Bu Blogda Ara

5 Haziran 2023 Pazartesi

“BİZİ RUHUMUZUN YAŞADIĞI YERE GÖTÜRÜN”

 “Ruh ve beden arasında nasıl bir ilişki olduğunu ve ruh olmadan bedenin nasıl bir özellik taşıdığını anlamak için ruhun beden üzerindeki fonksiyonunu anlamak gerekir.”

“Ona düzgün şekil verip kendisine ruhumdan üflediğim zaman, onun için(bana) secde edin.” Hicr:29

“Sana ruhtan soruyorlar, onun bilgisi rabbimin katındadır.” Uyarılarını dikkate alarak ruh hakkında kesin budur şeklinde bir açıklama yapmak haddimize değildir. Ancak ayetlerdeki ruh hakkında açıklamalara dikkat ettiğimizde, ruhun bir akım enerji gibi, nesneleri anlamlandıran ve onlara canlılık kazandıran Özsel, gözle görülmeyen bir akım olduğunu anlayabiliyoruz. Ecelleri gelenlerin ruhunu aldığımızda onlar ölürler, uykudayken de zaten ruhunuzu alırız, vakti gelenlerin ruhunu bir daha vermeyiz ama vakti gelmemişlerin ruhunu bağışlarız onlar yaşamlarına kaldıkları yerden devam ederler. Bu anlatımlar, Ruhun bedene anlamlandıran bir enerji olduğu ortaya çıkıyor. Zaten günlük yaşamlarımızda da çoğu zaman hareketsiz, pasif, yerinden kalkmayan bön bön bakan ve hiç ilgi uyandırmayanlara da ne ruhsuz birisin dendiğine şahit oluruz. Demek ki, ruh olmadan beden anlamsız bir nesne olmanın ötesine geçemiyor. Bedene anlam kazandıran, ondaki ruh olduğu anlaşılıyor.

Zaman ilerledikçe ruhsuz bir çağa doğru sürüklendiğimizi artık görmek zorundayız. Yaşam alanlarında kümülatif olarak biriken ve artış gösteren, yaşamı kolaylaştıracağını sandığımız üretimlerin neredeyse tamamı, insanlık için ruhsuz bir ortam oluşturmaya başladı. Bir resmi, güzel kılan ve insanlar tarafından değerli bulunması resmi yaparken kullanılan boyaların renk tonu kullanılan fırça ve ressamın şahsından kaynaklanmıyor. O şekle bir canlılık kazandıran ve insanların ona hayretle bakmasını sağlayan onun özüne yüklenilen, yaşayan bir varlık kılmasa da sanal ruhtur. Yani ruhsuz bir varlığın güzelliğini, değerliliğini iddia etmek bir anlam ifade etmiyor. Ondan dolayıdır ki, ruhun yaşamda anlamını kavramadan, gittiğimiz her yolculuk karanlık bir nesnesel hayata varış olacaktır.

Çağımızın kümülatif birikimlerini çok değerli bulmak ve onun yaşamda olmazsa olmaz olduğunu iddia ederek, onların gölgesinde bir yaşamı düşleyerek onun dışında var olmanın mümkün olmadığına inanmak, yaşadığımız evreni ruhsuz bir varlık olarak tasavvur etmekten farksızdır. İnsanın, böylesi ruhsuz bir yaşamın içinde, oyuncak maskota dönmesi, kendi ruhuyla olan bağlarını koparmasıyla ancak ilişkilendirilebilir. Çünkü uykuya dalanların ruhları bulundukları bedeni terk ediyor, hayal ve düş gibi gündüz uykuları da ruhun bedenden uzaklaşarak, sadece alışkanlık haline gelmiş ve bir nedenselliğe göre hareket eden varlık ortaya çıkarır. Böylesi varlıkların yaşıyor olduklarını sanması da apayrı bir sorgulama konusudur. Hakikatle yüzleşemeyen, hakikatle hakikat olmayan arasındaki ayrımı yapamayan, gözleri kulakları kapalı ayrım yapabilecek vicdani duyarlılığı kaybolmuş varlıklar, ruhsuz yaşarlar.

Ruhun bir akım enerji olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Evet bu akım kesildiği an, etraf birden kararıyor ve karanlıklardan hangisinde akımın olduğunu sorgulamak, bizi ruh taşıyan bir yaşama kavuşturmuyor. Yaratıcı kâinatın tek sahibi, her zaman her yerde hazır ve nazırdır. İşte yaratan, o canlı ruhundan üflediği an ya da kendisinden bir akım gönderdiğinde kainattaki varlıklar canlılık kazanıyor ve bir anlam buluyor…Bu anlamlılığın devam etmesi için, yaratıcıyla akım geçişinin devam etmesi gerekir. Yaşadığımız evrende her gün bir akım kapanıyor ve etraf kararıyor, buna rağmen hala bizler ruhun kaybolduğu yaşamda canlılık ve güzellik arıyoruz. Sahiden buna ulaşacağımıza ne kadar inanıyoruz. İnsan kendi yaşamını kolaylaştırmak için yaşam alanı içinde ürettiği, malzemelerde bir aksilik ve beklenilen görevi yerine getirmediği zaman kılı kırk yarıp sorunu bulmaya çalışıyor. Ancak kendi varlığının kararmasına sebep olan sorunların, hangi alandaki akımın durmasından kaynaklandığını anlamak istemiyor. Peki soruyorum, kendini aydınlatacak enerji akımlarının geçtiği yerler kapanmışsa, bu enerjiye ulaşmadan, insan bu ruhsuz haliyle, nasıl ruh taşıyan, hangi hayata ulaşmayı düşünebilir…

Allah, kendinden uzaklaşanları, kabirdekilerle aynı tutuyor. Kabirde olanlar ruhu alınmış bir ceset yığınıdır. Onların hareketi, düşünmesi, sorgulaması, yaşama yön vermesi, kendi ihtiyaçlarını gidermesi için bir fonksiyonlarının olması imkansızdır. Yani harekete geçiren enerji akımının bağlantıları kopmuştur. Dolayısıyla onların yaşama katacağı hiçbir katkıları olamaz. Konunun anlaşılması açısından, Allah’ın Örnekleri seçimi çok harika, siz düşünesiniz diye size böyle örnekler veriyorum diyen Allah, insanın ruhuyla var olması için ne kadar merhametlidir. Ruhsuz varlıkların evrenimizi kapladığı ve doldurduğu bir çağda bize düşen asıl görev ruhumuzla ayağa kalkabilecek bir duruşa sahip olmaktır. Allah ile tüm bağlantı yollarını kapamış olanların bedensel varlıklarına bir akım ulaşmadığı için onlar ölüler gibidir. Ölüler kendilerine faydası yokken size nasıl faydası olabilir. Ondan dolayıdır ki, yaşadığımız evreni ve kendi varlığımızı yeniden ele alarak hangi noktada tıkanmanın olduğunu ve enerji akımının neden gelmediğini doğru tespit ederek o akımın geçmesini sağlamalıyız. Ondan sonra bir canlılık gelecek, sorumluluk aşılarımız bizi diriltecek, etrafa aydınlık saçacağız; aksi durumda karanlıklarda kalan bir nesneden farkımız olmayacak.

 Ruh kavramı bazen öyle anlamsız ifadelerle yaşam içinde kullanılır ki, bu anlamsızlığa bir tanım yapamazsınız.” Nedir öyle ruh gibi ortalıkta dolaşıyorsun derler…” Ruhun ne olduğunu nasıl var olduğunu bilmeyenlerin, olumsuzlukları ruhla izah etmek istemeleri de apayrı bir muamma…Tüm kâinata canlılık ve hayat veren Ruh olmasına rağmen, bizler ölülerden farkı olmayanları nedir öyle ruh gibi dolaşıyorsun diyerek tenkit ederiz. Bu da şunu açıkça ortaya koyuyor, biz hakkında bilgimiz olmayan şeyleri alçaltmakta ve onu hafife almakta çok mahir davranıyoruz. Oysa hakkında bilgimiz olan ne kadar basit olduğunu bildiğimiz, anlamsız ve yok olacak olanları da o kadar çok yüceltip anlam veriyoruz ki, sanırsınız bu yücelttiklerimiz hayatın kendisi…Ondan sonra da tüm mücadelemiz onlar adına olur ve devam eder. “İnsanlar önlerinde bulunan gözle gördüklerine o kadar aldandılar onun peşine düştüler ki, arkalarındaki büyük günü unuttular…” Bu ayetteki vurguya da baktığımızda geçici, gözle görülenler değerli bulunurken hakkında bilgimiz olmayan ama mutlak gelecek olan o gün için o kadar ehemmiyet vermiyoruz.

Ruh ile beden ayrıldığı zaman, geçici ve birkaç gün sonra farklı varlıkların geçim kaynağı olacak maddesel yanımız olan bedene o kadar değer veririz ki, onu nerede nasıl saklayacağımızın bile hesabını yaparız. Çünkü biz o bedeni gözle gördük, ondan dolayı onunla haşir neşir olduğumuzdan, onun için de ona anlam kazandıran o ruhun ne olduğunu hiç düşünmeyiz ve onunla ilgili de pek konuşmayız. Çünkü onu bilmiyoruz, oysa o ne kadar güzel anlamlı bir yaşamın sahibi bir ruhtu, hiçbir zaman akımda sorun yaşanmadı, hep apaydınlık bir ortamda, toprağa verdiğimiz bu bedeni yaşattı. Ruh, ilk sözleşmedeki ahdine ne kadar sadık kalmış ki, Böyle güzel yaşam bıraktı diyemiyoruz.

Kâinatın her yanına her an akım geçiyor, bu akımdan faydalanmak isteyenler doğrudan Allah’tan alarak ilhamı kâinatın göbeğine koyar insanlığı…Böyle bir düşüncesi olmayanlar da madde olarak varlığını koruduğu zaman yaşadığına inanır ve öyle noktalar, bu kısa mesafeli koşuyu…

Ruh bunalıp kararıp ve akım geçmez olup kireçlenme olursa, dünya yaşamımız anlamsız karanlıklara gark olur…Ondan dolayıdır ki, Ruhumuzdan ayrı yaşadığımızı sandığımız, bedenlerimizle mukavelemizi düzgün yapalım onu yalnızlığa ve yetimliğe terk etmeyelim…Bu bizim elimizde tek yapmamız gereken Ruhumuza dönerek yaşamaktır. Ruh ve beden ayrı yerde olursa yaşayan bir insanlıkla değil, ölmüş bir ortamla iç içe oluruz. Huzur ruhta, ruhumuzu bedenimizle buluşturalım, göreceksiniz o zaman insanlık huzurun Nirvana’sına nasıl çıktığını.

Son olarak bu konunun önemini çok iyi kavradığına inandığım Kızılderili, kabile reisinin söylediği şu anlamlı sözü konuyu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır umarım. Amerika’da, doğayla iç içe yaşayan, ruhları tertemiz kızıl deriler için, toplu konut idaresi bir karar alır ve onları belli bir yere yerleştirerek rehabilite edeceklerini ve topluma uyumlu hale getireceklerini düşünürler. Bunun için Kızılderililere belli bir bölgede yüksek katlı binalar yaparlar ve Kızılderilileri oraya korlar o bölgede yaşamalarını isterler. Belli bir zaman sonra Kızılderililerin huzuru bozulur birbirine düşerler, hastalanırlar ve toprakla buluşacakları yerlere gitmek isterler, çünkü ciddi bir travma yaşamaya başlamışlar. Bu durumdan rahatsız olan Kabile Reisi, bir gün Toplu konut idaresi başkanın huzuruna çıkar ve ona der ki; Efendim sizler bizim için güzel konutlar yaptınız, bizi bu konutlara yerleştirdiniz, sizlere çok teşekkür ediyorum kendim ve kabilem adına; ancak bizler buraya geldiğimiz günden beri hastalıklardan kurtulamıyoruz, üyelerimiz saldırganlaştı, huzurumuz bozuldu, bunun için eski yerlerimize ve topraklarımıza gitmek istiyoruz der. Bunu anlamakta zorlanan başkan düşünürken, Reis der ki, bizim bedenimiz ruhumuzdan ayrıldı, ruhumuz dağlarımızda kaldı, siz sadece bedenimizi buraya getirdiniz, oysa bizim bedenimiz ruhumuzdan ayrılınca ancak çürümeye mahkûm olur. Onun için bizler Ruhumuzun yaşadığı yere gideceğiz. Ruhumuzdan ayrılarak yaşayamayız bizi mazur görün der ve müsaade ister…

Bize yapacağınız en büyük iyilik Ruhumuzun yaşadığı yere bizi götürmenizdir, biz ancak o zaman özgürlüğümüze kavuşuruz ve insanlığımızı anlayarak yaşarız. İşte, günümüzün materyalist anlayışı insanlığı Gerçek ruhtan kopararak, ruhsuz bir dünyanın içinde diri diri mezara koyma mücadelesi veriyor, bizler de ne kadar ileri gittiğimizi sanarak kendi imha sürecimizle ilgili ortaya konulan yanlış algı karmaşasına onay veriyoruz.

Allah’a rağmen Allah’tan bağımsız yeryüzünde cennet kurmak isteyen anlayışların hepsi tarihin ve insanlığın çöplüğüne gömüleceğinden hiç kuşkunuz olmasın…Ya ruhumuza döner yeniden yaşamaya başlarız, ya da bedensel hazların peşinde yuvarlanır ruhsuz bedenlerimizle insan olduğumuzu sanırız…İnsan olmaya ve yeniden dirilmeyedir bu davet…

Selam ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/01.06.2023/14.03.Namazgah: İST



DOĞASINA DÖNMEK ZORUNDA İNSAN

“Dünya hayatının misali şudur: Bir yağmur, onu gökten indiririz. İnsanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yeryüzü bitkileri o yağmuru emerek boy atıp gürleşir, sarmaş dolaş olur. Derken yeryüzü bütün takılarını takınıp, rengârenk süslenerek olanca güzelliğiyle göz kamaştırır hâle gelir. Orayı ekip biçenler bütün bunların kendi güçlerinin eseri olduğuna ve artık onun ürünlerini toplama zamanı geldiğine inandıkları sırada, bir gece vakti veya gündüz oraya azap emrimiz gelir; sanki dün orada hiçbir şey yokmuş gibi, her şeyi kökünden biçiveririz. İşte, düşünüp ibret alacak kimseler için ayetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.” Yunus:24

Rabbimiz yukarıdaki ayetinde dünya hayatı ve yaratılmışların hayatı hakkında insanların mukayese yapması ve tefekkür için o kadar ince ayrıntılar ortaya koyuyor ki, bize ancak iman etmek düşer.

İnsanın bunları idrak edebilmesi için gönül ve akıl arasında sıkı ilişkiler kurması gerekir. Ne sadece akıl ne de sadece gönülle bu tefekkürün gerçekleşmesi düşünülemez. Ancak ikisi birbirini destekler ve uyarırsa tefekkür derinleşerek devam eder. Serbest düşünme olarak bilinen, hayal rüya çağrışım hatırlama gibi düşünüş biçimlerini tefekkür olarak görmemek lazım. Bunlar aklın ve gönlün birlikte çalışmasından doğmaz. Bunlarda doğrudan duygular baskındır, zihin uyur ve duygular insanı alıp götürür, sonuçta bir hedefe ulaşmak yoktur. İnsanın kendinden ve gerçekliğinden kaçışı burada gizlidir. Oysa tefekkür, doğrudan sistematik bir düşünmeyi, emek harcamayı, pratik yaşama geçmeden önce, bir eylemin projesi için anlamlı tutarlı çelişkisiz bilgilere ulaşarak hakikatin kaynağına ulaşıp oradan beslenerek hayatın içine inme, hazırlık evresidir. Bu hazırlık evresinden yoksun yaşamlar, ya alışkanlıkların esiri bir hayat ya kuşatılmışlıkların kölesi bir anlayış ya da tamamıyla uyaranlara verilen tepkiler sonucunda oluşan biyolojik canlının varlığını devam ettirecek sınırlı sayıda öğrenilmiş şartlı uyaranlara hayatı kurban eder. Oysa Yaratıcı, insana hep anlamlı bir yaşamdan örnekler veriyor ve o hayatın bağlantı yollarını neden sonuç ilişkilerini ve derinlikli hikmeti kavramaya davet etmektedir. Bu derinlikten yoksun yaşamların, dünya ve içindekileri doğru algılaması, onları doğru yere oturtarak kendisini evrenin sorumlu bir süjesi olarak görüp öyle yaşaması düşünülemez. İnsanın kendini keşfi ancak tefekkürden geçer. Tefekkür, sistematik bir düşünmeyle ancak ulaşılacak bir sonuçtur. Bunun için çok ciddi emek gerekir. Bu emeğin başında zaman ve yönelimin, ihtiyaç olarak görülmesi kaçınılmazdır. 

İnsanın bu tefekkür, kendi eliyle yapıp ettiklerinden dolayı kayboldu. İnsan, kâinatın dengesini bozdu ve yeryüzünde fesat çıkardı, karayı deniz, denizi kara dağları ova, ovaları dağ, yani her yönden yeryüzünü değiştirmek ve kendi yaşamını kolaylaştırmak adına ifsatta sınır tanımadı. İnsanın bu hadsizliği onu tefekküre muhtaç duruma getirdi. Tefekkürden yoksun bir yaşamın filizlenip dal budak vermesi, tomurcuklanıp çiçeğe dönmesi mümkün değildir. Yağmur ve su toprak için ne ise, tefekkür de insan için öyledir. Toprak sulanmadan, bitkiler  suları emerek kendisini diriltmeden nasıl ki doğa sadece bir toprak parçası ise, insan için tefekkür olmayınca, bu hakikat insan tarafından bir su gibi emilip tüm hücrelere dağılmadan insanın gövermesi de mümkün değildir. Gövermiş gibi görünenler az da olsa tefekkür nimetinden faydalananlardır.

İnsan öyle bir varlık ki, diğer yaratılmışlardan farklı olarak hem kendi yaşamında hem de başka varlıkların yaşamında değişiklikler yapabilecek ve onlara baskı kuracak kabiliyet ve özelliklerde yaratılmıştır. İnsanın bu özelliği tefekkür hikmeti ile beslenmediği zaman, evreni tüm alemi zindan eder. Çünkü tefekkür bunların önüne geçmek için bir ilaçtır. O ilacın kullanımı yaşamda karşılık bulursa evrenimiz bir toprak gibi dirilerek gerdanlıklar takan, insanın eliyle anlamlı bir yaşama kavuşacaktır.

Geçmişten günümüze insan dirilmeyi yok etmek için kendisine korunaklı mekanlar yapmak adına, yaşamı karanlıklara gömdü. Beton yapıların çoğalması ve doğayla ilişkisinin koparılması, insanın özünde ciddi değişimleri getirdi. Bu değişimler yeni ve farklı bir hayatın arzulayan robotu kıldı insanı. İnsan bunu anlayamadığı için, kendini geliştirdiğini sanarak aslında doğayla barışık ve birlikte var olma çabasını ortadan kaldırdı. Doğa insandan uzakta varlığını devam ettirmeye çalışsa da insan kendisine yaptığı ihaneti doğaya da yaptı. Onun içindeki cevheri ve varlık özünü yıktı. Dolayısıyla kâinat kitlenip kabuğuna çekilince, insanın tefekkürüne katkı sunan yanı kayboldu. Zaten insan kendi kurduğu dünyasının içinde kendisiyle baş başa kalıp, diğer alemlerle ilişkisini sonlandırdı. Böylece insanın üretken sistematik düşünme melekeleri ortadan kalktı, yerini emek istemeyen hayal rüya ve çağrışımlar aldı. Böylesi bir yaşam atmosferinde süje olma özelliğini kendi eliyle yok edip, kendi yaptığı nesnelere varlığını feda eden insanın, tefekkür yönünün yok olması da gayet doğal bir süreç oldu. Tüm bu karmaşık denklemlerin insanın önüne gelişim ve ilerleme olarak taktim edildiği bir çağda, insanın insanlığını ve değer sistemlerini imha ettiği ortamda hangi gelişmişlikten söz edilebilir ki! Ne yazık ki, gözle görülen ve nasıl olduğu bilinen nesnelerden oluşan kuleler, insan için çok değerli duruma geldi. Bunlar üzerine fazla emek harcama ve onların bilinmeyen yanları hakkında düşünme gerekmiyordu. Çünkü bilinmeyen yanı yoktu. İnsanın, şartlanmışlıklar içinde tefekküre yer olmayan bu kazanımları, insanı gerçek doğasından uzaklaştırarak dünyanın en büyük kölesi haline getirdi. Oysa tefekkür ’ün içinde özgürlük saklıdır. Özgürlüğün doruğunda, yaratılmış hiçbir engel tanımadan uçsuz alemlere dalacak düzeyde özgür olmak için, tefekkür kapısından sağlıklı içeriye girmeniz gerekiyor.

Özgürlük böyle bir yoldan gidildiği zaman ancak sağlıklı elde edilir. Diğer eylemlerin boyutu ve harcadığı emek ne kadar olursa olsun insanı özgürlüğe götüremez. Ondan dolayıdır ki Rabbimiz insanı özgürlüğün doruğunda yaşamaya ve tüm ayak bağlarından kurtularak bedence ulaşamadığı ortamlara zihin ve gönülle kavuşmasını istiyor. Yani insanı öyle özel ve karmaşık yaratmış ki, bunu insanın kendisinden başkası da anlayamaz. İnsan bu kadar ayrıcalıklı ve özel bir varlık olmasına rağmen neden köleliği özgürlüğe tercih ederek tefekkürü hayatından uzaklaştırmış olabilir. Tefekkür hayatın dinamosu, canlılığın kaynağı, yaşamın düzene oturmasının yegâne özüdür. Bu öz hayattan kovulduktan sonra insan yaşamı, çılgın bir hayatın köhnemiş eşyasına döndü. İnsan kendini unuttu kendisini unutanın kendisini var edeni unutmamasını düşünebilir misiniz? İşte karanlıklar insan için böyle başladı. “Allah’ı unutup ta Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu gibi olmayın…” Tefekkür Allah’a giden yolun kapısıdır. O kapıyı kapatanların hepsi kendi zindanlarının kölesi olarak yaşamaya mahkûm oldular. Bu zindanlara son vermek için, Allah insanlara acıdığından, yine yolu göstererek o yöne bir başlangıç yaparak üzerlerindeki karabulutları dağıtabileceklerini ve soludukları cehennem havasından kurtulabileceklerinin yolunu gösteriyor.

İnsan, insan olmak ile insanlığını kaybetmiş ama hala insan olduğunu sandığı bu ikilem arasında yaşamaktan kurtulmadığı müddetçe, kendi kaynağından her geçen gün daha fazla uzaklaşarak insanlığın sonuna yaklaşacaktır. İnsanlığın sonunun gelmesi, insani olan yaratılışın değerlerinin yaşamda karşılığı olmadığı zaman gerçekleşecektir. Bunu neden özellikle vurguladığımı Rabbimizin beyanını derinlikli anlamaya çalıştığımızda kavrayabileceğimizi sanıyorum. İnsan, insan olma kimliğinin anlamını kavrayarak, doğal yaşamla olan kardeşliğini insan doğasıyla bütünleştirdiğinde hayata yeni bir başlangıç yaparak toprağın derinliklerine kadar akıp, orada hayatı ortaya çıkaran su gibi hayatı ortaya çıkaracaktır.

Sistemli düşünmeden yoksun, çelişkili tutarsız paradoksal vurgular insanın insanlığını imha edecek aralıklardır. Zihin bu kapı aralıklarından gelen akımlara kapatılmadığı zaman tefekkür bizimle olan ilişkisini koparacaktır. Tefekkürün yoğun olduğu yaşamın canlandığı, bir yağmurla her tarafta rengarenk çiçeklerin açtığı bir doğa gibi yaşayacağımız hayata kavuşmak dileğiyle…Selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla….

30.05.2023/EROL KEKEÇ-Namazgah /İst. 

Yükleniyor: 245625/1729173 bayt yüklendi.


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!