Bu Blogda Ara

31 Aralık 2024 Salı

BOB Proje PKK Analizi

 


Sevgili Dostlar,

Bugün sizlerle, özellikle son dönemlerde bölgemizde yaşanan gelişmeler üzerine zihinsel bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Hepimizin çok iyi bildiği gibi, emperyalizmin bölgemiz üzerindeki planları asla sona ermedi. Tarih boyunca çeşitli projelerle karşımıza çıkan bu oyunlar, şu anda daha karmaşık ve dijital çağın hızıyla birlikte daha görünür bir hal aldı.

İlk olarak, bölgeyi şekillendirme amacı taşıyan ve sözde büyük projeler olarak lanse edilen planlardan bahsetmek gerekiyor. Bir zamanlar Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adıyla ortaya atılan bu planlar, çeşitli isimlerle ve araçlarla tekrar tekrar gündeme getiriliyor. Peki, bu projelerin ardındaki gerçek amacı nedir? Bu soruyu yanıtlamak için tarihsel perspektifi ve mevcut gelişmeleri bir arada değerlendirmek gerekiyor.

PKK ve BOP İlişkisi

PKK (Kürdistan İşçi Partisi), Abdullah Öcalan liderliğinde kurulan ve Türkiye başta olmak üzere bölgesel güvenlik ve istikrarı tehdit eden bir terör örgütüdür. 1978 yılında kurulan PKK, başlangıçta Kürt milliyetçiliği temelinde hareket etmiş, zamanla uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı gibi yasa dışı faaliyetlerle finanse edilen bir yapı haline gelmiştir.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), bazı çevrelerce bölgedeki siyasi haritanın yeniden düzenlenmesi ve enerji kaynaklarının kontrol altına alınması amacı taşıdığı öne sürülen bir stratejik plan olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda PKK, BOP’un bölgedeki hedeflerine hizmet eden araçlardan biri olarak görülmüştür. PKK, bölgede etnik ve mezhepsel ayrılıkları derinleştirerek, istikrarsızlık yaratma ve sınırların değişimi gibi hedeflere katkıda bulunmuştur. Örgüt, bu hedefler doğrultusunda uluslararası destekçilerden lojistik, finans ve silah yardımı almıştır.

BOP çerçevesinde şekillenen politikalar, bölgemizdeki ülkeleri zayıflatmak, parçalamak ve kontrol altına almak için tasarlandı. PKK ve benzeri yapıların ortaya çıkışı, bu planların önemli bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bu yapılar, bir yandan terör faaliyetleriyle bölge halklarının arasına nifak sokarken, diğer yandan büyük güçlerin özellikle enerji kaynaklarını kontrol altına alma hedeflerine hizmet etti. Ancak şimdi yeni bir aşama görülüyor: PKK gibi yapıları etkisizleştirip meşrulaştırılmış alternatiflerle yola devam etmek.

Geçmişte Apo'nun yakalanması ve uzun yıllar hapis yatması, bölgeye dair emperyalist planlarda bir duraklama yaratmış gibi görülse de, aslında bu durum yeni bir stratejinin parçasıydı. Apo'nun teslim edilmesi, bölgede yeni bir denge oluşturmak ve PKK'yı yeni bir formatta sahneye çıkarmak için bir ara dönem olarak değerlendirilmelidir. Şimdi, bu yapının etkisiz hale getirilmesi adına Apo'nun siyasete entegre edilmesi gibi söylemler dile getiriliyor. Peki, böyle bir adımın ardından gerçekten kalıcı bir çözüm mümkün olacak mı? Yoksa bu da yeni bir oyunun sahnelenmesinden mi ibaret?

Burada asıl mesele, bölge halklarının bu planların farkında olup olmadığı ve özellikle Türkiye'nin bu oyunlara karşı nasıl bir strateji belirlediğidir. Geçmişte çeşitli politikalar ve askeri operasyonlarla PKK'ya karşı ciddi bir mücadele verilmiştir. Ancak, bu mücadelede uluslararası kamuoyunun tutumu çoğu zaman karşımızda olmuştur. Bugün geldiğimiz noktada ise, sınırlarımızın ötesinde bir güvenlik koridoru oluşturmak ve terör tehdidini tamamen ortadan kaldırmak için yeni bir politika izlenmektedir.

Emperyalizmin, Türkiye'yi şu an bulundurduğu pozisyonda daha fazla taviz vermeye zorladığı bir gerçektir. Ancak bu tavizlerin şartları ve getirileri dikkatlice değerlendirilmelidir. Apo'nun serbest bırakılması ve siyasete entegrasyonu gibi öneriler, PKK'yının tamamen yok edilmesi koşuluyla sunuluyor olabilir. Bu, kağıt üzerinde mantıklı görülse de, gerçekte yeni bir kaosa kapı aralayabilir.

Öte yandan, emperyalizmin 100 yıldır bu bölge üzerindeki planlarını göz ardı etmek mümkün değildir. Tarihsel olarak bölgeyi "böl ve yönet" politikalarıyla kontrol altında tutmaya çalışan bu güçler, şimdi de dijital çağın getirdiği hız ve olanaklardan faydalanmaktadır. Burada Türkiye'nin yapması gereken, hem bu planların farkında olarak hareket etmek hem de kendi uzun vadeli stratejilerini oluşturmak olmalıdır.

Türkiye'nin bölge politikalarındaki temel hedefi, terör tehdidini ortadan kaldırırken aynı zamanda milli çıkarlarını korumak ve bölgesel istikrarı sağlamak olmalıdır. Ancak bu hedeflere ulaşılırken, uluslararası arenada yalnız kalmamak için akılcı bir diplomasi izlenmesi gerekmektedir.

Son olarak, burada ortaya çıkan planların ve stratejilerin her birinin çok boyutlu olduğunu unutmamak gerekir. PKK ve Apo meselesi, sadece Türkiye'nin bir iç meselesi değil, aynı zamanda büyük bir uluslararası oyunun parçasıdır. Bu nedenle, meseleye dar bir çerçeveden değil, büyük resmi görerek bakılmalıdır.

Tüm bu değerlendirmeler, sadece bir zihin jimnastiği ve tartışma ortamı yaratmak içindir. Temennimiz, bölgede barış ve istikrarın hakim olması ve halkların daha mutlu, daha sağlıklı bir geleceğe yürümesidir.

Hepimize düşünce dolu, umut dolu bir gelecek diliyorum.

Bahadır Hataylı/29.12.2024/Sancaktepe/İST


Feto Analizi



FETÖ (Fethullahçı Yapılanma), Fethullah Gülen liderliğinde gelişen, çeşitli alanlarda faaliyet gösteren bir yapıdır. 1960'lı yıllarda Türkiye'de dinî bir hareket olarak başlayan bu yapı, zamanla örgütlenerek hem Türkiye'de hem de uluslararası alanda etkili bir ağ haline gelmiştir. FETÖ, özellikle eğitim, medya, ekonomi ve kamu kurumları üzerinde yoğunlaşan faaliyetleriyle bilinir.

Tarihsel Gelişim

FETÖ'nün temelleri, 1960'lı yıllarda Fethullah Gülen'in Örgütü’nün çeşitli sohbet toplantıları ve dini eğitim faaliyetleriyle atılmıştır. 1980'lerden itibaren örgüt, özellikle eğitim alanında okul, dershane ve özel eğitim kurumları açarak gençlere ulaşmayı amaçlamış ve öğrencileri kendi fikirleri doğrultusunda yetiştirmeye odaklanmıştır.

1990'lı yıllarda uluslararası ağını genişleten FETÖ, Asya, Afrika, Avrupa ve Amerika'da okullar açarak küresel bir hareket haline gelmiş ve bu yapıyı diplomatik ilişkiler kurmada kullanmıştır.

Amaçlar ve Yöntemler

FETÖ'nün temel amacı, kamusal alanın önemli noktalarını ele geçirerek kendi ideolojisini yaymak olmuştur. Bu amaçla:

  • Eğitim Alanı: Kolejler, üniversiteler ve yurtlar gibi eğitim kurumları kurarak insan kaynağını arttırma.

  • Medya ve Yayın: Gazete, dergi, televizyon ve internet siteleri aracılığıyla kamuoyu oluşturma.

  • Ekonomi: Holdingler, vakıflar ve işadamlığı dernekleriyle finansal destek sağlama.

  • Kamu Kurumları: Ordudan polise, adaletten diğer büyük devlet kurumlarına kadar farklı alanlarda kadrolaşma.

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi

FETÖ, 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye'de bir darbe girişiminde bulunmuştur. Bu girişim, devletin çeşitli kademelerine sızmış FETÖ üyeleri tarafından gerçekleştirilmiş; ancak halkın ve Türkiye devletinin kararlı duruşu sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu olaydan sonra örgüt, Türkiye ve uluslararası alanda çok yönlü operasyonlarla çökertilmeye başlanmıştır.

Uluslararası Tepkiler

FETÖ, birçok ülkede faaliyetlerine devam etse de, bazı ülkeler bu yapıyı terör örgütü olarak kabul etmiş ve faaliyetlerini yasaklamıştır. Ancak örgüt, uluslararası bağlantıları ve finansal kaynakları sayesinde faaliyetlerini gizli yürütmeye çalışmaktadır.

FETÖ, modern zamanlarda dinî, ekonomik ve siyasi gücün birleşiminden oluşan bir yapının tehlikelerini göstermektedir. Bu nedenle, örgütü anlamak ve bu tür yapılara karşı önlemler almak, hem Türkiye hem de uluslararası topluluklar için önemli bir zorunluluk haline gelmiştir.

Sevgili Dostlar, sizlere, FETÖ'nün hem bölgemizde hem de dünyada oynadığı kritik rolü detaylıca anlatmaya çalışacağım. FETÖ, sadece bir terör örgütü olmanın ötesinde, derin stratejilerle çeşitli alanlarda etkisini göstermiş ve bu etkileri uzun yıllar boyunca fark edilmeden devam ettirebilmiştir. Bu yapının dış güçler tarafından nasıl kullanıldığını, bölgemizdeki ve dünyadaki İslami uyanışları nasıl baltaladığını birlikte inceleyelim.

FETÖ ve Dinî Manipülasyonlar

FETÖ, ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren, özellikle İslami değerleri ön plana çıkaran bir hareket gibi görünmeyi başarmış; fakat esasen İslami anlayışı bozmayı ve manipüle etmeyi amaçlayan bir yapıdır. Bu yapı, İslam coğrafyasında yeni filizlenmeye başlayan İslami uyanışları baltalamak ve ümmet bilincini zayıflatmak için kullanılmış ve bu konuda büyük oranda başarı sağlamıştır.

İlk etapta “ılımlı” bir din anlayışı sunarak, İslam’ın temel değerlerini şaibeli hale getirme gayretine girmişlerdir. Bu anlayış, dini reformları “modernleşme” adı altında yeniden yorumlamaya çalışmış ve İslam’ın ahlaki ve toplumsal yönünü zedelemeyi hedeflemiştir. Bu yaklaşımla insanların zihinlerini karmaşıklaştırmayı ve dini düşünceleri yozlaştırmayı amaçlamış; böylece İslami uyanışların önünü kesmek istemişlerdir.

Bu noktada, FETÖ’nün asıl hedefi sadece bir örgüt olarak kendisini güçlendirmek değil; aynı zamanda İslam coğrafyasını dünyanın çeşitli yerlerinde temsil eden zihinleri kontrol altına alarak, ümmet bilincini yok etmek olmuştur. Bu anlayış, çeşitli dini yapıları yozlaştırıp parçalayarak kendi çıkarlarına uygun hale getirme çabalarını da beraberinde getirmiştir.

Eğitim Yoluyla Sömürü ve Genetik Değişim

FETÖ, dışarıdan bakıldığında “masumane” gibi görünen eğitim faaliyetleriyle büyük bir kitleyi etkisi altına almış ve bu eğitim faaliyetlerini, aslında bir manipülasyon aracı olarak kullanmıştır.

Dünyanın dört bir yanında kurulan okullar, öğrencilerin sadece akademik anlamda değil, aynı zamanda zihinsel ve manevi anlamda da etkilenmesine yol açmış; çoğu zaman kültürel değerlerin yerini batılı bir anlayışla değiştirmeyi hedeflemiştir. FETÖ okullarının öne çıkan bir başka yönü, yerel halkların kültürel yapılarını bozarak ülkelerin genetik kodlarını değiştirme çabası olmuştur. Bu okullar, öğrencilere öncelikle kendi kültürlerinden uzaklaşmalarını telkin ederek, batı odaklı bir kimlik benimsemelerini sağlamaya çalışmıştır.

Birçok aile, bu eğitim kurumlarının sunduğu çekici olanaklarla çocuklarını gönderirken, çocuklarının bu yapının ideolojik etkisi altına girdiklerinin farkına bile varmamıştır. Çocukların zihinsel yapısı, şüphesiz bir ölçüde şekillendirilmiş ve FETÖ ideolojisine uygun hale getirilmiştir. Burada asıl önemli olan, bu eğitim sisteminin büyük bir manipülasyon ağı olarak çalışması ve insanların öz değerlerinden koparılmasıdır.

Hakikatlerin Perdelenmesi ve Gerçek Amaçlar

FETÖ’nün faaliyetlerine dışarıdan baktığınızda, ilk etapta iyi niyetli bir hareket gibi görülebilir. Ancak bu yapının karmaşıklığına ve gerçekte kime hizmet ettiğine baktığınızda, ortaya çıkan manzara çok daha farklıdır. FETÖ, hem bölgemizde hem de dünyada kaos yaratmak ve büyük güçlere hizmet etmek amacıyla şekillendirilmiştir. Özellikle İslam coğrafyasında ortaya çıkan İslami uyanışları baltalamak ve ümmet bilincini parçalamak için stratejik olarak kullanılan bu yapı, çeşitli şekillerde varlığını devam ettirmektedir.

Bugün geldiğimiz noktada, FETÖ’nün maskesi büyük oranda düşmüş olsa da, bu yapının özellikle uluslararası güçlerle olan bağlarını unutmamak gerekir. Hakikati tam anlamıyla anlamak ve bu yapının özelliklerini çözümlemek, gelecekte benzer stratejilere karşı daha dirençli olmamızı sağlayacaktır.

Sonuç ve Çıkış Yolu

FETÖ örneği, İslam dünyasının birliğini ve değerlerini koruma adına ne denli dikkatli olması gerektiğini göstermektedir. Bu tür yapılar, ümmet bilincini zayıflatmak ve İslam’ın dirilişini engellemek için kullanılmaktadır. Bizlere düşen görev, dinimizi doğru anlamak ve bu tür yapılara karşı zihinsel bir direniş geliştirmektir. Eğitimden sosyal yaşama kadar her alanda bilinçli bir duruş sergileyerek, geleceğimizi daha sağlam temeller üzerine inşa etmeliyiz.

Bahadır Hataylı/10.11.2024/Sancaktepe/İST

Politik Doğruluk Analizi

Bak kardeşim, gel birlikte insanlık adına önemli bir meseleyi konuşalım. Bugün seninle politikacıların çoklukla övünme anlayışından, toplumun değer yargılarındaki sapmalardan ve gerçek adaletin izini sürmekten bahsedelim. Dikkatlice dinleyelim, çünkü bu mesele hepimizi ilgilendiriyor.

Şimdi, etrafımıza bir bakalım. Ülkemizdeki politikacıların meydanlarda nasıl konuştuklarını, nasıl büyük kalabalıklarla övündüklerini görüyorsun. "Bizim yolumuz doğru, çünkü bizi destekleyen milyonlar var!" diyorlar. Ama bir durup düşünelim; bir fikrin ya da bir yolun doğruluğu, ona inanan insanların sayısıyla mı ölçülür? Kalabalıklar bir ölçü olabilir mi? Eğer bir kalabalığın çokluğu, bir düşüncenin doğruluğunu gösterseydi, tarih boyunca ortaya çıkan her büyük yalan, her büyük zulüm de haklı olurdu, değil mi?

Bak, doğruluk başka bir şeydir kardeşim. Doğruluk, akıl süzgecinden geçip idrakle kavranan, faydasıyla insanlığın hayatına dokunan şeydir. Sayılarla, gürültüyle, kalabalıkla alakası yoktur. Hatta Kur'an-ı Kerim'de bir ayet var; Allah buyuruyor ki: "Yeryüzünde olanların çoğuna uyarsanız, onlar sizi Allah'ın yolundan uzaklaştırır, kendi yollarına çevirirler. Onlar sadece zanneder ve saçmalarlar." (En'am Suresi, 116. Ayet). İşte bu, bize gösteriyor ki çoğunluk, her zaman doğruyu temsil etmez. Çoğunluk bazen insanı yanıltır, yanlış yola sürükler.

Peki bu neden böyle? İnsanlar neden kalabalıkların cazibesine kapılır? Bunun cevabı basit: İnsan, yalnız kalmaktan korkar. Doğruyu tek başına savunmak zordur. Kalabalık bir gruba katıldığında kendini güvende hisseder. "Herkes buradaysa, bu yol doğrudur," der ve düşünmeyi bırakır. Ama işte bu, insan olmanın asıl gerekliliğine ters bir durumdur. İnsan, düşünen bir varlıktır. Kalabalıkların peşine takılıp körü körüne inanmak yerine, her şeyi sorgulamalı, hakikati aramalıdır.

Bak kardeşim, çoklukla övünmek o kadar tehlikeli bir tuzak ki, insanı kendine hayran bırakır. "Biz güçlüyüz, çünkü çoğuz," diyen bir zihniyetin insanlığa ne faydası olabilir? Daha da kötüsü, insanlar bu çoklukları öylesine abartıyor ki, geçmişteki ölülerini bile saymaya başlıyorlar. "Bizim atalarımız da şöyle büyüktü, böyle kalabalıktı," diye övünüyorlar. Ama burada bir soru sormalıyız: Kalabalık olmak, gerçekten de bir değer midir? Yoksa bu sadece bir yanılsama mı?

Adalet burada devreye giriyor kardeşim. Adalet, insanlığın temel taşıdır. Adalet olmadan hiçbir toplum ayakta duramaz. Ama adalet, çoğunluğun istediği şey demek değildir. Adalet, hakkın teslim edilmesidir. Mazlumun yanında olup zalime karşı durmaktır. Kalabalıkların sesine kulak verip hakikati unutan bir toplum, adaleti nasıl sağlayabilir? İşte burada insan olmanın gerekliliği devreye giriyor. İnsan, yalnız kalsa bile hakkın ve hakikatin yanında durmalıdır. Çünkü adalet, kalabalıkların oyuyla değil, vicdanların sesiyle sağlanır.

Tarih boyunca adaleti savunan insanlar, genelde azınlıkta kalmışlardır. Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı zamanı düşün. O dönemki toplumun çoğunluğu, putlara tapıyordu. Ama Hz. İbrahim, yalnız başına o putlara karşı çıktı. "Bu yaptığınız yanlış," dedi. Peki, toplumun çoğunluğu onun haklı olduğunu kabul etti mi? Hayır! Onu ateşe atmaya kalktılar. Ama ne oldu? Haklı olan yine de oydu. Çünkü adalet, çoğunluğun değil, Hakk'ın peşinden gitmektir.

Bugün de aynı şey geçerli kardeşim. Eğer bir toplumda adaleti savunan insanlar azınlıktaysa, bu adaletin yanlış olduğu anlamına gelmez. Hatta tam tersine, çoğunluk yanlış bir yol seçmiş olabilir. İşte bu yüzden, kalabalıkların cazibesine kapılmadan hakikatin izini sürmek gerekir. Zor bir yoldur bu, ama insan olmanın gerekliliği budur.

Şimdi, şöyle bir hayal edelim. Bir toplum var, ama bu toplumda insanlar adaleti savunmuyor. Herkes kendi çıkarının peşinde. Kalabalık olan grup, azınlığı eziyor. Bu toplumun geleceği ne olur? Bir süre sonra bu toplum, içten içe çürür. Çünkü adalet olmadan bir arada yaşamak mümkün değildir. İnsanlar birbirine düşer, huzur bozulur, güven kalmaz. Oysa adaletin olduğu bir toplumda herkes kendini güvende hisseder. Mazlumun hakkı korunur, zalim cezalandırılır. İşte gerçek medeniyet budur.

Bak kardeşim, bugün dünyada da benzer bir durum var. Güçlü olan ülkeler, zayıf olanları eziyor. Ama bu güç, onların haklı olduğunu göstermez. Tam tersine, bu durum onların adaletsizliğini gözler önüne serer. Tarih, güçlülerin zalim olduğu örneklerle doludur. Ama tarih aynı zamanda, mazlumların bir gün haklarını aldığını da gösterir. Çünkü adalet, er ya da geç tecelli eder. Bu, insanlığın değişmez bir gerçeğidir.

Bizim yapmamız gereken şey, bu adaletsizliklere karşı durmaktır. Ama bunu yaparken kalabalıkların peşine takılmamalıyız. Hakkın ve hakikatin peşinden gitmeliyiz. Bu, kolay bir yol değildir. Belki yalnız kalırız, belki dışlanırız. Ama sonunda kazanan biz oluruz. Çünkü adaletin olduğu bir dünyada, herkes kazançlı çıkar. Zalim bile adalete muhtaçtır, çünkü adalet olmadan huzur bulamaz.

Son olarak, şunu unutma kardeşim: İnsan olmak demek, adaletin şahidi olmak demektir. Mazlumun yanında durmak, zalime karşı çıkmak demektir. Kalabalıkların gürültüsüne aldanmadan, hakikatin sesini duymak demektir. Eğer bunu yapabilirsek, insanlığımızı koruyabiliriz. Ama bunu yapmazsak, boş bir kütükten farkımız kalmaz. Haydi, şimdi kendine bir söz ver. "Ben, adaletin ve hakkın yanında olacağım," de. Çünkü insan olmanın gerekliliği budur.

Erol Kekeç/31.12.2024/Sancaktepe/İST

30 Aralık 2024 Pazartesi

Türkiye’nin Suriye Politikası-Nasıl Bir Yolda Suriye’nin Toprak Bütünlüğü İçin mi?

Şimdi durup bir düşünelim. 2011 yılına dönelim. Türkiye’nin güney sınırlarında patlayan bir hareketlilik. Bir yandan sınırdaki mayınlar temizleniyor, diğer yandan sınır kapılarımızdan milyonlarca mülteci akın ediyor. Sormamız gereken şu: Bu yaşananlar gerçekten bir tesadüf müydü, yoksa önceden çizilmiş bir planın adım adım uygulamaya konulması mıydı? Şimdi gelin, bu sorulara birlikte cevap arayalım.

Sınırdaki Mayınların Temizlenmesi ve Akabindeki Göç Dalgası

Bir ülkenin sınırındaki mayınların temizlenmesi, insani bir adım gibi görünebilir. “Mayınsız bir dünya” idealine hizmet ettiği iddia edilebilir. Ancak, tam da bu temizleme operasyonunun hemen ardından milyonlarca insanın sınırlarımızdan içeri girmesi tesadüf müdür? Bence değil. Çünkü tarih bize şunu öğretir: Büyük göçler, asla kendiliğinden oluşmaz. Arkasında daima bir siyasi, ekonomik ya da askeri plan vardır.

Suriye’nin kuzeyindeki haritaya bakın. Özellikle Türkiye sınırına yakın bölgelerde yaşayan halk, yıllardır bu topraklarda bulunuyordu. Ancak 2011’den itibaren bu bölgeler sistematik olarak bombalandı. Peki, bu bombalamalar kime hizmet etti? Bu insanların güvenli bir bölgeye mi gitmesi sağlandı, yoksa belli bir koordinata uygun bir boşaltma mı gerçekleştirildi? Burada niyet çok önemli. O harita, emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planının bir parçası olabilir mi? Bence olabilir.

Türkiye’nin Rolü-Sığınmacı Politikası ve Emperyalizm

Şimdi gelelim Türkiye’nin rolüne. Emperyalizm dediğimiz şey öyle bir güç ki, sizi farkında olmadan kendi politikalarına alet edebilir. Peki Türkiye, 2011’den itibaren nasıl bir pozisyon aldı? İlk başta, Suriye’deki olayların bir iç mesele olduğunu söyledi. Ama sonra? “Esad rejimi” söylemiyle birlikte bir tarafta yer aldı. Bu taraf, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumayı mı hedefliyordu, yoksa emperyalist güçlerin bir gölge haline gelerek bölgede bir kaos yaratılmasına mı hizmet ediyordu?

Bunu anlamanın en iyi yolu, mülteci politikasına bakmaktır. Türkiye, milyonlarca Suriyeliyi sınırlarından içeri aldı. Bu insani bir görev olarak sunuldu. Ama işin ekonomik, toplumsal ve güvenlik boyutuna baktığımızda durum pek de öyle değil. Türkiye, bu mülteciler için milyarlarca dolar harcadı, toplumsal yapıda büyük değişiklikler yaşandı ve işsizlikten kültürel çatışmalara kadar pek çok sorun ortaya çıktı. Şimdi soruyorum: Bu kadar büyük bir göç dalgasına kapı açmak, gerçekten Türkiye’nin yararına mıydı? Yoksa Türkiye’nin iç dengelerini sarsmayı hedefleyen bir stratejinin parçası mıydı?

Suriye’nin Toprak Bütünlüğü-Gerçekten Korundu mu?

Türkiye’nin Suriye politikası sürekli olarak “Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma” söylemiyle savunuldu. Ama sahaya baktığımızda ne görüyoruz? Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı gibi operasyonlarla Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölgeler oluşturdu. Bu bölgeler, aslında Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaktan çok, yeni bir siyasi denklem oluşturma çabasının parçaları gibi görünüyor. Çünkü bu bölgeler, Suriye yönetiminin kontrolünden tamamen çıkmış durumda. Ayrıca, burada kurulan yeni yapılar, uzun vadede bölgenin demografisini değiştirme riski taşıyor.

Bu noktada bir başka soruyu da sormak lazım: Türkiye, bu operasyonlarla kime hizmet etti? Eğer Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak gibi bir hedef vardıysa, neden Esad rejimiyle doğrudan bir diyalog kurulmadı? Neden emperyalist güçlerin yönlendirmesiyle hareket edildi? Yoksa amaç, Suriye’yi bölmek isteyen büyük güçlerin planına zemin hazırlamak mıydı?

Göç ve Bombalamaların Ardındaki Gerçekler

Suriye’den gelen göçmenlerin hikayelerine bakın. Çoğu, “Bölgemiz bombalandı, bu yüzden kaçtık” diyor. Ama bu bombalamaların arkasında kim var? Gerçekten bölgede savaş olduğu için mi bu insanlar göç etti, yoksa belli bir nüfusu oradan çıkarmayı hedefleyen bir planın parçası olarak mı? Bunun örneklerini daha önce başka yerlerde de gördük. Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da… Emperyalizm, önce kaosu yaratır, sonra da bu kaosu çözmek için kendi çözümlerini sunar. Bu çözümler genelde daha fazla sorun yaratır, ama onların umurunda değildir. Çünkü asıl amaç, kontrolü ele geçirmek ve zenginlikleri sömürmektir.

Suriye’de yaşananlar da bundan farklı değil. O bölgeler neden bombalandı? Çünkü o toprakların boşaltılması gerekiyordu. İnsanlar, can güvenlikleri olmadığı için evlerini terk etti. Ama bu bombalamaların arkasındaki güçlerin asıl amacı, bir haritayı yeniden çizmektir. Ve bu haritanın çizilmesi sürecinde Türkiye’nin nasıl bir rol oynadığı, tarihin en önemli sorularından biri olacaktır.

Türkiye’nin Emperyalizme Alet Edilmesi

Türkiye, bölgede güçlü bir ülke. Ama bu güç, doğru yönetilmezse emperyalizmin hizmetine sunulabilir. 2011’den itibaren izlenen politika, ne yazık ki Türkiye’yi bu duruma düşürdü. Suriye’deki iç savaşa müdahil olundu, milyonlarca mülteci alındı, sınırlarımız adeta delik deşik oldu. Bütün bunlar, Türkiye’nin uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmedi. Aksine, Türkiye’yi zayıflattı. İçeride toplumsal huzursuzluk, dışarıda itibar kaybı yaşandı.

Peki, bu süreçte ne yapılabilirdi? Türkiye, Suriye’nin iç işlerine karışmak yerine tarafsız bir arabulucu olabilirdi. Mülteci akınını durdurmak için sınır güvenliğini güçlendirebilir, uluslararası toplumdan daha fazla destek talep edebilirdi. Ama bunların hiçbiri yapılmadı. Bunun yerine, Türkiye, emperyalist güçlerin yönlendirmesiyle hareket etti ve bunun bedelini halk ödemek zorunda kaldı.

Sonuç-Soru İşaretleri ve Dersler

Sonuç olarak, Türkiye’nin 2011 sonrası Suriye politikasına baktığımızda, aklımızda pek çok soru işareti kalıyor. Sınırdaki mayınların temizlenmesinden mülteci akınına, Suriye’nin bombalanmasından Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarına kadar her şey, bir planın parçası gibi görünüyor. Bu planın sahibi kim? Türkiye, bu planın neresinde? Emperyalizme mi hizmet ettik, yoksa gerçekten Suriye’nin toprak bütünlüğünü mü koruduk? Bu soruların cevapları, belki bugün değil, ama bir gün mutlaka ortaya çıkacaktır.

O zamana kadar, yaşananlardan ders almalı ve gelecekte benzer hatalara düşmemeliyiz. Çünkü Türkiye, büyük bir ülke. Ama bu büyüklüğün, doğru bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Emperyalizmin oyunlarına gelmeden, kendi çıkarlarımızı koruyarak hareket etmeliyiz. Unutmayalım: Güçlü bir Türkiye, sadece kendi halkı için değil, bölgedeki bütün halklar için bir umut kaynağı olabilir. Ama bunun için önce kendi evimizin içini düzeltmeli, sonra da büyük resme bakmayı öğrenmeliyiz.

Bahadır Hataylı/28.12.2024/Sancaktepe/İST

Türkiye'nin Siyasi Gündemi-Karmaşık Dinamikler ve Potansiyel Sonuçlar

Son günlerde ülkemiz siyasetinde alınan kararlar ve yaşanan gelişmeler, hem toplumun farklı kesimlerinde hem de uluslararası arenada yankı uyandırmıştır. Bu gelişmeler, bölgedeki stratejik dengeleri etkileyecek ve ülkenin iç siyasetinde derin etkiler bırakabilecek potansiyele sahip olması nedeniyle geniş bir tartışma ortamı oluşturmuştur. Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması, mecliste konuşturulması ve siyaset yolunun açılması gibi çağrıların yapılması, özellikle Devlet Bahçeli’nin bu konuda bayraktarlık yapması ve Cumhurbaşkanının bu yaklaşımları desteklemesi, siyasi atmosferde beklenmedik bir dinamizme yol açtı. Bunlarla birlikte DEP milletvekillerinin Abdullah Öcalan ile görüşmek üzere harekete geçmesi, buna karşılık terörle mücadele politikasının devam ettirilmesi gibi bir dizi çelişkili gibi görünen gelişme yaşanmaktadır.

Öte yandan, Suriye’de belli bölgelerin bir "Kürdistan haritası" olarak gösterilmesi ve ABD'nin bu duruma özel bir planla yaklaştığı yönümdeki analizler, büyük güçlerin bölgemizdeki stratejik hesapları çerçevesinde olaylara çok boyutlu bir anlam kazandırmaktadır. Bu yazıda, bu karmaşık tabloyu çok yönlü bir biçimde analiz etmeye, olumlu ve olumsuz potansiyel sonuçları sorgulamaya ve neden-sonuç bağlantıları kurarak mantıkî bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

1. Abdullah Öcalan'ın İçerden Çıkarılması Tartışmaları

Abdullah Öcalan’ın tahliye edilmesi veya siyaset yapması yönündeki tartışmalar, toplumda ve siyasette farklı bakış açılarına neden olmaktadır. Bu durum, ülkemizde uzlaşma zeminlerini genişletmek veya süreçler arındırılmadan bir şekilde zorlamak olarak yorumlanabilir.

Pozitif bir perspektiften bakıldığında, bu adımların temel amacının bölgede terörü tamamen sona erdirme, uzun vadede daha çözüm odaklı bir yaklaşım geliştirme ihtiyacı olduğu iddia edilebilir. Ancak bu tartışma toplumdaki derin hassasiyetlere dokunduğu için büyük bir toplumsal gerilim de yaratmış durumda. Bu adımlarla terörün gerçekte son bulacağı ve/veya ulusal birliğe katkı sağlanacağı şüphelidir.

Eleştirel bir bakış açısıyla bu süreç, toplumda belirli çevrelerde devletin âdeta teröre teslim olduğu gibi bir algı yaratma potansiyeline sahiptir. Toplum, barışın bir bedeli olarak bu çağrıları sindirebilir mi yoksa devletin otoritesine duyulan güven sarsılabilir mi? Bu noktalar titizlikle ele alınmalıdır.

2. Devlet Bahçeli ve Cumhurbaşkanının Pozisyonu

Devlet Bahçeli, uzun yıllardır MHP lideri olarak milli birlik ve vatanın bölünmezliği konularında net bir duruş sergilemiştir. Ancak, bu şekilde çağrılar yapması beklenmedik bir siyasi taktik olarak değerlendirilmekte ve küçük değil şaşkınlık yaratmaktadır. Bu tutumun perde arkasında nasıl bir strateji olduğu, siyasi arenada çeşitli tahmin ve senaryolara yol açıyor. Kimi görüşler, Bahçeli’nin bir süreç yönetimi rolü üstlendirdiğini, Cumhurbaşkanı ile uyumlu bir çizgide şekillenen “çok boyutlu bir satranç” oynandığını ileri sürmektedir.

Cumhurbaşkanı’nın bu gelişmeleri destekleyen bir konumda olması ise dış politikadaki bir dizi hedefle ilişkilendirilebilir. Uzlaşı politikalarıyla NATO, ABD ve Avrupa Birliği’ndeki aktörlerle daha yumuşak ilişkiler kurulması planlanıyor olabilir.

Bu adımların getireceği en ciddi olumsuzluk, yerli seçmen kitlesi arasında bir öfke ve ihanet hissiyatı oluşmasıdır. Ancak bu durum yalnızca bir kesimin bakış açısı değildir. Özellikle terörden doğrudan etkilenmiş bireyler, süreçlerin hızlıca normalleşmesine şüpheyle yaklaşırken, barışın maliyetini kabullenmeye daha açık olan kesimlerde farklı bir umut penceresi de oluşabilmektedir. Bunun yanında siyasetten izole hisseden bazı gruplar, bu girişimlerin kendilerine daha fazla siyasal temsil alanı yaratacağı düşüncesiyle destekleyici tavır sergileyebilmektedir. Bu çok yönlü tablo, Türkiye'deki sosyokültürel ayrışmaların nasıl şekillendiği açısından dikkatle incelenmelidir. Uzlaşma süreçlerinin nasıl yönetildiği toplum tarafından dikkatle izlenmektedir.

3. ABD'nin Rolü ve Suriye Haritası

Son yıllarda ABD, Suriye'nin kuzeyindeki yapılanmalara büyük bir destek vermektedir. Bu desteğin gerekçeleri arasında bölgede istikrar sağlama iddiası ve IŞİD'e karşı yerel unsurları güçlendirme stratejisi öne çıkmaktadır. Ancak bu politikalar, Türkiye açısından tehdit unsuru olarak görülen bir yapının oluşmasına da zemin hazırlamaktadır. ABD, Kürt unsurları hem askeri hem lojistik destekle güçlendirmiş, bu durum ise Türkiye'nin toprak bütünlüğüne yönelik endişelerini artırmıştır. Ayrıca bu bölgedeki güç dengelerinin kontrolü, ABD'nin İran ve Rusya üzerindeki baskıyı artırma hedefiyle de ilişkilendirilebilir. Böylelikle ABD, hem doğrudan güvenlik kaygılarını yönetmekte hem de dolaylı yollardan bölgedeki çıkarlarını maksimize etmeye çalışmaktadır. Bu durum, o coğrafyada Kürt devleti benzeri yapıların inşa edileceği şeklindeki şüpheleri kuvvetlendirmektedir. Bu olası senaryo, hem bölge jeopolitiğini kökten değiştirme hem de Türkiye'nin iç ve dış politikası üzerinde dramatik etkiler yaratma potansiyeline sahiptir. Suriye’nin kuzeyinde bir alanı “Kürdistan” haritası olarak gösterme girişimleri, uluslararası arenada Türkiye'yi zor duruma sokan bir baskı aracıdır.

ABD’nin bu duruma özel planlarla yaklaşması, bölgesel güvenlik dinamiklerini de karmaşıklaştırmaktadır. Türkiye’nin bu plana ne şekilde karşı koyacağı ise, büyük oranda mevcut iktidarın stratejik akıl ve diplomasi kapasitesine bağlıdır. Aksi takdirde, bölge dışı güçlerin etkisi altında Türkiye için çözüm üretilemez bir noktaya doğru gidiş olabilir.

Sonuç olarak bahsi geçen olayların, Türkiye’nin geleceği üzerinde hem toplumsal hem de uluslararası boyutta çok derin etkiler bırakacağı kesin gibi görülmektedir. Abdullah Öcalan'la ilgili gelişmelerden, ABD'nin Suriye politikalarına kadar her adım dikkatle ve birbiriyle ilişikli şekilde analiz edilmelidir. Olumlu etkiler barış, siyasi normalleşme ve ekonomik istikrar gibi görülse de, risklerin büyük olasılıkla daha fazla olduğu unutulmamalıdır. Devletin, bu girişimlerin topluma nasıl yansıyacağını, uluslararası arenada hangi sonuçları doğuracağını ve iç siyasetteki dengeyi nasıl etkileyeceğini iyi hesaplaması gerekmektedir. Dengeli bir politika izlenmediği takdirde, ulusal birliğin zarar görme tehlikesi ve Türkiye’nin dış ilişkilerinde daha büyük sıkıntılar yaşanması söz konusu olabilir. Bu nedenle, alınacak kararların hem riskleri minimize eden hem de toplumsal desteği sağlam bir zemine oturtan bir yaklaşımı benimsemesi elzemdir. Devletin uzun vadeli, dengeli ve milletin hassasiyetlerini gözeten bir yaklaşımla bu çok yönlü krizleri yönetmesi şarttır.

Bahadır Hataylı/30.12.2024/Sancaktepe/İST

29 Aralık 2024 Pazar

Enflasyon ve Fakirleştirme Politikaları

Ekonomi, bir ülkenin kalkınmasında ve halkının refah seviyesinin artmasında hayati bir rol oynar. Ancak, ekonomik politikaların yanlış uygulamaları, halkın yoksullaşmasına ve toplumsal huzursuzluğun artmasına yol açabilir. "Enflasyonu düşüreceğini söyleyerek, büyümeyi sürdüreceğim diyerek, döviz kurunu kontrol altına alacağını iddia ederek" politikalarını duyuran, fakat dar gelirliyi ezen, sabit ücretliyi yoksullaştıran uygulamalar, aslında kimin çıkarına hizmet etmektedir? Bu makalede, ülkemizin ekonomik yaşamını dikkate alarak bu soruları toplumsal örneklerle sorgulayacak ve detaylı bir analiz sunacağız.

1. Enflasyonun Halk Üzerindeki Etkileri

Enflasyon, halkın satın alma gücünü doğrudan etkileyen en önemli ekonomik göstergelerden biridir. Yüksek enflasyon ortamında:

  • Dar Gelirli Kesimin Yükü Artar: Enflasyon, sabit gelirli çalışanları ve emeklileri doğrudan etkiler. Maaş artışlarının enflasyon oranının gerisinde kalması, bu kesimin fakirleşmesine neden olur.

  • Zengin ve Fakir Arasındaki Uçurum Derinleşir: Servet sahibi kişiler, enflasyondan korunmak için yatırımlarını döviz, altın veya gayrimenkul gibi varlıklara yönlendirirken( Ne yazık ki son 4 yıldır ülkemiz zenginleri faze dalarak piyasayı kilitlediler), dar gelirli bireyler temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanır.

Örnek: Son yıllarda temel gıda fiyatlarındaki artış, asgari ücretle geçinen bir ailenin yaşam standardını ciddi şekilde düşürmüştür. Bir kilo et, birçok aile için artık lüks hâline gelmiştir.

2. Fakirleştirme Politikalarının Tarihsel Süreci

Zengin halk istemeyen yönetimlerin ortak bir özelliği vardır: Ekonomik bağımsızlığı engellemek. Tarihte defalarca tekrar eden bu senaryolar, günümüzde de benzer yöntemlerle uygulanmaktadır.

  • Kredi Borçlandırması: Vatandaşların düşük faizli kredilerle borçlandırılması, başlangıçta cazip bir yöntem gibi görünse de uzun vadede bireylerin ekonomik özgürlüklerini kaybetmelerine yol açar.

  • Gelir Dağılımındaki Adaletsizlik: Yüksek vergiler ve düşük ücret politikaları, zengin kesimin servetini korumasını sağlarken, orta ve alt gelir gruplarının yoksullaşmasına neden olur.

Örnek: 1980'lerde uygulanan "istikrar paketleri" sonucunda halkın büyük bir kısmı ekonomik krizlerle karşı karşıya kalmış, bu süreçte borçlanma oranı artmıştır.

3. Döviz Kuru ve Ekonomik Manipülasyonlar

Döviz kurunun kontrol altına alınması, ekonomik istikrar açısından önemlidir. Ancak, bu hedefe ulaşma yöntemleri halkın refahını değil, belirli grupların çıkarlarını gözetiyorsa, toplum üzerinde ciddi sonuçlar doğurur.

  • Yapay Döviz Kontrolleri: Dövizi baskılamak için kullanılan geçici yöntemler, kısa vadede sonuç verse de uzun vadede ekonomiyi kırılgan hâle getirir.

  • İthalata Bağımlılık: Döviz kurlarındaki dalgalanmalar, ithal ürünlerin fiyatlarını artırır ve temel ihtiyaç ürünlerine erişimi zorlaştırır.

Örnek: Döviz kurlarındaki ani artışlar, birçok sektörde maliyetleri yükseltmiş ve bu durum en çok düşük gelirli kesimi etkilemiştir.

4. Yoksullaştırma ve Yönetim Stratejileri

Fakirleşen toplumlar, ekonomik bağımlılık yoluyla daha kolay yönetilebilir hâle gelir. Bu stratejinin arkasındaki temel hedefler şunlardır:

  • Bağımsızlık Yollarının Kapatılması: Eğitim ve girişimcilik gibi bireysel kalkınma yolları engellenerek, halkın kendine yetme becerisi azaltılır.

  • Tüketim Odaklı Toplum: Üretmek yerine tüketmeye teşvik edilen bir toplum, ekonomik olarak dışa bağımlı hâle gelir.

Örnek: Küçük esnafın yerini büyük zincir marketlerin alması, yerel ekonominin güçsüzleşmesine neden olmuştur. Bu durum, halkın ekonomik özgürlüğünü kısıtlamıştır.

5. Çözüm Önerileri

Halkın refah seviyesini artırmak ve ekonomik bağımsızlığı sağlamak için uygulanabilecek bazı çözüm önerileri şunlardır:

  • Gelir Dağılımında Adalet: Vergi politikalarının yeniden düzenlenmesi ve düşük gelirli kesimin desteklenmesi gereklidir.

  • Üretim Ekonomisine Geçiş: Yerli üretimi teşvik ederek, ithalata bağımlılığı azaltmak mümkün olacaktır.

  • Eğitim ve Bilinçlendirme: Halkın ekonomik okuryazarlığını artırmak, uzun vadede daha bilinçli bir toplum oluşturacaktır.

"Bu film 100 yıldır aynı senaryolar ile oynanıyor" ifadesi, ekonomik manipülasyonların ve halkın yoksullaştırılmasının tarih boyunca nasıl tekrar ettiğini açıkça göstermektedir. Ancak, bu döngüyü kırmak mümkündür. Bunun için halkın bilinçlenmesi, toplumsal dayanışmanın artması ve adil ekonomik politikaların uygulanması gereklidir. Zengin ve bağımsız bir toplum inşa etmek, ancak bu adımlarla mümkün olacaktır.

Bahadır Hataylı/28.12.2024/Sancaktepe/İST

28 Aralık 2024 Cumartesi

Emeklilerin Sessiz Çığlığı Onurlu Yaşama Hakkı

 


Her sabah sokak aralarında ağır adımlarla yürüyen, kimi zaman ellerinde bir çuval, kimi zaman bir bastonla hayata tutunmaya çalışan emeklilerimiz… Bizim toplumsal değerimizin sessiz taşıyıcıları, yılların yorgunluğunu omuzlarında taşıyorlar. Ancak onların bu hak edilmiş dinlenme dönemleri, ne yazık ki pek çokları için onurlu bir yaşam yerine mücadele dolu bir hayatta kalma savaşı haline dönüşmüş durumda.

Bugün 9 milyon emekli, asgari ücretin bile altında bir gelirle yaşamaya çalışıyor. “12.500 TL ile geçinilir mi?” sorusu sadece bir cümle değil, aynı zamanda vicdanlarımızı sorgulatan derin bir yara. Günde bir öğün yeter mi, faturalar nasıl ödenir, ilaçlar alınabilir mi? Bu sorular onlar için günlük hayatın ayrılmaz bir parçası.

Emin olun, çöpleri karıştırarak yaşamını sürdürmeye çalışan 75 yaşında bir birey görmek sadece bir trajedi değil; bu, toplumsal bir yüzleşme gerekliliğinin kanıtıdır. Üstelik biz gençler, hayatın dinamizmi ve sağlıklı bir bedene sahip olmanın ayrıcalığına rağmen, onların yaşam şartlarını düşündükçe kendimizi sorgulamak zorunda kalıyoruz. Eğer bir gün onlar gibi olacaksak, bu günün adaletsizliği geleceğin garantisini nasıl sağlayabilir?

İnsanlık Ölçüsü-Emeklilerin Yaşam Kalitesi

Bir toplumun insanlık ölçüsü, yaşlılarına ve emeklilerine nasıl muamele ettiğinde saklıdır. Yıllarca çalışmış, alın teriyle ülkesine katkıda bulunmuş bireyler, bir kenara atılmamalıdır. Onların bu hayatta sadece hayatta kalma mücadelesi vermemesi, aynı zamanda onurlu bir şekilde yaşaması gerekir.

Bir zamanlar üreten, öğreten, koruyan, var eden insanlar şimdi sessiz ve görünmez kılınmak isteniyor. Çocuklar büyüten, nesiller yetiştiren eller artık kendi ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyorsa, bu toplum olarak nereye yanlış gittiğimizi sorgulamamız gerektiğinin açık bir göstergesidir.

Sadece Ekonomik Değil, Sosyal Bir Mesuliyet

Sorun, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir mesuliyet taşır. Emeklilik maaşlarının yetersizliği kadar, toplumun geri kalanının onlara nasıl baktığı da meselenin bir parçasıdır. Bugün kaçımız apartmandaki yaşlı komşusunun halini merak ediyor? Kaçımız onun yalnız bir yaşam sürdüğünü fark edip yardımcı olmaya çalışıyor?

Yaşlılarımızın ömrü boyunca ürettiği değer, yaşamlarının bu döneminde ödenemeyecek kadar büyük bir borçtur. Onların çöp karıştırmamak, soğukta titrememek ve ilaçlarını alabilmek için sistemle cebelleşmek yerine, dinlenme ve huzur içinde yaşamaya hakları vardır.

Adalet Çağrısı

Toplum ve devlet, her bireyi eşit ölçüde kucaklayabilen bir yapı kurmakla sorumludur. Emeklilerimizin maaşları asgari bir insan onuru seviyesine çıkarılmalı ve tüm sağlık hizmetleri erişilebilir olmalıdır. İlaç almak lüks olmamalı, kalorifer yanacak mı sorusu güncel bir kabus olmaktan çıkmalıdır.

Bunlar, dev bir bütçe meselesinden ziyade bir vicdan, bir öncelik meselesidir. Devletin imkanlarının doğru yönlendirilmesi ve sosyal adaletin sağlanmasıyla milyonlarca emeklimiz daha iyi bir yaşam standardına kavuşabilir.

Sessiz Çığlıkları Duyalım

Bu bir çağrıdır. Emeklilerin haysiyetli bir yaşam sürmesini sağlamak, yalnızca bir ekonomik reform değil; toplumsal bir barış ve güven ortamı inşa etmektir. Çöplerden yiyecek toplayan bir emekliye tanıklık etmek, bir an durup düşünmemizi sağlar: Eğer bugün buna razı geliyorsak, yarın kimlere razı geleceğiz?

Bu hikaye, sadece bir kişinin değil, milyonların ortak kaderidir. Daha gençler için bu, korkutucu bir geleceğin gölgesini hissettirmekte; yaşlılarımız için ise artık bir umut çığlığıdır.

Unutmayalım ki hepimiz bir gün yaşlanacağız. Bugün vicdanlarımızı besler ve emeklilerimize hakkını teslim edersek, yarının daha adil bir dünya olacağına inanabiliriz. Onlar bizden bir şey değil; haklarını istiyorlar. İnsanlık için küçük, fakat adalet için büyük bir adım.

Erol Kekeç/27.12.2024/Namazgah/İST

27 Aralık 2024 Cuma

Stalin'in Tavuğuna Dönen Hayatların Analizi

 


"Kölelere Asla Özgür Olacakları Kadar Ödeme Yapmazlar": Türkiye'de Asgari Ücretle Hayat Mücadelesi

1. Kölelik ve Özgürlük

Charles Bukowski’nin bu sözü, sadece bir ekonomik sistemi eleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda bir yaşam felsefesini, insanın özgürlük arayışını ve modern çağın görünmez zincirlerini de gözler önüne seriyor. Kölelik kavramı, geçmişte fiziksel baskıya ve zorlamaya dayanıyordu. Ancak günümüzde bu kavram, ekonomik sömürü ve sistematik bağımlılık üzerinden şekilleniyor. İnsanlar, hayatta kalmak için sadece geçinebilecekleri kadar bir gelirle yaşamaya mahkûm ediliyorlar.

Bu sistemin temelinde yatan mantık açık: İnsanlar hayatta kalacak kadar kazandığında, özgürlüklerini sorgulayacak, kendilerine yeni bir yaşam inşa edecek zamanı ve enerjiyi bulamıyorlar. Peki, Türkiye’de asgari ücretle geçinen bir birey bu sözün neresinde duruyor?

2. Asgari Ücret ve Hayat Pahalılığı-Bir Geçim Savaşı

Türkiye'de asgari ücret, sürekli artan enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında bir türlü nefes aldırmıyor. 2024 yılında açıklanan 22.104 TL asgari ücret, yüzeyde bir iyileşme gibi görünse de temel tüketim maddelerinin fiyatlarına bakıldığında gerçekler bambaşka.

Kira: Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul gibi metropollerde kira fiyatları ortalama 20.000 TL'ye ulaşmış durumda. Bu, bir asgari ücretlinin maaşının neredeyse tamamına denk geliyor.

Gıda: Market alışverişi artık bir lüks hâline geldi. Temel gıda ürünleri için bir ailenin aylık harcaması 20.000 TL'yi buluyor.

Faturalar ve Ulaşım: Elektrik, su, doğalgaz ve ulaşım masrafları da eklendiğinde, gelir-gider dengesi bir asgari ücretli için imkânsız bir hâle geliyor.

Gerçek Bir Hayattan Örnek

Ahmet Bey, İstanbul’da yaşayan üç çocuklu bir asgari ücretli. Ailesini geçindirebilmek için iki işte birden çalışıyor. Gündüz bir fabrikada montaj işçisi, gece ise bir otelde temizlik görevlisi. Ancak kazandığı para, ne çocuklarının okul masraflarını karşılamaya ne de evin ihtiyaçlarını gidermeye yetiyor.

“Bazen çocuklarıma süt alacak param olmuyor. Kendi boğazımdan kesip onların önüne koyuyorum. Ama yine de yetmiyor. Bir hafta çalışmayı bırakıp hastalansam, borç batağına düşerim,” diyor Ahmet Bey.

Bu durumda Ahmet Bey ve onun gibi milyonlarca insan için çalışmak, bir yaşam mücadelesi olmaktan çıkıp hayatta kalmanın bir zorunluluğu hâline geliyor.

3. Sistemin Döngüsü-Çalışanların Çıkmazı

Sistem, insanları borç ve tüketim döngüsüne mahkûm ediyor. Asgari ücretle geçinen biri, genelde şu döngüyle karşı karşıya kalıyor:

Maaş yatar yatmaz faturalar ve kiralar ödeniyor.

Geriye kalan para gıda ve temel ihtiyaçlar için harcanıyor.

Para yetmediği için kredi kartına yükleniliyor.

Bir sonraki maaş, borçları kapatmak için kullanılıyor.

Bu döngü, sadece ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik bir baskı yaratıyor. Geleceğini planlayamayan, ailesine yeterince vakit ayıramayan bireyler, depresyon, kaygı ve tükenmişlik sendromuyla mücadele ediyor.

Bir Başka Gerçek Örnek

Zeynep Hanım, 25 yaşında bir sağlık çalışanı. Maaşı asgari ücretin biraz üzerinde olsa da, ailesine destek olmak için ekstra işler yapıyor. “Kardeşim üniversitede okuyor, babam emekli maaşıyla ancak ilaçlarını alabiliyor. Kendi ihtiyaçlarımı karşılamayı geçtim, ailemin ihtiyaçlarını düşünmeden hareket edemiyorum. Bazen geleceğe dair hayal kurmayı bile lüks buluyorum,” diyor.

4. Toplumsal Adalet ve Eşitsizlik-Çıkış Yolu Var mı?

Türkiye’de gelir dağılımındaki adaletsizlik, bu hikâyeleri sadece bireysel bir trajedi olmaktan çıkarıp toplumsal bir krize dönüştürüyor. En zengin %10’un ülke servetinin yarısından fazlasına sahip olduğu bir ortamda, asgari ücretle geçinen bireyler her geçen gün daha da yoksullaşıyor.

Ancak bu döngüyü kırmak mümkün. İşte bazı öneriler:

1. Eğitim ve İstihdam: Kaliteli ve erişilebilir eğitim, bireylerin daha yüksek gelirli işlere ulaşmasını sağlayabilir.

2. Gelir Adaleti: Vergi sisteminin daha adil bir şekilde düzenlenmesi ve yüksek gelir gruplarından daha fazla vergi alınması gerekiyor.

3. Sosyal Yardımlar: Devlet desteklerinin artırılması ve ihtiyaç sahibi bireylerin yaşam kalitesinin yükseltilmesi şart.

Bir Umut Hikâyesi

Gül Hanım, yıllarca asgari ücretle çalıştıktan sonra, bir kadın kooperatifine katılmış. Burada ürettikleri ürünleri satarak kendi işini kurmuş. Şimdi hem kendi hayatını hem de diğer kadınların hayatını iyileştiren bir girişimci. “Başlarda çok zordu ama artık emeğimin karşılığını alıyorum. Hayatta her şeyin değişebileceğine inanıyorum,” diyor.

Bukowski’nin sözleri, sadece bir ekonomik eleştiri değil, aynı zamanda bir toplumsal gerçekliğin yansımasıdır. Türkiye'de asgari ücretle yaşayan milyonlarca insan, bir kölelik düzenine mahkûm edilmiş gibi görünüyor. Ancak bu karanlık tabloya rağmen, bireylerin dayanışma ve mücadele ile bu zincirleri kırabileceğine dair umut ışığı her zaman var. Özgürlük, sadece ekonomik bağımsızlıkla değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve adaletle de mümkün olacaktır.

Bahadır Hataylı/25.12.2024/Sancaktepe/İST

Yönetim ve Millet İlişkisi


Urfa'da bir köylü Ağa'nın sürüsüne 100 toklu katıp Sezonluk emanet ediyor.
Aradan bir altı ay geçiyor tabii.
Köylü bir kova yoğurdu hediye etmek için alıp ağanın Ziyaretine varıyor.
Daha selam vermeden;
-Ağam bizim toklular ne alemde diyor.
Ağa;
-Valla uçurumdan atladı Baş toklu peşinden atladı beş toklu.
-Yağmur yağdı şimşek çaktı Doksan toklunun ödü patladı.
-Birini verdik kasaba onu katma hesaba.
-Birini verdik Çoban'a ne sana verir ne bana.
-Birini kurt yedi, birini (kendini gösteriyor) Kürt yedi.
Adam kızıyor tabii, yoğurt kovasını alıp ağanın başından aşağı döküyor.
Ağa elini yüzüne sürüp;
-Yarabbi çok şükür Yüzümüzün akı ile Tokluluların da hesabını verdik demiş.

Bir köylü ile Ağa arasında geçen, basit bir köy anekdotu gibi görünen bu fıkra, aslında toplumdaki iktidar ilişkilerinin derin bir yansımasını sunmaktadır. Yönetimlerin toplumlardan aldıklarını kullanma ve aklama biçimlerine dair bir metafor oluşturan bu hikâye üzerinden, yönetim ve millet arasındaki ilişkiyi tüm toplumsal birimler ve sistemler üzerinden ele alalım...

Fıkranın Özü-Güven, Manipülasyon ve Hesap Verme

Urfa’daki köylü, Ağa’ya sürüsündeki 100 tokluyu emanet eder. Ancak 6 ay sonra köylü, tokluların akıbetini öğrenmeye gittiğinde, Ağa çeşitli gerekçeler ve hikâyelerle sürüdeki kayıpları doğal göstermeye çalışır. Sonunda da yüzüne dökülen yoğurdu bir onur nişanı gibi yorumlar ve “Yüzümüzün akıyla hesabı verdik” diyerek, olan biteni bir başarı gibi sunar.

Bu fıkra, şunları ima eder:

  1. Sorumluluğun Devrinde Güven: Millet, emanet ettiği değerlerin (kaynaklar, haklar, vergiler, emeği) iyi bir şekilde korunacağını varsayar. Ancak Ağa, bu güvenin istismarını temsil eder.

  2. Manipülasyon ve Hikâye Üretimi: Gerçek sorumlulukları yerine getiremeyen yönetimlerin, kayıplarını örtmek veya meşru göstermek için çeşitli bahaneler ve hikâyeler üretmesine benzer.

  3. Hesap Verme Kültürünün Yetersizliği: En sonunda, yüzüne dökülen yoğurt gibi bir durumu dahi avantaja çevirebilme çabası, hesap verme anlayışının eksikliğine işaret eder.

Bu noktaları, modern yönetim anlayışı ve toplumsal yaşamın tüm katmanlarını ele alarak değerlendirelim.

1. Yönetim ve Millet-Toplumsal Güvenin Dinamiği

Yönetim sistemlerinin varlığı, halkın gücünü devredip kendi yerine işler kılması ile anlam kazanır. Burada temel mesele, güven ilişkisinin nasıl kurulduğudur. Ancak tarih boyunca birçok yönetim:

  • Gücü tekelleştirmiş,

  • Kaynakları keyfi şekilde harcamış,

  • Halkın temel ihtiyaçlarını göz ardı ederek savurganlık göstermiştir.

Bu tür davranışlar, halkın refahı için kurulan sistemlerin, yönetimlerin kendi iktidarlarının sürdürülmesi için araçsallaştığını göstermektedir. Ağa’nın sürü üzerindeki tavrı, yöneticilerin toplumdan aldıkları kaynaklara karşı sergiledikleri “Bu benim hakkım” anlayışını temsil eder.

Soru: Bir yönetim sistemi, halktan aldığı vergileri nasıl kullanıyor? Bunun hesabı şeffaf bir şekilde millete verilebiliyor mu, yoksa üstü örtülmeye çalışılan bir hikâye mi yaratılıyor?

2. Savurganlık ve Kaynak Yönetimi

Fıkrada, Ağa 100 toklunun akıbetini anlatırken birbiriyle ilgisiz bahaneler sunar:

  • Doğal afet (şimşek, yağmur),

  • İnsan hataları (çobanın hırsızlığı, kasap için verilenler),

  • Hayvanların doğal ölüm süreçleri (uçurumdan düşme, korkudan ölme),

  • Ve en nihayetinde “kendi çıkarını koruma” (birini Kürt’ün yemesi).

Bu, aslında kaynakların harcanışına yönelik kamuoyunda oluşturulan kafa karışıklığına benzetilebilir:

  • Doğal felaketler, ekonomik krizler bahanesiyle savurganlıkların aklanması,

  • Bürokrasinin hantallığından doğan israf,

  • Bazı bireylerin veya grupların kişisel menfaatlerini toplumun çıkarlarından üstün tutması.

Modern sistemlerde devlet, bireyden çok daha büyük bir sermaye ve kaynak yönetimi gücüne haizdir. Ancak bu gücün suistimali, hem maddi hem de manevi kayıplar yaratır.

Soru: Toplum, yönetimlerin savurganlıklarını nasıl sorgulamalı? Kayıpların hangi kısmı gerçekten kaçınılmaz, hangisi manipülasyonla meşru kılınıyor?

3. Manipülasyon ve Halkın Algı Yönetimi

Fıkranın doruk noktasında, Ağa kendine dökülen yoğurtla yüzünü silerken “Yüzümüzün akıyla hesabı verdik” der. Bu, yöneticilerin, hesap verme gerekliliğini bir başarı gibi göstermesine benzer. Gerçekte yaşananlar, her ne kadar hesap verememeyi kanıtlasa da halkın algısının yönetilmesiyle bu durum bir erdem gibi sunulabilir.

Tarihsel Örnekler:

  1. Krallar ve Mutlakiyet Dönemleri: Kralın “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” olduğu inancı, onun hatalarını örtmede etkili bir argüman oldu.

  2. Modern Politik Manipülasyonlar: Demokratik rejimlerde dahi propaganda teknikleri, medya kontrolü ve bilgi asimetrisi yoluyla benzer bir algı yönetimi sürdürülmektedir.

Soru: Halk, algı yönetimini nasıl fark edebilir? Gerçek hesap verme mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?

4. Toplumsal Yaşamın Bütünsel Birimleri

Bir toplumun bütünsel sağlığı, sadece yönetimlerin değil, bireylerin, toplulukların ve kurumların da adil ve hesap verebilir şekilde davranmasına bağlıdır. Fıkradaki diğer unsurları toplumsal birimler olarak ele alırsak:

  • Toklular: Halkın bir bölümünü temsil eder. Çoğu kez sessiz ve edilgen bir şekilde sürece dahil edilir.

  • Köylü: Hakkını sorgulayan bilinçli bir vatandaşı temsil eder.

  • Çoban: Gücünü kötüye kullanma potansiyeli taşıyan aracı kurum veya bireylerdir.

  • Ağa: İktidarın odağıdır; hem yönlendirici hem de manipülatördür.

Bu birimler arasında sağlıklı bir işleyiş kurulmadığında, toplumun genel işleyişinde aksaklıklar ortaya çıkar.

Soru: Yönetim, kurumlar ve bireyler arasında karşılıklı denetim nasıl sağlanabilir? Tüm tarafların sorumluluklarını yerine getirdiği bir toplumu nasıl inşa edebiliriz?

Yönetim ile Milletin Hesaplaşması

Fıkra, basit gibi görünmekle birlikte, toplumsal yapıya dair önemli sorular sormamızı sağlıyor. Yönetimler:

  • Toplumun emanetini nasıl koruyacak?

  • Kaynakları savurmadan adaletli bir şekilde nasıl kullanacak?

  • Hesap verme mekanizmasını meşru ve şeffaf şekilde nasıl kuracak?

Aynı şekilde halk da sorgulayıcı bir bilinç geliştirmeli; manipülasyonları fark edip gerçek hesap verme kültürünün yerleşmesini sağlamalıdır. Ağa’nın yüzüne yoğurdu döken köylü, belki de bu hesaplaşma sürecinde olması gereken ilk adımdır: Hak aramak, hesabı sormak ve göz boyamalara kanmamak.

Son Söz: İster Ağa olun, ister köylü, herkesin bu dünyadaki sorumluluğu adalet terazisinde sınanacaktır. Yüz akı, yalnızca hakka uygun davrananların sahip olacağı bir erdemdir.

Bahadır Hataylı/27.12.2024/Sancaktepe/İST

22 Yıllık AKP İktidarının Sosyolojik Değer Analizi

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 2002 yılından itibaren süregelen 22 yıllık iktidarı, Türkiye siyasetinde ve toplumsal yapısında çok derin izler bırakmıştır. AKP'nin yola çıkışı, muhafazakar-demokrat bir ideolojiyle özdeşleştirilmiş; ıslahatlar ve "değerlere dönüş" çağrısıyla geniş halk kitlelerinin desteğini kazanırken, ahlaki ve toplumsal yapıya vurgu yapılmıştır. Ancak bu dönem, aradan geçen yıllarla birlikte, söz konusu değerlerin hem korunması hem de geliştirilmesinden çok, dejenerasyona ve yozlaşma eleştirilerine konu olmaktadır.

AKP iktidarı döneminde inancın ve ahlaki değerlerin sosyolojik perspektifle nasıl değiştirildiğini ele almakta ve aile, eğitim, dayanışma, sevgi, saygı, paylaşım, kardeşlik ve merhamet gibi temel insanı kavramlardaki yozlaşmanın nedenlerini çarpıcı örneklerle irdelenecektir.

1. AKP'nin "Değerler" Retoriği ve Gerçeklik Arasındaki Çelişkiler

AKP'nin söylemi, geleneksel değerleri canlandırma, toplumu birleştirme ve ahlaki erozyonla mücadele üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak, bu vaatlerin toplumsal gerçeklikle uyuşmadığı birçok çelişki çıkarmıştır:

  1. Ahlaki Değerlerdeki Çift Standartlar: Kamusal hayatta ahlakın korunması vurgulanırken, iktidar temsilcilerinin adı karışan yolsuzluk skandalları ve özel hayata dair çelişkili tutumlar, özellikle gençler arasında "ahlakı" sorgulanır bir kavram haline getirmiştir.

  2. Din Üzerine Araçsallaştırma: Toplumun maneviyatıyla özdeşleşen kavramların siyasi propaganda malzemesi haline getirilmesi, dini söylemlerin otantikliğini zedelemiştir. Caminin sosyolojik birleştirici özelliğindense siyasete alan açmak için kültürel bir göstermelik malzeme yapıldığı eleştirileri, bu tespitin önemli kanıtlarındandır.

  3. Medyanın ve Dizilerin Etkisi: Toplumu yönlendiren popüler dizilerde aşırı bireysellik, entrika ve öz değerlerden uzak hikâyelerin "toplumun aynası" diye sunulması, temel değerlerin yozlaşmasında çift yönlü bir rol oynamıştır. AKP destekli medyanın dahi bu tarz yapımlara çanak tutması manidardır.

2. Aile Kurumu ve Dayanışmanın Dönüşümü

Aile, Türk toplumu için daima bir köşe taşı olmuştur. Ancak AKP döneminde ailenin korunması retoriğine rağmen gözle görülür bir zayıflama söz konusu olmuştur:

  1. Boşanma Oranlarındaki Artış:
    2002 ile 2024 yılları arasındaki boşanma oranları dramatik bir artış göstermiştir. İktidarın bu konuya olan ilgisizliği veya sadece "kadın ve aile” temsiliyetindeki sığ politikaları, daha derin bir toplumsal destek ihtiyacını gözler önüne sermektedir.

  2. Ekonomik Baskılar:
    Enflasyon, alım gücü kaybı ve işsizlik oranları, aile yapısında ciddi strese sebep olmuş; "birlikte yükü paylaşma" hissinden uzak, bireysel kaçış yolları arayan kitleler oluşmuştur.

3. Eğitim ve Toplumsal Bilincin Değişimi

Eğitim, bir toplumu geleceğe taşıyan en kritik dinamiklerden biridir. Ancak AKP dönemindeki eğitim politikaları, eleştirilerin merkezinde yer almıştır. Özellikle "değerler eğitimi" retoriğiyle yola çıkılırken, uzun vadede yozlaşma eleştirileri yoğunluk kazanmıştır:

  1. Eğitim Sistemi ve Adalet: TEOG, LGS gibi sınav sistemlerindeki sık değişiklikler, hem öğrenciler hem de aileler için derin strese neden olmuş ve sistemin kaotik yapısı eğitim kalitesini olumsuz etkilemiştir.

  2. Değerler Eğitiminin Anlam Kaybı: Ders kitapları ve mücerret eğitim politikalarında sevgi, saygı gibi değerlere vurgu yapılırken, söylemden öteye geçemeyen bu mesajlar uygulamada toplumda yankı bulmamıştır.

  3. İmam Hatiplerin Artışı ve Nitelik Tartışması: AKP döneminde İmam Hatip liselerinin sayısındaki belirgin artışa rağmen, bu okullardaki mezunların akademik başarılarının düşüklüğü sık söz konusu edilmiştir. Bu durum, "maneviyata odaklanılırken liyakatin ve eğitim niteliğinin ihmal edilmesi” olarak eleştirilmiştir.

4. Sevgi, Merhamet ve Dayanışmanın Eriyen Etosu

Toplumu bir arada tutan öz, sevgi, merhamet ve dayanışma değerlerinde hissedilir bir çözülme yaşanmıştır. Bu erozyon, özellikle küreselleşme ve tüketim çağıyla da pekişmiştir:

  1. Yardımlaşmanın Politize Edilmesi: Ramazan yardımları veya gösterişe dayalı kamu projeleri aracılığıyla "yardımlaşma" değerinin siyasallaştırılması, bu etkinliklerin halktan ve kalpten uzaklaşmasına neden olmuştur.

  2. Komşular Arasındaki Kopuşlar: Geleneksel dayanışma hissi yerine, bireyci hayat tarzlarının yaygınlaşması, toplumsal bağları zayıflatmış ve insanlar arasında "yalnız adalar" örüntüsü ortaya çıkmıştır.

Gerçeklerle Yüzleşme Çağrısı

22 yıllık AKP iktidarı, ahlaki ve manevi değerlere dönüş sözüyle başlasa da, sosyolojik bir perspektiften bakıldığında bu değerlerin çoğunun yoğun bir dejenerasyona uğradığı görülmektedir. Aile kurumu zayıflamış, eğitim sistemindeki kaotik yapı geleceğe olan umutları ötelemiş, sevgi ve dayanışma gibi temel insani değerler erozyona uğramıştır. Toplumun kendi özüyle yüzleşmesi, bu sorunlara çözüm bulmasıyla ancak  halledilebilir. Bu yolda gerçekçi ve kapsayıcı yaklaşımlar, değerlerin yeniden ihya edilmesine vesile olabilir.

Bahadır Hataylı/24.12.2024/Sancaktepe/İST

25 Aralık 2024 Çarşamba

Filistin Zulmü ve Dünyanın Sessizliği: Adalet ve Gerçekler


Dünyanın dört bir yanında zalim ile mazlumun savaşı devam ederken, Filistin bu meselenin kanayan yarası olmaya devam ediyor. Filistin'in yaşadıkları, sadece bir coğrafyanın veya bir halkın çektiği acılar olarak kalmıyor; aynı zamanda dünyanın vicdanının da bir göstergesi haline geliyor. Ancak bu vicdanı gösterge maalesef çoğu zaman sessiz, suskun ve ilgisiz kalıyor.

Filistin halkı, yıllarca süren bir işgale ve teröre maruz kalıyor. Evlerinden edilen, çocuklarının hayalleri yok edilen, hatta hayatta kalma mücadelesi veren bu insanların sesi maalesef ki dünyada gereken yankıyı bulmuyor. İnsanın sorası geliyor: Neden Filistin'in sesi bu kadar cılız, fakat cevapsız? Neden bu adaletsizlik görülmezden geliniyor? Bu sorulara cevap bulmak için dünyanın şuan önünde bulunan sorunlara, önyargılara ve çıkar ilişkilerine derinlemesine bakmak gerekiyor.

Filistin’in Dramatik Tarihi ve Zulmün Kökleri

Filistin’in tarihini anlamadan bugünün çelişkilerini anlamak mümkün değildir. 1948'de İsrail'in kuruluşuyla birlikte Filistin topraklarında büyük bir trajedi yaşandı. Yüz binlerce Filistinli topraklarından sürüldü, köyleri yerle bir edildi ve o gün bugün devam eden acı bir işgal süreci başladı. Bugün Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs'te yaşananlar sadece tarihsel bir bağlama sahip değil; aynı zamanda ırkçı politikaların, baskının ve ekonomik yıldırma stratejilerinin bir sonucu.

Bu zulüm, masum çocuklardan yaşlılara kadar herkesi etkiliyor. Sadece 2023 yılında Gazze'de yaşanan hava saldırıları sonucu yüzlerce çocuk hayatını kaybetti. Yerle bir edilen hastaneler, yıkılan okullar ve günlük iş için temel işletme özgürlükler, bu insanların yaşam mücadelesini daha da zorlu hale getiriyor. Uluslararası medyada ara sıra kısa bir yer bulabilen bu olaylar genellikle yalın bir "şiddet sarmalı" veya "iki taraflı çatışma" olarak sunuluyor. Ancak bu şiddetin taraflar arasındaki eşitsizliklerini, işgalci ve işgal edilen arasındaki derin farkı görmezden gelmek büyük bir haksızlık.

Dünyanın Çifte Standardı

Filistin'in sesi çıkar, ancak dünyadan sadece kınama mesajları gelir. Bu sırada dünya sahnesindeki diğer zalimlerin durumuna bakıldığında, ironik bir şekilde, pek çok aktörün ne kadar "hassas" davrandığını görüyoruz. Ortadoğu’daki başka bir lider "zalim" ilan edildikten sonra kısa sürede o ülkelerde "demokrasiyi ve özgürlüğü getirmek" adına askeri operasyonlar başlatılır. Irak, Libya ve Suriye buna örnek verilebilir. Demokrasi adına görülen bu harekatların sonuçları acı verici olmuştur. Ancak aynı hassasiyet Filistin için neden gösterilmez?

Görülür ki mesele sadece zalimi durdurmak ya da mazlumu kurtarmak değil; çıkarları korumaktır. Zira Filistin, stratejik ya da ekonomik bir kazancı vadetmezken, Ortadoğu'nun başka toprakları için bu söylenemez. Çoğu kez "dünyaçı vicdan" sadece menfaatlerin peşine düşer.

Filistin ve Medya Manipülasyonu

Medyanın bu işlerde oynadığı rol yadsınamaz. Filistin meseleleri genelde karışık ve karmaşık bir şekilde sunulur, ta ki olaydan kopuk bir kamuoyu ortaya çıksın. Medyanın ayrımcılık güttüğü ise inkâr edilemez. Gazze'de öldürülen çocuklar sadece birer sayı, ancak başka bir yerde yaşanan sivil kayıplar detayıyla anlatılır. Medya çok kere mazlum olan Filistin halkı yerine, şiddet eylemlerini meşrulaştıracak başlıkları tercih eder. Bu da dünyada adalet algısını iyice bozar.

Zalim Kimdir? Mazlum Kimdir?

Zulmün tarifi çok açıktır: Hak gasbı ve adaletsizliktir. Filistin'de şu an olup bitenler, bir coğrafyanın tam anlamıyla haklarının gaspıdır. Buna karşı savaşan Filistin halkı "terörist" olarak damgalanıyor. Halbuki kendi topraklarında var olma mücadelesi veren bir halk terörist değil, tam anlamıyla mazlumdur. İsrail’in ise ileri teknolojik silahlarla yaptığı işler, çoğu insan hakları beyannamesine aykırıdır. Ancak "güçü elinde bulunduran", medya ve diplomasi yoluyla mazlumun sesini kısmayı başarır.

Filistin Örneğinden Alınacak Dersler

Adaletsizliğe karşı susmak, mazluma çektiklerini kabullenmek demektir. Filistin meselesi, sadece bir coğrafya sorunu olarak değil; dünyanın nereye gittiğinin bir göstergesi olarak görülmelidir. Eğer zalime karşı durulacaksa, bu duruşun etik ve tutarlı olması gerekir. Bugün Gazze’ye susanlar, başka bir mazlumun hakkı için "kahramanca" konuşabilir mi?

Son olarak şu açıkça belirtilmelidir ki:

  • Filistin halkının çıkışı ve direnişi, insanlık tarihine mal olmuş şerifli bir çaba olarak algılanmalı.

  • Dünya devletlerinin, işgalciye sağladığı siyasal ve askeri destek son bulmalı.

  • Sadece ekonomik çıkarlar göz önüne alınarak mazlumlara "yarım destek" verilmesinden vazgeçilmeli.

Bahadır Hataylı/24.12.2024/Sancaktepe/İST

Türkiye’nin Sosyoekonomik Gerçekleri ve Sorular


  1. Türkiye, bir zamanlar medeniyetlerin kesiştiği, umudun ve refahın sembolü olarak bilinen topraklarında, şu an köklü bir ekonomik ve sosyal buhranı yaşamaktadır. Ancak bu krizler sadece rakamlarla ya da yüzeysel analizlerle açıklanamaz. Gündelik yaşamdan çıkan çığlıklar, pazarlarda, market raflarında, sokaklarda ve hatta evlerin içinde yankılanmaktadır. İsraf ve Yoksulluk: Derin KontrastlarBir tarafta sarayların ihtişamı, kamu binalarında savurganca kullanılan devasa bütçeler ve protokol masrafları… Diğer tarafta çöplüklerden yiyecek toplayan insanlar. Bu kontrast, adeta bir ülkede iki farklı dünyanın yaşadığını gözler önüne seriyor.

  2. Örnek 1: Bir yanda çok katlı, milyon dolarlık rezidanslarda yaşayan bir elit kesim varken, diğer yanda çocuğuna bez ve mama alamayan bir anne, sosyal medyada yardım çağrısı yapıyor.

    Örnek 2: 2023 yılında, bir bölgede belediye, milyonluk bir projeyi sadece itibar göstergesi olarak lanse ederken, aynı mahallede elektrik faturasını ödeyemeyen bir ailenin mum ışığında yaşadığı haber oluyor.

    Zamlar ve Market Rafları

    Her hafta gelen yeni zamlar, market raflarında adeta halkın umudunu siliyor. Bir kilo peynirin fiyatı her hafta gelen zamlarla yükseliyor. Rafların önünde duran insanların sessizce hesap yapıp sepetlerinden ürün çıkarması, toplumun dramatik öyküsünü fısıldıyor.

    Örnek: Bir kadın, markette kıvranıyor: "Kızımın istediği çikolatayı alamadım," diyor. Bu söz, bir annenin yükünü ve toplumsal vicdanın kaybını özetliyor.

    Geçim Savaşı ve Toplumun Parçalanışı

    Bir yandan artan fuhşiyat, diğer yandan borç batağına saplanan insanlar… Bunlar sadece özel hikayeler değil, toplumsal çöküşün önüne geçilmediğini gösteriyor. Çocukların geleceği, alın teriyle kazanılan paraların bir avuç azınlığa akıtıldığı bir sistemde güvence altına alınamaz hale gelmiş durumda.

    Örnek: Bir aile, elektrik ve su faturasını ödeyemediği için sokakta yaşıyor. Çocuklar okul yerine kağıt topluyor, bir başka aile ise kredi kartı borçlarıyla bunalımın eğiğinde intiharı seçiyor.

    Umutlar ve Umutsuzluklar-Çözüm Var mı?

    Bu ortamda, umutların diri kalması mümkün mü? Gün geçtikçe artan umutsuzluk, görmezden gelinen bir toplumsal tehlike yaratıyor. Gençler, geleceklerini yurtdışında ararken, ülkede kalanlar için her gün biraz daha dayanılmaz hale geliyor.

    Örnek: Mühendislik bölümü mezunu bir genç, asgari ücretle çalışıyor ve "Neden okudum ki?" diye soruyor. Bu soru, çöken eğitim sisteminin ve ekonomik politikanın bir çığlığı.

    Yetkililere Yönelik Sorular ve Uyarılar

    1. Neden İsraf? Milyonlarca TL sarayların yapımına, lüks makam araçlarına ve protokol masraflarına ayrılırken, halk çöplüklerde yiyecek arıyor. İsrafın azaltılması için hangi adımlar atılacak?

    2. Zamlar Nasıl Durdurulacak? Her hafta gelen zamlarla halkın körüklenen öfkesi, ekonomik planlama eksikliğinin bir sonucu mu? Bu konuda hangi somut tedbirler alınacak?

    3. Yolsuzlukların Hesabı Verilecek mi? Kimi çıkar gruplarına akıtılan kamu kaynaklarının hesabı neden sorulmuyor?

    4. Mazlumun Yanında Durulacak mı? Ev kirasını ödeyemeyen, çocuklarını doyuramayan ailelere hangi kalıcı yardım projeleri sunulacak?

    5. Gençlerin Geleceği Nasıl Kurtarılacak? Gençlerin ülkeden kaçışını engellemek için hangi reformlar planlanıyor?

    Toplumsal Adalet ve Refah Taleplerimiz

    1. Tüm kamusal israflar derhal sonlandırılmalı, şeffaf bir kamu maliyesi inşa edilmelidir.

    2. Asgari ücretle geçinmenin mümkün olmadığı kabul edilerek, yaşam standartlarına uygun bir asgari üret belirlenmelidir.

    3. Eğitim sistemi, piyasanın ve toplumsal ihtiyaçların önceliklerine göre yeniden dizayn edilmelidir.

    4. Güvenilir bir sosyal yardım ağı oluşturularak, yoksulluk sonlandırılmalıdır.

    5. Türkiye’nin geleceğini tüketen rant ve çıkar politikaları derhal sona erdirilmelidir.

    Bu çağrı, halkın çaresizlik çığlıklarını duyan herkes için bir farkındalık yaratma amacı taşıyor. Şu anda atılacak her adım, Türkiye’nin geleceğinin bir başka nesil için umut dolu olmasını sağlayabilir.                         Bahadır Hataylı/24.12.2024/Sancaktepe/İST

Göğün Tanıklığında Yanan Renkler



Gecenin en karanlık anlarından biri. Ayaklarımızdan dökülen ümitler ve içimizde sönmek üzere olan çıralarla bir çıkmazdayız. Öyle bir çağa düştük ki, zaman ve zemin, büyüklerin ellerinde bir kılıf olmuş; içine sığdırılamayan ruhlar, kendi renklerinden mahrum edilmiş. “Zamanın ve zeminin rengine bürün” diyen bir sesi hatırlıyorum. Ama ben diyorum ki: Zamanın da zeminin de rengine bürünme; yoksa kendi rengini kaybedersin.

Ne gariptir ki, böyle bir çağda herkes çok renkli gözükmek istiyor ama kimse kendi rengine sadık değil. Renk cümbüşü diye adlandırdığımız, aslında gri bir dünyanın sahte şallısından başka bir şey değil. Bir sahne kurmuşlar; kimimiz oyuncu, kimimiz izleyici. Ama sahnenin ardında dönen oyunun ne kadar farkındayız? Hepimiz birilerinin çarkında tükeniyoruz. Peki, neden kendi rüzgârımızı yaratmıyoruz?

Bir bak kendine! Kendi rengini kaybedersen, hikâyeni de kaybedersin. Zamanın da zeminin de bir anlamı kalmaz. Sen olmadığın sürece, varoluşun eksik kalacak. Kendi rengini bulmak, kendi hikâyeni yazmaktır.

Değirmenin Altında Kaybolanlar

Dünyayı bir değirmen gibi düşün. Her birimizin omuzlarına yüklenmiş çarkı, kimlerin döndürdüğünü fark ediyor muyuz? O değirmen bizi öğütürken kimse ses çıkarmıyor. Görmeyen gözler, duymayan kulaklar, akıl yoksunu zihinler... İşte böyle kayboluyoruz. Başkalarının renginde yok olup gidiyoruz.

Başkaları “Seçenekler yok” diyerek seni kendi hikâyelerine mahkûm ediyor. Ama aslında seni kendinden uzaklaştıran bir oyun bu. Senin kendi renginle dünyayı güzelleştirme ihtimalinden korkuyorlar. Çünkü kendi rengini bulduğun anda onların maskesi düşer.

O cenderenin rengine boyanmak zorunda mısın? Değirmenin altına girmek zorunda mısın? Hayır! Sen kendi rengini bulduğun an dünyayı değiştirebilirsin. Kendi hikâyeni yazabilir, insanlığa yeni bir nefes olabilirsin.

Renkleri Yok Olan Bir Toplum

Toplumlar, kendi renklerini kaybettikçe griye boyanıyor. Rengini unutan insanlar, özgünlüklerini yitiriyor. Sahte renklerin ardında saklanıp duran bir kalabalık düşünün. Kendi gerçekliğinden korkan, varoluşunu sorgulamaktan kaçan bir kalabalık. Oysa renkler, insan sayısı kadar çeşitlidir. Her birimizin bir hikâyesi, bir tonu vardır. Ama bu tonları birleştirip kendi rengine boyamak isteyenler var. Onlar, renksiz dünya yaratmaya çalışan zalimler.

Çıplak kral masalını hatırlıyor musunuz? Bir kral, üzerinde elbise olmadığı halde herkesin ona hayranlıkla baktığını düşünmüştü. Çünkü kimse gerçeği söylemeye cesaret edemiyordu. Bugün de aynı durumdayız. Sahte renklerle bezeli dünyada, kimse kendi rengini aramaya cesaret edemiyor. Ama gerçek özgürlük, kendi rengimizi bulduğumuzda başlar.

Kendi Rengini Bulmak

Kendi rengini bulmak, kendini bulmaktır. Her insan, kendi rengini taşır. O renk, onun ruhunun ve varoluşunun özündedir. Ama bu rengi bulmak için çaba lazımdır. Başkalarının sana boyadığı renkleri silip atmalısın. Kendi özünü keşfetmelisin.

Ama cesaret olmadan bu mümkün değildir. Kendi rengini bulduğun an, çevrendeki sömürüyü de fark edersin. Seni susturmaya çalışan sistemin maskesini düşürürsün. Onların oyununu bozar, yeni bir hikâye yazmaya başlarsın.

Kendi rengini bulduğun anda, bu dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilirsin. Zaman ve zemin seni değil, sen zamanı ve zemini değiştirirsin.

Bahadır Hataylı/11.09.2024/Sancaktepe/İST

Gerçek Güç-Bırakmanın Bilgeliği


Hayatta, çoğu insanın göz ardı ettiği bir gerçek vardır: Gerçek güç, bir şeye tutunmakta değil, onu ne zaman bırakmanız gerektiğini bilmekte yatar. Ancak bu sözün derinliğini anlamak, onu hayata uygulamak kadar kolay değildir. Bir şeyi bırakmak, genelde zayıflık veya teslimiyet olarak algılanır. Oysa, bırakabilmek, cesaret, bilgelik ve öz farkındalık gerektirir. Bu yazı, hayatın farklı alanlarında tutunma ve bırakma arasındaki hassas dengeyi sorgulayacak ve bırakmanın nasıl bir güç kaynağı olduğunu açıklayacaktır.

Tutunmak-Güvenli Alanın Tuzakları

İnsan doğası gereği belirsizlikten kaçınarak kendini güvende hissettiği alanlara tutunmaya çalışır. Ancak bu güvenli alanlar, bazen bizi zincirleyen prangalara dönüşebilir. Eski işimiz, toksik bir ilişkimiz, hepsi bir noktada artık bize hizmet etmemeye başlar.

Tutunmak, genellikle alışkanlıklardan ve korkulardan beslenir. Bir şeye tutunarak hayatımızın kontrolünün elimizde olduğunu hissederiz. Ancak gerçek şu ki, bazen kontrol ettiğimizi düşünürken, kontrolün aslında bizim elimizden kaydığını fark etmeyiz. Eski düzenimizi koruma çabası, bizi yeniliklerden ve büyümekten alıkoyar.

Bırakmanın Zorluğu-Belirsizliğe Adım Atmak

Bir şeyi bırakmak, bir bilinmeze adım atmaktır. Bu da korkutucudur. İnsan zihni, bilmediği alanları tehlike olarak algılama eğilimindedir. Şu sorular zihnimizde yankılanır:

  • Ya daha kötüsüyle karşılaşırsam?

  • Ya pişman olursam?

  • Ya bu kararla her şeyi kaybedersem?

Ancak bu soruların ötesine geçmek, büyümeyi ve özgürleşmeyi beraberinde getirir. Belirsizlik, aynı zamanda yeni fırsatların kapısıdır. Eski bir kapıyı kapatmadan yeni bir kapının açılamayacağını kabul etmek, bırakmanın ilk adımıdır.

Hayatın Farklı Alanlarında Bırakabilmek

  1. Toksik İlişkilerden Kurtulmak

    İlişkiler, hayatta bizi en çok etkileyen alanlardan biridir. Ancak bazı İlişkiler, destekleyici olmaktan çıkıp tüketici hale gelir. Bir dostluk, bir aile bağı ya da romantik bir ilişki, artık size zarar veriyorsa, bunu bırakabilmek büyük bir güç gerektirir.

    Örnek: Bir çift düşünün. Birbirlerini seviyor gibi gözükseler de, her gün tartışmalarla, saygı eksikliğiyle ve acıyla geçiyor. Bu çiftin bütün enerjisi, sorunların üstesinden gelmeye çalışmak yerine, birbirini yıpratmakla tüketiliyor. Böyle bir durumda, bırakmak, hem kendi mutluluğunuz hem de karşı tarafın mutluluğu için gereklidir.

  2. Kariyerde Değişim Cesareti

    İşinizi bırakmak, birçok insan için çok zor bir karardır. Maddi güvenlik, alışkanlıklar ve toplumun baskısı, bu karanın önünde büyük engellerdir. Ancak artık size heyecan vermeyen, sizi geliştirmeyen bir işte çalışmak, ruhsal çöküntüye neden olabilir.

    Örnek: Bir bankada yıllarca çalışıp kariyerinde başarılı olmuş birinin, aslında sanatla ilgilenmek istediğini fark etmesi ve bankacılığı bırakıp resim yapmaya başlaması, büyük bir cesaret örneğidir. Bu kararla, kendi rengine sadık kalarak daha anlamlı bir yaşam sürebilir.

  3. Geçmişi Bırakmak

    Geçmişte yaşanan travmalar, hayal kırıklıkları ve pişmanlıklar, bırakılması en zor olanlardandır. Ancak bu yükleri taşımaya devam etmek, sadece geleceği karartır. Geçmişi bırakmak, onu unutmak anlamına gelmez; aksine, ondan öğrenip yolunuza devam etmek demektir.

    Örnek: Bir çocukluk travmasından dolayı yıllarca kendini yetersiz hisseden bir bireyin, terapi ve öz farkındalık yoluyla bu travmayı kabul etmesi ve onun etkisinden kurtulması, bırakmanın ne kadar dönüştürücü olabileceğini gösterir.

Bırakmanın Getirdiği Güç ve Özgürlük

Bırakmak, sadece bir son değil, aynı zamanda bir başlangıçtır. Tutunduğunuz şeyleri bıraktığınızda, yeni bir alan yaratırsınız. Bu alan, kendinizi yeniden keşfetmek ve potansiyelinizi ortaya çıkarmak için bir fırsattır.

Özgürlük: Bırakmak, sizi tanımlayan sınırlardan kurtarır. Kendinizi bağlı hissettiğiniz şeylerden özgürleşerek, daha hafif ve daha esnek bir yaşam sürebilirsiniz.

Cesaret: Bir şeyi bırakmak, cesaret gerektirir. Bu cesaret, sadece hayatınızı değil, aynı zamanda başkalarına olan bakışınızı da değiştirir.

Büyük Yolculuklar: Hayatta en önemli yolculuklar, eski şeyleri geride bırakıp yeni maceralara atıldığımızda başlar. Bu yolculuk, kendinizi daha derinden anlamanıza olanak tanır.

Kendi Hikayenizi Yazın

Gerçek güç, hayatta her şeye tutunmakta değil, artık size hizmet etmeyenleri bırakabilme cesaretinde saklıdır. Bırakmanın kolay olmadığı açıktır. Ancak, bu cesareti gösterdiğinizde, hayatınızın kontrolünün yeniden size geçtiğini fark edersiniz. Geçmişin zincirlerinden kurtulup, kendinizle baş başa kalmanın ve özgür bir yaşam sürmenin tadına varırsınız.

Unutmayın: Kendi hikayenizi yazmak, hangi sayfaları yırtıp hangi yeni sayfaları dolduracağınızı bilmekle başlar. Ve bazen, en büyük cesaret, o eski sayfaları bırakabilmektir.

Bahadır Hataylı/21.12.2024/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!