediyor.
Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaşananları güvenlik güçlerinin bazen rutin dışına çıkması olarak değerlendirip abartılacak bir durumun olmadığını düşünse de bunların büyük bir suç olduğu ortada. Çünkü hiç kimsenin yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanma salahiyeti olamaz. Kimse vatan kurtarmak, devlete sahip çıkmak gibi hamasi cümlelerle bu çeteleşmeyi mazur göremez. Neticede müesses nizamın yürürlükte olan, işleyen bir hukuk düzeni vardır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilerini kullanan hiçbir kimse buna mugayir hareket edemez.
Hakikaten merak ediyorum; bugün Ergenekon çetesinden dolayı suçlanan ve tutuklu bulunan kimseler içinde başkalarının kalemini kıran, ölüm emrini veren kaç kişi vardır acaba? Bu ölüm emirlerini verirken çok zorlanıyorlar mıydı, vicdanî hesaplaşmalar içine giriyorlar mıydı, 'ben ne yapıyorum' diye düşünüyorlar mıydı? Ya da ülkede darbe yapmaya muvaffak olduktan sonra kaç kişiyi içeri atmayı, gerektiğinde kaç kişinin hayatını bitirmeyi göze almışlardı? Başını çarpanlar, tansiyonu yükselenler, hastalık raporu alanlar, ölüm emrini vermenin, birisini ölüme göndermenin ya da haksızca alıkoymanın ne kadar tahammül edilmez bir şey olduğunu anlamışlar mıdır acaba?
Türk tarihinin en büyük travmalarından birine sebep olan 12 Eylül darbecileri, bunu hiç anlayamadılar. Çünkü onlardan hiç hesap sorulmadı. Pek çok zalim, yaptıklarının karşılığını bu dünyada görmeden gitti ya da gidiyor. Ama şükürler olsun ki, bir mahkeme-i kübra var.
27 Eylül 2008, Cumartesi
mehmet kamış
zaman
Bu komutan, gece yarısı ani bir baskınla karşısındakileri imha edecek ve elde edeceği bu zaferle başkomutan olma yolunda büyük bir adım daha atmış olacaktır. Düşman, komutanın şartsız teslim olma teklifini onu aşağılayarak geri çevirmiştir. O, tarihe geçecek zaferinin gölgelenmesine asla tahammül edemez. Ancak beklenmedik bir gelişme olur. Sabaha karşı binlerce kişinin ölüm emrini verecek olan komutana gece davetsiz bir misafir gelir. Başkasının ölümüne çok kolay karar veren komutanın odasına gelen Azrail, can vermenin hiç de kolay bir şey olmadığını gösterir ona.
Çete ya da 'gangster' davalarını izlerken, Muhsin Mahmelbaf'ın bu muhteşem tiyatrosunu akla getirmemek mümkün değil. Polislerin arasında elleri kelepçeli yürürken ya da hâkimin karşısında süklüm püklüm, ucuz cezalarla kurtulmayı bekleyenleri gördüğümde, 'başkasının ölümüne karar verdiğinde de böylesine süklüm püklüm, af bekleyen bir hal içinde miydi' diye düşünmeden edemem. Neredeyse bütün Ergenekon sanıkları hasta. Hepsinde birer birer hastalık çıkıyor, tutukluluk dönemlerinin çoğunu hastanede geçiriyorlar. Acaba kamuoyunun, 'yazık bu hasta adamlara' demelerini mi bekliyorlar? 'Bütün Ergenekoncular numara yapıyor, hastalık uyduruyor' demiyorum tabii ki... Ama birazcık zoru görünce bu kadar dengelerinin bozulması, dağılmaları da ironik bir olay.
Hastalanma süreci, bir zamanların kudretli generali Veli Küçük'ün, dengesini kaybedip kafasını çarpmasıyla başladı. Son olarak da JİTEM'in en önemli kurucularından biri olan Arif Doğan'ın hastaneye kaldırılmasını izledik. Onu polislerin arasında zar zor yürürken görünce, Türkiye'deki faili meçhul cinayetler insanın aklına geliyor.
Tabii ki, 'bütün o faili meçhul cinayet ve olayları bunlar yapıyordu' demiyorum; ama Türkiye'de son otuz yılda binlerce kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiğini, bunları da birilerinin yaptığını unutmamak gerek. Savaş Buldan, Behçet Cantürk, Adnan Yıldırım, Hacı Koray, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Necip Hablemitoğlu gibi yüzlerce suikastı, Güneydoğu bölgesinde yüzlerce kişinin satırla öldürülmesi, Gazi Mahallesi'nde kahvehanenin taranması ya da kamuoyuna yansımayan birçok cinayet, adam kaçırma, sindirme, öldürme vs. Hepsini anlatmaya kalksak ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Sonuçta, bütün bu olayların hatırı sayılır bir kısmında JİTEM'in parmağı olduğunu artık herkes kabul ediyor.
Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaşananları güvenlik güçlerinin bazen rutin dışına çıkması olarak değerlendirip abartılacak bir durumun olmadığını düşünse de bunların büyük bir suç olduğu ortada. Çünkü hiç kimsenin yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanma salahiyeti olamaz. Kimse vatan kurtarmak, devlete sahip çıkmak gibi hamasi cümlelerle bu çeteleşmeyi mazur göremez. Neticede müesses nizamın yürürlükte olan, işleyen bir hukuk düzeni vardır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yetkilerini kullanan hiçbir kimse buna mugayir hareket edemez.
Hakikaten merak ediyorum; bugün Ergenekon çetesinden dolayı suçlanan ve tutuklu bulunan kimseler içinde başkalarının kalemini kıran, ölüm emrini veren kaç kişi vardır acaba? Bu ölüm emirlerini verirken çok zorlanıyorlar mıydı, vicdanî hesaplaşmalar içine giriyorlar mıydı, 'ben ne yapıyorum' diye düşünüyorlar mıydı? Ya da ülkede darbe yapmaya muvaffak olduktan sonra kaç kişiyi içeri atmayı, gerektiğinde kaç kişinin hayatını bitirmeyi göze almışlardı? Başını çarpanlar, tansiyonu yükselenler, hastalık raporu alanlar, ölüm emrini vermenin, birisini ölüme göndermenin ya da haksızca alıkoymanın ne kadar tahammül edilmez bir şey olduğunu anlamışlar mıdır acaba?
Türk tarihinin en büyük travmalarından birine sebep olan 12 Eylül darbecileri, bunu hiç anlayamadılar. Çünkü onlardan hiç hesap sorulmadı. Pek çok zalim, yaptıklarının karşılığını bu dünyada görmeden gitti ya da gidiyor. Ama şükürler olsun ki, bir mahkeme-i kübra var.
27 Eylül 2008, Cumartesi
mehmet kamış
zaman
24 Eylül 2008 Çarşamba
EZAN SEVGİSİ
Ahmet Altan'ın
İnançsızım ama EZAN DİNLEMEYİ ÇOK SEVİYORUM
23 Eylül 2008 / 16:20
Taraf gazetesi Genel Yayın yönetmeni Ahmet Altan, ezan dinlemekten zevk aldığını ve zaman zaman ezan dinlemek için gazetenin yakınındaki caminin yanına gittiğini yazdı.
GÜZEL SÖYLENEN EZANI SEVİYORUM
Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum.
Oradaki müezzinin sesini seviyorum.
Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.
Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor.
Güzel söylenen ezanı seviyorum.
Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı.
Şimdi onu dinliyorum.
Bir ney taksiminin ardından ezan başlıyor.
Çocukluğumu hatırlatıyor biraz bana.
Akşam ezanından sonra boşalan kömür kokulu sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.
Hep benimle kalacak bir yalnızlığın kokularını, seslerini ve kurşuni rengini içime sindirirdim.
O seslerin içinde ezan da vardı.
Hep de orada kaldı sanırım.
BAZEN GECELEYİN CAMİYE GİDERİM
Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda.
Çok sık olmasa da bazen geceleyin camiye giderim.
Işıklarının çoğu sönmüş, kandil misali birkaç lambayla aydınlanmış o büyük kubbenin altında yalnız başıma otururum.
Öyle otururum.
Her şey sonsuzluğun kuvvetli ışığı altında solgunlaşana kadar halıların üstünde bağdaş kurup beklerim.
Ve, o sonsuzluğu bir yalnızlık içinde hissetmekten hoşlanırım.
Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana.
O saatte camiye giremeyeceğimi bana bir hoca efendi ya da bir bekçi söylese de, ben onu tanrının söylediğini düşünürüm.
Kapılar açılmadıysa, "bir kırgınlık var" diye geçiririm içimden.
"Onu kıracak bir şey yaptım, onun için açmıyor kapısını."
Hiç zorlamam.
"Peki" der ayrılırım.
Bilirim ki o kapılar yeniden açılacaktır.
Bir gece gittiğimde beni buyur edecektir.
Şefkatli bir ses "hadi açayım kapıları" diyecektir.
Bundan hiç kuşkulanmam.
Kendimden kuşkulanırım.
Bir dindar gibi gitmem oraya, ibadete, dua etmeye gitmem.
"Sana inanıyorum" demeye de gitmem.
Bir şey istemeye de gitmem.
O'ndan korkmam, ölümden korkmam, korktuğumdan gitmem oraya.
Hiçbir nedeni yoktur gitmemin.
Giderim sadece.
Kokusunu, ışığını, huzurunu, sonsuzluğunu sevdiğim için giderim.
Söylenmeyen bir ezan duyarım o sessizliğin içinde.
Kömür kokulu sokaklarda dolaşan bir hayali görürüm.
Hayatla ölüm iki küçük çocuk gibi oturur karşıma.
Ben onların başını okşarım.
O benim başımı okşar, öyle hissederim.
Öyle otururum.
Bir şey söylemem O'na.
Ne söyleyeyim?
Kim olduğumu biliyor, günahlarımı biliyor, her şeyi biliyor.
"Sen inançsız birisin, niye geldin evime" demiyor.
O demez.
Bazen kapılarını açıyor.
Bazen onu kıracak bir şey yaptıysam eğer kapılarını açmıyor bana.
Sessizce uzaklaşıyorum.
"Bir dahaki sefere" diyorum, "açacak kapılarını".
Açmasa da açana kadar gideceğim.
İnançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım.
Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü.
Dinin yanında, çevresinde, içinde bir zulüm olmasın isterim.
İnan ya da inanma ama dine dokun.
Korkulacak bir şey yok.
Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok.
Korku dinden uzak bence.
Geceleri camiye gittiğimde, o loş ışıkta, sonsuz bir aydınlığın bütün hayatı solgunlaştırdığını gördüğümde korkmam ben.
Kimse korkmaz.
Hayat ve ölüm iki küçük çocuk gibi oturur yanıma.
Onlara gülümserim.
Belli belirsiz bir hüzün, neye olduğunu bilmediğim bir özlem, derin bir şefkat hissederim.
Bir şey söylemem.
Bir şey istemem.
"İnançsız" olduğumu içimden bile geçirmem, yapmam böyle bir kabalık, O da hatırlatmaz zaten.
Öyle otururum.
Bir konuğum ben orada.
Bazen kapısını açar, bazen açmaz.
Yakında gene gideceğim.
Bakalım açacak mı kapılarını.
Yoksa bir "kırgınlık" mı var aramızda...
E.kekeç,Ahmet Altanın taraf gazetesindeki 23.09.2008 tarihli yazısından alıntı..
İnançsızım ama EZAN DİNLEMEYİ ÇOK SEVİYORUM
23 Eylül 2008 / 16:20
Taraf gazetesi Genel Yayın yönetmeni Ahmet Altan, ezan dinlemekten zevk aldığını ve zaman zaman ezan dinlemek için gazetenin yakınındaki caminin yanına gittiğini yazdı.
GÜZEL SÖYLENEN EZANI SEVİYORUM
Arada bir öğlenleri Kadıköy'deki Osmanağa Camii'nin yanına gidiyorum.
Oradaki müezzinin sesini seviyorum.
Ezanı kendine has bir tarzda, araları biraz uzatarak ve çok güzel okuyor.
Cumaları söyleyişi sanki daha da tatlılaşıyor.
Güzel söylenen ezanı seviyorum.
Benim her öğlen gidip ezan dinlememin bir hediyesi gibi biraz önce gelen bir paketten Ahmet Özhan'ın söylediği ilahilerin başında ezan çıktı.
Şimdi onu dinliyorum.
Bir ney taksiminin ardından ezan başlıyor.
Çocukluğumu hatırlatıyor biraz bana.
Akşam ezanından sonra boşalan kömür kokulu sokaklarda, iyice gölgelenen alacakaranlık kaldırımlarda ağır ağır yürüyerek eve giderdim.
Hep benimle kalacak bir yalnızlığın kokularını, seslerini ve kurşuni rengini içime sindirirdim.
O seslerin içinde ezan da vardı.
Hep de orada kaldı sanırım.
BAZEN GECELEYİN CAMİYE GİDERİM
Din, benim gibi mahcup bir sevgiyle uzaktan bakanlara bile huzur verici, insana hem yalnızlığını hem sonsuzluğunu anlatan bir tesirle dokunuyor yaklaştığınızda.
Çok sık olmasa da bazen geceleyin camiye giderim.
Işıklarının çoğu sönmüş, kandil misali birkaç lambayla aydınlanmış o büyük kubbenin altında yalnız başıma otururum.
Öyle otururum.
Her şey sonsuzluğun kuvvetli ışığı altında solgunlaşana kadar halıların üstünde bağdaş kurup beklerim.
Ve, o sonsuzluğu bir yalnızlık içinde hissetmekten hoşlanırım.
Tanrı, evinin kapılarını bazen açar, bazen açmaz bana.
O saatte camiye giremeyeceğimi bana bir hoca efendi ya da bir bekçi söylese de, ben onu tanrının söylediğini düşünürüm.
Kapılar açılmadıysa, "bir kırgınlık var" diye geçiririm içimden.
"Onu kıracak bir şey yaptım, onun için açmıyor kapısını."
Hiç zorlamam.
"Peki" der ayrılırım.
Bilirim ki o kapılar yeniden açılacaktır.
Bir gece gittiğimde beni buyur edecektir.
Şefkatli bir ses "hadi açayım kapıları" diyecektir.
Bundan hiç kuşkulanmam.
Kendimden kuşkulanırım.
Bir dindar gibi gitmem oraya, ibadete, dua etmeye gitmem.
"Sana inanıyorum" demeye de gitmem.
Bir şey istemeye de gitmem.
O'ndan korkmam, ölümden korkmam, korktuğumdan gitmem oraya.
Hiçbir nedeni yoktur gitmemin.
Giderim sadece.
Kokusunu, ışığını, huzurunu, sonsuzluğunu sevdiğim için giderim.
Söylenmeyen bir ezan duyarım o sessizliğin içinde.
Kömür kokulu sokaklarda dolaşan bir hayali görürüm.
Hayatla ölüm iki küçük çocuk gibi oturur karşıma.
Ben onların başını okşarım.
O benim başımı okşar, öyle hissederim.
Öyle otururum.
Bir şey söylemem O'na.
Ne söyleyeyim?
Kim olduğumu biliyor, günahlarımı biliyor, her şeyi biliyor.
"Sen inançsız birisin, niye geldin evime" demiyor.
O demez.
Bazen kapılarını açıyor.
Bazen onu kıracak bir şey yaptıysam eğer kapılarını açmıyor bana.
Sessizce uzaklaşıyorum.
"Bir dahaki sefere" diyorum, "açacak kapılarını".
Açmasa da açana kadar gideceğim.
İnançsız biri için tuhaf inançlarım var benim, en açılmayacak gibi görünen kapıların bile çok istersen, samimiyetle istersen, dürüstlükle istersen açılacağına inanırım.
Ve, ne dindarlara yapılan zulmü anlarım, ne de dindarların yaptığı zulmü.
Dinin yanında, çevresinde, içinde bir zulüm olmasın isterim.
İnan ya da inanma ama dine dokun.
Korkulacak bir şey yok.
Türbanlı çocukta da, oruç yiyende de korkulacak bir yan yok.
Korku dinden uzak bence.
Geceleri camiye gittiğimde, o loş ışıkta, sonsuz bir aydınlığın bütün hayatı solgunlaştırdığını gördüğümde korkmam ben.
Kimse korkmaz.
Hayat ve ölüm iki küçük çocuk gibi oturur yanıma.
Onlara gülümserim.
Belli belirsiz bir hüzün, neye olduğunu bilmediğim bir özlem, derin bir şefkat hissederim.
Bir şey söylemem.
Bir şey istemem.
"İnançsız" olduğumu içimden bile geçirmem, yapmam böyle bir kabalık, O da hatırlatmaz zaten.
Öyle otururum.
Bir konuğum ben orada.
Bazen kapısını açar, bazen açmaz.
Yakında gene gideceğim.
Bakalım açacak mı kapılarını.
Yoksa bir "kırgınlık" mı var aramızda...
E.kekeç,Ahmet Altanın taraf gazetesindeki 23.09.2008 tarihli yazısından alıntı..
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.
Popüler Yayınlar
-
Yaldızlı Sözlerin Arkasındaki Çürüme Tarihin en trajik ironilerinden biri, çöküşe en yakın toplumların en çok “yücelik ”ten bahsetmesidir....
-
“İnsanların ruhunu öldürüyorlar anne… İşte asıl cinayet bu.” — Maksim Gorki, Ana (1906) Ruhun ölümü, bir toplumun çöküşünün sessiz hab...
-
Platon, asırlar öncesinden bir uyarı bırakmıştı insanlığa: “Demokrasi, ancak erdemli ve eğitimli bir halkın omuzlarında yükselebilir; aksi t...
-
İçinde bulunduğumuz çağ, pek çok unvanla anıldı: teknoloji çağı, bilgi çağı, hız çağı… Ama eğer hakikatin kalemiyle yazılacak olursa, bu ça...
-
EK-5 Kararı: Hukuk ile Diplomasi Arasında EK-5 Listesi: Resmî Karar, Diplomatik Zamanlama ve Türkiye’nin Stratejik İkilemi ABD'den çok ...
-
İnsanlığın Sessiz Dengesine Dair İnsan… Kâinatın en gizemli aynası. Görünürde bir bedenden ibaret gibi dursa da derinlerde bir deniz taşır...
-
Bir İnsanlık EMAR’ı Üzerine Derin Bir Okuma İnsan, anlamın kıyısında doğar ama çoğu kez anlamın merkezine hiç ulaşamaz. Çünkü doğmakla yaş...
-
Merhum Ahmet Kaya, bir şarkısında “ Ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi ” diyordu. Ne kadar manidar bir cümle… Bugün ülke olarak geldiğimiz ...
-
Suriye iç savaşı, yalnızca bölgesel güç dengelerini değiştiren bir çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihine kara bir leke ...
-
İnsanlık, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren hem kendini hem de kendini aşan bir kudreti anlamlandırma çabasıyla yüzleşmiştir. Bu çaba,...
Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK
Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.
Senin rabbin sana senden yakın.....
omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.
Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."
kelebek gibi hafif olun dünyada
Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla
çöllerden geçerek varılır havuzun başına!