Bu Blogda Ara

24 Haziran 2023 Cumartesi

İNSANLIKTIR KURTULUŞU İNSANLARIN!

İnsanın kurtuluşu ancak insanlıkla olur. İnsanlık dışında insana dayatılan kurtarıcı anlayışların hepsi insanı kendi zindanına taşır. Batıdaki Hümanizman anlayıştaki insanlık yaklaşımı her ne kadar insanlığın içinde küçük bir zerre olsa da insanın kurtuluşu böylesi sloganik, felsefik ve ideolojik yaklaşımların içinden çıkacağı bir problem değildir. Dolayısıyla insanı, ancak insanlık kurtarır dediğimde, insanın yaratılış kodlarındaki insanlık tanımlamasının doğru ve o kodlara yüklendiği şekliyle anlaşılması ve yaşamda karşılık bulmasıyla gerçekleşecektir.

İnsan, kurtuluşunu, kendi türünün ifsat unsurlarının yeryüzü cennetini inşa etmek istediği bozgunculuk iklimi içinde ararsa, hepten tufana uğrayacağını anlamalıdır. Şeytanın karargahında eğitim alan ve onun adına insanları kurtaracağını iddia ederek, insanlığın tüm gen haritasını yerle yeksan eden yeryüzü ifsat çetesinin insanlığa sunacağı iyi hiçbir şey asla olamaz. Onların tek amacı var, insanı yaratılış kodlarından uzaklaştırarak mutlak gücün dışında bir hayat yaşayabileceklerini ikna etmeye çalışmasıdır. Bu konuda belli bir yere kadar mesafe aldığını söyleyebiliriz, ancak bu yol anlık kopabilecek özelliktedir. Allah’a rağmen Allah’tan bağımsız bir yaşamın kurbanları olarak kullanacağınız insan, yaratan ile arasına bir duvar örüldüğü zaman, insana ait olan enerjisini kaybeder ve sonrasında (enerji)dinamizmden yoksun sadece kullanılan bir nesneye dönüşmüş olur. Bu durum, insanı her ne kadar kurtaracağını ve dünya da cenneti vaat eden şeytani bir yaklaşımın anlayışı olsa da insanı psikolojik ve ruhsal bunalıma sokacağı için ondan istediği faydayı alamayacağı gibi, onun pasif bir nesneye dönmesiyle yeni kurbanları bunlar eliyle yakalayamayacağını anlayınca, şeytanın askerlerinin işi de zorlaşıyor.

İnsanı kullanacak şeytani güçlerin planları, insanın genetik kodlarıyla savaşarak, insana iyilik vaadinde bulunarak ona yaklaşmasıdır. Bu tarz yaklaşım insanın kendi iç yapısındaki kodlarla açıkça savaştığı için, istenilen verim alınamıyor. Ama, şeytani güçlerin programcıları, insanın insanlığı barındıran genetik kodlarıyla çatışmadan, yanlışları hedefleyerek doğruları anlatarak hedeflerine varabilirlerdi. İşte, burada yaratan devreye girerek onların planlarını uygulayacakları yöntemi onlara vermiyor ve onları açıkça ortaya çıkarıp, insanlara, insanlığı yeniden inşa etmek için bunlardan kurtulmasının yolunu gösteriyor.

Yaratıcının, yaratılış kodlarına insanlığın değer haritasını koymadığını ve herkesin kendi tecrübelerinden elde edeceği bulgulara göre yaşayacağını sanıyorsak bu büyük bir yanılgıdır. Allah’ın yaratmasında mükemmellik ve bir düzen vardır. Onun eksik yaratması imkansızıdır. Allah yarattığı her şeyi mükemmel yarattığı için his olarak gelip geçen şeytani üfürmeler bir hava gibi kodların üzerinden geçebiliyor, ama, o kodların özüne girecek güç ve kuvvete sahip olmadığı için, sadece çırpınıyor. İnsanın yaratılış kodlarındaki sistem ile, fabrikada üretilmiş içi dolu sert bir demire rüzgârın etkisi ne kadar ise, şeytan ve askerlerinin insanın fıtrat kodları üzerindeki etkisi de ancak o kadardır. Sadece sürekli esen ve meşgul eden bir üfürme yaptığı için şeytanın, insanın tüm fıtrat haritasındaki kodlarına nüfuz ettiği sanılır. Oysa onun öyle bir gücü yoktur. O sadece aldatmak için çevrede dolaşır, âmâ insan kendi özündeki o kodları fark eder ona göre bir yaşam düşlerse, yeryüzü şeytanlarının hepsi avucunu yalamak zorunda kalır. Onun içindir ki insanın kurtuluşu insanlığın fark edilip yaşamda karşılığının olmasına bağlıdır. İnsanlığın, atmosferimizde her yere yayılan bir hava gibi dağılmasını yayılmasını ve onun etkisine göre biçim almasını sağlayamazsak insanı kaybetmiş olacağız. İnsan ancak insanlık haritasında sağlıklı ve özgürce yaşayabilir. İnsanlığın olmadığı ve her an hayattan kovulmak istendiği bir ortamda, insan çılgınlık peşinde koşan bir maymuna döner. Ne yazık ki, geldiğimiz nokta da oradan oraya her an farklı şekil ve kalıplara giren, görüntüde insanı andıran maymuna dönen yaşamın tam ortasında bulunmaktayız. Bu yaşamın zamanla her tarafta legal hale gelmesi, insanlığın illegal bir yapı olarak görülmesine neden olur. Hatta maymuna dönen yaşamlar, maymunlaşmış yaşamlara aykırı olan ve insanca yaşamak isteyenleri izole ederek toplumdan uzaklaştırmaya çalışırlar. O kadar ileri giderler ki, onları bulaşıcı hastalık taşıyan bir virüs olarak anlatırlar. Bu değişimin yaşanmasının temelinde insanın fıtrat haritasındaki kodlardan uzaklaşması ve şeytanın karargahından gelen nefeslerle yaşamını sürdüreceğini sanması vardır.

Yeryüzü şeytani güçleri, her ne kadar şeytan olarak görülmüyor olsalar da onlar tüm çabalarıyla şeytan ve askerlerine hizmet eden ins topluluğu olduğu için, insanları bu kadar kolay aldatabiliyorlar. İnsanı ancak insanla aldatabilirsiniz. İnsanın dışında farklı bir varlığın insan üzerinde böyle yıkıcı bir etki bırakmasını tasavvur edemezsiniz. Bizi bizden olanlar ancak yıkar ve düşmanın galip gelmesini sağlar. Şeytan Ademoğlunu aldatmak için verdiği sözün arkasında duruyor tüm atlı yaya askerleriyle, insanı kendinden koparmaya çalışıyor. Bu çabayı devamlı kılanlar ise kendine asker edindiği yeryüzü ifsat güçlerinden oluşan insanlardır. İnsan şeytana asker olduğu zaman, Allah ile doğrudan savaşa giriyor ve diyor ki, senin gelecekte vadettiğin cenneti gören yok gidip gelene zaten rastlamadık. Ama bizim anlattığımız cennet herkesin gözü önünde dünyada olduğu için, insanlar onun tüm imkanlarına sahip oluyorlar. O zaman senin ahiretteki cennetin mi yoksa bizim dünyadaki cennetimiz mi daha çok misafir ağırlayacak göreceksiniz diye meydan okuyorlar. İnsanlardan oluşan şeytanın ifsat gücü mutlak galip gelemeyeceğini anladığı için kendi ilahlığına da toz kondurmuyor, sürekli dünyayı kasıp kavurma derdinde. Böylesi bir yaşamda karşılaştığımız kimlik bunalımı biyolojik kimlik bunalımı değil, insanlık kimliğine dayanan bunalımdır. Dolayısıyla bizler insan olduğumuzu anlar ve kendi iradi kararlarımızla, insanlık kimliğini yeniden elimize alırsak, dünyada Yaratılışımıza savaş açan hiçbir güç bırakmayız. Yaratılışımızı kabul etmeyenler elbet olur. Ancak onu değiştirmek ve onunla savaşarak onları kendisine köle yapmak isteyenler olmayacaktır.

İnsanlık, yeryüzündeki en kuşatıcı ve evrensel değerdir. Diğerlerinin hepsi insanlığın içine serpilmiş olan parçalardır. İnsanlık, yaratılırken ruhlar aleminde fıtrat kodlarına yüklenmiş olan ademe öğretilen bilginin tam kendisidir. Meleklerin ve başka varlıkların haberdar olmadığı o bilgi insanın kodlarına yüklenmiştir. Âdem, eşyanın tümünün bilgisini anlatmasına rağmen diğerleri Adem’in anlattıklarının ne olduğunu bilmiyorlardı. İşte, Ademin anlattığı bilgi insanlığın tanımı ve içeriğidir. Bu içerik yeryüzünde kapsayıcı ve kuşatıcı evrensel bir değer olduğu zaman, nasıl ki varlık, altında sıralanan tüm diğer kavramları içlem kaplam açısından kapsamına alıyorsa, insanlıkta diğerlerinin tümünü kapsamına alır. Böyle bir bakış açısı ve yaklaşımla yeryüzünü yeniden inşa etmek istediğimizde sanıyorum bu değerlere karşı çıkacak şeytanın doğrudan askerleri dışında kimse olmayacaktır.

İnsanlığın dirilmesi için, tekrar ediyorum fıtrat kodlarının sistemli olarak yerleştirildiği insanlık haritasını ortaya çıkaralım, üzerindeki kiri pası temizleyelim öncelikle insan olarak yerimizin neresi olduğunu tespit edelim, sonrasında insanlığı konuşalım…İşte, o zaman dünyanın çehresinin kısa sürede nasıl değiştiğine ve çekici hale geldiğine şahit oluruz. Böyle değil de herkes kendi ideolojik saplantılarını ve öğrendiği dinsel inanışları insanlığı kurtaracak bir araç olarak dayatır ve onlara göre bir kurtuluş reçetesi sunmaya çalışırsa, şunu biliniz ki hiç kurtulamayacağınız kapıdan zindana girmiş olursunuz. “Ey insan Kerim olan Rabbine karşı seni aldatan nedir diyor Rabbimiz, âmâ ey Müslüman diye başlamıyor. Demek ki İnsan olduğumuz zaman zaten İslam olmuş olacağız. Onun için benim naçizane fikrim önce insan ve insanlık hayatı ortaya çıkmalı ki, bunlar göverdiği büyüdüğü zaman özel yaşam alanları insanların inançları ve ideolojileri olur. Dolayısıyla her ferdin kendi yaşamıyla ilgili olan özel değerlerini herkese dayatması insanlığın imha edilmesi olur. Allah, İslam olarak tek din gönderdi, İlk vahiyden son vahye kadar. Hepsi Tevhitti. Allah’ın gönderdiği Tevhit dini Fıtrattır. Fıtrattan uzaklaşıp insanlıklarını unutanlar için gönderilen tek dinin adı İslam’dır. Yani İslam Fıtratın dışında olan bir şey değildir. Dolayısıyla İnsanlıktan uzaklaşıldığında bir rehabilite ve yeniden düzenlemek için gelen değerler, İnsanlık bütünü içinde olduğu için, onları bayraklaştırarak insanlık sanki Allah’ın istemediği ve fıtrata yerleştirmediği, sonradan ortaya çıkan bir yaklaşımmış gibi düşünülüp öcü muamelesi görmesi, insanların cehaletinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla Tüm İnsanları İnsanlık değerleri altında fıtrat kodlarının yayıldığı haritada yaşamaya davet ediyorum…Bizim tek kurtuluşumuz o haritadaki yerimizi gecikmeden almak ve haritayı canlı hale getirmektir.

Sorgulayan anlayan algılayan ve gerekli tavrı koyarak bir an evvel insanlık çizgisi üzerinde dosdoğru mücadeleye başlayan ve başlamak için diz çöküp bekleyen tüm kardeşlerime selam muhabbet ve iyilik dileklerimi yolluyorum…

Kalın sağlıcakla….

Erol KEKEÇ/23.06.2023/13.08/Namazgah/İST



23 Haziran 2023 Cuma

KENDİ SİSTEMİNİ BOZAN İNSAN FESADIN KAYNAĞIDIR

“Allah’ın sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle ahiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de başkalarına öylece ihsanda bulun. Ülkede bozgunculuk çıkarmaya kalkışma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez!” Kasas:77

İnsan muktedir olduğuna inandığı zaman, kazanımlarının asla elinden çıkmayacağını düşünür ve o şekilde yaşamaya başlar. İnsanın böyle bir ruh haline bürünmesi onu gerçeklerle yüzleşmekten uzaklaştırır, daima kafasında kurduğu hayatın devam edeceğini hesaplar. Bu hesaplar, insanı kendi oluşturduğu zindanına taşır ve o zindanın dışındaki yaşamların hep olumsuzluğunu düşünür. İnsan için bu başlangıç onu var olma hedefinden uzaklaştırır. Ontolojik olarak varlık gerekçesinin dışında yaşamaya başlar. İnsanın ontolojik olarak varlık gerekçesinden uzaklaşması, epistemolojik olarak doğruya ulaşma imkanını da kaybetmesine neden olur. Kendi varlık yasasını anlamamış ve onun dışına çıkmış bir varlığın, bu yaratılış kodlarının, elde etmesi gereken bilgi belge ve becerilere ulaşmasını beklemek ve öyle bir çaba içinde olmak sonuçsuz kalır.

Mutlak yaratan öyle bir sistem kurmuş ki, bu sistemin işleyişinde ön aşamadaki kodlar çalıştırılmadığı ya da atlandığı zaman sonradan gelenlerin çalışması da mümkün olmuyor. Mesela bir yazılım programında bile bunları görmek mümkündür. O sistematik sürecin takip edilmesi gerekir. Adınızı soy adınızı girmeden nereli olduğunuzu ne iş yaptığınızı, yazamıyorsunuz ve o ekran size açılmıyor. İnsanın yaptığı basit bir yazılımda bu sistematiği görüyoruz da Allah’ın mükemmel yarattığı bu sisteminde öyle bir kodlama yazılımının olmadığını mı düşünüyoruz. Öyle ise bu çok büyük bir yanılgı olur. Ondan dolayıdır ki, ontolojik olarak varlık gayesini anlamamış olan bir varlığın, nasıl sorularıyla muhatap olacağı epistemolojik sürece başlaması da mümkün olamamaktadır. Neden ve niçin var oldum sorusu içindeki bilgisel süreç kavrandığı zaman, sonrasında bu varlığın bu gayeye ulaşabilmek için vereceği çaba, bilginin geniş boyutta önüne açılmasına ve o işin hikmetine vakıf olmasına onu götürecektir. Ondan dolayıdır ki, Yaratıcı, yukarıdaki ayette diyor ki, Allah’ın sana verdiği serveti, onun yolunda harcamak suretiyle ahiretini kazan…Servetin ontolojik gerekçesinden habersiz olan bir varlığın, onun hedefinin gerçekleşmesi için nerede harcanacağı bilgisine ulaşması da mümkün değildir. Dolayısıyla ahiret diye bir yaşamı kazanmak ve oraya ulaşmak için de elindekileri, kendisine ahirette büyük pay verecek olanın isteği doğrultusunda harcamasını da düşünemezsiniz. Çünkü önceki aşama kavranmadan anlaşılmadan onunla ilgili gerekli işlemler yapılmadan sonraki ekran açılmayacaktır. Daha sonra gelecek olan açılımlar da açılmadan kapanacağından, insan zamanını sermayesini, işlemeyen ve bir yere kendisini götürmeyen bu yolda tüketerek bir şey yaptığını sanacaktır…İnsanların çoğu zanna göre yaşar zaten. Zanlara göre hayat kurmak, insanın için ön kötü bir yoldur. İnsan bu mağara ortamından çıkarak kendisiyle tanışması için, öncelikle ontolojik gayesini anlamalı ondan sonra bu gayeye ulaşabilecek süreçleri takip etmelidir. Ancak o zaman insan olarak var olmanın gereğini yerine getirmiş olacaktır.

İnsanın, bu ayetteki süreci doğru yaşaması için, öncelikle kendisiyle olan sorunlarını doğru analiz edip ilk yaratılma gayesiyle hayata başlangıç yapması gerekir. Kendisiyle ilgili doğru saptamalara girişmeyen ve sadece rüzgârın estiği taraftan bana ne gelir diye beklenti içinde olan bir varlık zaten insan olamaz. Çünkü insan dinamik değişken üretken yenilenen, aklı ile ayrım yapabilen aynı zamanda vicdanen bir terazi olan varlıktır. Bu varlığın bu donanımları hiç kabul edilerek bir nesne gibi doldur boşalt anlayışıyla hareket etmesini istemek ve öyle yaşayacağını iddia etmek ona yapılacak en büyük zulüm ve hakarettir. Bilimin ürettiği ve teknolojinin bize sunduğu ürünlerden cep telefonumuzu bir çiviyi çakmak için kullanmak ne kadar mantıksız ve onun donanımlarını ve fiziki yapısını imha etmek ise, insanı amacı dışında bir alanda görmek istemekte aynı durumdur. Onun için insan öncelikle insan olduğunu anlamalı ve o uğurda ayağa kalkmalı ki, ulaşması gereken bilgilere doğru kanaldan varsın. Yoksa kendisi için tuzaklar kurmaya devam edecektir.

Allah, tüm uyarılarında insanı varlık gayesi ile yüzleştirmek ve onu kavrayarak yaşamaya çağırmaktadır. Çünkü o gayenin dışında olup, yaratılma gayesinin hedeflediği bir yaşamın içinde olmak mümkün değildir. Bunu özetleyecek çok açık örneklere rastlayabiliyoruz. Mesela bir okulda öğretmen olarak görev yapan biri, kafasında okula müdür olarak atanmak varsa ve onun için çalışmalar yapıyor o uğurda kitaplar okuyup mevzuatı kavramaya çalışıyor, hatta ders dışında sürekli müdür gibi davranarak o moda girmişse, bu şahsın okulda çok başarılı bir öğretmen olmasını ve öğretmenlik mesleki bilgilerini geliştirerek insanlara faydalı çalışmalar yapmasını bekleyemezsiniz. Belki beklersiniz, ancak sadece beklemekle kalırsınız, çünkü onun kafası hedefi başka yerde ama fiili olarak öğretmenlik yapıyor. Bu şahıs hem başarısız olacak hem de inanmadığı ve benimsemediği bir işi yapacağından, kısa sürede itibarını kaybederek sıradan ve kimsenin dikkate almadığı bir kişiliğe dönüşebilir. Yani ne için var iseniz o olmak zorundasınız, öyle değil de siz kendinize bir plan yaparak o planı uygulamaya kalkarsanız, ontolojik gerekçenizden uzak olacağınız için anlamsızlıklarla dolu bir uğraş alanı yaratmış olacaksınız. Hayat böyle bir düzeneğe bağlıdır. Bunlar yaşadığımız evrenimizde bizlerin hayatına damga vurması zorunludur. Bu zorunluluğu sıradanlık olarak değerlendirip öyle hareket ettiğimizde hayatlarımız sıradanlaşacaktır.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra Rabbimizin bu buyruğundan anladığımı sizlerle paylaşmak isterim. Allah’ın ihsanda bulunduğu nimetleri harcamadan, ahireti kazanmak mümkün değildir. Allah’ın verdiği nimetleri onun belirlediği yolda harcayarak ancak ahirete bilet kesebiliriz. Ancak sadece bu yeterli mi değil, âmâ ahireti kazanmanın en önemli yolu olduğunu düşünüyorum. Allah’ın verdiği nimetleri onun yolunda harcamaktan kaçınanın, Allah’a gidecek diğer eylemlerde de gerekli itinayı göstermesi kolay değildir. Ahireti kazanma mücadelesi verirken de dünyadan nasibini unutma, ancak bu nasip senin kullanıp tüketebildiğin ve bedensel yaşamının canlılığını koruyup rabbin için yapacağın çalışmaları aksatmayacak olandır. İsrafta bulunman ve istediğin gibi har vurup harman savurman, nimetin sahibini hesaba katmamaktır. Bunu gözetebilmek için, nimetin mutlak sahibini bilmek ve o nimetlerin varlık ve verilme gerekçelerini doğru anlamak gerekir. Nimetin sahibini dikkate almamak ve istediğimiz gibi istediğimiz koşullarda onu harcamak ve biriktirerek sonrakilere daha rahat dünya yaşamı geçirmeleri için bırakıp onunla övünmek yaratanın, rızkı verenin dikkate alınmamasıdır. Rızkın sahibini dikkate almayanlar, elindeki imkanların kendi çabası olduğuna inandığı anda, dünyada bir fitne kaynağı olmuş demektir. Kendisine bir ihsan olduğunu bilerek bu ihsanı, Allah’ın kullarına ihsanda bulunarak dünyadaki nasibini de unutmamak, yaratılış gayesine ve rızkın verilme hedefine uygun yaşamak olur. Allah böyle bir hedefle yaşayanların ancak ahireti kazanacak davranışlarda bulunduğunu anlatıyor.

Eğer bir toplumda insanlar, keşke filancanın sahip olduklarına bizde sahip olsaydık, görecektiniz ben nasıl lüks hayat oluştururdum diye düşünmelerine ve onların kendinden tarafa meyil etmesine sebep oluyorsa, bu fesadın kendisidir. Onun içindir ki, mal mülk dünyada fitnenin kaynağı olmayacak şekilde, onu verenin istediği gibi onun istediği yerde harcanmalıdır. Ancak o zaman Allah için harcanmış olur. Ancak insanlar çoğu zaman kazandıklarını kaybettiklerinde bu kaybetme ahmaklığını Allah verdi Allah aldı diyerek kendisinin de çok iyi biri olduğunu vurgulamaya çalışır. İnsanın çok iyi bir kul olması, onun elindeki imkanların yok olmasıyla açıklanamayacağını anlaması gerekir. Kişinin yönelimleri  onun hayatında çok önemli köklü değişimlerin olmasına neden olabilir. Şayet, Kul Allah’a yakın olacak fıtratta ise, ona verilen mal mülk, onu Allah’tan uzaklaştıracak ve kendi hevasının peşinde koşacak nitelikte ise, Allah bu kula acıdığından ve günaha batmaması için elindeki imkanları onun elinden alır. Bu ona rahmettir gazap değildir. Ancak kullar çoğu zaman bunu Allah’ın bir gazabı olarak görüp, çok iyi biri olsaydım ya da sen o kadar değerli biri olsaydın Allah senin elindekileri alır mıydı diye kendi akılsızlığıyla açıklamaya çalışır. Bunların hepsi bir zandan ibarettir. Allah zandan kaçınmamızı, verdiğine de vermediğine hamd etmemizi istiyor. Çünkü her ikisinde de bir hayır vardır.

Allah’ın kendi hazinesinden bol bol verdikleri nasıl ki iyi ve kötü olmanın bir nedeni olamazsa, vermedikleri için de aynı durum geçerlidir. Kişinin iyi ve kötü olmasının nedeni onun yönelim ve varlık gayesine ne kadar uygun yaşayıp yaşamadığıyla anlaşılır. Allah’ın gönderdiği elçilerden Süleyman (as)’a her türlü imkanları sunmuşken, Muhammed (as)’ı ise arkadaşları ile birlikte hicret ederek başkalarının yardımına ihtiyaç duyacak duruma getirmiştir. Dolayısıyla mal ve mülkün olup olmaması üstünlük ve üstün olmama işareti olamaz.

İnsanların üstün olup olmaması, onların yönelim ve ihmallerinden doğmaktadır. Dünya ve içindekiler çok sevimli geliyor yığdıkça yığıyor ve senin dışındakilerinde Allah’ın bir ayeti o ayetlerin tepelenmemesi, dimdik ve dosdoğru yaşamalarının gereğine inanırsan, imkânlarını Allah için harcar ahireti tercih edersin, yok böyle bir gaye yoksa o zaman yeryüzünde fitne kaynağı olur bozgunculuğun çıban başı olur, insanların yaratıcıdan uzaklaşmasına bir etken olursun…Karun’un sapmasındaki en önemli gerekçe de zaten bu olduğu bilinmelidir. O mütekebbirleşti ve bunların hepsini ben kendi bilgi ve becerilerimle elde ettim ben bu insanlardan farklı olmam gerekir dedi, elindekilerin onu koruyacağını ve kurtaracağını düşündü. Toplumun içine çıktığı zaman herkes ona verilenlerin kendilerine de verilmesini arzuluyorlar ve başka bir şey düşünmez olmuşlardı. Bu bir fesat unsuru olduğundan Allah rızkın mutlak sahibinin kim olduğunu insanlara göstermek ve onların ibret alıp yaşarken hakikati kavramaları için o bozguncuyu yerin dibine geçirdi. Karun ne kendini ne malını ne köşkünü koruyabildi ne de kendisinin yardımına kimse gelebildi. İşte Allah her ne olursa olsun varlık gayesinin dışında kullanılan yaratılmışların heba olmasını istemiyor ve onları aslına döndürüyor.

Karun’un yerinde olmayı isteyen ama imkânı olmayanlar bu gerçekliği gözleri ile görünce vay demek ki, rızık Allah’ın elindeymiş onu dilediğine verip dilediğinden alırmış biz kendimize zulmettik diyerek yakınmaya başladılar. Bazen imkanlar bir fitne kaynağı olduğu gibi, imkansızlıklarda bu fitnenin yaygınlaşmasına aracılık edip kökleşmesine katkı sunabiliyor. Ondan dolayıdır ki, hiçbir insan içinde bulunduğu yaşamın kendisine verilen bir nimet ya da gazap olduğunu düşünerek yaşamamalıdır. Her iki durumda bir rahmettir, insan ontolojik gayesine uygun yaşarsa, ancak ondan uzaklaşırsa her iki durum da bir gazap sebebi olur.

Rabbim, bizleri verdiklerinde cimrilik etmeyen zenginlerden, fesatçıların elindekine göz dikerek ona ulaşmak için gece gündüz plan kurarak onları ele geçireceği günü hayal edip varlık gayesini unutan imkânsız fakirlerden eylemesin. Her durumda da sadece Rablerini hatırlayarak ondan başkasının önünde eğilmeyen onurlu vakarlı, istikamet üzere dosdoğru olan kullarından eylesin…Dünya yaşamımızın huzur bulması için, kâinatın tevhidi gibi hayatımıza tevhit egemen olmasına çabalayan gönül eri kullar arasına girerek ahireti kazanan kullar arasına bizleri de kat Allah’ım…Bizim dünyamız darmadağınık ahiretimizin ne olacağını bilmiyoruz, senin rahmetin inayetin olmasa bizler senin karşına gelmekte mahcup oluruz. Allah’ım bizleri mahcup eyleme, gönülden seni arzulayan ancak yaşadığı dünyanın çarpıklıkları hayatlarını tarumar eden tüm kullarının dünyasını düzenle ahiretini hayır eyle içine bizleri de kat, sen her şeye gücü yetensin Allah’ım…

Rabbim bizleri hayırda yarışan, ihsan ettiğin ve bu ihsanı senin kulların ile paylaşan, Salih ameller hayatlarının vazgeçilmezi olan kullar eyle; bizler nefsimize zulmettik dünya ve içindekiler bizi kuşattı kalbimiz karardı, ancak senin aydınlığın bizi sana getirir…Rabbim biz senden gelecek her türlü hayra ihsana muhtacız bizleri nurunla aydınlat vicdanlarımızı adaletinle kuşat, merhametinle bizleri hesaba çek tüm ümidimiz ancak sensin Allah’ım….

 Bu içtenliklerimi sizlerle paylaşma güç ve kuvvetini veren rabbime hamdederek makalemi sonlandırıyorum…Selam saygı muhabbet ve iyilik temennilerimle kalın sağlıcakla…

“Allah’ın sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle ahiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de başkalarına öylece ihsanda bulun. Ülkede bozgunculuk çıkarmaya kalkışma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez!” Kasas:77

Erol KEKEÇ/22.06.2023/15.04/Namazgah /İST



22 Haziran 2023 Perşembe

DEVLET HER ŞEYE ULAŞMALI ULAŞAMIYORSA SORGULANMALI

Bir toplumda güç ve imkanların belli ellere verilmesinin amacı, onların kendi yaşam düzeylerini erişilmez kılmak için değil, aksine toplumsal yaşamda oluşacak karakaşa kaos ve aşırılıkları kontrol altına alarak toplumsal kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularının devamına ve gelişmesine katkı sunarak yaşamın huzurlu olmasını sağlamaktır.

İlkçağ site(şehir) devletlerinin ortaya çıkmasından bir nebze haberi olanlar, devletin varlık sebebini ve gücün neden belli ellerde olmasının önemini ve gereğini anlar. İnsanlar ilkel toplayıcılık ve avcılık yaşamından yerleşik yaşama geçişleriyle birlikte, elde ettikleri ürün fazlalıklarını başkalarıyla paylaşmak istedi ve bunların karşılığı olarak da farklı ihtiyaçlarını giderme ihtiyacı doğdu. Dolayısıyla bu istek ve çabalar beraberinde ekonomik piyasayı ve toplumsal etkileşimi ortaya çıkardı. Bu ortamlarda zaman zaman insanlar arası haksızlıklar ve aşırı rekabetler yaşamı zorlaştırmaya başladı. Bu durumdan rahatsız olan piyasadaki insanlar, bu olumsuzlukların önüne geçmek için ferdi olarak altından kalkamayacakları sorunların üstesinden gelmek için, organizeli bir yapı oluşturarak insanlar üzerinde yaptırım yapacak tek güç olarak bu yapıyı güçlendirmek istediler. Bu yapının varlığı o beldenin tüm insanlarının kendi yapmak istediklerini bu güç aracılığıyla yaparak, adil ve paylaşımcı bir yaşamın oluşmasını sağlamaktı. Yani devlet birilerinin menfaatinin koruyanı değil, toplumsal yaşamın kargaşaya neden olmadan düzenli bir şekilde sürekliliğini sağlamak için oluşmuştur. Bu durum daha sonralarda daha aktif ve güç kullanabilecek tek kurum haline gelmiş hatta belli dönemlerden sonra kutsallaştırılarak dokunulmazlık zırhına bürünmüştür. Devletin dokunulmazlığı adalet hakkaniyet koruyuculuk, merhamet ve yönetiminde olan insanların her an sorunlarını çözmesinden doğmuştur. Durup dururken oraya görev için gelenlerin, toplumdan topladıkları vergileri kendi aralarında paylaşarak hesapsızca istedikleri yere harcamasından doğan bir kutsallık değildir. Devlet görevlilerinin aşırı zenginleşmesine göz yuman bir devlet anlayışı zaten toplumsal kaotik ortamların doğmasının yegâne sebebidir. Devleti yönetenler, toplumda ayrıcalıklı bir sınıf haline geliyor ve otoriteyi ele geçirdikten sonra, istediklerini zenginleştiriyor, istediklerinin mal varlıklarına çökerek onların sahibi oluyor ve istediği yere aktarıyorsa, devlet doğuştaki fonksiyonelliğine bağlı olarak kendisine atfedilen kutsallığını kaybeder, insanlara zulmeden despotik bir araca dönüşür. Ne yazık ki, günümüzdeki çağdaş devlet tanımlamaların neredeyse istisnasız büyük çoğunluğu böylesi bir despotlukta level atlamış görünmekteler. Bazı anarşist kuramcıların devlet hakkında söyledikleri, devlet soğuk kanlı canavarların en soğuk kanlısıdır derken bir tecrübeye göre böyle açıklamalar yaptıklarını da anlamış oluyoruz.

Devlet, belli bir zümrenin çıkarlarının korunmasını öncelikli ilke olarak göremez. Çünkü devlet, yönetimi altında bulunan tüm insanlar adına o görevi üstlenmiştir ve toplum onu organizasyonun tek sorumlusu olarak görürken, kendisinin uğraşamayacağı alanların da devlet tarafından yerine getirildiği güvencesiyle yaşamına devam eder. Ancak devlet tarafından korunduğu ve güvence altına alındığına inandığı noktalarda çürümüşlükleri ve kontrolsüzlükleri gördüğü zaman devlete ve devletin gücüne olan inancını kaybeder. Dolayısıyla insanların devlete olan güvenlerini kaybetmesinin temel nedeni yönetici olarak getirdiği insanların devleti işlevsiz ve denetim yapamayan hantal bir yapıya taşımalarıdır. Devlet denetim yapamıyor demek bu çürümüşlüğün en açık örneğidir. Devlet, tebaasından gözünü kırpmadan tüm vergileri alıyor, yetmiyor bir daha alıyor hatta tükettiği oksijene kadar vergi alacak duruma gelmesine rağmen, vatandaşın normal bir yaşam sürmesini sağlayamıyor ve toplumdaki kaotik çıbanları bulup tedavi edemiyorsa, devlet nerede ya da devlet yok mu gibi haykırışları duymak devletin en tabi hakkı olur. Devlet, kendisinin oluşturduğu ya da kendisi görevini yerine getirmediğinden dolayı denetimsizlikten kaynaklanan problemlerin verdiği acılardan rahatsız olan ve bu acıların altında inim inim inleyen insanların acısına çare olmak ve onları dindirmek yerine, onların devlete karşı potansiyel tehlike oluşturduğunu söyleyerek, toplumsal ayrışmaya ve toplumsal çatışmaya sebebiyet vermekle, meşruiyetini kaybettiğini görmesi gerekir. Bir devletin temel meşruiyet gerekçesi kanunlar değil, toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından kabul görmek ve benimsenmektir. Kanunlarla kendisini meşru kılmaya çalışan ve bu kanunlar yaşama aykırı olduğundan dolayı benimsemeyenleri de bastırmaya çalışırsa, devlet tam bir deve dönüşür. O zaman da varlık gerekçesini kendisi tehlikeye sokar.

Ne yazık ki, bizim toplumda devlet bu saydığımız olumsuzlukların neredeyse tamamını iliklerine kadar yaşamasına rağmen, hala en güçlü devlet bizim devlet gibi kıytırıktan sloganlar atarak geçmişteki savaşları diziler haline getirip onlarla övünerek bir çıkar yol bulmaya çalışmak, yolların sonuna gelindiğinin kanıtı olur. Hangi devletler geçmişteki tarihi başarıları destanlaştırarak ayakta kalmıştır. Yaptıklarınız çok güzel ise tarihinizdeki güzelliklerin bu başarılarınıza ışık tuttuğunu anlatmanız sizin geçmişe saygınızdan ve kökünüze sahip çıktığınızdandır. Ancak toplumsal yaşam olarak çamura saplanıp kaldığınız bir dönemde onlara sığınıp onlardan medet umanların hiçbirisi aydınlık yarınlara çıkamamıştır ve de çıkamayacaktır.

Ülkemiz gerçeğini dikkate alırsak, corona salgını döneminde herkesi evlere tıkayan devlet istediğini yapıyor, istediği malın fiyatını belirliyordu ancak geldiğimiz noktada piyasaya gücü yetmiyor demek devlete en büyük hakarettir. Piyasa aldı başını gitti, kimin eli kimin cebinde belli değil, insanlar sinir katsayıları yükselmiş yüksek gerilim hattında bulunduğundan her an patlamaya hazır bir bomba gibi, bir etki beklerken siz bunları hiç görmeyeceksiniz ama devlet güçlü dünyanın her tarafına uzanıyoruz diyerek masallar anlatacaksınız. Kendi içindeki sorunları çözememiş devletler hiçbir zaman güçlü olamazlar. Güçlülüğün en açık göstergesi kendi sorunlarını en aza indirgemektir. Kendi sorunları olan bir insanın nasıl ki başkalarına yardım etme ve onların sorunlarını çözüme kavuşturması mümkün değilse, devletler için de böyledir.

Devlet yetkilileri, halkın devlete neden bu yetkileri verdiğini ve nasıl bir yaşamı devletten bekledikleri için bu kadar vergiyi karşılıksız gözlerini kırpmadan hibe ettiklerini anlamadıkları müddetçe, toplumsal sorunların üstesinden gelinemeyecektir. Bugün ülkenin her tarafındaki açık alanlar sıfır araç ahırlarına dönmüş, evler kiralık verilmeyerek bekletiliyor, sebzeler meyveler çöpe atılıyor, esnaflar kafalarına göre istediği gibi fiyat arttırıyor, bir ayakkabı alacak gücünüz kalmamışsa, devlet ben güçlüyüm diyorsa yalan söyler. Çünkü devlet hiyerarşisi içinde görev yapanlar geçimlerini sağlasınlar diye onlara özel bir yaşam alanı tahsis edilmedi, insanların huzur ve mutluluğu için devletin tüm birimlerinde bir aksama olmadan devlet en uç noktalara kadar yetersiz kalmasın, öyle insanlar çalıştırsın ki, halk içinde karmaşa kaos oluşturup haksız kazanım sağlayacak olanlara fırsat vermesin diye bunları orada görmek istiyor. Bundan dolayı da bir beklenti içinde, halkın devletten beklentisi gayet doğal ve devletin bu beklentileri yerine getirmesi de onun rollerini oynamasıdır. Ancak ne hikmetse devlet kendi görevlerini yerine getirmediği halde neden bunları yapmıyorsun diyenlere de sen devleti eleştiremezsin sen kimsin diyerek, yırtıcı dişlerini göstererek hemen canavar kesiliyor. Devletin Ali kıran baş kesen olarak görüldüğü bir yerde hiçbir zaman devlet sorunları çözmek ve insanları mutlu etmek gibi bir derdin içinde olmaz. Devlet, kurumları işgal eden kişilerin arzu istek ve gelecek kaygılarını korumak adına çırpınırsa, bu da halkın sömürülme süresinin henüz sona gelmediğini gösterir.

Şunu artık birileri anlamalı, devletin işleyişini en güzel şekilde devam ettirerek, insanların yaşamlarını kolaylaştırsınlar diye göreve getirdiklerimiz bizim kendilerini göreve getirme gerekçemize kulak versinler. Devlet vatandaşa verdiği imkanları babasının hayrına vermiyor, kendisi toplumdan ayrı bir kuruluş ve oluşum değildir. Devlet belli kişi grup ve kurumlara barajın kapılarını sonuna kadar açarken, belli kişi ve kuruluşlara da barajların kapaklarını kapadıktan sonra alttan sızanlara ağzınızı dayayın yoksa canınızı okurum diyerek başına güvenlik görevlisi koyan olamaz. Ama ne yazık ki bizim ülkemiz de bu acı trajik yaklaşım ve uygulamadan nasibini alıyor, hatta o kadar fazla alıyor ki baraj kapaklarından damlayan suların bile, yatak boyunca tüm arazileri sulayacak bir su taşıdığını iddia edenlerin yalakalıklarını koro halinde devlet orkestrası eşliğinde milli marş olarak söyleyecek duruma getiriyor. Şahsen kendi adıma ifade ediyorum, ben böylesi uygulamaların her geçen gün ruhuma ve vicdanıma dokunduğu bir çağda, bu uygulamaları yapanlar ve onlara alkış tutanlarla aynı havayı teneffüs etmekten utanmaya başladım. Ondan dolayı hala hatırlatma ve uyarılarımı yapmaya devam ediyorum…

Devleti, devlet olarak piyasada görmek istiyoruz, bunların hepsi devletin yapacağı bir şey değil deniyorsa, o zaman devlet bize yaşamı cehennem edenlerin cehennemine odun taşıyor ve bu odunların yanması için ateşi temin ediyor anlamına gelir. Biz, bizi yakanların cehenneminin ortağı devlet istemiyoruz, devleti, cehennemi söndüren ve cehennem oluşturanları kendi cehenneminde yakan güçlü kuvvetli, vatandaşını koruyan merhametli elleriyle her ocağa ulaşan bir devlet istiyoruz. Bunu yapamayacaksa bunu da açıkça deklare etsin ki başımızın çaresine biz bakalım, bu hayatın acısını kaldıramaz olduğumuzu beyan ediyorum…

Basınç çok yüksek bu basıncı bu bedenler kaldıramaz, üsten bu basınç artıkça alttan ne kadar tazyikli akacağını ve patlayacağını düşünmek bile istemiyorum. Bazı durumlar var ki bunlar zamana bırakılmadan ivedilikle çözülmesi ve zamanla da bağlayıcı boyuta getirilmesi gerekir. Benim, devletin yapmasını istediğim ve görüp üzerine yoğunlaşmasının şart olduğunu anlattığım mesele tam da budur. Fazla uzatmaya gerek yok uyanmak isteyene bir buse yeter uyanmak istemeyene de ne söylersen söyle hatta domuz çanına vur heba…Heba olmayacak hatırlatmalar olması dileğimle selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle…

Kalın sağlıcakla…

Bahadır Hataylı/21.06.2023/ 13.56/Namazgah/ST



21 Haziran 2023 Çarşamba

HAKİKATİ YAŞAMAK MI KOLAY YAMULTARAK UYMAK MI ZOR?

“Peki, yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha düzgün gider yoksa dosdoğru yol üzerinde dik ve düzgün yürüyen mi? “Mülk/22

Kitaba göre yaşamak mı yoksa kitabı ortama uygun hale getirerek yamultmak mı, daha doğru yoldur…İnsan, ancak kendisi için yaratılma genlerine yüklenmiş yazılıma göre hayata başlarsa insan olarak yaşar, onun dışındaki yaşamlarının tamamı insan müsveddesi olmanın ötesine geçmez…

İnsan, insan olarak yaratılma özelliğindeki yüceliği anlamadığı zaman, kendisine verilmiş olan o iradeyi kendi menfaatlerini okşayan tarzda kullanması kaçınılmaz olur. İnsan, yaratılış hamuruna mutlak ruhun kendinden üflemesi ile yüce bir özellik kazandığını unutacak kadar, karar verebilme becerisi olduğundan, çoğu zaman kendindeki o karar verme gücünü, kendi istediği gibi kullanarak kendisini erişilmez bir güç olarak görebiliyor. İnsanın bu mütekebbir çıkışı, onu öyle bir hale getiriyor ki, kendisi bile yaratılma amacına uygun bir gözle kendisine baktığında inanmakta zorlanabiliyor. Hakikaten insan bu mu diyebiliyor, ancak sonrasında gerekli tavrı koyarak yeniden rotaya girecek kararlılığı göstermediği için, bir sürüngen olarak yaşamaya mahkûm oluyor. Peki yüzü üstü kapanarak sürünerek yaşayan mı yoksa dosdoğru yol üzerinde düzgün ve dik yürüyen mi insan olmaya daha layıktır.

İnsan, yaratılış yüceliğinden aşağıya düştüğünde, yukarıya çıkma düşüncesi geliştireceğine daha çok bulunduğu ortama uygun yaşama isteği oluşturuyor. Hatta çoğu zaman yaşadığı ortama uymayan hakikatler olduğu zaman, ne yapıp edip onları da kendi ortamına uygun hale getiriyor yahut ta onları görmezlikten gelerek sürüngen hayatından taviz vermek istemiyor. İnsanın, insan olarak sürüngen bir hayatı kendisine layık görmesi aslında kendi hakikatinden uzaklaşmasıdır. Peki, böyle bir durumda dimdik düzgün ve dosdoğru yaşaması gereken bir varlık bu yaşamın dışına çıkmışsa, ona hala yaratılma yüceliğinde verilen isimle hitap ederek, onu olmadığı yerde görmek ne kadar hakikatle uyumlu olur. Demek ki, insan sürüngen bir varlığa dönmekle, insanlık kimliğini de kaybetmiş oluyor. İnsanın bu kimliği gönül rahatlığıyla atarak, sürüngen bir yaşamı hayat olarak seçmesi, onu yeni bir isimle adlandırmayı zorunlu kılmaktadır.

 

“Yoksa sen bunların çoğunun işittiklerini, aklettiklerini mi sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidirler, hatta yolca, hayvanlardan da şaşkındırlar.” Fussilet/44

İşitmeyen anlamayan akıl etmeyenler, hayvanlar gibi hatta onlardan daha aşağıdadır diyen Rabbimiz, bu beyanı öylesine söylemediğine göre, bu beyanı doğrultusunda yeni bir isimle bu varlığın adlandırılması sanıyorum abartılmış olmayacaktır. Allah’ın kitabında insan için o kadar çok uyarı ifadeleri var ki, bunlardan bazılarını dikkate alırsak, sanıyorum hayvanlar düzeyine hatta daha aşağılara düşmemiş olacağız. Anlamıyor musunuz, yaratıldığınıza bakmıyor musunuz, sizi bir damla sudan yarattım, gezip dolaşmıyor musunuz, sizden önce yaşayanlardan yalanlayanların akıbeti ne oldu, onların kalıntıları üzerinden sabah akşam geçiyorsunuz, hala ders almayacak mısınız, insan yaratıldığına bakmadan kalkıp, kendisini yaratan rabbine karşı hasım kesildi… Ey insan kerim olan rabbine karşı seni aldatan nedir? Gibi ayetlerin dikkat çekmek istediği nokta, insan olarak kendimizi tanımamız ve o tanıma uygun yaşamamızdır. Bu tanıma uygun yaşamadığımız zaman en necis varlık olup çıkıyoruz, aklını kullanmayanlar necistir.

Bu kadar donanımlı bir varlık yaratan ve ona gerekli yazılımı yerleştiren yaratıcı, acaba neden bu kadar uyarılarda da bulunmuş olabilir. Yaşam içinden bir örnek verecek olursak, haşa benzetme değil sadece bir örnek olması için yazıyorum. Bir baba, çok zengin her türlü imkana sahip, mal varlığını kendisi hayatta iken, bir tek evladı var ona kullanım hakkı veriyor ve diyor ki, evladım bunları kazanmak için çok çalıştım, ancak hiç gözüm yok onlarda, bunu kullanma ve onu en güzel şekilde amacına uygun kullanırsan, Allah daha fazlasını verir. Ancak sen kendi isteklerini öne çıkarır, sadece onları doyurmak ve onun peşinde koşmak için harcarsan, bir gün sende yok olursun, o günlerle karşılaşmaman için sana bu uyarıları yapıyorum. Sanma ki ben bunları sana söylüyorum diye senin iradeni biçimlendiriyorum., sadece hatırlatıyorum kendi iraden var dilediğini yaparsın…Ancak kendi iradenle yaptığın işlerin sorumluluğunun sonucuna katlanırsın, hayırda kullanırsan, fazlasıyla karşılığını alırsın, şerde kullanırsan onun da karşılığını alırsın ve saygınlığın biter; bugün etrafında olanların hiçbirini bulamazsın…Öyle bir yaşamla karşılaşmadan bunları da bil istiyorum, yoksa bir baba olarak çok üzülürüm…

Bir babanın oğluna nasihatlerini, oğlunun iradesine baskı kurmak olarak görmediğimiz halde, insan öyle nankör ki, kendisini yaratan bunca rızıkları önüne seren, Allah’ın önüne koyduğu yollardan birini seçtiği zaman, sonucuna katlanacaksın sorumluluğunun getirisini, Allah’ın kaderle bizi kuşattığını, bizi bize bırakmadığını düşünürüz. Hayır yaptıklarımızın tümünün sorumluluğu bize aittir. Dolayısıyla hayvanlardan daha aşağı sürüngen bir hayatı isterken, Allah’ın bize böyle bir hayatı reva gördüğünü söyleyerek yalanlarımıza daha büyük yalanlar katmaktan uzaklaşıp insan olma kimliğimize sahip çıkalım ki, kaybedenlerden olmayalım.

Yukarıdaki örneklere baktığımızda, insanın yaratılış gayesine uygun eksende yol almadığı zaman, içine girdiği karanlıkların verdiği acıları hafifletmek için, Kitabın emirlerini karanlık yaşamını destekleyecek hale getirmeyi kendince bir kurtuluş sanır, oysa bu, Allah’ın verdiği aklı yaratılış yüceliğine uygun kullanmamaktır. Yaratılış ekseninin dışında bir yaşama insanın kendisini mahkûm ederek, sonrasında bu mahkumiyetin devamı için, kitabın dışından kurallar oluşturup, o kuralların kitapta olup olmadığını araştırmaya başlaması, insanın çıldırmışlıkta level atlamasıdır. Yani aşağıların en aşağısına düşmesidir. İnsan, böyle olur mu diyeceğimizi biliyorum, ben de diyorum insan böyle olmamalı ve olamaz, ancak yaşadığı hayat insanı bir sürüngen haline getirdi. Dünya ve içindekilerin sahibi olabilmek için hangi deliği açık buluyorsa oradan girip dünyalık hedefine varmak istiyor. Bu durum hiçbir zaman dosdoğru düzgün yolda yürümek gibi olur mu?

İslam alemi diye ifade edilen ancak böyle bir alemin varlığına şahsen ben inanmıyorum, ancak Müslüman olduğunu söyleyen insanların çoğunlukta olduğu yerler var; buralar sadece öyle bir özelliği taşıyor. Oradakilerin bugün yerlerde sürünmesinin tek sebebi dosdoğru yolda düzgün bir yaşama sahip olmamalarıdır. Şunu iddia edebiliriz, bizim dışımızdaki ecnebiler bizim topraklarımızı elimizden aldılar, imkanlarımızı yok ettiler, bizi sömürdüler, kültürümüzü tarumar ettiler, insanlığımızı elimizden aldılar; biz ne yapalım böyle bir sonla karşılaştık…İşimiz Allah’a kaldı, Allah’ım bize yardım et diye gece gündüz hep dua ediyoruz diyerek sorumluluktan kurtulamayacağımızı anladığımız gün; onlar bizi sömüremeyecektir. Melekler, bu bahaneye sarılarak yaşayanların canlarını almak için geldiğinde, siz neler yapıyordunuz dediklerinde, biz mazlumduk, imkânlarımız yoktu, onun için Rabbimize kul olamadık diyecekler. Melekler Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz diyecekler ve onlar yüzü koyun cehenneme girecekler…Bu açıklamalar sanıyorum bizleri de kapsıyor. Yoksa bu ayetler sadece öncekiler için mi indi diyeceğiz…(!)Bunu söylememdeki maksat, yaşadığımız olumsuzlukların faturasını ya olaylara ya zamana ya başkalarına ya da imkansızlıklara bağlayarak kendimizi avutmamızdan kaynaklanıyor. Her ne kadar avunmak için gerekçelerimizi çoğaltsakta, ayağa kalmak için haklı bir nedenle ya Allah diyerek adam gibi dosdoğru düz bir yolda hakka gitmezsek kurtulamayacağız…

Şeytanın şeytan olmasının gerekçesini anlamadığımız müddetçe yerlerde sürüneceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın…Bizler Ademin neslindeniz, Onun için Rabbimiz diyor ki, “Ey Âdemoğlu, şeytan sizin atanız ademi saptırdığı gibi, sakın sizin de başınıza bir bela getirmesin, ancak bana kulluk edin dosdoğru yol işte budur.”

Şeytanın Ademi saptırdıktan sonraki gerekçesi, sapmasından dolayı ona sunulan imkanlar elinden alındığı zaman, Rabbim sen Ademi yaratmasaydın ben sapmayacaktım. Onu topraktan yarattın beni ateşten yarattın ateş toprağı yakmasına rağmen bana onu kabullenmemi ve onun için eğilmemi istedin ben de onun küçüklüğünü gördüğümden ona eğilmedim. Dolayısıyla benim şu an ki sapmamın nedeni Ademdir dedi. Peki, bu bahane ve kendince aklı kullanması, aslında aklı rotasından çıkararak kullandığının farkında değil, onu doğru yaptı mı kesinlikle…Âdem (as) ne dedi. Rabbim biz kendi nefsimize zulmettik, senin yasakladığın ve yaklaşmayın dediğin ağacın meyvesini yedik, eğer bize acımaz merhamet etmezsen ebediyen senin gazabına uğrayanlardan oluruz…” Görüyor muyuz, hakka gidecek olan ile, Haktan kopacak olanın gerekçesini…Peki, bugün Müslüman olduğunu söyleyen bizler neden hep şeytanın taktikleri ile kurtulacağımızı sanıyoruz. Oysa Rabbimiz diyor ki, sakın Şeytan, sizin başınıza bir bela getirmesin…

Evet dostlar ya hayatımızdaki olumsuzlukların tercümesini doğru okuyarak ayağa kalkarız, ya da şeytan gibi Hakikati kendimize uygun hale getirerek okuruz ki, ebediyen cehennemdeki yerimizi hazırlarız. Rabbimiz, o kadar merhametli ki, aklımıza gelmeyecek örneklerle bizi uyandırmaya çalışırken, bizler hala içine saplanıp kaldığımız bu bataklıkta battıkça batmayı tercih ediyoruz. Allah, nefsini temize çıkarmak için bahaneler üreterek gerekçeler oluşturanları değil, Nasuh bir tövbe ile kendisine yönelenlere hakkı gösterir. Onlara doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak kabiliyeti verir. Kitabı ve hikmeti onlara bağışlar. Kitabın ortasından okuyacak olanlar, ancak kitabı yaşarlar. Allah onlara hikmeti bağışlamıştır. Siz bildiklerinizi yaşarsanız, Allah size bilmediklerinizi de öğretir. Matematikte iki bilinmeyenli çok bilinmeyenli denklemlerin çözüm yollarının ne olduğunu biliyorsunuz. İki bilinmeyenden birinin değerini bulduğunuzda diğerini de buluyorsunuz. İşte, Rabbimin ayetleri de aynen böyle açılıyor, içindeki hikmeti bizlere gösteriyor. Siz Hakka yakın olmak için Kitabı anlamak istiyorsanız, Allah diğer bilmediklerimizi ve anlamadıklarımızı da anlaşılır ve yaşanılır kılıyor. Yoksa Zihnimiz ve kalbimiz simsiyah bir ekrana dönüşüyor. Bu ekranda yeniden bir şeylerin ortaya çıkmasını istiyorsak, bunun formatlama yöntemi…” Ey iman edenler Allah’a ve Resulüne iman edin “dir. Kitabı, aranızda hakem olması için indirdik, yoksa hala başka kaynaklar mı arıyorsunuz, Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir, Siz Allah’ın söylediklerine kulaklarınızı tıkarsanız, dosdoğru ve düzgün olarak yürüme şansınızı kaybedersiniz…Rabbim, katında bize hiçbir itibar ve ayrıcalık katmayacak olan bu dünya ve içindekilerin arzu istek ve sevgisini yüreğimizden sök al ve bunları sadece sana daha yakın olmamız için bize bağışladığını anlayan ve ona göre yaşayan kitabın anasını ortaya koymaktan tereddüt etmeyen kullarından eyle…Rabbim bizler aciz ve zavallı kullarız bizlere merhamet et ve hakkın şahidi olarak şahitliklerini gereği gibi yaparak huzuruna kabul ettiğin, kendine dost bildiğin kulların arasına bizleri de kat…Rabbim bizleri istikamet üzere dosdoğru yaşayan mümin kullarından eyle, kitabı okuyarak akıllarını başlarına alan ve onunla hemhal olup yaşayan, adaletin şahidi kullardan kıl bizleri…Bizden sonra hayra çağıran ve hayırda yarışan nesiller eyle nesillerimizi; sen acıyansın bizleri bağışla Allah’ım…Aciz düştük Allah’ım senin indireceğin her hayra muhtacız biz…

Makalemi burada noktalarken her daim hakkın şahidi olmak dileğiyle selam muhabbet ve hayır dualarımla…

Kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/20.06.2023/13.22/Namazgah/İST



20 Haziran 2023 Salı

BEYANI (!)ESAS ALAN MUTLAK BEYANDAN YOKSUN KALIR

Bir yaşamın fıtrat kodlarını imha etmek istiyorsanız, insanlığın, cinsiyeti, rengi, yaşadığı yer, etnik kökeni ve dilleri üzerinden pozitif bir ayrım yaparak, onları adil yönettiğinizi söylemeniz yeterlidir.

Yeryüzünün dengesini bozan güçler, yeryüzünde yaşayanları belli özelliklerine göre sınıflandırarak, onların yaşam standartlarının belirlenmesinde belirleyici olmuşlardır. Bu güçler, yaşadığımız evrende, insanlığın elde ettiği birikimlerini ve gelişmişliklerini daima kendi kullanım alanları içine koyarak sahiplenmişler ve bu birikimleri insanlığı ifsat etmek için kullanmışlardır. Bunun en açık örneğini görmek için, geçmişten günümüze bilim ve teknolojinin hangi alanda daha çok etki yarattığına bakmanız yeterlidir.

Teknolojinin günümüzde zirveye yaklaştığı, hatta bilimsel gelişmelerin Nirvana’sı olarak görülen dijital ve yazılım çağı, insanlığın huzurunu yok ederek nasıl bir fayda sağlamış olabilir ki! Bilimsel tüm çalışmalar huzurlu bir yaşam sürmek isteyen insanlığın yaşamına katkı sunarak, onları daha huzurlu ve mutlu kılıp, insanın düşünebilme melekelerini canlandırması gerekirken, bugün geldiğimiz noktada insanların büyük bir çoğunluğunu, bilimsel gücü ele almış olanlara köle yaptığını görmekteyiz. Bu kölelik sürecinin her yeni bilimsel buluşlar sonrasında hızlanarak geniş kitleleri kuşattığını söylemek sanıyorum abartılı olmayacaktır. Her yeni buluş, bu buluşların elde ettiği teknolojiyi kullanan ve benimseyen kobaylarını çoğaltıyor, insanların üretici dinamiklerini ve yetilerini imha ediyor insanı bir teknoloji bağımlısı köle haline getiriyorsa, insanlığa huzur getirmesi gereken yollarının imha edilmesi anlamına gelmez mi?

Ne yazık ki, dünya yaşamını belirleyen ve tüm yaşamlara bilgi belge teknoloji bilim ahlak adalet ve insanlık taşıyan araçların direksiyonu, vitesi ve kullanım hakkı belli ellerde olunca, insanlığın huzurdan uzaklaşması da doğal yaşamın dinamikleri haline geliyor(!)İnsanlığın huzurunun elinden alındığı bir yaşamda, hangi teknolojik gelişmeleri ona sunarak, yaşamı kolaylaştırmış olabilirsiniz ki? Geçmiş dönemlerde Tibet’e Trenin geleceği haberleri piyasada dolaşınca, şehirli bir esnaf, Tibet’in köylerinden tam 15 günde eşeğiyle Tibet’e gelerek mallarını satıp tekrar köyüne dönmesi 30 gün süren köylüye, Tibetli esnaf köylüye der ki, senin işinde kolaylaşıyor. Tren senin köylere yakın geçecek, o zaman bir gün içinde malzemelerini getirirsin hemen satar tekrar gelen trenle köyüne dönersin ve 29 gün sana kar kalır der. Bunu duyan köylü derin derin düşünmeye başlar ve morali bozulur. O zaman şehirli, hiç sevinmedin işin ne kadar kolaylaşıyor hemen köyüne dönüyorsun; böyle bir kolaylık nerede var deyince, köylü derki; benim huzurum gidiyor. Ben dağlardan ovalardan vadilerden nehirlerden aşarak geliyorum, evrenle iç içe yaşıyorum o kadar çok huzur buluyorum ki, o gördüğüm börtü böcek ve kuşlara hasret kalacağım, üstelik kalan 29 günde ben ne yapacağım, şimdi onunla ilgili yeni arayışlarım başlayacak, böylece benim huzurum gidiyor. Beyefendi benim huzurumu bozan bir teknoloji bana nasıl iyilik yapmış olabilir der.

Evet, çağımızda Nirvana’ya çıkmış olan teknoloji kötü emellerin kurbanı olduğundan, insanlığın huzurunu bozmaktan ve insanlığını elinden almaktan başka bir iş görmüyor. Böyle bir süreç ne yazık ki, yaşamlarımızın her hücresine dokunmaktadır. Başta söylediğim gibi, bu imkanları tekelinde toplamış olanlar her türlü ayrım ve ayrıcalığı insanlığın faydasına diye sunarak, insanları birbirinden uzaklaştırmışlardır. Birilerinin lehine olan pozitif ayrımcılık birlilerinin aleyhine oluyorsa, orada insanlığın kurtuluşuna sebep olacak bir reçete ortaya çıkmayacaktır. Böyle bir gerçeklik ortadayken insanlığı bu şekilde ayrıştırarak onlara huzur ve mutluluk getireceğini söyleyenlerin hepsi yalan söylemekle kalmıyorlar, bu uygulamayı başlatanlar adına insanlığı yok etmek için bir aparat görevi üstleniyorlar. Bu aparatların değişik şekil ve modellerini kendi ülkemizde de görmek mümkündür. Bunlara en açık örnek, cinsiyete dayanan pozitif ayrımcılık oldu.

Neredeyse bilmeyen kimsenin kalmadığı,6284 diye bilinen bir kanun var. Bu kanun Batıya uyum sürecinde, ataerkil bir ortamda kadını erkekle eşitlemek adına ortaya çıktığı söylenirken, aile yaşamını doğrudan hedef aldığına kimse bakmaz. Oysa bu kanun doğrudan doğruya erkekle kadın arasındaki gerilimi ve çatışmayı üst seviyeye taşıma amacında bir kanundur. Kadınla erkek arasında evde bir olumsuzluk yaşandıysa, kadın durumu hukuka taşıdığı zaman, erkeğin mahkemeye delil araştırıp getirmesine gerek kalmadan, kadının söylem ve beyanları esastır, ilkesinden hareketle, erkek doğrudan potansiyel suçlu olarak kabul ediliyor ve mahkeme bu ilkeye göre devam ediyor. Buradaki yıkımın temelinde ne olduğuna bakarsanız, hemen karşımıza cinsiyete dayanan pozitif ayrımcılık çıkar. Oysa bu kanunu ortaya koyanların çok iyi niyetli olduğu, kanunun kadınların ezilmesini önlemek için yapıldığı anlatılır. Nasıl bir iyi niyet ki bütünü parçalamada bir motor özelliği görüyor.

Allah, zina olayında dört şahit ve gözle görülmesini esas alırken, kimsenin görmediği bir ortamda kadın ile erkek arasında geçen bir olumsuzluk sonrasında kadın, bu bana tecavüz etti ya da tacizde bulundu dediği zaman, kadınının bunu kanıtlamasına gerek yok, erkeğin kendisini temize çıkarması için çok hem de çok delile ihtiyacı var, erkek böyle olmadığını kanıtlamak zorunda, yoksa kadın ne demişse o geçerlidir. Bu da kadını korumaya yönelik olduğu söyleniyor. Hakikaten bu güçler o kadar küçük beyinleriyle bu dünyaya düzen vermeye kalkıyorlarsa, ezilmek sindirilmek insanlığın genel sonu olacak demektir.

Allah, hep adaleti gözetiyor, onun için de kimse halinden şikâyet etmiyor, âmâ dünyayı düzene koymak isteyen ifsat şebekelerinin amacı her tarafı kirletmek olduğu için, yaratılış fıtrat kodlarıyla bir türlü uyum sağlayamıyor.

İnsanları doğrudan hedef alan ve onları imha etmeye yönelik çalışmalar, temel insan öğesi üzerinden yapılmaya başlandıysa, insanlığın vay haline o zaman…Renkler üzerinden, etnik kökenler üzerinden yapıldı ve yıllarca ABD’de Siyahiler insan muamelesi görmedi, hatta toplu taşıma araçlarındaki tabelalar,” Zenciler ve köpekler binemez diyordu. Yakın tarihimize kadar Kürtlere, Suriye’de vatandaşlık kimliği verilmiyordu. Bu süreçler çok ayrıştırıcı ve gözle görülen yanlışlar olduğu anlaşıldı ondan dolayı bu ayrımların yerini tüm insanlığı etkileyecek bir başka adıma bırakması kaçınılmaz oldu, o da Cinsiyete dayanan pozitif ayrımcılık…Bu ayırıcı özellik hem kadınların uyarılmışlık güdülerine hitap ediyor, diğer taraftan ezilmişlik yanını iyileştiriyor, erkeklerin zalimliğini ve doğuştan güce dayanan saldırganlığını ortadan kaldıracağı inancıyla, kadınlar tarafından şartsız kabul gördü. Kadınların bir cinsel figür olarak yaşam alanında her zaman etkileyici bir uyaran olmasını isteyen erkekler tarafından da alkışlandı. Sonrasında yaşam alanımız cehenneme döndü. Bu cehenneme odun taşıyan ve o cehennemin alevlenmesine yol açanlar çıkmışlar şimdi bu nasıl oldu demeye başlamışlar. Nasıl böyle oldu diyenlerin bu şaşkınlık ve tuhaflarına gidişini söyledikleri tedirginlikleri, sakın kimseyi aldatmasın…Çünkü onlar zaten işlerin bu sürece girmesi ve böyle hızlı bir trendle yol alması için proje uygulayıcıları olarak belirlenmişlerdi. İnsan kendi uyguladığı projenin getireceği ve götüreceğinin hiç hesabını yapmaz olur mu?

Nasıl bir değişimin içinde olduğumuzu, değişenler kolay kolay anlamazlar, ancak bu değişim programlarının tescilli görevlileri nereye geldiğimizi çok iyi bildiklerinden, geldiğimiz nokta onların da küçük dillerini yutmasına neden olduğu için, bugün gündem yaparak sizlerin gazını almaya çalışıyorlar. Çünkü içinize dolan gazların nasıl patlayacağını siz bir bilseniz, bu davranışların çok yetersiz olduğunu göreceksiniz. Yani diyeceğim o ki, insanların doğal yaşam akışlarını belirleyen fıtrat kodları değiştirilmek istendiği zaman, insanlık bir daha çıktığı raya girme şansını kaybedecektir. Raydan çıkmış insanlığın sonu hüsran olacaktır. Henüz raydan çıkmış yaşamlar olsa da raylar sökülüp kaldırılmadığı için o raylarda yol alma imkânımız hala var…Ancak biz yol aldıkça arkamızdan gelenler rayları sökerek geliyorlar, geçtiğimiz yolda ray olmadığını bizlerin uçarak o noktaya geldiğimizi bize anlatarak daha fazla kandırmaya devam ediyorlar.

İnsanı oluşturan iki ana unsuru birbirinden kopardığınız zaman büyük planların uygulaması o kadar kolaylaşıyor. Ülkemiz insanı bu korkunç tuzağı o kadar kabullenip içselleştirdi ki, huzura ulaşmak için huzurundan oldu. Nasıl bir huzur aracı ki, sizi sizden ediyor ama size çok güzel kendine güvenen özgürce yaşayacağı ortamları sunacağını anlatarak sizi imha ediyor. Tesiri çok büyük yıkımı o kadar kötü olan bu anlayış nasıl insanların yaşamlarında karşılık bulabiliyor dersiniz. İnsan kendi huzur kaynağını bulandırdığı zaman, o bulanıklığı başka ellerin durulaştıracağını sandığı müddetçe, kandırılmaya ve huzurundan olmaya mahkumdur. Tibetli köylü gibi bize mutluluk kolaylık getireceği ve bizi koruyacağı anlatılan uygulamaların, sonrasında yaşatacağı travmaların ne olacağını hesaba katmazsak, düşünebilme ve idrak mekanizmalarımızı yok edeceğiz. Onun içindir ki, insanların rahatı huzuru ve mutluluğu için çabalıyoruz diyenlerin bu çabalarının karşılığında ne kadar erozyona uğradığımıza bir bakalım, şayet toprak kayması gibi kendimizden uzaklaşarak sürekli dağılıp okyanuslara taşınan kara parçaları gibi dağılıyor ve sonrasında parçalarımızı bulmaları için bizi parçalayanların elindeki imkanlara bel bağlıyorsak, yakın gelecekte hiç olmayacağımızdan kuşkunuz olmasın derim…

İnsanın yegâne kurtuluş reçetesi, kendisini kurtarmak için var olduğunu söyleyerek huzur mutluluk ve refah seviyemizi arttıracaklarını iddia edenlerin bu söylemlerine kulaklarımızı tıkayarak onlardan kurtulursak, belki yeniden kendimize gelme imkânı ve ortamı bulacağız. Aksi durumda son nefesimizi nasıl alacaklarının hesabını yapamayacağız.

Aile yapılarımızın, ciddi bir çöküşün enkazında yer alacağı günlerin arifesine geldik. Ancak hala toplum olarak bu mu, o mu yoksa batıya özgü bir model mi gibi boşboğazlıklarımızın kurbanı olarak her geçen günümüzü heba ediyorsak, heba olan günlerin içinde yaşayanların güçlenerek oradan çıkacağını sanmayalım. Öncelikle her ferdimiz kendisi olsun, sonrasında kendisi olan fertlerin birlikte oluşturacağı bizde buluşalım; ancak o zaman gelen sellere karşı bir barikat olabiliriz. Akan selin önüne atılan her taş o suyun içinde yok olur gider. Ancak bir blok halinde selin karşısına çıkanlar, suyun şiddeti ne olursa olsun onu durdurabilir. İşte, bizler bu tarz bir duruş ve dirilişle ancak bu yıkım sürecini atlatır ve gelen selleri lehimize çevirip onları farklı alanlarda kullanabilecek duruma geliriz. Benim temennim bizlerin bunu idrak edecek ve gerekli tavrı koyacak donanımlarımızı henüz kaybetmediğimizden bunların üstesinden gelebilecek güçte olmamızdır…

Ancak özgür fert, örgütlü biz ile, bundan sonra toplum olarak var olabiliriz, aksi durumda küresel ifsadın içinde savrulup gideceğimizden kuşkunuz olmasın…Dünyanın yeni koordinatları bu ifsadın kasıp kavuracağı rotaya göre biçimlendirildi. Ulusal kimlikler, bölgesel kültürler, yerel yaşamlar gibi farklılıklarımız kaybolmak üzere…Renkler tek oluyor. İki ayırıcı unsur var bundan sonra, sebebi ise kolay parçalamak yönetmek ve gerektiği zaman yemek için…Cinsiyete dayanan pozitif ayrımcılık…

Makalemi sonlandırırken selam saygı muhabbet ve iyilik Dileklerimle, size söylediğimi bir gün anlayacaksınız…

Kalın sağlıcakla….

Erol KEKEÇ/19.06.2023/13.52/Namazgah/İST


17 Haziran 2023 Cumartesi

YARATILAN YARATANDA EKSİK ARAR MI?

“O’nun varlığının delillerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz dünyanın her tarafına yayılan insan nesli hâline geliverdiniz.” Rum/20

Hiçbir varlık bu kadar kendinden güvenle bahsedemez, ancak her şeye hâkim olan bir güç bu kadar güven içinde olabilir. Yarattığı varlığın yaratılış hamurunu, kendi varlığının bir delili olarak, bizlerin anlaması için örneklendirecek kadar yegâne merhamet sahibi, ancak Allah olur. İnsan bilmediği anlamadığı konular hakkında bilgisizce konuşur ve konuştuklarıyla da kendisini o kadar oyalar ki, çoğu zaman içinden çıkamayacağı dehlizlere kendisini sürükler. İnsan bazen, Allah ilk yaratılışta aynı ana ve babadan bizleri yarattığına göre, o halde çoğalmamız kardeşler arasında mı oldu diyerek sorgulama sınırlarını zorladığını sanır, aslında bu zorlamak değil, bir yere takılıp kalmak ve zihnin yeni ve farklı yollar düşünemeyecek hale gelmesidir. İnsanın zihinsel kurgu üretememesi aslında onun kendi zindanını oluşturmasıdır.

Anne ve baba bir tohumdur. Aslımız topraktan geldiğine göre bu tohumun korunaklı yerde çoğalması için dişi ve erkek, bir türün iki cinsinin birleşiminin olması kaçınılmaz olmaktadır. Anne rahmi bir toprak olarak tohumların çoğalması için ekilen yerdir. O yerde bir canlılığın olması için erkek cinsinin oraya su taşıması gerekiyor. Buradaki çimlenme tohumların çoğalmasının habercisidir. Bir buğday başağını toprağa ekerek orada çimlenme gerçekleştirmesi sonrasında, filizlenip boy atması ve hasat zamanı başağa dönerek taneleri arttırması nasıl gerçekleşiyorsa, insan da bir başak gibi çoğalarak varlık sahnesindeki yerini alıyor. İnsanın ilk yaratılma ve çoğalma sürecindeki çimlenerek çoğalmasından yola çıkarak, ilk dönemlerde kardeş kardeşle mi evlendirildi diye bir eksiklik bulmaya çalışmak ve bu konuyu insanların beyinlerini karıştırmak için bir ajitasyon malzemesi olarak kullanmak, aslında insanın geldiği noktayı bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Yeryüzünün her tarafına yayılacak bir tohumun ilk evresinin neden öyle olduğunu sorgulamak, Allah’ın yaratmadaki varlığının delillerinden habersiz yaşamaktır. Allah’ın yaratma özelliğini bizim şu an yaşadığımız ve geldiğimiz noktadan bakarak sorgulamak insanın haddine değildir. İnsanın yaratılma evresi tamamlandığında ve o tohumdan evrenin tamamına nesiller gönderip evreni yaşanabilir bir mekân haline getirmek için, Allah’ın bildiği ve bizim bilmediğimiz konuları biz daha iyi bilecekmişiz gibi temel problem haline getirerek onlar üzerinde yoğunlaşmak, özgül ağırlığımızın tükendiğini gösterir. Her varlık kendi özgül ağırlığını bilerek ona göre yaşamalı kendisine taksim edilen evrende…

Biz hiç yokken, atamızın topraktan yaratılması ve ondan da bizlerin yaratılması mı tuhafımıza gidip şaşkınlık yarattı. Şaşkınlık yaratması gereken bir durum varsa, o da bizlerin bunları çarpıklaştırarak düşünmemiz olmalı değil mi?

İnsan, bir tohumun neslini çoğaltmak istediğinde, laboratuvar ortamında tohumları çiftleştirerek, ondan farklı özelliklerde yeni tohumlar üretmede kendisindeki bu beceri ve ilgiyi ve onun nasıl olduğunu sorgulamayı bırakıp, Allah’ın insanlığı çoğaltmadaki yaratma özelliğini sorgulamaya başlaması ne kadar sağlıklı sizce? Allah’ın yaratmasında bir eksiklik ve çarpıklık bulamazsınız, o her şeyi mükemmel ve en üst düzeyde son model olarak yaratmıştır. İnsan yaratılışın zirvesinde var edilmiştir. Ancak bu zirvedeki hali onu gurur ve kibrin içinde boğmuş, ondan dolayı kendisini bir yaratıcı sanmıştır. İnsan kedi yerini bilmiş olsaydı kendisini yaratanın yaratma vasfında bir sorun aramazdı. Çünkü kendisini bu kadar mükemmel bir donanımda yaratan Allah’ın, onun hayal edemeyeceği özellikte ve asla ulaşamayacağı güzellikte yaratma vasfının olduğunu bilmesi gerekirdi. Ne yazık ki, insan kendi yaratılma sürecini düşünmek ve bilmek istemediği için, kendisini kâinatın belirleyici ve her şeye gücü yeten muktedir varlığı olarak adlandırmıştır. İnsanın bu hadsiz çırpınışları ve kıvrak kurnazlığı onu geldiği yerden uzaklaştırarak, kendi yarattığı zindana hapsetmiştir. İnsan, yaşadığı bu zindanı kendisi oluşturduğu için, kâinatın odağında bu zindanın ve kendisinin olduğunu kabullenmeye başlamıştır. Bu süreç insan ile Allah arasındaki bağı koparmış, insan köksüz ve zavallı yeryüzü ilahı haline gelmiştir. Yeryüzü ilahı ister istemez kendi yaratılış sürecine bakmadan, kendisinin yaratılmasında yaratıcının yaptıklarını sorgular hale gelmiştir. İnsanın bu aymazlığı, onu hakikatin odağından uzaklaştırmıştır. Hakikatle arasındaki bağları bilerek ya da farkında olmadan koparan bu varlık, evrendeki her şeyin kendi ekseni etrafında dönmesini arzular hale gelmiştir. Hatta ilkçağ düşünürlerinden Protagoras der ki:” İnsan her şeyin ölçüsüdür. “Bir şeyin ne olup olmadığını anlamak için insanın ortaya koyacağı ölçü esas alınmalıdır. İnsanın kendi yaratılış terazisindeki ağırlığını idrak etmeden her şeyin ölçen varlığı haline gelmesi, onun kendi kendini imha eden kudurmuş bir canavara dönüşmesi olur.

Toprağa düşen tohumun, su ile buluşmadan önceki durumu ne ise, insanın kendi yaratılış gerçeği ile yüzleşmesi gerçekleşmeden ortaya koyacağı her algı ve anlayışta öyledir. Onun için, insan öncelikle kendisi hakkındaki gelişim ve zirveye çıkma sürecini, kendisi dışında ona anlam veren ve onu tanımlayan Yaratıcının buyruğuna ve tanımlamasına bakarak ancak anlayabilir. İnsan, bu yaratılış sonrasındaki gelişim ve yayılma süreçlerini dikkate almazsa, İnsanın ortaya koyacağı açıklamalar ya köksüz ya özden koparılmış ya da alakası olmayan alanda boşa emek tüketmesi olur.

İnsanın topraktan yaratılması o kadar önemli bir uyarı ki, insan buradaki sırrı çözdüğü zaman, kendi yaşamıyla alakalı bilmek istediklerine de vakıf olacaktır. Toprak, yaratılmış olanların özüdür. Toprağın en önemli özelliği ise biri tohumu çoğaltma arttırma yetisine sahip olmasıdır. Toprak, çoğaltan bir yaratılan varlık ise, insanın da buradaki özellikleri bünyesinde taşıyarak çoğalacağı muhakkaktır. Dokunabildiğiniz cismi olan varlıkların hepsinin hamurunda toprağın olduğunu görmekteyiz. Dolayısıyla toraktan yaratılmış olan varlıkların toprağa atılan bir tohumun çoğalması gibi çoğalma özelliğinin olduğu bilinmelidir. İlk tohumlar çoğalırken onlar arasındaki yakınlığı dikkate alarak onları korumaya çalışır ve toprakla buluşturmazsanız, onların çoğalmasının önüne geçersiniz. Ancak Allah, yarattıklarının çoğalmasını istediği için onları birbiriyle çiftleştirmiştir. Tohum ne zaman ki çoğalmaya başlamış, ondan sonra arazi yapısı, içtiği su ve iklim koşullarına göre belli bölgelerde belli tohumların yaşamasını sağlamış ve böylece canlılar aleminde bir farklılaşma meydana gelmiştir. Bunların tamamında Allah’ın kudreti egemendir.

İnsan nesli de çoğalmaya başlayınca, aynı başakta olan tanelerin birlikte öğütülmesine gerek kalmadığı gibi, değişik tanelerle öğütülebilecek ortamlar doğmuştur. Bununla birlikte birincil yakınlık onların çiftleşmesinin önüne geçmiş daha verimli ve sağlıklı yaşamlar için değişik ortamlardaki tohumlar gibi insanlar arasındaki ilişiklilerde bir dönüşüme uğramıştır. Bu değişim aslında yaratılmanın zirveye giderken ki bir evrimleşme sürecidir. Yaratılmış olan ne varsa bir evrimle yaşamını devam ettiriyor. Bu evrim bir varlığın başka varlığa dönüşmesi şeklinde değil, bir varlığın kendi içindeki oluşum sürecini tamamlamasıdır. İnsan bu oluşum ve kendi yaratılış sürecini tamamlama aşamasında bu gerçekliklerle karşılaşmıştır. Ancak bu Allah’ın yaratmasının tecrübeye dayanan bir yaratma olduğu olarak anlaşılmasın. Allah ilk yaratma halinde eksiksiz yaratmasına rağmen, yarattığının özelliklerinin belli aşamalarda ortaya çıkmasının kararını verdiği için öyledir. Bu durum insanın bir yaratıcı değil, yaratılan olduğunu idrak etmesi için büyük bir rahmettir aslında…Kendi yaşamındaki bu oluşum ve gelişim sürecine katkı sunamayacak bir varlığın haddini bilerek yaşaması için Allah’ın ona gösterdiği güzel örnektir topraktan yaratılmanın ifadesi. Daha sonra yaygın hale gelmesi ise sürekli gelişen bir varlık olduğunu doğrudan görmesini sağlamaktır.

Bu örnekleri vermekten kaçınmayan bir yaratıcı ancak mutlak hâkim, mutlak kudret sahibi ve tüm varlıkların sahibi olabilir. O halde her şeyin sahibi olan bir yaratıcının bu yaratma vasfını sorgulamak yaratılmış bizim gibi varlıkların ne haddinedir. Ey insan yaratılmış olarak yerimizi bilelim ve kâinatın sahibi gibi davranıp mutlak hâkimin yaratmasında eksik ve çelişki aramayalım, yoksa yaşamımız çelişkilerden kurtulmaz.

Rabbimin uyarılarını anlayarak, hikmetine vakıf olan kullarından olmamızı diliyorum…Haddimizi bilerek yaşayıp hamdeden kullar olmak dileğimle selam muhabbet ve hayır dualarımla…

Kalın sağlıcakla….

“O’nun varlığının delillerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz dünyanın her tarafına yayılan insan nesli hâline geliverdiniz.” Rum/20

 

Erol KEKEÇ/16.06.2023/15.17/Namazgah/İST



14 Haziran 2023 Çarşamba

İNSANDAN İNSANA KÖPRÜ VARSA HUZUR YAKLAŞIR

“Sükûn bulup huzura ulaşasınız diye sizi yarattığımız özden size eşler yarattık…”

 Rabbimizin bu ayeti ile yaşamlarımız arasında nasıl bir ilişki var diye gerçek yaşama baktığımızda, hayatlarımız tarumar olmuş ancak hala kendimizi fildişi kulelerde görüp oradan aşağı inerek halimizi görmek istemiyoruz. İnsan o kadar kendi özünden uzaklaştı ki kendini bulan ve kendi özüne uygun yaşayanlara helal olsun demek düşüyor bize…

Bir türü meydana getiren iki ayrı parçadan oluşan bir bütün olduğumuzu, sanıyorum kavramadık. Dişiyi kendi başına yaşayan bir varlık, erkeği kural dinlemeyen bir yaratık olarak görmüş olmalıyız ki, iki parçayı ancak bu kadar birbirinden koparma çabası içinde olmalıyız. Yeryüzü, insan olunca değer buldu, insan yoksa yeryüzünün ne anlamı olabilir ki! Geçmiş makalelerimde dişi ve erkeği su ile toprak karşılaştırması yaparak açıklamaya çalışmıştım. Benim, Allah’ın Kitabı Kitabul Hikmetten anladığım, böyle olduğu kanısını bende uyandırdı. Toprak bir yatak, yuva tüm varlığın tohumunu orada barındırmasına rağmen, onları hayata kavuşturma gücüne sahip değildir. Onları canlandırıp yaşam alanına taşıyan sudur. Su olmadan toprak ne kadar verimli olursa olsun, hiçbir ürün ortaya çıkaramaz. Ama su ile karışımından kâinat oluşuyor. Mikro kozmos insanın varlığı da kâinatın bir örneğidir. Bu örneği anlamayan ve bundaki ayrıntı ve inceliklerden aciz varlıklar kâinatın işleyişini nasıl anlayabilirler ki!

Yeryüzü o kadar kirlendi ki, tağutlar haydutlar hakikati yamulttular ve kendilerini yeryüzünün tek hâkim gücü olarak adlandırdılar. Bunların belirlediği sınırlar içinde, o çerçevenin dışına çıkmadan onların istediği gibi bir hayatı oluşturma çabamız anlamsız bir korku senaryosuna döndü. Bu korku senaryosunda rol alan karşı cinsler, birbirini düşman bilerek, senaryo içinde kendilerine verilmiş ve biçilmiş olan rollerini canhıraş bir şekilde oynama gayreti içine girdiler. Sonrası malum, dağılmış bir yaşam, sonunu hızlandıran varlıklar, nefret ve kin üzerine oturmuş bir gelecek, hırs arzu ve isteklerden oluşan hayat listesi içinde bocalayan, kendinden uzaklaştıkça kendisini bulacağını sanan, beyinleri atalete uğramış bilinçleri kırılmış, algılama ve anlama yetileri iflas etmiş, muhakeme kabiliyeti bombalanmış insan diye isimlendirilen kof varlıkların anlamlı yaşam mı kuracağını sanıyoruz. Bu saydıklarım insanın kendinden kopuşunun görünen nedenleri…Bu kopuşta her ne kadar tağutlar, belli plan ve programları uygulayarak bir imha sürecini sürdürmüş olsalar da toprak buna uygun olmamış olsaydı, onlar bunu başaramazlardı. Ancak belli bir noktaya kadar gelmede başarılıdırlar. Bundan sonraki süreçte ne kadar başarılı olup olmayacaklarını, insanın kendine dönüşü ve mutlak hâkimin doğrudan yaşama müdahalesi ancak belirleyecektir. İnsan dirilip kendine gelir ve insani kimliği ile yeryüzündeki önemini kavrayarak toprak ile suyun birleşiminden verimli bir üretim gerçekleşirse, yaratan insana süre verecek, ancak öyle bir dönüşüm ve yönelim olmazsa hem tağutlar hem de bizler için hüsran olan bir sonla karşılaşacağız.

İki süjeyi insan olarak ele alıp öyle görmek istiyorum. Ancak yeryüzü evreninde dişil süje genellikle bir nesne olarak ele alınmış, erkek ise belirleyici bir süje hatta yaşadığımız evrenin tek belirleyeni olarak görülmüş, öylece yaşadığımız evren planlanmıştır. Bu süreç zaman ilerledikçe hastalıklı ortamların genişlemesini sağlamış ve giderek evrenimizi kuşatan nefes almakta zorlandığımız bir sera tabakası gibi yaşam alanımızı sarmalamış. Bu sera içinde kalan varlık insanın, iki parçası da aşırı gerilimlerden ve yaşadığı anlamsız mücadeleden etkilenerek birbirini kemirecek duruma gelmiştir. Aslında insanı yok etme planları bizi bu sarmalla kuşattıkları zaman başlamış oldu. İnsan bu sarmalın içinde olmasına rağmen bunun farkında olmadığı için kendini tamamlayan parçasını kendinden kopararak yaşayacağını ve daha anlamlı bir yaşam süreceğini sanmıştır. Ne yazık ki, birbirini itici iki farklı canlı gibi gören parçalar, kendi çıkmazlarının içine girerek mutlu bir hayatı düşleyen ama asla ulaşamayacakları bir düşün peşinde parçalanmaya başladılar. İnsanı bu mağaradan çıkaracak olan aydınlık yine kendi içindeki ruhun aydınlığına kavuşmasıdır. Ruhun aydınlığında yaşadıkları evreni tahlil ederlerse yeniden bir başlangıç yapabilirler. Aksi halde insan, içine girdiği bu sera içinde nefessizlikten bunalarak patlayacaktır.

Dünya ve içindekilere sahip olma ve sahip oldukları ile varlık evreninde bir değer kazandığını sanan varlık, kendisi için en büyük tuzağı kendisi kurmuş olur. Çünkü insanın değeri Ruhun uçsuz bucaksız kendi arayışıyla ancak anlam bulur. Bedenin hazlarını arttırmak ve onun daha kolay yaşayacağı imkanlara ulaşması, onun değerini belirlemez. Sadece insan sahip olduğu nesnelerle bütünleşerek onlarla kendini tanımlamaya başlar ki, bu durum insanın bir özne olmaktan çıkıp nesneye dönüşmesinin adıdır. Nesnelerin nerede ne zaman özneden daha üstün olduğu görülmüştür. Lokomotif olmadan arkasına takılan vagonların çok değerli olduğunu söylemek nasıl ki onları değerli kılmazsa, insanın kendisi olmadan, elde ettiği kazanımlarıyla değerli olacağını sanması da böyledir.

Bundan dolayıdır ki, öncelikle insanın evrendeki yeri ve değerini bilmek zorundayız. Evrenin bile anlamlı olup olmaması insanın idrakiyle ilgilidir. İnsan evreni anlamadan kendinin özne olup olmadığını bilemez. Aşık Veysel’in deyimiyle,” Güzelliğin on para etmez bu bende ki aşk olmasaydı. Yani algılayan bir özne varsa kâinatın anlamı ortaya çıkıyor. İşte, insan kâinatın anlamını anlayan tek varlık yeryüzünde…Ancak insanın bu değerini ondan alarak onu bir nesneye dönüştüren tağutların işlettiği çarklar arasında, insan eriyip giderken bunu fark ederek kendine gelmeyi düşünecek cesareti kaybettiği için bu günkü karanlıkların kurbanı olmuştur.

Ne yazık ki insanın önemli bir parçası olan ve insanı ortaya çıkaran tamamlayıcı unsura biçilen roller onu kendinden uzaklaştırıp, özgürlüğünü imha ettiği halde o özgürlüğüne kavuşmuş bir fert gibi ben buradayım sesime gel diyen kör ebe oyununda bir oyana bir buyana koşarak aradığını bulacağını sanmaktadır. Oysa aradığını zaten ondan alan sesime gel diyen tağutlar olduğunun farkında değil. Hafta sonu şehrin mağazalarını bir gezelim piyasada ne var acaba demiştik, gördüklerim karşısında hayal kırıklığı yaşamadım ancak gördüklerim benim tahminlerinin ötesinde insanlığın nesneleştiğini bana gösterdi. Mağazaların tamamı tıklım tıklım ve içindekilerin neredeyse yüzde yüzü dişil cinsiyetlerden oluşuyordu. Erkekler de var ancak onlar genellikle para ödeyen ya da eşleriyle oraya gelmiş olanlardı. Onlar sadece bir görüntüydü. Ancak tüketim dişillerin elindeydi. Böyle bir keşmekeşlik ve doyumsuzluk acaba neden olabilir, insanların geçmişte ulaşamadıkları isteklerine şimdi imkanları çoğaldığı için bilinçaltı patlaması mı yaşıyorlar diye düşünürken gördüğüm manzaralar öyle bir ihtimalin ancak yan ve etkileme yüzdesi düşük olan değişken olacağı izlenimini bende uyandırdı. Çünkü geçmişteki imkanlar sınırlı olduğu gibi alınacak ürünlerde sınırlı olduğundan böyle gecikilmiş bir istek patlamasının olması çok zordu. Ancak geldiğimiz noktadan baktığımızda, dişil cinsiyetin kaybolan kendisini bulacağını ona inandıracak çok ürün üretilmişti. Bu ürünlere sahip olduğunda kişi kendisi olacağını ve dışındakilerin kendisini fark edeceğini düşünüyor olabilirdi. Yani sahip olduğunu sandığı ürünler onun önüne bir tercih olarak konulmamıştı, onların hepsine ya da her birinden birine sahip olduğunda onları üzerinde göstererek, onlarla bir poz verip sosyal paylaşım sitelerinde onları paylaştığında ve ona gelecek beğenilerle daha bir fark edileceği inancı ona verilmişti. Bu duygularla değişik pozlar için değişik giyim kuşam alabilme çılgınlığı yarışına tutulanları gördüğümde, yaşam evrenimizin neredeyse tamamı nesnelerden oluşan varlıklara ev sahipliği yaptığını düşünmemek elde değildi. Bunları neden mi anlatıyorum, dişinin dünyası sahip oldukları ve olacakları ile kendisini tanımlayan bir nesneye ait olma kimliğiyle özetlenmişse, dünya zaten başımıza yıkılmış demektir. Yıkılan dünyanın enkazında aradığımız kendimizi ne kadar bulabiliriz dersiniz inanın onu ben de bilmiyorum…

“Başa döndüğümüzde, huzur bulup sükûnete kavuşup dinginleşmek için yaratılan eşler” Huzuru yeryüzü canavarlarının ürünlerine abonman olmakta buluyorsa, erkeği de elbet bu cazibe merkezi olanlardan hangisi nefsinin hoşuna giderse orada bulacağından kuşkunuz olmasın. Böylesi çelişkiler ve sıradanlıkların insanın önemini ve değerini alıp götürdüğü bir yaşamda sizler huzuru bulamayacağınız gibi, sadece birbirinizin huzurunu bozarsınız. Erkeğin elindeki oyuncağı telefonunu almanız onun dünyasını allak bullak eder, kadının tüketim çılgınlığına bir sınır koymanız onu depresif yapar bu defa psikologlardan çıkamaz hale gelirsiniz. Yani kendinden uzaklaşanların huzuru aradıkları her ortam, insanın huzurunu bozmada bir o kadar etkili olmuş ve önüne geçilemez bir savrulmaya yol açmıştır. İnsanın insanlığının imha olduğu, seçebilecek ayırıcı kabiliyetlerin ortadan kalktığı bir zamanda, onun ancak bir nesneye dönüştüğüne şahit olursunuz. İnsan yuvarlanan bir nesne olmamış olsa, kendi hayatını ona zindan edenlerin, bu kadar söz sahibi olmasını düşünebilir misiniz? İnsanlığı yok edenlerin planları hiçbir engel gözetmeden yoluna devam ediyorsa, yaşadığını sandığımız ve süje olduğuna inandığımız insanın, kendisini yeniden sorgulaması kaçınılmazdır. Sürüler ancak bir yerden bir yere götürülür, oysa insan seçim yetkisine sahiptir, gider. Olumlu ve olumsuzluktan herhangi birini yapana sorsanız neden bunu yaptın, öyle, yaptım işte cevabını alıyorsunuz, bu örnek onun bir süje olmadığının kanıtıdır. Sokak röportajlarında çoğu zaman denk geldiğim bazı kareler oldu, mesela, herhangi bir dine inanıyor musun, bilmiyorum, öyle mi, yani, mesela gibi kısa ve anlamsız sözcüklerle geçiştirdiklerine şahit oldum. Bu örnekler düşünebilme kabiliyetini kaybetmiş ve kendisini yormak istemeyen yollara yönlendirilmiş gerçek nesneleşmiş varlıklara birer örnektir. Böyle basit ve sıradan yaşama sahip varlıkların kendisi için, özünden ona huzur verecek ve sükunete erdirecek eşlerin var edilmesi ne kadar anlam ifade eder ki! Dolayısıyla anlamsız hayatlar gerçeklerin yerine geçer, herkes bu anlamsızlıkları insanın olması gereken yaşamı gibi düşündüğünde, o zaman huzur sizin mıntıkanıza uğramaz. Evlilik olarak bildiğiniz yaşamların geneli birbirinden kurtulmak için gün sayar. Ne yazık ki, yaşadığımız ortam ve dünyanın yaşam olarak geldiği nokta buralar oldu.

Konumuzun başına döndüğümüzde tekrar ediyorum, susuz bir tohum gövermez, toprak olmadan tohum kök salmaz ve su rahatlayacak yere hasret kalır. Tohumdan insana can veren Allah’ım, bizim dağılmakta olan yaşamlarımızın gerçek nedenlerini bize gösterecek aydınlık ve onları doğru anlayacak hikmet, gerekli tavrı koyacak kararlılık, devam ettirecek güç, sebat edecek direnç, karşılaşacağımız zorluklara dayanabilecek sabır, her şartta hakka ve hakikate şahitlik edecek, iyiliği anlatıp kötülüklerden (olumsuzluklardan) uzaklaştıracak enerji bağışla. Yoksa bu karanlıklar bizleri tüketecek, Rabbimiz gelecek günlerimizin aydınlık yarınlarda çizilen haritalarda bir cazibe merkezi olacak yaşamlar olmasını sağla, bizlere acı ruhumuzu özgürleştir, ufkumuzu aç, bize katından bir rahmet bağışla, yeryüzünde tüm insanlığın kendilerine bakarak hayatlarını düzenleyeceği bir saat kulesi gibi abideleşen hayatlar bize bağışla…Göz aydınlığı nesiller ve emin ellere kapıların emanet edildiği güven temelinde huzurun fışkırdığı ortama bizleri kavuştur…

Selam ve muhabbetle kalın sağlıcakla…Devam edecek….

Erol KEKEÇ/13.06.2023/13.34/Namazgah/İST.



12 Haziran 2023 Pazartesi

KENDİ ELİNİZLE KENDİNİZİ TEHLİKEYE ATMAYIN

“Allah yolunda harcamada bulunun ki kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yapın. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.” Bakaar:195

Ayetin ifade ettiği anlam ile bizlerin kafasındaki manaya baktığımızda ne kadar da Allah’ın ayetlerinden habersiz yaşadığımızı anlıyoruz. Hocalar, çocukken bize bu ayetleri anlatırken hep bedenen karşımıza çıkacak bir tehlikeden korunma olarak açıklarlardı. Oysa insana göz kulak, el ayak ve beyin verilmiş olmasına rağmen tehlikeleri göremiyorsa, bunlar işlevini kaybetmiş demektir. Bunlar tam olarak çalışıyor ve akli denge yerinde ise böyle bir eylemde kimsenin bulunması mümkün değil…Peki buna rağmen Allah böyle bir uyarıda neden bulunur diye hep kafama takmışımdır. Sonraki zamanlarda bu işin böyle olmayacağını burada çok ince bir çizginin hatırlatılıyor olduğunu anladığımda öğrendiğim tüm bilgileri imkânım olsaydı zihnimden silip atacaktım.

Allah yolunda harcamayan, biriktirip onun başında onları saymakla meşgul olanların hepsi kendi eliyle kendisini tehlikeye atmıştır. Allah’ın kula verdiği nimetleri Allah’ın istediği yolda harcamayanlar en tehlikeli işi yaparlar. İnsanın kendi yarınlarını hesaba katmadan yaşaması kadar tehlikeli ne olabilir ki! Verilen tüm nimetleri, kişi kendi beceri ve kabiliyetini kullanarak elde ettiğini düşünerek onlarla avunup onunla övünerek diğer insanlardan farklı bir yaşama sahip olduğunu söyleyerek, Allah’ın verdiği nimetleri Allah için harcamadığı zaman kendi eliyle kendisini tehlikeye atmıştır. Kendisini tehlikeye atmayı göze alarak elde ettikleriyle övünenler başkalarının yaşamlarına nasıl dokunabilirler ki!

Yeryüzüne insanın geliş gayesi yeryüzünde Allah’ın yasasına uygun bir yaşam sürdürmektir. Allah’ın yasasını çiğneyerek, her ferdin kendi yaşamıyla alakalı belirleyicileri kendisinin oluşturması bir sapkınlık ve tehlikeli yolda bir yolculuktur. Bu yolda insan kendisini her an tehlikede görmek zorundadır. Tehlike Dünyalık bir cisimle her an karşılaşmayı bekleyerek paranoyak yaşamak değildir. Bunlar olabilir, ancak tehlike bunlar değil, Allah için harcamamak kadar tehlikeli başka ne olabilir ki!

Bir yolun hakkı maksimum 80 km. hızla gitmek ise insan orada 150 ve daha fazla sürat yaparsa çok tehlikeli bir yolculuk yapar ve her an nerede nasıl yuvarlanacağını kendisi de kestiremez. İşte aynen böyle, Allah tüm yaratılmışların rızkına kefil olmasına rağmen, insan ondan çok daha fazlasına sahip olabilmek için, hırsının kurbanı olmayı hep arzular. Oysa o yolun hız limiti belirlenmiştir. O hız aşıldığı zaman her an tehlikeyle karşı karşıya kalır. Yaratanın kendi katından bol bol verdiği insanlar, bu imkanlarını Allah için onun kullarının yararına hesapsız harcamaları gerekir, o zaman çok fazla hız hırsı olan birinin, hızlı yaşayarak tehlike oluşturmaktansa, gittiği her yerde biraz durup dinlenip doğayı yaşamı tefekkür ve idrak ederek bir yolculuk yapması nasıl ki onu sükunete erdirirse, imkânı olanların imkanlarını düşkün ve ihtiyaç sahiplerine harcaması da onların sükunete ulaşmasını sağlar. Ondan dolayıdır ki Rahman, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın, Allah için infak edip harcama yapın diyor…

İnsan bu tehlikeyi anlamadığı ve onunla ilgili gerekli tedbirleri ve önleyici çareleri oluşturmadığı sürece, insanlık acılarla kıvranmaya mahkûm olacaktır. İnsanlığın kurtuluşu ancak ve ancak Allah’ın bu uyarılarını idrak eden kullar eliyle gerçekleşecektir. Kapitalizmin sağmal ineği, materyalizmin kölesi dünyaperest varlıklar insanlığın kurtuluşuna asla katkı sunamazlar. Cehennemdeki irinden bal bulacağını sananlar nasıl bir yanılgı ve boş bekleyiş içindelerse, Allah’a kul olmayan ve sadece Allah için harcayıp kendilerini tehlikelerden korumayanlar da yeryüzüne asla bir huzur getirmezeler. İnsan tehlikelerden korunmak için, öncelikle kayıtsız şartsız yaratana özgürce kul olması, La-İlahe ile hayatındaki tüm ilahların varlığına son vermesi gerekir. Ancak ondan sonra Allah yolunda harcayacak duruma gelebilir. Allah için harcamaya ayırdıklarımız kendi istek ve arzularımızın doyumsuzluğuna ayrılanın yanında küçük bir zerre ise, o zaman yine kişi kendini kandırmak için uğraşır.

İyilikte yarışmayanların hayatı hep tehlike içindedir. Ne zaman nerede o tehlikenin kendisini kuşatacağını bilemez. Ey dünyaya tapan ancak Allah’a kul olduğunu sanan kapitalizmin sağmal inekleri, Kapitalizmin verdiği arpa ve saman sakın sizi aldatmasın, onun tek amacı daha fazla süt alabilmek içindir. Seni en lüks teknelerde beslemesi, altın varaklı teknelere yiyeceklerini koyması seni düşündüğünden değildir. Senin ona bağlılığını koparmaman içindir. Ona bağımlılığın tükendiğinde kendine gelip, hayatını tehlikelerden kurtaracağını bildiği için, seni hep bağımlı olarak yaşatıp mayın tarlasında dolaşmanı istemektedir. Oysa Allah seni yaratan olarak, yarattığı bir varlığın heba olmasını istemediğinden, sana tehlikenin nerede olduğunu söylüyor ve o tehlikeler seni kuşatmadan kendi verdiği nimetleri yine kendi istediği yerde harcamanı istemektedir. İşte, senin tek kurtuluşunun yolu budur. Bunun dışında aradıklarının hepsi anlamsız ve seni senden alıp anlamsız bir arayışta seni avare etmektir.

Verilen nimetlerin sahibinin Allah olduğunu bilen ve onun huzuruna vardığında her zerresinin hesabını vereceğini bilen kullar, bu nimetlerin sahibinin isteğine hiç aksi davranır mı? Ancak ona inanmayanlar onun isteğinin dışında sadece kendini manevi olarak rahatlatmak için bir kısım harcamalarda bulunur. Ancak o durum neye benzer biliyor musunuz, hız limiti belli olan bir yolda, belli yerlerde o hız limitini aşarak istediğin hızda yol gitmendir. İşte Allah’ın verdiği nimetleri onun istediği gibi değil de kendi istediğimiz gibi onun yolunda harcadığımızı sanıyorsak bu da bizler için ciddi bir kayıp olur. Onun için insan öncelikle kendisine gelmek zorundadır.

Yeryüzünde iyiliklere öncülük eden ve iyiliklerin yaygınlaşmasına katkı sunanlar ancak tehlikeleri atlatabilirler. Allah’a rağmen Allah’tan bağımsız yeryüzünde cenneti kurmak isteyen kapitalizmin baronları, yeryüzünde iyiliklerin yok olması için küçük tüketici abonmanlarını da kendi cennetlerine taşıdılar. Bu süreç insanlığın yaşamını çok tehlikeli bir yarın kenarına ev kuran örümceğin durumuna benzetti. Dünya ile mutlu mutlu olanlar, dünya dışında bir yaşamın geleceğini unuttu. Dünya dışında bir yaşamın varlığını unutandan başka kim uçacağını bildiği halde yarın kenarına bir ev kurarak onunla övünür ki! İnsanlık dünyaperest olduğu halde hala kendisini çok değerli bir varlık gibi görme hastalığından da kurtulamıyor. Hayat, ancak yaratanın dışında başka bir varlığın olmadığına yakinen teslim olan ve bu yaşamı noktaladıktan sonra ona gideceğini bilen anlayışlarla anlam kazanır. Bunun dışındaki uğraşların hepsi ancak insanı karşılaşacağı tehlikelere her an biraz daha yaklaştırmaktadır. Bu tehlike burada vuku bulacağı gibi buradaki mesai bittikten sonra da gelebilir, âmâ mutlak geleceği unutulmamalıdır.

Huzuru sadece yaratanın belirlediği yaşama sadık kalarak elde edenlerin, dünya ve içindekilere önem vermemesi onların önemsizliği olarak anlaşılmasın. Onlar imarata çok önem verirler, ancak bu imarattan elde ettikleri, yaratılanların varlığına hizmet ettiği zaman anlam kazanır. Akan su pis olmaz derlerdi eskiler, ancak gölet halinde olan sulardan içilmemesi, her türlü pisliği içinde barındıracağı söylenirdi. Ondan dolayı bizler akan suyun kaynağını görmesek te ondan içerdik, âmâ göl halinde biriken suları hiç içmezdik çünkü onlar orada durduğu müddetçe her türlü pisliği içinde barındıracağına inanırdık. Bu söz Allah’ın bu ayetini doğru idrak etmemiz açısından ne kadar da iyi bir örnek. Su gibi aziz olasın derken bir anlamı vardı, yani su gibi tüm kurumuş bitkilere ulaşmak her toprağa canlılık götürmek ne kadar güzel bir eylem. Ondan dolayı su gibi aziz olup eldeki imkanlarımızı dünyanın her yanındaki ölüme terk edilmiş kalplere ve yüreklere taşıyalım ki, onların vaktinden önce yok olmalarının önüne geçelim. Çünkü onların hepsi Allah’ın bir ayetidir. Kitaptaki bir ayetin yanıp yok olmasını istemediğimizde samimiysek, Allah’ın canlı ayetlerine aynı hassasiyetleri gösterelim ve Allah’ın kitabını koruyalım; bu iş bize verilmiş, işte bunun adı iyiliktir. Bu iyilikler içinde yer almayı düşünmez miyiz?

Akalım dostlar bir akar su gibi, ölmekte olan yürekleri sulamak için, gölet gibi biriktirerek kendimizin bile sonrasında iğreneceğiz bir servetin tutsaklığının pençesinden kurtularak kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmayalım…

Su gibi aziz olan aziz dostlar, hayat bugün var yarın yok, bizden sonra şunu şuraya bunu oraya, diğeri nereye harcanacağının belli olmayacağı, mülkiyeti bize ait olmayan servetlerimizi, malı mülkü verenin istediği yerde harcayarak, infak etmeye ne dersiniz…Allah şüphesiz bizlerin sinelerinin özünde nelerin saklı olduğunu bilir. Bunlardan uzaklaşmak zor, nefsimiz bunlarla avunduğu için, onlar olduğu ve bizim kontrolümüzde durduğu zaman çok değerli olacağımızı bize içten içe fısıldayabilir, ancak şunu bilelim ki, nefis ancak insana kötülük fısıldar. Oysa Alemlerin Rabbi Rahman hep doğru olana bizi çağırır, Rahmanın çağrısına mı yönelelim yoksa bizi bizden alıp kendisiyle bizi tanımlayan kazanımlarımıza mı kulak verelim. Tercih insanın kendisinin…Siz Allah için harcadıklarınızın kayıp olduğunu düşünmeyin onlar bire yedi başak vererek ve üzerinde de yüzlerce başı olan bir ürün gibidir. Siz su gibi akarsanız, hangi suların size nerede katılarak sizin suyunuzu çoğaltacağınızı ve debinizi yükselteceğinizi bilemezsiniz, ancak Allah bunların hepsinden haberdardır. Ey dostlar, Allah’ın çağırdığı ve teşvik ettiği yolda yürümeye kararlı isek, Rabbim bizi ve insanlığı diriltecektir. Aksi durumda kendi ellerimizle kendimizi attığımız tehlikelerin, bizi kuşatacağı günlerin çok yakın olduğunu bilelim…Allah hep doğruyu söyler…

Onun da bir dostu vardı ona hep dünyalıkları anlatır, onlara sahip olmasını ve onları kimseye vermemesini isterdi, ancak o bir su gibi aziz olup akmayı tercih etti ve ölü canlara hayat verdi, ahirete gittiğinde baktı ki, kendisine iyiliği anlattığını sandığı o dostu cehennemin ortasında ateşin içinde, o zaman dedi ki, sen ne kötü bir dostmuşsun, az kalsın beni de kendin gibi yakacaktın, iyi ki senin dediklerini yapmadım dedi. İşte biz onu Cennete ödüllendirdik,

” Genişliği yer ve gökler kadar olan Rabbinizin cennetine koşun çalışanlar bunun için çalışsın…” Rabbimin sözü üzerine söylenecek söz tükendiği için makalemi burada bitiriyorum har daim Rabbimizin isteklerine göre yaşayan kullardan olmak ümidiyle selam muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

 

“Allah yolunda harcamada bulunun ki kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yapın. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.” Bakaar:195

Erol KEKEÇ/12.06.2023/12.49/Namazgah/


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!