Toplumlar çoğu zaman kendi yaşam
alanlarından edindikleri tecrübelere göre, hayatta belli bir yeri olan kavram
ve terimlere yeni anlamlar yükleyebiliyorlar. Bu yeni anlamlarıyla tanımlanan
kavram ve terimler, tecavüze uğramış gibi iğreti bir hal alıp anlamsız bir
duruş sergilerler. Hangi kavram ve terimlerin böyle bir bahtsızlık yaşadığını
bütün boyutlarıyla burada ele almamız mümkün değil, ancak hayatımızın içinde çokça
gördüğüm bir iki kavram üzerinden toplumsal yaşamda oluşan farklı algı
kodlarına değinmek yerinde olur kanaatindeyim.
Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımızda
öyle kulağa hoş gelen ama içeriği anlamsızlaştırılan örneklere rastlıyoruz ki,
çoğu zaman ben bunları gördüğümde insanlığımdan utanmıyor değilim. Özellikle
Dini günler geldiği zaman bunlara çokça denk geliyoruz. Ramazan ayı herkesin
bildiği üzere hayırların yapıldığı ay olarak bilinir. Ancak bu hayırlar sivil
toplum örgütleri ve kişiler arasında yapılması gerekirken, resmi kamu
kurumlarının da bunlar arasına girdiğini gördüğümde sorgulamadan edemiyorum.
Yerel yönetimlerin Seçimler yaklaştığı zaman ya da kendi hizmetlerini halka
tanıtmak istediğinde, şu kadar fakire giyecek yiyecek kap kaçak ve yakacak
yardımı yapıldı gibi açıklamalar hakikaten farkında olarak ya da olmayarak, yönetimin
prestijini ne kadar aşağıya çektiği bilinmez. Kamu kurum ve kuruluşları
sorunları giderip her insanın insanca yaşayacağı ortamı oluşturması ve
insanlara elinin emeğiyle geçim sağlayacağı ortamları sunması gerekirken, şu
kadar insana şu kadar yardım yapıldı demek çok çirkin bir tutum olduğu
kanaatindeyim.
Kamu kurumları, bulunduğu yerdeki
insanların onurluca yaşamaları ve kimsenin önünde eğilmemesi için, onlara
insanca yaşayacağı iş ortamlarını oluşturması zorunludur. Ama kendi bünyesinde
ama kendi alanının dışında özel firmalar bünyesinde istihdam yaratmak onun asli
görevlerindendir. Bu asli görevlerini yerine getirmeyen ya da o alana ağırlık vermeyip,
insanların ihtiyaç sahibi durumuna düşmesinden bir getirim devşirme içine
girmesi utanç verici bir manzaradır. Kamu kurumları yardım yapar ancak nasıl
yapar bunun kriterleri olmalıdır. Hiçbir siyasi ve taraftarlık gözetmeksizin
yönetimi altında bulunan insanlara sosyal devlet yönüyle yaklaşıp, insanları iş
sahibi yapana kadar onların yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Bu
davranış vatandaşın yönetime karşı bir minnet borcu içine girmesini
gerektirmez. Ayrıca bu uygulama vatandaşa bir şantaj malzemesi olarak ta
kullanılamaz. İşsizlik fonunda biriken 130 milyar lira bütçe olmasına rağmen,
bu bütçenin toplanma amacına uygun kullanılmaması içler acısı bir durumdur. Gün
içinde en yetkili ağızlardan duyduğum açıklamalar doğrusu beni şaşırttı, işsiz
insanlar istihdam edildiği takdirde en az 6 ay gibi bu insanları istihdam eden
firmalara bu bütçeden para aktarılacağı ve maaşların bu kaynaktan ödeneceği anlatılıyordu.
Dışardan baktığınız zaman ne kadar da güzel bir uygulama, insanlar iş sahibi
olacak diyorsunuz, ancak elde edilen kazanım firma sahiplerinin cebine gidecek,
çalışacakların maaşı ücreti işsizlik fonundan ödenecek. Bu nasıl bir çelişki
değil mi sizce de. Yani işsizlik fonu patronların çalıştırdığı elemanın
parasını ödeyecek, elde edilen kazanımlar patronların kasasına girecek, Patron
ne kadar insan istihdam etti denilerek ödüllendirilecek yani anlayacağınız
işsizlik fonu da patronların tıkanıklığı için kullanılacak… Sonrasında Yerel
yönetimler ve Sosyal yardımlaşma fonu eliyle, valilik ve kaymakamlıklarda
ihtiyaç sahiplerine dağıtılan paralar sadakaya alışan insanlar yaratacak…
Neresinden bakarsanız bakınız tutarsızlıklar üzerine oturtulmak istenen
uygulamalarla karşı karşıyayız.
Yerel yönetimlerde bu yardımlara
alıştık her neyse dedik, ancak merkezi yönetimin kendi vatandaşına yardım
yaparak halkı dilenen duruma getirmesi aşağılayıcı ve insanları
kişiliksizleştirme operasyonu olduğuna inanmaktayım. Bir ülke kendi imkânlarını
tasarruf ederek ülke dışındaki ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyorsa bu her zaman
övgüye layık bir davranıştır. Ancak bu davranışın övgü alabilmesi için kendi
yönetimindeki insanların genel sorunlarını çözmüş olması gerekir. Bunlar her
geçen gün çoğalıyorsa, siz dışarıya aktarım ve reklamasyon derdindeyseniz, yönetim
olarak doğru gitmeyen işler var demektir.
Merkezi yönetim, yardımları ancak
düşkünlere ve kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayamayacak durumda olan fiziki
ve zihinsel engelli vatandaşlarına yapar. Eli tutan ve ayakları yürüyen zihni
idrak edebilecek olgunluğa ulaşmış baliğ olan her vatandaşına iş oluşturmakla görevlidir.
Ya da iş oluşturacak imkânlar oluşturup onların üretime katkı sunmasına destek
olması gerekir. Devlet bir denetleme ve organizasyon kurumudur. Bunları
yapamayan devlet başka işlerle ne kadar meşgul olursa olsun, kendi asli
görevini yapmadığı halde başka alanlarda sivrilmekle telafi yapar ancak. Bu da
eksikliklerinden kaynaklanan kompleksli bir durumun yarattığı travmaları
hafifletme yollarıdır. Devlet asli vazifesini yerine getirmek zorundadır. Bu
görevini kimseye tevdi edemez. Uzun zamandır nereden buldun yasası diye bir
çalışma yapılıyor, ancak insanların nerede nasıl kaybettiklerinin araştırılması
hiç yapılmıyor. Oysa nerede kaybedenlerin yaşamları iyice araştırılsa, nereden
buldun yasasının ne tür kurnazlıklar barındırdığı da anlaşılmış olacak. İnsanların
kazançlarının %65’ne ortak olan devlet, zarar olunca hiç oralı olmaz ve kendi alacağını
almak için gerekirse ineği kesimhaneye gönderip etini alıyor veyahut ta satarak
ortağının nasıl yaşadığını ya da yaşayacağını hesaba katmıyorsa, bu durumda imkânsız
insanların sayısını arttırarak yardım alacakların sayısını katlamış olmaktadır.
Ancak nerden bulursan bul getir
onları kayıt altına al, vergini ver kazancın kutsallaşmış olsun diyorsa, devlet
çıkar devşirme aracı olmaktan başka bir işe yaramaz. Devlet öldüren değil
dirilten olmalıdır. Bir insan ticari müessesesinde işleri bozuluyorsa, hemen
tüm resmi kurum alacakları o esnafın kapısına dayanıyor, ölmeden önce bundan ne
alabiliyorsak bir an evvel koparalım, yoksa batarsa bu bir daha çamurdan çıkamaz
diye düşünüp insanı canlı canlı imha edebiliyorlar. Bu davranış şekli yönetimin
insanları perişan etmek için seçtiği en kalıcı ve çıkar devşirme yolu ise
insanlar köle olur, yönetimde onları nesne gibi kullanan bir efendi olur. Onun
için diyorum ki, devlet önce devletin varlık gerekçesini ve devamlılığının
nelere bağlı olduğunu iyice anlamalı, ondan sonra toplumsal yaşamı yönetmek
için alana inmelidir. Yoksa sadece patolojik ortamlar yaratmanın ötesinde bir
icraatı olmaz.
Ülkemiz gerçekliğine doğru bakışla
bakmak istersek, yönetim anlayışımız doğrudan insan öğütme ve harcama düzeneği
üzerine kurulmuş gibi iş yapıyor. Her geçen gün bu olumsuzluklar katlanarak devam
ediyor. Yerel mülki amirlikler son dönemde insanlara para dağıtmakla meşguller.
Yakın zamanda kendi bulunduğum ilçenin kaymakamlığı ciddi bir para dağıttığını
biliyorum. Yani toplum doğrudan alan el oldu. Oysa onlara verilen o paralar bir
başkasının evine ekmek götüremediği çoğu zaman siftah yapmadığı
ticarethanelerden zorla alınan vergilerden oluştuğunu biliyorum. Neden zorla,
çünkü kazanmadığı parayı devlete veriyor ki ceza gelmesin diye; dolayısıyla
zorla alınan bir paradır bunlar. Peki, devlet kendisine emanet edilen ve
amacına uygun kullanılması gereken bu paraları, istediği gibi istediği yerde
kullanma hakkına sahip midir? Devlet, emanetleri emanetin veriliş amacına uygun
organize edip koordinasyonu sağlamak ve devletin devamı için sürekliliği
oluşturmakla görevlidir. Ne yazık ki, kavram ve terimlerin anlamlarında ciddi
bir deformasyon olduğu zaman, neyi doğru anlarsınız ki, her şey birbirinin içine
girer karmakarışık bir yaşam oluşur bu gün olduğu gibi…
Devlet, insanlardan alırken atın
tamamını alıp ayağındaki nalları geriye bırakıp yeni alacağın atın ayağına bu
nalları çakarsın en azından bir nalın var diyecek bir mantığa sahipse, bu
devletler sadece insanları imha ederler ve kendilerine bağımlı köle ve kullar oluştururlar.
Köleler, efendilerinden gelenlerle yaşamlarını sürdürmeye alışmışlarsa, orada
devletin ne kadar insana, ne kadar yardım ve destek yaptığını bir hizmet
mantığı ile anlatması en doğal yaşam haline gelir. Gerçekten ihtiyaç
sahiplerinin ihtiyaçlarının karşılanması reklamı yapılacak bir hizmet kalemi
içinde yer almaz. O bir utanç vesikası olduğu için insan onu gizlemek ve
üzerini örtmek zorundadır. Oysa bizim toplumda bunlar hep bir övünç kaynağı oluyor
ve madalya alabiliyorsunuz. Ben isterdim ki, yerel yönetimlerin ve merkezi
yönetimin şu kadar aileye şu kadar yardım yaptık, bütçe içindeki payı budur
demeleri yerine, şu kadar ilde şu kadar yani üretim tesisi açtık, şu kadar
gelir elde ettik, bunların şu kadarı şu ülkelere ihraç edildi, buralarda şu
kadar insan istihdam ettik, aileleri de düşünüldüğü zaman işsizlik oranımız her
geçen gün azalarak dip noktalara vardı deselerdi; o zaman ayakta alkışlamak
bize bir borç olurdu en erdemli tavır olarak bu eylemleri tarihin aydınlık
sayfalarına unutulmayacak harflerle kaydederdik… Ne yazık ki yönetimler halkını
fakirleştirip, sonra bu insanlara koklatarak onlara bir anlık bir nefes
olduklarında, bunu bir hizmet ve onurlu bir davranış olarak anlatmaktalar.
Böylesi bir anlayış değişmediği
sürece toplumda sadaka alanlar her gün artacak ve yönetime gelen kim olursa
olsun bu tavırları bir hizmet kalemi olarak gururla anlatacak. İnsanların
ellerini ayaklarını kırmayın ve onlara baston da vermeyin bastonlarınız sizin
olsun…
Herksin anlattığı ve neredeyse camiye
giden siyer okumuş çocuklarında bildiği tarihi bir gerçek var… Hz. Ömer döneminde
zekât verilecek fakir kalmamıştı denilir. Tarihten örnek verilir, ama kimse
yaşadığı ortamı örnek vermeye cesaret edemez, neden çünkü herkes bakıma muhtaç
engelli konuma getirildi de ondan… Ben isterdim ki yaşadığımız çağda insanlar
yardım edecek ve elinden tutacak bir fakir bulamaz hale gelsin, herkes mutlu
huzurlu ve ailesinin geçimini kendi imkânlarıyla rahatlıkla karşılayabiliyor,
arta kalan zamanlarını da felsefe sanat spor, doğa gezileri ve sosyal yaşam
alanlarında gönüllü çalışan olarak geçiriyorlar denilseydi. Bunların
söylenmediği ve söylenebilecek çalışmaların yapılmadığı ortamlarda insanlık hep
dünyanın karanlık yüzünde yaşamaya mahkûm olur. Bu mahkûmiyetleri ancak can
bedenden ayrıldığı zaman son bulur ve özgürlüğe kavuşur.
Kendi iç sezilerime dayanarak ve
inanarak diyorum ki, yaşamak istiyorsanız yaşatacaksınız, yaşatmadığınız her
gün için, yaşam alanınızdan on kat fazla gün silmek zorunda kalırsınız. Dilenen
ve almak zorunda kaldıklarıyla yaşamlarını devam ettiren insanlara yapılan
yardımlar ve o insanların sayısıyla övünmeyi herkes bıraksın, bu utanç sayfasını
bir daha açmaktan hayâ edin ki, utanılmayacak eylemlerin içine girecek zihinsel
yeni kurgular geliştirilsin…
Yaşamın güzel olduğunu anlamak
istiyorsanız şu denklemi yaşadığınız ortamda uygulamanızda bir sakınca yoktur.
Ne kadar çok insana ihtiyaçlarının karşılanması için yardımlar yapılıyorsa, o
toplumda o oranda sağlıksız bir yaşam ve adil olmayan bir sistem var demektir. Başkasından
ya da kamu kurumlarından destek alarak yaşamlarını sürdüren insanlar yok
denecek kadar azaldı ve herkes kendi emeğiyle yaşamını sürdürecek duruma geldi,
sadece muhtaç ve düşkünlere yardımlar yapılıyor bu da yok denecek kadar diye
bir açıklama duyarsanız biliniz ki orası huzura çok yakın ve adalet yavaş yavaş
buralarda doğmaya başlamış demektir. Bunun dışında anlatılan masalların
hiçbirisi kimsenin karnını doyurmadığı gibi yaşama bir katkı da sunmayacak,
sadece hayaller ve umutlar vaat edilerek ömrünüzü tüketecektir.
Ömürler tükenmeden uyanmak ve
kendimize gelmek dileğiyle diyorum… Ülkemiz ve milletimizin bir an evvel dünyaya
yayılan bir umut ve huzur ışığı olmasını rabbimden niyaz ediyorum herkese selam
ve muhabbetlerimi iletiyorum dualarda buluşmak ümidiyle…
Bahadır HATAYLI/14.04.2022/02.15