Kant, hakikaten büyük düşünürmüş, düşünmeyi çok iyi yaptığı için büyük düşünür, düşündüklerini insanlığın faydasına olması için düşündüğünden de, büyüklüğü kabul görmüş bir düşünür…
Kant’ın, kavramları sorgularken
onları çok ince elekten geçirerek bir kıvama getirip ondan sonra ifade ettiğini
görüyoruz. Kant’ın Bilgi ahlak ve sanat hakkındaki yaklaşımları, onun gerçekten
ne katar tutarlı ve kendisiyle barışık biri olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kant, Bilgiye yaklaşımında bilginin değeri ve kaynağı ile ilgili ileri sürdüğü
yaklaşımı hakikaten üzerinde durulması gereken bir yaklaşım… Bazılarının
bilginin kaynağında tecrübe deneyim ve gözlemleri kaynak olarak görmesi,
kimilerinin de aklı doğrudan bilginin depolandığı kaynak ele almasına karşın,
Kant Aklı bilgi üreten bir kaynak yani üretici bir mekanizma olarak ele alır,
ama dış dünyadaki deneyim, gözlem tecrübelere ise bir yığın, hammadde olarak
yaklaşır. Kantın bu yaklaşımı benim açımdan da büyük önem taşımaktaydı,
neredeyse tam da böyle düşündüğümü söyleyebilirim…
Tecrübeler, aklın süzgecinden
geçmeden nasıl sistematik düzenli ve kullanımı olan bir bilgiye dönüşebilir ki,
genel geçer ve herkesin üzerinde anlaşabileceği bilgiler, ancak aklın doğru
kullanılması ve akıl süzgeçten geçirilmesiyle elde edilen bilgi olabilir. Ondan
dolayıdır ki, Kant hakikaten insanın üzerinde düşüneceği ve doğru bilgilere
ulaşacağı çok değerli açıklamalar yapmıştır. Bazen bizde kullanırız, senin ne
söylediğini kulakların duyuyor mu diye! Hakikaten
ne söylediklerini kulakları duymayan nice söyleyenlere her gün şahit
olmaktayız. Babasından atasından, hocasından, televizyondan, sokaktan,
politikacılardan duydukları ile yaşamlarını devam ettiren varlıkların olduğunu
çok iyi biliyoruz. Tecrübe değerinde bile olmayan sadece duyulara dayanır
nitelikte yorumlanması ve algılaması gerçekleşmemiş bir uyaranın bilgi olarak
yaşanıldığı ortamlarda doğruya ulaşma imkânınız çok zor olur. Yani bizim
yaşadığımız ortamda, yaşamda karşılığı olan ve üzerimizde ağır bir yük olarak
duran bilgi, bilgi olma hüviyetini kazanamamışken, bizim hayatımızın savunma
reflekslerini güçlü kılan bir uyaran konumuna geldiğini görmekteyiz. Savunma
reflekslerinin duyumlarla harekete geçtiği yerde, insanların sürekli zihinlerinde
tutacakları ve belleklerini güçlü kılacakları bilgiden yoksun olduklarına şahit
olmak çok kolaydır. Duyumlar kuru yığınlardır onlardan yola çıkarak hakikate ulaşamazsınız,
ne zaman ki onları tanımak için algılama süreci başlar, sonrasında yorumlama
aşamasına geçilir, işte o zaman hammaddeler akıl süzgecinde tartılacak bir
pozisyon almış olurlar. Akıl süzgecinden zihin kalıplarından geçirilerek elenip
bir üretim sonrası kullanılacak aşamaya gelmiş bilgiler, hafızalarımızda uzun
süre kalır ve onun etki alanından hemencecik çıkmanızda zor olur. Bir uyaranı
görmemişseniz onun bilgisine sahip olamazsınız. Görmek algılamaktır, bakmak ise
bir duyumdur, biz her şeye bakıp geçiyoruz ancak geçtiğimiz yer hakkında
birileri bize bir soru sorduğunda orayla alakalı bir tanımlama yapamıyorsak
bizim oradan sadece geçtiğimizi ama hiçbir şeyi görmediğimizi gösterir.
Görmeyenlerin nara attığı çığlıklar, bir bilgi dayanağı olan çığlıklar
değildir. Bilgi dayanağı olmayan her söz ve davranış anlamsız ve sadece size
zaman kaybettirerek, allınızın pasif duruma gelmesine neden olur. Aklın pasif
durumdan aktif duruma geçmesi için, toplumsal yaşamdaki kutup başlarına iyi bakalım,
orada insanlar arası ilişkiyi başlatacak reaksiyon nereden nasıl başlıyor… Bu
süreci doğru yönetebilmenin ve istenilen sonuca az masraf ve kısa zamanda
ulaşmak için aklın işletim mekanizması harekete geçmelidir. Yani akıl bilgi
üreten bir kaynak olma vasfına ulaşmalıdır. Aklı ne insan dışında ulaşılması
güç bir makama çıkararak onu ilahlaştıralım, ne de verilenleri sadece işleyen
ama müdahale etmeyen bir araç olarak görelim… Akıl aktif ama belli koordinatlar
içerisinde mücadelesini verir. İşte aklı o konumuna getirmek zorundayız, aklın
hakiki bilgiye ulaşması için sınırlarını aşmayacak yerini, iyi bilmeliyiz,
acziyetini kabullenecek olması onu bulunduğu makamdan da aşağı indirmek
olmamalı ona davranışımız…
Nerede yaşıyorsak orada yeni bir
başlangıç yapabilmek için, sürü psikolojisinin etkisinde kalarak nerede
tıngırtı orada buluntu şeklinde devam eden yaşamları, bilinçli seçenekler
haline getirmek zorundayız. Bilinçli seçenekten yoksun tercih sebebi olmayan
hayatlar her dönem de sürünmeye mahkûmdur. Duyuları bir bilgi olarak öğrenmiş
olanlar, her zaman kullanılan kobaylar olduklarını zaten anlayamazlar. Onların
bu ayrımı yapacak zihin duvarları tortulaştığı için onlar arasından hakikati
nasıl ortaya çıkarmalarını bekleyebilirsiniz?
Taklidi, yöntem olarak sunan bir
anlayışın akla ne kadar değer verdiği zaten ortada iken, aklı neden
kullanamıyoruz diyerek kendi içimizde bir sorgulama yapmanın da anlamının
olduğunu söylemek çok zordur. Öncelikle bize aktarılan ve ne olursa olsun
bunlar böyledir ve bu kalıplar sizin hayatınızı şekillendirecektir şeklindeki açıklamaların
tümü hakikatten uzaktır. Farklı dönemlerdeki yaşamları biçimlendiren, öncekilerin
yaşamları için oluşturulmuş kurallar ise, buna da İslam fıkhı diyerek evrensel
bir içerik kazandırmak, aslında aklı hayatın dışına atmanın en açık örneğidir.
Fıkıh yaşamdan doğar, nerede ne zaman yaşıyorsanız o zamana özgü bir fıkıh
geliştirmek zorundasınız, işte, akıl burada üzerine düşen rolü en iyi oynamalıdır.
Fıkha ait şekilsel görünümler üzerine yeni bir fıkıh oluşturmak gerekmez ancak
hayatın devamı ve bulunulan ortamın getirdikleri iyice irdelenmelidir. Bunu
neden mi söyledim aklı pasif durumdan aktif duruma geçirmenin en önemli yolu,
onu kendi doğal ortamına kavuşturmaktır. İslam bir enerjidir her dönemde onun
size vereceği vardır ve ondan istifade etmek isteyenler onu her zaman
yanlarında bulurlar, ancak İslam’ın enerji olma özelliğini indiği dönemdeki
enerjinin ne olduğuna takılıp da, enerjiyi devre dışı bırakırsak bizim ondan
faydalanma imkânımız olmayacaktır. Bir örnekle izaha çalışırsak, insanlar ilk dönemlerinde
çeşitli enerji kaynakları oluşturdular, tezek, odun, kömür, petrol, elektrik,
doğal gaz derken güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi enerjinin elde edildiği
nesnelerle karşılaştık… Ama bizim asıl varmak istediğimiz enerjidir. Bu
enerjinin kalitesi kullanılan malzemenin niteliğine göre farklı olabiliyor,
ancak sonuçta hedefimiz enerji almaktır.
İslam, aynen bu enerji gibi her
dönemde yaşama egemen olacaktır, insanların algıları ve yaklaşımları da
bulundukları dönemdeki enerji elde edilen nesneler gibi düşünüldüğü zaman,
geçmişte kullanılan tezekten elde edilen enerjinin daha iyi ve kutsal olduğunu
savunarak sadece onunla haytamızı devam ettiririz diyerek yenilikleri imha etmek,
akla yapılacak en büyük ihanet olur. İslam akıl dinidir derken her dönemde İslam’ın
sınırları içinde akıl sorunlara bir yol bulur demektir. Eğer akıl sorunları
çözmeyecek durumdaysa, akıl nimeti henüz nimet olarak tam anlamıyla
keşfedilmemiş demektir. İslam dünyası olarak bildiğimiz dünyanın en büyük
karanlığı, aklın kullanım kılavuzundan habersiz, akıldan faydalandıklarını
iddia ederek akıldan yoksun yaşamalarıdır.
Din bir yaşam biçimidir. Benim bu
günümü şekillendiremeyen din o zaman geleceği göremeyen (haşa) bir tanrı
tarafından gönderilmiş olur ki, o zaman o din benim hayatıma hükmedemez…
Yaratıcının katında bu gün yok muydu ki, bu günü içine alacak ve bugünün
insanlarının yaşayacağı ortamı dikkate alacak bir din göndermemiş olsun… Eğer
bu din evrensel ise, öyle olduğundan kuşku yoktur o zaman bu dinin sahibi bu
günü de şekillendirecek bir din gönderdi. Bu günü şekillendirecek olan dinin
kendisi, yani enerjidir, âmâ geçmişin enerji elde ederken faydalandıkları
nesneler ve yollar değildir. Öyle olduğunu iddia edip onları dayatırsak bu din evrenselliğini
kaybeder. Geçmişe sahip çıkalım diyerek taklitçiliği bir yöntem olarak sunan
bir anlayış evrensellikten ne anladığını acaba sorgulamış mıdır?
İnsanın kutsallığı onun içinde kutsal
bir değer olan aklı ve ruhu barındırmasıdır. Bunları gerektiği gibi
kullanamayanların kutsallığı ortadan kalkar, canın korunma kutsallığı dışında…
Geçmişin doğrularını örnek almak, onların kutsanarak hayatın belirleyici olmada
bir öncelik alması demek, insanın kutsallığını kurşunlamak olur ve din o zaman
bir zulüm mekanizmasına dönüşür. Geldiğimiz süreçten yaşamdaki dağınıklıklara baktığımızda
bunların birçok olumsuzluklara neden olduğunu söyleyebiliriz… Gençlik Deizme
kayıyor diye ilahiyatçıların nerdeyse çoğunluğu hatta diyanet İşleri
Başkanlığına kadar bu konular gündem oluşturdu ve gençliğin yaşamı sorgulandı
ama kimse çıkıp ta bizim dayattığımız, din diye baskı kurduğumuz acaba din mi,
yoksa oluşturduğumuz kutsal geçmişimizin bu çağın insanının hayata bakışıyla
örtüşmemesi olabilir mi deme cesaretini göstermedi…
Bunları örneklendirmemdeki en önemli sebep,
Kant’ın anlatmaya çalıştığı akıl üretici bir kaynak olmalıdır sözünün yaşamdaki
karşılığının önemini kavramaktır… Aklı, aslandan korkup kaçan yaban merkepleri
gibi gördüğümüz bir ortamda insanlığa verilecek hiçbir şey kalmamış demektir…
Ondan dolayıdır ki, aklı aktif hale getirip onu hayatın dümenine oturtmamız lazım…
Aklı yürekten bağımsız ele aldığımız zaman Aklın ilahlığının egemen olduğu çağa
ramak kalmışız demektir. Farabi’nin, Din ile akıl birbiriyle çelişmez ve
birbirini tamamlar dediğini ilk duyduğumda bayağı bir sorgulamıştım. Ancak aklı
yaratan da Allah vahyi gönderen de Allah, dolayısıyla Allah’ın yarattığı iki
değer birbiriyle çatışmaz ancak dizginleri el değiştirirse rakip olur diye bir
yorumunu 88 yılında okuduğum zaman beni de bayağı etkilemişti.
Evet, dostlar aklı bukağılamış İslam dünyasından,
aklı baş tacı yapan bir dünyaya kapıları aralamazsak, biz ne doğru bilgiye
ulaşırız ne hakikatleri sorgularken analiz ve eleme sistemi geliştirebiliriz. Analiz,
sorgulama ve ayıklama becerisi olmayan toplumlar, ne verirsen alır ve kolayca
sindirirler sonucun ne olacağını hesap etmediklerinden kendi elleriyle kendi
ölüm fermanlarını imzalarlar ya da yok oluşa davetiye çıkarırlar.
Topladığımız tüm tecrübeleri deneyimleri,
gözlemleri ve devraldığımız geçmişi akıl süzgecinden geçirerek iyice irdeleyip
kendi aklımızın ürünü olan bilgilere dönüştürdüğümüz zaman yaşarız. Yani kendi çağımızın
bilgisini üretmeye ihtiyacımız var, bunları ithal edemeyiz, birilerinin
gelmesini beklemeyeceğiz kimse mehdi Mesih beklemesin, beyinsizliklerimizin ve
tembelliklerimizin adını mehdi koyduk diyen Rahmetli Aliya gibi bende diyorum ki,
mehdi doğru yola götürecek olan ise, bu ancak aklını yaratıcının belirlediği çizgide
kullanan herkes olacaktır… O halde ne duruyoruz herkes kendi aklını doğru
kullandığı zaman bir mehdidir. Mehdiler uyursa, olmayan yerden mehdi bekleyedursun
bir kul, ömrünün sonunu yakın eder o kul…
Geçmiş için söylenecek söz Kuran’ının
şu ayetinden başkası olamaz…”Rabbim bizi
ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, bizden önce yaşamış Müslüman
kardeşlerimiz için kalbimizde bir kin bırakma…”Onlar bir ümmetti geldi ve gittiler,
bize düşen görev kendi dönemimizde nasıl bir ümmet olduk ve ne kadar terazide
ağırlığımız var, onu tartmak olmalıdır.
“Allah katında canlıların en kötüsü aklını kullanmayan
hakikate karşı sağır ve dilsizlerdir.”
Rabbimin bu ayeti ile konuyu kısaltmak istiyorum…
Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür… Yeni bir sorgulama alarmı
başlatabiliyorsak rabbime hamdolsun… Selam saygı muhabbet ve dualarımla
hayırlarda yarışanlar olmak dileğiyle… Her şey İnsan için, insanca yaşamak için,
insan gereklidir…
Erol KEKEÇ/23.02.2022/22.08