Bu Blogda Ara

21 Ekim 2011 Cuma

TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ KARA BULUTLARIN NERDEN GELDİĞİNE DAİR!

          Sosyolojik olarak baktığımızda, hiçbir toplumsal oluşumun temelinde tek bir nedenin olmadığını görürsünüz. Biz son dönemde meydana gelen ülkemiz içindeki karmaşalara ve oynanmak istenen oyunlara baktığımızda, tamamıyla böyle değerlendirilmesi ve perde önündeki figüranlarla sonlandırılıp, sorunun tükendiğinin kabullenilmemesini istemekteyiz.
             Ülke içinde meydana gelen bu olayları umarım bir nebzecik duyarlılığa sahip herkes kendince bir yorum yaparak ve bu acıların yaşanmaması için neler yapılmalı noktasında kafa yormaktadır. Ben de bir toplum bilimci olarak, bu olaylara biraz gereğinden fazla kafa yormam gerektiğini düşünmekteyim. Bunun için siyasal ve sosyolojik analizler yaparken ne komplo teorilerini dikkate alarak yorumlar yapmayı düşünüyorum, ne de tepkisel bir sonuca gitme peşindeyim. Bu konuların kıvılcımlanmasında kimlerin ne kadar payı olabilir, bunları yüzdelik dilimi içinde değerlendirdiğimde, yüzdelik payı en az olanın terör örgütü olduğunu, ancak eylemsel boyutta tamamıyla sorunun sorumlusu olduğunu görmekteyim.
      Öncelikle dünyaya bir düzen vermeyi düşünen ve kendisini yeryüzünün ilahı sanan ABD kazmasından başlayalım, bu devlet ve onun üzerine oturduğu yaşam felsefesi tamamıyla opürtinizm ve pragmatizm felsefesidir. Ondan dolayı nerde çıkarı varsa bu kazma kazmasıyla orayı deşmekten zevk alır. Çakaldan dost olmaz bizim müttefikimiz falan olması asla mümkün değildir. Biz Ortadoğu da birlikte hareket edeceğiz teröre karşı aynı dili kullanacağız, BOB projesini birlikte uygulayacağız diyerek bizim elimize bir şeker vererek çocuk gibi bizi avutma derdinde bu baş belası, Onun için yönümüzü duruşumuzu ve rotamızı bir an önce belirlemeli ve ondan gelecek hiçbir istihbarat bilgisine dikkat etmeden tam tersini yaptığımızda bu baş belasından kurtuluruz. Yoksa şunu açık yüreklilikle söylüyorum ki, bu bela bizi hep kemirecek ve bu belanın başımızdan eksik olmaması için bu canavar gerektiğinde bu figüranları sahneye çıkarıp bizi bu şekilde karayazılara boğacak artık uyanma vaktimiz gelmedi mi?
        Bu küstah ABD’nin bizimle dostluğu ve bundan sonra bu bölgede tüm bilgileri ortak paylaşacağız, ben değiliz biz olarak hareket edeceğiz çünkü siz bizim en sadık müttefiklerimizdensiniz diyerek bize anlatmak istediği mesajın arkasında gizlenen gerçek, tilkinin deve ile dostluğundan hiç de farklı değil. Tilki bir gün deveye derki, artık ben değil biz olalım, peki nasıl olacak bu, her şeyimiz ortak olacak senin elde ettiklerin benim, benim kazanımlarımı da birlikte paylaşacağız. Yani bireysel davrandığımızda daha az şey elde ediyoruz ancak ortak hareket ettiğimizde daha fazla yol alırız der. Bu durum devenin hoşuna gider, öyleyse artık biz olalım ve ben olmaktan daha iyi der. Aradan zaman geçer deve bir gün gebe kalır ve yavrular, yavrusu daha küçüktür, ayakları üzerinde zor durmaktadır, o sırada annesi deve de bir yerde otlanmaktadır. Birden tilki gelir ve yavruyu tek görür, hemen saldırır ve onu güzelce bir yer, daha sonra deve yavrusunun yanına geldiğinde yavrusunu bulamaz, ancak tilkinin ağzını burnunu kanlar içinde görünce, ah yavrum vah yavrum diye ağlamaya başlar, bunun üzerine tilki kalkar ve deveye der ki, yavrum değil yavrumuz bundan sonra artık ikimiz biz olduk ya,o ikimizin yavrusu birlikte ağlayalım der…Sevgili dostlarım ne zaman deve olmaktan kurtulacağız ve ABD’nin bu oyunlarını bozacağız.
        Bu son 26 askerimizin ve 5 polisimizin şehit olmasında ABD’nin doğrudan elinin olduğuna inanıyorum. Hiçbir zaman bu kadar cesurca içeriye kadar girip komutanımızı kendi odasında şehit edecek kadar bir eylemi, bu örgütün tek başına gerçekleştireceğine inanmıyorum. İsrailin selameti için, ABD bizi bu şekilde daima kullanmaya devam edecek biz, kendimiz olmayıp ABD ile biz olmaya devam ettiğimiz sürece… Bu şeytanın hayat felsefesi opurtinizm nerde menfaat varsa onu kullanır ve bizimle de asla dost olmaz, çünkü Tarihin yönünü değiştiren bir tarihsel geçmişe ve mana bütünlüğüne sahip halkların başında Türk toplumu gelmekte, ondan dolayı dost yerine koyup kullanma derdinde, uzak olursa başına bela oluruz, ondan dost gibi görünmekte.
         Farkında mıyız bilmiyorum ama Ortadoğu ve Asya ya nasıl yerleştiğine bir baktığımızda hep orada sanal kahramanlar yarattı, belli dönemlerde onları destekledi, daha sonra da bunların terörist olduğunu ya da ülkelerindeki halklara zulmettiğini iddia ederek, kendisinin bu bölgelere gelmesi için gerekçeler oluşturdu. Nihayetinde, Afganistan’a yerleşti, Irak’ı işgal etti, Mısıra geldi, Libya’ya geldi, Suriye ye gelmek üzere, peki ama neden… Suudi Amerika’ya hiç müdahale yok, çünkü onun gayri meşru çocuğu, irsalle aynı kefede onun için hiç duydunuz Suudi ile ilgili bir yenilik… Duyamayacaksınız ve oraya demokrasi gerekmiyor, çünkü zaten ona hizmet ediyor. Sevgili dostlar bazı konuları misallerle anlatmak istiyorum işin arkasındaki hikmeti anlamamız için… ABD hakikaten şeytan, şeytan ise ancak boş vaatlerde bulunur. Adamın biri rüyasında bir gün şeytanı görmüş, şeytan ona demiş ki, şu sürülmüş tarlanın içinde, işte tam şurada bir küp altın var, bunu yarın gelir alırsın demiş… Adam tekrar şeytana dönmüş, her tarafı sürülmüş bir tarlada ben bunu yarın nasıl bulacağım peki demiş, şeytan da ona yol göstermiş, sen şimdi o altın olan yere büyük abdestini yaparsın, sabah geldiğinde o b…k orada duru, onun olduğu yeri kazar altını alır gidersin demiş. Adam şeytanın dediklerini aynen uygulamış, sabah kalktığında bir bakmış ki, yatak, üstü başı pislik içinde, o zaman düşünmüş ulan şeytan yine yaptın şeytanlığını beni b…ka gömdün demiş… Sevgili dostlar bu şeytan bizi affedersiniz, ama bu dediklerime gömmeye çalışıyor, isterseniz rüyamızın kalan kısmını görmeden uyanalım derim.
          İrsal’i korumak için Şeytan yeni tampon bölgeler oluşturma derdinde, Yahudilerin inanışlarında tüm insanlar onlara hizmet için var, Abd de onların hizmetine sunulmuş bir şeytan, peki bu anlayışta olan şeytanlardan nasıl dostluk beklenir ve onlarla nasıl ortak istihbarat anlaşması yapabiliriz, hakikaten ben bunları anlamakta zorlanıyorum. Sevgili dostlar panter ile timsahı iyi düşünün biz bir panteriz, ABD ise bir timsah o bizi kendi arenasına çekmeye çalışıyor, timsah bataklık hayvanı, onunla orada mücadele imkânımız yok, ancak timsahı kendi yaşam alanımız olan karaya çekersek onu biz boğarız, bunları dikkate alarak uluslararası siyasal stratejik planlarımızı belirleyelim. Ne pahasına olursa olsun doğudan ve uzak doğu Asya’dan gelen seslere kulak verelim, Allah Rahmet eylesin çok kıymetli insan Merhum Turgut Özal’ın bir ifadesini bu gün gibi hatırlıyorum, Doğudan yükselen bir ses var, biz buna kulak vermezsek yarın çok geç olur, bu nereden nasıl çıkar bilemem ama yarınlar doğudan gelen bu seslere gebe kalacak, ABD imparatorluğu bu şekilde tek güç olmaktan çıkacak hatta tarihi bir geçmiş olarakta kalabilir dediğini. İşte ben de bu gün tarihe dönerek çok değer verdiğim bazı dostların bu tarihi süreçteki yerlerini iyi belirlemeleri gerektiğini sadece bir uyarı önerisi olarak hatırlatıyorum…
      Fazla uzatmadan birazdan duracağım, bu gün millet olarak yaşadığımız bu acının arkasındaki güçlerin tamamıyla ABD ve İsrail olduğunda sakın ola ki kuşkunuz olmasın, O eylemde, bunların doğrudan fiili destek olduklarına inanıyorum… Bizim, biz olmamızı kesinlikle istemiyorlar, onun için hem katiller hem de başsağlığı mesajı yayınlıyor bu şeytanlar. Bir an önce istihbarat paylaşımını durduralım yoksa daha çok canlarımız gider bizlerinde gözünden yaşlar dinmez bunu böyle bilelim.K.Kerimin bir suresinin adı mutaffifindir.Ben buna ölçüyü tartıyı eksik yapanlar olarak anlatmanın yanında,çifte standart diyorum,vay o çifte standartçıların haline,bu domuzların davranışına bakın anlarsınız ne olduklarını,çok fazla kendinizi zorlamanıza gerek yok..İsrail için her şey serbest ama, İran konusunda oynadıkları oyunlara bakın neler oluyor,o halde uyanalım dostlar….Selam ve saygılarımı iletirim bu zorlu Mücadele Rabbimden bizlere metanet vermesini ve doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak furkanı bağışlamasını,rahmetini üzerimize bol bol yağdırmasını temenni eder dualarımızın sizinle olduğunu hatırlatırım…

EROL KEKEÇ
21.10.2011
SAAT.08.50-09.35
ÇENGELKÖY/ist

21 Temmuz 2011 Perşembe

EN ZOR ZAMANDA BİLE KESİNLİKLE ÜMİTSİZLİĞE DÜŞME!!!

“Siz O’na yardım etmezseniz,
Allah O’na yardım etmiştir. Hani
kâfirler ikiden biri olarak O’nu
(Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi
mağarada olduklarında arkadaşına
şöyle diyordu: Hüzne kapılma, elbette
Allah bizimle beraberdir. Böylece Allah
O’na huzur ve güvenlik duygusunu
indirmişti. O’nu sizin görmediğiniz
ordularla desteklemiş, inkâr edenlerin
de kelimesini(inkâr çağrılarını alçaltmıştı)
Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır.
Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve
hikmet sahibidir.” Tevbe: 40
            Gecenin karanlığında ışıkları olmayan bir aracın yürüme
imkânı nasıl ki yoksa ümidini kaybedenlerinlerinde yürüme imkânı
yoktur. Ümidini yitirenler, ellerindeki ve gönüllerindeki aydınlatıcı
tüm ışıkları söndürmüş olanlardır. Bu insanları çevreleyen tabaka,
tamamıyla korku, endişe ve kaygılardan oluşmaktadır. Bu zarla
çevrelenmiş olanlar, bu zarı delmedikçe hakiki yaşamla kesinlikle
tanışmayacaklardır.” Ümidini kaybedenler ancak kâfirlerdir.”
Müminlerin böyle bir sıkıntısı olmamalıdır. Şayet mümin
olduğumuzu iddia etmemize rağmen etrafımız bu tarz tabakalarla
çevrilmiş ise, orada bir iman sorunu var demektir. Hüzünlenmek ile
ümitsizliği birbirinden ayırmak zorundayız. Müminlerde hüzünlenir
üzülür, hatta İslam tarihinde peygamberimizin, amcası ve hanımı
Hatice’yi kaybettiği yıllar hüzün yılları olarak anılır. Ama kesinlikle
ümitsizlik yılları olarak bilinmez. O halde müminlere düşen görev,
kesinlikle ümitsizliğe kapılmadan sabır ve sebatla yardımı Allah’tan
gözlemektir.
           Dağların zirvesine tırmanıyorsun, ayakların basacak bir çakıl
ya da taş bulamadı; ayaklarınla vura vura bir çukur kazabilir ve merdiven
basamakları gibi ayağını oraya koyup rahatlayabilirsin. Sakın
ha ellerini bırakayım deme, çünkü sen tüm ümidinle bu yola çıktın,
bu yolda yürüyememenin ilk koşulu ümitleri kaybetmektir. Bu
durumda olan biri nasıl ki, yolun aşındırılmasının direnmek ve
sabretmek olduğunu bilmesi gerekiyorsa, hayat yolunda ilerlemenin
ve hız kesmeden yol almanın koşulu ümidi kaybetmemektir. Ümitlerimizi
kaybettiğimiz zaman altından kalkamayacağımız bir ağırlık
omuzlarımızdan aşağıya baskı yapar bizlerde onun ağırlığı altında
inim inim inleriz. Bu inilti ve horlamalar hayatın son basamaklarıdır
ruhsal açıdan. Ruhsal güveni kaybetmiş bir insandan fiziksel bir güç
ve güven bekleyemezsiniz, öncelikli olarak ruhsal güvenin zirvelere
çıkması gerekir. Ruhsal güven, Allah’ın ruhundan üflendikten sonra
insanı insan yapan güvendir. Toprakken hiçbir değeri olmayan bir
varlık, ne zaman ki Allah’ın ruhundan üflendi kendisine, o zaman
tüm meleklerin secde edeceği bir duruma geldi ve doğrudan Allah
ile irtibatlandı. Yani tüm gıda ve ruhsal yaşam iksirini Allah’tan aldı
ve ümidi sonsuzluğu arzular oldu. İşte insanın bu sonsuzluğu arzular
yönünü törpüleyerek, sadece bir kul olduğunu ve Rahmandan
ümidini kesmeden yoluna devam etmesi gerektiğini bilmesi, onun
mücadele sürecinin daima yenilenmesidir.
           Her geceden sonra mutlaka bir gündüz vardır, her zorluktan
sonra bir kolaylık, her kışın ardından baharda çiçekler açar etraf
yeşilliklere bürünür. Ummadığınız yerden taşların oyuklarından
Rahmanın sular akıttığını görmedin mi? Ölü bir toprağın üzerine
bulutları gönderdiğinde, nasıl ki yağmur yağıp o toprak canlanıp
çayırlar çimenler yeşillikler, hayvanlarınızın ve sizin için güzel bitkiler
var ediyorsa, sizin ümitlerinizi kaybetmediğiniz ruhsal
hayatınızın içinde, sizler için nelerin gizli olduğunu nerden bileceksiniz.
O halde insanın görevi en zor şartlarda bile, rahmanın kendisini
koruyup kolladığını bilerek yaşamaktan başka çaresi var
mıdır?
EROL KEKEÇ
2010-ÇENGELKÖY/İST

15 Temmuz 2011 Cuma

ŞEHADET BİR ÖDÜLDÜR LAYIK OLANA VERİLİR!!!

          Nereden başlasam diye düşünürken,en son karanlık oyunların senaryosunu yazan taşeron oyuncuların yaptıkları çirkeflikleri görünce kalemimi yine bu yanda kullanmak geldi içimden.Türkiye nereye gidiyor,diye yırtılıncaya kadar bağırıp bu bağırtılarından nemalananlar artık yüreklerimizi parçalayarak,genç delikanlı hayata yeni başlamak üzere olan yiğitlerimizin kanlarıyla beslenmeye başlayınca hakikaten bunları kaldıracak ve dayanacak gücümüz ve sabrımız tükenmek üzre demiyorum artık tükendi.
             Bu gün yine masum 13 delikanlımızı karanlık oyunların kirli emellerine kurban vermenin acısıyla yanmaya başladık.Yeter artık yeter doymadınız mı insan kanına, be zalimler, onları doğuran zalim sistem ve onları besleyen yeraltı dehlizlerinin jan Valjanları.....Bu gün yine anaların yüreğine ve kim bilir hangi garibanın ocağına ateş düştü.Herkes acınızı paylaşıyoruz diyerek,aslı olmayan kavramlarla yapmacık acımalarla,vatan sağ olsun sloğanlarıyla biri yine içindeki kurtlarını döker,ondan sonra o babanın acısını ananın bağrında yanan ateşi kim söndürebilir,hangi vatan...Soruyorum bu vatan için çalışıyoruz diyerek,çıkarlarını ülkenin gariban insanlarının kanı üzerine kuran beyinsizler bunu ne zaman anlayacaklar.
         Bu gün geldiğimiz noktanın, dünden senaryosu yazıldı; bu gün sadece uygulamaya konuldu,hepsi o kadar.2011 ülke seçimlerinden sonra bu ülkenin sorunlarını çözmeye azmetmiş bir yönetimin oluşması halinde,bu topraklarda at oynatamayacak olanların karın ağrıları çoktan başlamıştı,bu gün pisliklerini sadece dışarı çıkarıyorlar.Görmüyor musunuz;adı barış ve demokrasi olan bir partinin kan ve göz yaşından başka bir talimatla görevlendirilmediklerini.Ben bu güne kadar hakikaten bunların,sorunların çözülmesinde ve barış içinde yaşayan bir toplum arzuladıklarını düşünüyordum,ancak bir acının verdiği refleslerimin verdiği tepki olarak anlaşılmasın,bu konularda var olan güvenimi hakikaten kaybettim.Bağımsız seçilen Kürt vekiller bu sorunun çözülmesi için değil odunum diye tutturan ve başka bir sözleri olmayan zavallılar grubunda değerlendirilecek bir piyon durumuna düştüler.Bu vekiller sorunun çözümünde bir rol almak isteselerdi,şu ana kadar yaptıkları davranışların hiçbirini göstermemeleri gerekirdi.Ancak kaos ortamından beslenen güçlerden onlara gelen talimatlar doğrultusunda hareket ettiklerinden, onlardan böyle bir davranış beklemek aptallık olacağı için biraz olsun düşünmeye ne dersiniz.
          Türkiye tüm olumsuzluklarla birlikte bir şahlanma eşiğine girdi,bu şahlanış kesinlikle kendilerini dünyanın kovboyu ilan eden ABD ve İsraili rahatsız etmektedir.Bu rahatsızlık onları, ülke içindeki uzantıları tarafından bu topraklarda kaos yaratmanın yollarına yöneltti.Bu yollar seçim öncesinden başlayarak hala devam edip gitmektedir.Bu gün hünharca hiç kimsenin haberi olmadan pusuya düşürüp o genç fidanları şehit edenler,bu uzantıların sadece bir kısmıdır.Yalçın küçüğün söylediği bir ifade var,İsrailin Türkiyedeki örgütlenmesi ve güçlülüğü,kendi ülkesinde yoktur.İşte İsrailin borazancı başının söylediği bir ifade,aynı zamanda bu adam bu ülkeye ne faydası olmuş,pkknın kamplarında onlara tarih bilinci adı altında dersler vererek eğitmeye çalışan bir piyon değil midir?Bu piyon kendini bu ülkeye gönderenlerin talimatlarını aynen uygulamaya çalıştı,ergenakon davasından sanık olarak yargılanan şahısların meclise girmesi için verdiği mücadelelerle.Bu şahıs onlarla ilgili hukuki durumu bile bile böyle bir işe girişti,sonrasında olacaklardan bir fayda sağlayarak,karışıklık çıkarmak için yemin protestosu ile ilk oyunlarını oynadılar,ancak bu fazla tutmayınca bu defa daha çetin, halkları birbirine düşürecek oyunu sahnelediler.Bu oyunun sahnelenmesindeki temel amaç,iktidarın bu meselelerle boğuşurken anayasa gibi bir sorunla uğraşma onları çözümleme,bu ekonomik kriz dalgasını aşma ihtimalini de göz önüne alarak,sıkıştırılabilecek tüm alanlardan sıkıştırılmak için işlerine başladılar.Bu gün meydana gelen bu hadiseler o karanlık oyunların sadece bir ilk adımı olduğunu düşünüyorum.BDPliler kesinlikle bu oyunun tam ortasında rol aldılar.Dağdaki insanları göstererek bazı taleplerde bulunuyorlar,o taleplerinin yerine gelmesi için çözümden kaçarak farklı bir adres gösterek sorunun çözülmemesi için ellerinden geleni oynayarak,karanlık yüzlerini ortaya koyuyorlar.Sorunlar var diyerek kendi kimliğinle siyaset yapacaksın,ama sorun varsa onun çözümünde başka bir adres göstereceksin,o zaman demezler mi adama peki düdük senin burda işin ne, benim muhatabım başkası ise,ben onunla konuşacaksam sen karşıma çıkma o zaman...Sorunlu kaçak bir adamın polisten kaçmak için sürekli adres değiştirmesi gibi,BDPliler ne yaptığını bilmeyen konumda kendilerini göstermeye çalışıyorlar.Ama artık bu saatten sonra yemiyor beyler,Önce ne istediğinizi bileceksiniz ondan sonra kalkıp talepte bulunacaksınız,sizler ne istediğinizi bilmediğiniz için ne bulsanız onu yok sayarsınız.Bundan sonra sizin yapacağınız tek eylem olarak ben dağları ve imralıyı adres göstererek acaba nasıl bir çıkmaza iktidarı sürüklerizin mücadelesini vereceksiniz gibi geliyor bana...Neden mi çünkü talimatlar öyle geliyor,bu gün demirtaşın söylediği bir ifade,zayıf siyaset sorunları çözmezse işte böyle gençler kurban gider.Bu sözün arka bahçesine inmek istemiyorum,yoksa füze rampasından atacağım füzelere karşılık verecek ülkeler henüz yok yeryüzünde.Bu kadar acı konuşuyorum,Biz gerizekalı değiliz,olayların kıvılcım ve ateşlenme şeklini görebiliyoruz.Ama şunları ifade edeyim ki,artık bu teraneleri bu millet yemeyecek,kanla beslenenler kanla boğulurlar.İsrailin ABD nin çok güçlü olduğunu ondan dolayı güçlünün yanında yer almamız lazım diyerek millete nasihat vermeye çalışan küçük hakikaten küçük....o adam şunu bilsin ki,Biz yerlerin ve göklerin Rabbi,eşi ve benzeri olmayan ol deyince herşeyi olduran Rahmanın kullarıyız.Mutlak galibin kim olduğunu anlayacaksınız. Yeterki bizler hakikaten bu oynan oyunların farkında olalım ve onların provekasyonlarıyla yapmak istediğimiz eylemlerimizden vazgeçmeyelim,göreceksiniz Allah'ın yardımının nasıl geldiğini,,,"...Onlar bir tuzak kuruyorlar Allah'ta onlara bir tuzak kuruyor...."
        İktidardaki arkadaşlardan önemle istirham ettiğim,havlayan köpekler nasıl ki,kervanın yürümesine engel değilse,sizlerde olayları soğuk kanlılıkla değerlendirin ve bu sorunlarla hayat boyu yaşamamızı isteyenlerin aksine bunların köküne bir kibrit suyu dökün.Bizlerin sizlerden beklentisi bu,hiçbir zaman birilerinin yaptığı melanet ve çirkeflik sizi bir toplumun tamamına karşı kinlendirmesin ve sizi adaletten uzaklaştırmasın.Kıyam etmek;herşeye rağmen yürümeyi becerebilmektir,Allah için.Sevgili dostlarım bu ülkede çok oyunlar oynanıyor,kıymetli başbakanımızla ilgili ortadan kaldırmaya yönelik çok ciddi hesapların yapıldığını anlamayacak kadar aptal değiliz artık,ama şuna inancımız sonsuzdur,insanlar için tayin edilmiş bir vakit vardır,o geldiği zaman onu ne geri alabilecekler ne de onu ileri alabilecekler çıkar,başbakanımızın bu inancı onu rahat davranmaya ve sorunların çözümünde önemli adımlar atmaya götürüryor,Bu yolda atığı adımlarda doğru da Allah Yardımcımız olsun Yanlış olanlarda da onları görüp düzeltme basiretliliğini versin.Her şeye rağmen durmak yok yola devam,Hedefiniz belli ise uğruna katlanacağınız acıların hepsi kutsaldır.Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.Rabbim zoru kolay eylesin,kolayı da daha kolay eylesin,Bizi hayattan koparmak isteyenlere inat umutla ve inançla yaşamalıyız yaşamadığımız günleri ve hep birlikte söylemeliyiz kardeşlik şarkılarımızı.O günlere kavuşmak umuduyla,Bu gün toprağa akan kanlar inşallah son bulur ve kardeşlik harcının çimentosuna katılan su olur...Bu kardeşlerime Allah'tan rahmet diliyorum,acılı ailelerine başsağlığı ve sabır temennilerinde bulunuyorum..."Allah bizleri,canlardan mallardan eksiltmekle,açlık suzuzluk ve hastalıklarla imtahan eder sabredenleri müjdele der...İnşallah acılarımızı bağrımıza basar,Güneşin doğumunu hep birlikte karşılarız..."sabah yakın değil mi...çok yakın.

Yıl:15.07.2011
Saat:12.35-01.15
Çengelköy/İST
EROL KEKEÇ

TÜRKİYE!!!

            TÜRKİYE Türklerindir diye kullanılan bir deyim vardır.Bu deyim aslında Türkler sınırını aşarak içinde bir çok türlerin yaşadığını anlatmak için kullanılan bir ifade olduğunu söylesem umarım garipsemezsiniz.Çünkü dünya üzerindeki bir çok farklı etnik kökene sahip toplumları anlatmak için kullanılan kavram,orada yaşayan bir ırkın ismini kullanarak,çoğul ifadenin mekan eki ile birleşiminden olduğunu görürsünüz.Ancak Türkiye kavramı bu kavramlar gibi dar kapsamlı bir kavram olmadığını,etimolojik açıdan daha geniş anlamları içinde taşıdığını düşünüyorum.Çünkü, sadece Türkleri ifade etse idi,Türkistan gibi bir terimle anlatılması etnik kökeni anlatması açısından daha uygun olurdu.Ancak burada Türkiye terimi ile anlatılmak istenen bir etnik kökenle irtibatlandırılmamalıdır.Bu ifadenin içinde anlatılmak istenen aslında,birçok aynı cinse ait türlerin yaşadığı bir mekan anlamında kullanıldığını düşünüyorum.Bu şekilde bu terim anlaşılmak istendiğinde,bu topraklarda kurulan devlette hiçbir ırka ayrıcalık yapılmadığını görürsünüz.Çünkü türsel anlamda bir isim,kendine yeni eklerin ulanmasıyla,mekan adı oluşturulmuş bu da Türkiye gibi yeni bir mekan ismini ortaya çıkarmış,bunun kimseleri rahatsız edci bir tarafının olmadığını düşünüyorum.Ancak bu kavramın sadece türklerle alakalı olduğunu gündeme getirerek bu topraklarda yaşayan farklı kökenlerden olan insanlarımızın duygusal modda kandırılmasına çalışıldığını görmekteyim.Bu yaklaşımlar hiç kimseye bir fayda sağlamayacaktır.Sistemin yanlış olması,ya da insanlara gayri ahlaki ve insani davranmış olması,çok uç noktalara insanları taşırsa hakikati görme engelimiz oluşur.Bu engeller aşılmadan kardeşlik binasının tuğlalarının örülmesi için gerekli harç eksik kalmış olur.Harcın olmadığı bir bina tasavvuru yapmak mümkün müdür?Elbetteki hayır,işte bu topraklarda Türkiye terimi ile ilişkilendirilerek oluşturulan bu mekan ismi,bu topraklarda yaşayan tüm insanları anlatmak için kullanılan bir kavramdır.Bu kavramdan rahatsızlık duyarak,sosyal barışı,toplumsal değerleri,bağlayıcı bağları ortadan kaldırmak isteyenler,şunu hiç unutmasınlarki,atacakları her adım insanlığın yok oluşuna hizmet edecektir.
            Bu tarz zihninizi zorlamanıza gerek yok diyenleriniz olabilir,ancak böyle herşeyin birbiriyle karmaşıklaştığı bir dönemde bağlayıcı ve birleştirici açıklamalara ihtiyac olduğunu düşünüyorum.Ben bu açıklamalarla aslında reel bir durumu ifade etmek için bu yola başvurdum.Arşivlerde kullanılan ifadeler benim yaptığım bu açıklamayla doğrudan ilişkilidir.Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken yaşayan haklar ve devletin kimlerin olduğu tanımı yapıldına baktığınızda,benim yaptığım açıklamaların ne kadar yerinde olduğunu görürsünüz.Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesine uygun tona getirildiğinde bir ulusun devleti olamadığı anlaşılır ve neden üniter bir devlet olduğu da daha iyi ortaya çıkar.Bu devlette uygulanan sistemi beğenmiyebilirsiniz bende beğenmiyorum,hatta oluşturulan kanunlar çoğu zaman insan hakları ile bağdaşmayacak düzeyde olmasına rağmen hukuk devleti oldumuzu anlatırız.Herşeyin kurallara uygun olduğunu anlatırız ve kendimizi hukukla irtibatlandırırz.Kanunu olan ve varolan kanunlara uygun yaşayan devlet hukuk devleti değildir,kusura bakmayın.Hukuk devleti, tüm insanlara insanca yaşayacağı ortamı sunan ve uygulanan kuralların insan doğasına uygun olup olamadığını da dikkate alan devlettir kısaca.Yani hukuk devletinde hakikaten liderler görürsünüz,yani doğru işleri yapan insanlar çoğunluktadır.Oysa kanun Devletinde de elinizi atsanız yöneticilere değer,bunların işi de, uygulamalarını varolan kurallara uygun yapmak.Uygulamalarının doğru mu yanlış mı olup olmadığını değerledirmek, onları ilgilendirmez.İşte biz böyle bir sistemde yaşıyoruz hukukla o kadar ilişkisi olduğunu söyleyemem,ama bu durum kavramları değiştirerek, toplumsal dokuyu oluşturan bağları koparmak olmamalıdır.
            Evet dostlar aslında Türkiye kavramının neleri anlattığını geniş geniş anlatmaya kararlıydım,ancak biraz soru işaretleri oluşturayım da dostlarım bu konuların üzerine biraz eğilsinler de, ortaya daha güzel sonuçlar çıksın temennisiyle,bu konuyu burada keserek sizlerin değerlendirmelerini ve hassasiyetlerinizi bir paylaşım olarak görmek umuduyla,Türkiyeliyim ben,sizlerde bu kavramı bu şekilde anlayıp,içimizde ve dışımızda cirit atan mossad ve cianın oyunlarına gelmeden oyun bozanlık yapmadan gelin hep birlikte el ele oynayalım derim..Türkiye Türkiye..

Yıl:14.07.2011
Saat:19.35-20-20
Çengelköy/İST
EROL KEKEÇ

1 Temmuz 2011 Cuma

TAKLİDİN MOTORU ZAN!(3)

Tarihi süreç içinde, toplumların hayatlarındaki fenomenlerin ifade edilişine baktığımız zaman, aynı pratikleri ortaya koyan ancak farklı insanlar olduklarını göreceğiz. Aynı yaşam tarzlarını ortaya koyan bu farklı insanlar değişik adlarla kendilerini kurtardıklarını sanabilirler. İyi kavramıyla açıklanamayacak kadar çirkin yaşamlara, sonraki nesiller söverek veyahut ta saldırarak, kendi çirkefliklerine meşruiyet kazandırma yöntemlerini denemekten bir türlü uzak değiller. Belli zamanlarda putçuluk olarak değerlendirilen bir yaşam, bazı zamanlarda ad değiştirerek, tarih sahnesine yeniden çıkabiliyor. Bunların en açık örnekleri,1400 yıl önceki Mekke toplumundaki putçuluk ile günümüz çağdaş cahiliyesinin hayatını tamamıyla istila eden putçuluk arasındaki farkta kendisini göstermektedir.2000 li yıllara yaklaştığımız bu günlerde,1400 yıl önceki insanların yaptıkları davranışlar ortaya konmasına rağmen, onların yaptıklarını kınayarak eleştirip ateş püskürürüz ama kendi yaptıklarımızın adına çağdaş cahiliye anlayışına uygun isimler vererek meşruiyet kazandırmayı ihmal etmeyiz. Bu davranışları ortaya koyup meşrulaştırmaya çalışırken yanımızdaki delillerimiz de sadece zan tahmin ve kuruntularımızdır.
İşte günümüz cahiliyesinin attığı her adımda, zanların onları harekete geçirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü bu toplumlar geçmişteki insanların hayatlarına bir yığın eleştirileri getirirken, onların gerçekten saçmalıklarla dolu bir yaşamı yaşadıkları için kınamazlar. Sadece Hz Peygambere karşı olduklarından onları kınıyormuş (!) gibi gözükürler. Hz Peygambere karşı olduklarını istemediklerinden dolayı da kınamazlar. İnsanlardan alacakları tepkilere göre davranışlarını biçimlendirdiklerinden uyanık davranmayı da ihmal etmezler. Bu tür insanlar, Hz Yusuf’a karşı çıkan insanlar gibi bir görüntü ortaya koymaktalar. Hz Yusuf’a karşı çıkanlar, kesinlikle Allah senin gibi birini göndermez demişlerdi; ne zaman ki Hz Yusuf dünya değiştirdi, o zaman da Yusuf’tan başka birini göndermez diyerek saçmalayanlar gibi, bunlarda saçmalamaktalar.
İşte tarihteki saçmalıklar farklı ebat ve boyutlarla değişik adlar altında her an yaşanmaktadır. Günümüzün saçmalıkları da bunlardan biridir. Cahiliyenin hayat suyu, zanlar pınarından fışkırır, cahiliyenin meyve ağacı ise, taklit bahçesinde yetişir. Sürekli adların değiştirilmesine gelince bu modayla ilişkili açıklanabilecek bir olgudur. Şu an lüks arabalara binen bir insanın 1950 lelerin lük aracı olan kadillaka yaptığı eleştirilere benzer sadece, modalar değişti, isimler farklı ama araçlar yine aynı, görevi insanları taşımak. Putçuluk olgusu da bundan hiç farklı değil, şimdi kalkıp yaptıkları putlarına, put derlerse 1400 yıl öncesinde yaşadıklarını anlatabilirler, ancak büst dediklerinde hem modern bir tanım yapmaktalar hem de bugün bu tarz davranışların normal hayatın akışı içinde olan bir eylem olduğunu vurgulayabilirler. Aynı zamanda bu isimlerle putlarının kutsallığını başkalarına da rahatlıkla benimsetebilirler.
Putçuluk tarihi bu tür isimlerle yeni bir boyut kazandı, toplumlar ekseninde. Her toplum kendisine bir kurtarıcı veya kutsi güçler aramaya başladı böylece. Toplumların isteyerek ya da istemeyerek de olsa bu tarz arayışlara kapı aralamaları, onları zamanla çıkmaları imkânsız olan kulelere hapsetti. Bu hapishanelerden bazıları; devlet, vatan, ulus bayrak, büst vs.
Evet, yukarıda isimlerini verdiğimiz değerler,1789 Fransız ihtilalinden bu yana, halkların dünyalarında önemli fonksiyonlara sahip oldular. Bir devlet kavramının kutsiyetini sorgulamak insanları aforoz edebilir. Bu sorgulama cüretini nasıl kendinizde bulabilirsiniz ki, bu kavramlar kutsaldır. Bayrak zaten baş tacıdır. Sakın ola ki onu yere düşürmeyesiniz yoksa çarpılırsınız.(!)Vatan deyip geçmeyin, ey evlat! Bizim babalarımız hep bu topraklar uğruna öldü. Sen kalkıp toprak uğruna da savaşılır mı diyorsun? Bu toprakların her bir karışı kutsaldır, çünkü ecdadımızın kanıyla bu topraklar sulandı. Benim ecdadımın kanıyla sulanan topraklar bizim için kutsaldır. Ulusumuz da yüce bir ulustur.(!)Hiç ulu önder M.K. Atatürk kalkıp ta bu ulus yani bu millet yüce bir millet der miy di, yüce olmasaydı? Çünkü o insan değerli bir insandı, sizler onu tanımazsınız benim babam onu çok iyi bilirdi. Onun Balıkesir hutbesini okurken ki, heybetini eskilerden bir dinleseydiniz, görürdünüz bu savunduklarınızı yine savunacak mıydınız? İşte böyle bir insanın ağzından bizler şöyle bir söz işitmişsek ”Ne mutlu Türküm diyene ”elbette onun söylediklerine inanacağız. Hayatta kaldığımız sürece de bizler bu yoldan ayrılmayacağız. Bu yol yanlış olsaydı, bu insanlar hiç bizi böyle bir yola sürüklerler miydi? Be oğul insanlar vatanın her karış toprağında düşmanla kapışan insanlar, sizler kaç günlüksünüz de, onları beğen miyorsunuz? Size şunları söyleyeyim, aklınızı başınıza alın, şeytana uymayın, sizin söyledikleriniz doğru olsaydı, bu kesim insanlar sizin bu dediklerinizi yapmazlar mıydı?
Bazı alıntılar şeklinde yukarıda aktarmaya çalıştığımız bu satırlar, şu an yaşayan insanların karayazısı gibi. Bu anlatılanlar, onların beyinlerini ve kalplerini kuşatan gerçeklerden sadece bazıları. Dikkat ediyor muyuz, tarihin farklı zamanlarında yaşayan insanların tavırlarına, yöntem, teknik ve ifadeler aynı olmasına rağmen, isimlerde farklılıklar var.

ELAZIĞ-1993
EROL KEKEÇ

NOT:DEĞERLİ OKUR DOSTLARIM BU YAZIMDA TOPLUMDA VAROLAN BAZI DEĞERLERDEN ÖRNEKLEMELER YAPARAK KONUNUN DAHA İYİ ANLAŞILMASI NOKTASINDA AÇIKLAMA YAPMAYA ÇALIŞTIM,BİZİM ÖRNEKLEMELERİMİZ YARGILAMA MAKSATLI OLMAYIP,SADECE İNSANLARDA SORGULAMA ALARMI BAŞLATARAK YAŞANILAN HAYATIN BİLEREK YAŞANMASINA DAVET ETMEKTİR....

TAKLİDİN MOTORU ZAN!(2)

Statükolar ile taklitçiler arasında da yakın bir ilişki vardır. Statükolar hayatiyetlerini taklitçilerin varlığına borçludur. Statükolar, tarihin bütün evrelerinde, sallantıyla karşı karşıya kaldıklarında, hemencecik taklitçilerin tabularına sahip çıkarak, kendi hegemonyasını korumaya çalışmıştır. Bunun en açık örneğini de Hz. Musa zamanındaki, statükonun sahibi olan Firavunun ağzından çıkan şu sözlerde bunu açıkça görmekteyiz. Ey ahali! “muhakkak ki, Musa’nın sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından endişe ediyorum…”diyen Firavunun sözleri halkı hemencecik firavunun kucağına bırakmıştır. Bundan sonra da firavunun diliyle devrin taklit tabularını hedef olarak alan Hz. Musa’nın getirdiği mesajı alt etmek için, zan, tahmin, vehim ve kendi kuruntularıyla, dinlerini harekete geçirerek; demir atması imkânsız olan, hain firavunun gemisine binerek, firavunun sözleriyle gemiden inmeyi düşünecek hiç fırsatları olmaz. Firavunun “muhakkak ki ben sizi en doğru bildiğime götürüyorum. Sihirleriyle büyülenerek çalışan motorları onları kızıl denize kadar taşır.
Taklit, ruhi direncin sonunu, insani değerleri ihtiva eden sayfaların parçalanışını ve üretken yeteneklere düzenlenen komploların açığa çıkışını ifade eder. Taklit, insan ile Allah Arasındaki bağın koparılmasında en etkin bir rol üstlenir. Taklit, hedefi olmayan bir insanın, karanlığa sıktığı merminin patladığı andaki çıkardığı ses gibi çok ses çıkarır. Taklit, mutluluk okyanusuna özlem duyanların, koşu alanlarına kurulan barikatlardır. Taklit, aforozu can simidi olarak bilen sihirli bir tabudur. Taklit, aydınlık yolda yürümeye insanları çağıran, çağırıcıların nidalarından rahatsızlık duyan, karanlık dehlizlerin, yaya yürüyücülerinin şamatalarıdır. Taklit, yokluk ummanının serabını su sanarak hareketlerine ivme kazandıran, zanların görüntülendiği bir hayat ekranıdır. Taklit, sinsi düşüncelerin uygulanması için kurulan darağaçları gibidir. Taklit, din bezirgânlarının, mezar taşı yontucularının, ölü yıkayıcılarının yaşamaları uğruna zavallı kitlelerin sümüklü böcek gibi emilmesini öngören, şartsız fermandır. Taklit, öldürülmek istenen insanın ayağına darbelerin vurulmasını istemeyen, hak ve adaletin gözetleyicisi insanların karşısına dikilerek, yazıktır ama ne yapalım, ayağı kırılınca eline baston veririz diyerek, insanları avutmaya çalışan zihniyetin döl yatağıdır. Taklit, uzun boylu bir masalın tekerleme bölümüdür. Taklit, zavallı koyunlara zulmeden aslanlara alkış tutmayı marifet sanan, bir topluluğun anlayış cambazlığıdır.
Taklit konusunda aklımıza gelen bazı sinsi anlayışları buraya aktardıktan sonra, taklidin toplumsal hareketliliği sağlaması yönünden, fonksiyonunu irdeleyecek olursak, hemen aklımıza Tarde ‘nin taklidin toplumsal işlevini ele alma düşüncesine biraz göz atarak bu konuyu sorgulayalım.
Tarde’nin teorisini üzerine kurmaya çalıştığı taklit, toplumsal yapının bütünlüğünü, işleyişini ve işlevini yerine getirmede önemli faktör olarak göze çarpar. Tarde, taklide belli bir tanım getirmeye çalışırken önemle taklidin anlamlı ve mantıklı bir anlayış bütünlüğünü ifade etmesini öngörür. Tarde’nin bu yönüyle ortaya koyduğu düşünce, şu andaki hayatların temelini sorgulamayan insanlar için belki bir anlam ifade eder. Âmâ hayatlara köklü bir eleştiri getirip, yeni bir mesajla toplumları canlandırmak isteyen insanların mesajlarının içinde taklide bu anlamda hiçbir yer yoktur. Çünkü toplumsal yapıların işlevlerine ve işleyişlerine baktığımızda, taklit önemli bir yere sahip, âmâ kırılması yok edilmesi gereken önemli bir yere sahip, böyle olunca taklide toplumsal düzeyde değil de Hak ekseninde ne kadar önemli bir yere sahip, bu açıdan ele almamız gerekmektedir.
İdealist insanlarla halkın değerleri daima çatışma halinde olmuştur. Âmâ düşünür kabul ettiğimiz birçok insanın düşüncesiyle tolumun düşünce ve yaşamı iç içe olagelmiştir. İş böyle olunca düşünürler, halkın yaşamına açıklama getirirken, ön kabul ettikleri ölçüt, toplumun yapısının işleyişi olmuştur. Toplum yapısının işleyişini ve devamını sağlayan tüm öğeler ele alınır ve tartışılır, âmâ niçin ve neden soruları sorulduğunda, verecekleri cevaplar ancak; taklit tabularını ifade eden değişik tür ve boyutta açıklamalar olacağından, Tarde’nin teorisinin bu anlamda bir karşılığı ortaya çıkmaktadır. Biz taklidi biraz farklı eksende değerlendirmeye çalışalım.
İşte taklit gerçeğine biraz hakikat ekseninde göz atarsak, onu hakikat ekseninin dışında bırakmamız gerektiğini göreceğiz. Âmâ böyle değil de, olur mu canım, yani bunların yaptıkları yanlış mı? Diyenlerin acımaklı sözlerini dikkate alırsak, hakkın yolu olduğunu anlatacak kadar muzdaripleşebiliriz. Oysa şunu hiç unutmamak gerekir ki, insanın hayatını oluşturacak düşüncenin oluşumunda taklitçiliğe kesinlikle bir yer yoktur. “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü göz ve kulak ondan sorumludur.”Evet bilmediğiniz bir şeyin ardına düşerek yuvarlanıp gitmeyin, neden gidiyorsun bir olayın peşinden? Babalarımızı bu yolda bulduk, bizler de onların yollarını devam ettiriyoruz, diyecek kadar ilkel, hurafelerle iç içe bir hayatın nasıl bir amacı olabilir? Biz babalarımızı bunlar üzerinde bulduk ondandır işte, bizde onlara yöneliyoruz, diyenler aslında kendilerinin bir insan olmadıklarını, insanlığın ne işe yaradığını ve insanın içinde patlamaya hazır bir güç merkezi taşıdığını bilmediklerini ifade etmektedirler. Böyle olunca da onların yollarının doğruluğunu ve yanlışlığını onlara sorgulatacı ifadelerle açıklamalara girişmek, onların dünyalarını sarsar. Denize atacakmışsın gibi direnmelerle karşılaşırsın, ardından tabi oldukları yollarının doğruluğunu haykırmaya ve yeni mesajı bağırmalarıyla boğmaya yeltenirler. Bunlar kalkıp atalarımızın dini olan ilahlarımıza laf atarak ondan yüz çevirmemizi istiyorlar diyerek, bir yığın kuruntuları, kibirleri ve vehimleri oluşturarak, hareketsiz makineyi harekete geçirirler. Bunların hiçbir delilleri dayanakları olmadan sadece kafalarındaki zanlarla atalarının yollarına devam etme de direnirler. Zanları sayesinde boş kaportaya motor takarak uğruna ölecekleri alçaklık batakhanesine yuvarlanırlar.
1993-ELAZIĞ
EROL KEKEÇ

27 Haziran 2011 Pazartesi

TAKLİDİN MOTORU ZAN! (1)

İnsanlık tarihi iyi bir irdelendiğinde, bu tarih, insanlığın utanç duyacağı birçok kara sayfalarla dolu. İşte bu kara sayfalarda yer olan davranışlardan biri de taklittir.
“onlara Allah’ın indirdiğine uyun dendiğinde, hayır biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak, ona uyarız derler. Ya babaları hiçbir şeyi akledemiyor doğru yolu bulamıyorlarsa da mı”? (Bakara:170)
“Yine böyle senden önce hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, oranın şımarık zenginleri, şöyle demişlerdir. Bizler ecdadımızı (atalarımızı)bir yol üzerinde bulduk, bizde onların yoluna uyanlarız.”(Zuhruf:23)
Taklit sanki bir karayazıdır, bundandır işte toplumların hayatında her yeni mesaj, barınmakta zorlanmakta, dışlanmakta ve hatta öldürülmeyle yüz yüze bırakılmaktadır. Taklit toplumların hayatındaki canlılığı ortadan kaldıran çok tehlikeli hastalıklardan biridir. Yeni anlayışlara ve üretkenliklere kapalı bir ortamı, ancak taklitle hayatlarını devam ettiren toplumlarda görmek mümkündür. Çünkü bu toplumlarda, hayat grafiklerinin göstergeleri, amirden memura, büyükten küçüğe, ecdattan çocuklara doğru bir alçalış ortaya kor. Durum böyle olunca, taklit bu tür ortamların korumaları gereken en kutsal(!) anlayışları olarak hemen beliriverir.
Toplumların kutsiyet atfettikleri değerlerini hedef alacak herhangi bir davranışınız, böylesi zamanlarda insanların gündemini sarması çok zordur. Onların hayatlarını kuşatmayı bırakın, hatta o insanların çok kötü saldırgan eylemleriyle varlık defterinden dahi silinme ihtimaliniz çok yüksektir. Bunların açık örneklerini de yukardaki ayetlerde görmekteyiz.
Taklit, düşünülerek ortaya konulan bilinçli davranışlar değildir. Taklitte savunulan deliller herhangi bir fonksiyon icra etmez. Mukallitlerin hayatının üzerine oturduğu temel, asılsız sanrıların, oluşturduğu vehimler musluğundan boşalan suların üzerinde yer almaktadır. Zanların vehimlerin ve zihinleri kuşatıcı bireysel güdülerin dışa yansıyan fonksiyonları, kolektif taklidi davranışlar olarak ortaya çıkmaktadır. Kolektif davranışlar, her zaman ve her yerde hemencecik zemin bulma ve yayılma özelliğine sahiptir. Kolektif davranışların böyle bir hıza sahip olması, onların doğruluklarıyla açıklanamaz. Tarihte nice az bireysel davranışlar vardır ki, bunların hak olduğunu K.Kerim bizlere haber vermektedir. Âmâ kolektif davranışlarla ilgili onların doğruluklarını anlatırken, bu davranışları babalarının yaptığını bundan dolayı ona tabi olduklarını anlattıklarını bize haber verir. Biz babalarımızı bu yolda gördük, biz de onların yolundan ayrılmayız derken, herhangi bir delilleri yoktur, babalarının doğruluklarına dair. Âmâ onlar kendi yanlarından, bu tür asılsız iddialarla, yeni mesajlara hep karşı çıkmışlar ve çıkmaya da devam ederek günümüze kadar uzanmışlardır.
Taklidin bir din olduğunu söyleyebiliriz. Din zaten insanların hayatlarını kendisine göre ayarladıkları kurallar mecmuası değil mi? Taklitte toplumlarda korunması gerekli tabulardandır. Taklidi bir tabu olarak ele alırsak, tabular korunması gerekli unsurlardır. Tabuların önemli fonksiyonları olan toplumlarda, tabulara uymayan insanlarla münasebetler koparılır, ilişkiler kesilir, hatta toplum dışına atılırlar. Taklit bir tabudur. Taklit tabusunu hedef alan her davranış, taklit dalgalarıyla, sınırlarının dışına bırakılır. Taklit davranışına bu işlerliği kazandırarak, onu böylesi hızlı bir çalışma ortamına sürükleyici güç, zanların çok fazla olması ve vehimleri kendisine temel dayanak almasından başka bir şer değildir.

1993- ELAZIĞ
EROL KEKEÇ

8 Haziran 2011 Çarşamba

DİPSİZ VARİL Mİ NE?

“………….EY MUTMAİN OLAN NEFİS!......Gir kullarımın arasına cennetime……”
Allah’ın zikri ile tatmin olan nefis, ancak sana mahsustur, Allah’ın özel hazırladığı cennete girmek. Sen tatmin olan her şeyin bağımlılığından kurtulan, hürriyetini sınırlayan setlere başkaldıran, Allah’ın “Ben kulumu Hür yarattım…”buyruğuna uygun yaşayan, ayaklarına takılan zincirleri söküp atan nefissin… Hiçbir dünyalık değerin malın mülkün; paranın, altının, gümüşün, sarayların, köşklerin, arabaların, soyların sopların; kalbini avutarak uyuşturduktan sonra tatmin olduğunu sanan bir nefis değil, ancak ve ancak Allah’ın adının anılması, Allah’ın zikri ile tatmin olan nefsin hakkıdır, Allah’ın özel tahsis ettiği cennete girmek…
Tatmin olmayanlar habire koşmaktalar, atlamaktalar, yakalamaya çalışmaktalar, bir şeyi ele geçirseler, onlar tatmin olmazlar. Bir diğerini ele geçirdiklerinde tatmin olacaklarını sanmaktadırlar. Onu da ele geçirseler bunlar yine doymazlar, hiçbir şey bunları doyurmaz. Ne kadar çok şeye sahip olsalar kadar çok ihtiyaç hissederler. Çünkü bu tip varlıkların kalpleri tatmin bulmamıştır. Allah’ın zikrine Allah’ın belirlediği hayata sırt çevirenlerin bu dünyada tatmin olacaklarını mı sanıyorsunuz? Onların arzularının emellerinin önüne geçmek oldukça zordur. Bunlar hep isterler, ruhlarında ve kalplerinde bir doyum noktası yoktur. Bunların kalplerinin durumu, alt tarafından olduğu gibi delik olan bir varil gibidir varili ne kadar su ya da başka bir sıvı ile doldurduğunuzu sanırsanız sanınız o daima boşalmaktadır. Çünkü içine doldurulan sıvıyı depo edecek bir alt zemine sahip değildir. Bu zemine sahip olmayan varil nasıl hep boş kalıyorsa, Allah’ın zikrinin dışındaki değerlerle, kalplerinin tatmin olacağını sanan varlıklarda hep bir boşlukta olduklarından, hep o boşluğu doldurmak için çırpınacaklar. Âmâ ne yazık ki, o boşluklar Allah’ın zikrinin ve Allah’ın belirlediği hayatı yaşamanın dışında hiçbir şeyle hiçbir şekilde doldurulamayacaktır…
Allah’u Azimuşşanın, kalbi tatmin bulmuş insanı bu şekilde karşılaması tesadüfü olmadığı gibi, kalbin tatmin olması da öyle kolay bir olay olmasa gerek. Çünkü Allah’u Teâlâ’nın bu insanlara özel bir lütfu vardır da kendi cennetine koymak. Salihler Sıddıklar, Allah’a iman eden tüm yiğitler peygamberler, şehitler vs. bunların hepsini dilediği cennetlerden birine koyacaktır. Ancak bundan farklı olarak kalpleri tatmin olmuş, doyma sınırını bulmuş insanlara, Allah’ın bir iltifatı var, bundan daha güzel bir lütuf olur mu, Allah’ın cennetine girmek; bu cennet sadece kalpleri Allah’ın zikri ile tatmin olan yiğitler için tahsis edilmiştir.
Sizlere haykırıyorum, ey insanlar! Kalplerinizi nelerle tatmin etmeye çalışıyorsunuz girmişsiniz bir kaosun içine, oradan çıkmak için de hep gece ve gündüzleri hayaller kuruyorsunuz, bir türlü çözemediğiniz bu soruların cevaplarını bulmak için. Sizler ne kadar çırpınırsanız çırpınınız bir türlü doyuma ulaşamayacaksınız”…Kalpler ancak Allah’ın zikri ile tatmin olur ve yumuşar…”

Yıl:08.06.2011
Saat:11.20-12.00
Çengelköy/İST
EROL KEKEÇ

5 Haziran 2011 Pazar

SOLGUN YAPRAKLAR: AYDINLATMAYAN AYDINLAR

SOLGUN YAPRAKLAR: AYDINLATMAYAN AYDINLAR: "Aydın, aydınlıkla yakından ilişkili olduğu gibi aynı köklere sahiptir. Aydın, sorumluluk sahibi, yarınları düşünen, bulunduğu dönemde acılar..."

AYDINLATMAYAN AYDINLAR

Aydın, aydınlıkla yakından ilişkili olduğu gibi aynı köklere sahiptir. Aydın, sorumluluk sahibi, yarınları düşünen, bulunduğu dönemde acıları yüreğinin derinliklerinde hisseden, toplumsal yaşamı zedeleyecek ani refleksleri bilen ve onlardan gelecek zararlara karşı toplumu uyaran aydınlatan herkesten önce yanlışların kökünü kazmada bir nefer olan, Peygamberlerin varisleridir.
Hangi düşünceye sahip olursa olsun, aydın, bir Güneş gibi hem aydınlatan hem yakan bir kıvılcımı kendi içinde taşır. Mütref sofralarda karnını doyurduğu için, onların düdüklerini öttüren zavallı amipsel canlılardan farkı var onların. Aydın olmak o kadar kolay değil, ancak kolayca verilen bir isim haline geldi. Bu tarz kendilerine aydın isimlerini almış ancak aydınlanmadan bir nebze olsun yararlanmamış bu sahte göstermelik yalancı isimlerle damgalanmış varlıkların sözlerini ve kalemlerinin aktardıklarını okudukça böylesi bir açıklama yapmak zorunda kaldığım için mazur görün.
Aydınlara takıldım, ancak aydın olduğunu sananlarla yatıp kalkmayacağım; son dönemlerin gündemlerini hiç değerlendirme fırsatım olmadı. Uzun zamandır sağlık sorunlarıyla boğuşuyorum, Rabbim bizleri herhalde bu tarz yaşamlara takılmayalım diye biraz meşgul etti. Ama ona sonsuz şükürler olsun diyorum sonsuz hamdımı yaparak bazı toplumsal dokuların patolojik yanlarıyla ilgili ipuçları vererek, aydınların buradaki rollerinin ne olması gerektiğini merak eden biri olarak bazı sorgulamalar yapacağım.
Siyasi sistemin son dönemlerde kabuk değiştirdiğini bilmeyeniniz yoktur umarım. Bunu anlamak için herhangi bir hatırlatıcıya gerek yoktur. Yaz ayları ve ortalarında yılanların deri değiştirmesi gibi bizim de içinde yaşadığımız sistem tamamıyla olmasa da, kısmi bir kabuk değiştirmeye gidiyor. Bu değişim rüzgârlarının yönünü öğretilen öğretiler doğrultusunda dizayn etmeye çalışan toplum piskoposları, bu çalışmalarını çaktırmadan su altından saman yürüterek(!) devam ettiriyorlar. Bizim ülkemizdeki aydın sanılan sınıfa baktığımızda, onlarda bu demagojik hikâyeleri çaktırmadan topluma sindirtme peşindeler. Evet, aydınla başlamıştık yine aydınla devam edeceğiz. Aydınlamadan yoksun doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak ayıraçlarını (furkanı)bir yana atmış zavallıların bizleri ne kadar aydınlatacağını merak edeniniz var mı?
Yaşadığımız hayata uygun olan ve içimizdeki patlamaya hazır volkanları tutuşturacak hangi yazar yada kalem sahibi varsa alkışlamaya değer bulup onu göklere çıkarmıyor muyuz. Biz küfretmeye alışmış ve küfredenleri bağrımıza basıp onların peşinden koşmayı kendisine şiar edinmiş, anlama ve kavrama melekelerini süresiz tatile çıkarmış bir toplumun zavallı tek hücreli canlıları değil miyiz? Kendinizi fazla zorlamanıza gerek yoktur, biz böyle değiliz diyebilmek için gerekli savunmalar yapmaya dair… Son dönemdeki toplumsal atmosferi dikkate alırsanız söylediklerimi umarım biraz anlamlı bulacaksınız. Ancak boş ver gelen ağam giden paşam bu dünya böyle gelmiş böyle gider, kim daha çok avazı çıktığı kadar bağırıp anlaşılmayan dilde ıslık çalıyorsa sizin en favori adamınız o olabilir. Lakin benim düşlediğim hayatta herkes yaşadığı hayatın, atmosferini çevreleyen danışma kurulu üyelerinden mutlaka biri olması gerektiği için, aydın aydınlatan olmalı; vatandaş dediğinde vatanda bir taş değil, aynı toprak parçasını paylaşan akıl sahibi kişilerden oluşmaktadır. Bu yaşamı arzulayan ve bunun önünü engelleyen parazit ve amipleri görünce hasta yatağımda duramadım, bu karmaşa ortamında biraz olsun selim akılla insanlarımıza düşünmenin ve doğruyu kavramanın kapısını aralamak için kalemimi elime aldım, kime dokunuyorum ya da kimler rahatsız olacak diye taraf gözetmeksizin hakkın şahitliğini yapmak için yola çıktım.
Bu günün aydını (istisnalar varsa onlar hariç)karanlık sayfalara, karanlık bir hayatı, aydınlık harflerle yazmaktan utanç duymayacak kadar kendini aydınlık göstermeye çalışan zavallılardan oluşmaktadır. Bu zavallı yaşam atmosferinde tabiî ki, seçim yapmakta ve nelerin doğru olup olmadığını anlamakta zorlanacaksınız. Bu zorluk hali sizleri daha fazla doğruya yaklaştırması gerekirken, ne yazık ki, seçim yapabilme imkanı elinden alınmış zavallı popülasyon gruplarının sayısını sadece arttırmaktadır. Böylesi bir zavallılık kimliğini sahiplenmek istemeyenler, akıllarını her türlü dayatmacı kaldıraçların basınç alanından kurtarmalı, evrensel mahkemenin adil hâkimlerinin huzurunda kendisini yargılamalı ve kendisi hakkında verilecek kararlarda, aklını savcı, vicdanını da hâkim yapmalıdır. Böyle bir yaşamı kendinize reva görmezseniz, adını şimdi açıklamak istemediğim, aydın görünen ancak karanlıklardan bir türlü kurtulamamış, adları ne olursa olsun, mütref sofraların nimetlerinden beslenen ve oradan aldıkları enerji ile halkları karanlıklara taşıyarak aydınlık mesajlar verdiğini sanan bu aydınlanmaya muhtaç zavallıların kapsam alanlarından kurtulamayacaksınız. Onlar sizleri istediği gibi yönlendirecek ve yönetecek… Ben diyorum ki, zulmün genişlemesinin ve daha geniş alanları etkisi altına almasının iki temel aktörü var; bunlar mazlumlar ve zalimlerdir. Zalimlerin zulmünü arzulamayanlar akıl ve vicdan mahkemesinde yargılanıp kendisini aklasınlar, yoksa varislikten bi haber bu zavallıların emirleri doğrultusunda, karanlıkta tanınmayan nesneleri sizden tanımlamanızı isteyerek bölük yerinde say diyerek biraz olsun dinlenme moduna girerek sizin enerjinizi boşa harcayıp kendilerine gelecekte yeni bir hayat alanı oluşturmayı düşünebilirler. Sakın ola ki benim dediklerime değil, dediklerimin vicdanınızla ne kadar ölçüşüp ölçüşmediğine bakarak geleceğinizi tasavvur edin.
04.06.2011
Saat:17.30–19.00
Çengelköy/İst
EROL KEKEÇ

17 Şubat 2011 Perşembe

ÖLÜMDEN KORKMAK YERİNE, ÖLÜM GERÇEĞİYLE YÜZLEŞ!

“Hele can boğaza gelip,
dayandığında Ki o sırada siz
(sadece)bakıp durursunuz,
Biz ona sizden daha yakınız;
ancak görmezsiniz. İşte o vakit,
eğer ceza görmeyecek iseniz,
eğer doğru söylüyorsanız onu
(çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.
” Vakıa: 83-87

“Allah ölümü ve hayatı hanginizin daha iyi amel işlediğini
görmek için yarattı.”Ölüm hayatın diğer kolu, bir vücudun iki uzvu
ya da bir terazinin iki kefesi gibidir. Ölüm ile yaşam birbirinden
ayrılması çok güç iki siyam ikizidir. Bunları birbirinden ayrı
düşünmek birini yok ederek diğerini yaşatmaya çalışmak olur ki, bu
mümkün değildir. Bir teraziyi tek kefeli kabul edip, o kefeyi hem
tartan hem de tartılan olarak anlamak nasıl ki imkânsızsa, ölüm ve
hayatı da birinden birini, yok sayarak sadece birinin hayat olacağını
düşünmek de imkânsızdır. Ölümle yüzleşmeden, yaşamdan tat
almak mümkün değildir. Yaz günü tarlasına ektiği ürünün nasıl olup
olmadığını görmek istemeyen, onları sulayıp bakımını yapmaktan
kaçan, gördüğü zaman moralinin bozulacağını düşünen bir insan
nasıl olsa güz mevsiminde ürününü devşirmek için, hasat yerine
gidince gerçekle yüzleşeceğini bileceğinden, tüm korkuları gerçeği
görmesine nasıl ki engel değilse, ölüm gerçeğini yok sayarak onunla
yüzleşmekten kaçmak bizi hiçbir zaman rahatlatmayacak, aksine
huzursuz edecektir. Ölümsüz bir yaşam, yaşamsız bir ölümü
düşünmek imkânsızdır. Yaşam ve ölüm birbirinden ayrılmayan bir
bütünün iki parçasıdır.”De ki, benim ölümüm ve dirim… Âlemlerin
Rabbi Allah içindir…”
Ölümü hatırlamak, korku ve endişeleri beraberinde
getirmemeli, ölüm yaşama canlılık getiren bir kıvılcım olmalıdır.
Çünkü biri olmadan diğeri hep eksik kalacaktır. Ölümü hayatın
gecesi, diriliği de gündüzü olarak algıladığımız zaman nasıl ki,
akşam olduğunda uykudan kendimizi alabilmemiz imkânsızsa,
ölüm geldiği zaman da ondan kendimizi uzaklaştırmamız imkânsız
olacaktır. Bu hakikati bilerek yaşayan bireyler, ölüm gerçeğiyle
yüzleşmekten ve hayatı ona göre yaşamaktan zevk alırlar. Ölüm bir
başlangıç, gece ve gündüzün birbirini dengelediği 23 Eylül ve 21
Mart tarihlerindeki gibi bir dönüşümdür. Nasıl ki, eylül ayından
önce gündüzü yaşamak daha fazla ise, Eylül 23’ten itibaren de gece
uzamakta gündüzler yavaş yavaş kısalmaya başlamaktadır.21
Aralıkta nasıl ki, en uzun geceyi yaşıyorsak, işte bunun gibi ölümün
de mutlaka diriliğe üstün geleceği bir vakit olacaktır. Bunu bilen
insan mutlaka bu gerçekliği bilerek yaşamı daha zevkli ve huzurlu
bir hale getirerek mutlu ve sükûnet içinde yaşamaya çalışır.
Ölümle yüzleşmeyenler her zaman ölecekmiş gibi hayat
boyu ölü yaşarlar. Onlar için bir kere ölüm yoktur, her an ölüp ölüp
dirilirler. Bu ölüm, ölümü hatırlayarak rahat yaşamak değil, ölümden
korkarak ürkek ve tedirgin yaşamaktır. Bu tedirginlik sanal bir
hayat kurmaya insanı zorlar, insan buna sahip olduğu zaman hem
dünyasını hem de ahretini kurtardığını sanır, bilmez ki sanal
yaşamlar, her zaman hakikatin yerine konulmak ve onu unutturmak
için oluşturulan birer boş kuruntuların ürünüdür. Günümüz insanı
bu hakikatlerle yüzleşmemek için, kendisine her an yeni
meşguliyetler oluşturarak, ölümden biraz daha uzaklaştığını san-
maktadır. Oysa 21 Aralık’ın gelmesi nasıl ki kaçınılmazsa, ölümün
gelmesi de kaçınılmazdır. Bunu hayatlarına bir değer olarak
yerleştirenler, Rahman’ın huzur kanatları altında Onun rahmetiyle
kuşatılarak yaşarlar.
Ölüm gündeme geldiği zaman, biz, dünyadan elimizi
eteğimizi çekmemiz gerektiğini düşünmeye başlar, sonra da kanatlarımız
yana düşer yerden kalkacak mecalimiz kalmaz. Bu durum
ölümle yüzleşmek değil, ölümün hayattan kopardığı korkak ve
ürkek kuşlar gibi, bir avcının silah sesinden tedirgin hayat süren
zavallılardır. Yaşamın anlamı denge üzerine kurulur. Dünyası
olmayanın ahreti olmaz. Dünya ahretin tarlasıdır. Dünyada
ektiğimizi biçeceğimiz, onları devşireceğimiz zaman ahrettir. Bir
ürünü ekip, onu öylece devşirmeden ürününü almadan aklı başında
bir insanı düşünebilir misiniz? Buna verilecek cevap elbette ki hayır
olacaktır. Peki, soruyorum sizlere dünya yaşamı boyunca ekinini
ekip, onun ürününü devşirmeden bırakacak bir insan düşünebiliyor
muyuz? O halde ölüm ahrete göçüp tüm ektiklerimizi
devşireceğimiz zaman ise, neden bu anı istemeyi ya da o günün
gelmesini bir yok oluş olarak değerlendirip kendimize
yakıştıramıyoruz. Bu günü bir yok oluş olmaktan kurtardığımız ve
ektiğimiz tüm ürünlerin güz mevsiminde hasatlarını toplayacağımız
bir zaman olduğunu bilerek, onu arzulamayı düşünmediğimiz
sürece yaşam bizim için çekilmez bir zindan olacak; her gün ölüp
ölüp dirilen bir korkak ve ürkek zavallı olarak yaşam serüvenini
farkında olmadan noktalayacağız.
Ölmeyi bilmeyenler, aslında yaşamayanlardır. Yaşamak
ölmeyi bilmek ve ölümle birlikte yaşamaktır. Paranoyak yaşamak,
ölümü bilerek yaşamak değil, ölüm sonrasında karşılaşacaklarımızın
ne olduğunu bilmediğimizden septik ve tedirgin yaşamaktır. Bir
günün içindeki gece ve gündüze nasıl ki alışkın yaşıyorsak, ölümle
yaşam arasındaki bağlantıyı da bilerek hayatta rahat yaşamak zorundayız.
Yoksa hayatta bizi korkutacak birçok farkında olmadığımız
saikler bizi yaşamdan koparıp ölüm tuzağı ile yaşamla aramızdaki
bağı yok eder. Bu bağı birbirinden ayrı iki farklı değermiş gibi anlamaya
çalışanlar, ölümle asla yüzleşemezler. Ölüm bizim ensemizde,
bizse onun kucağında, umudun avucunda her gün büyüyen bir
hakikatle yüz yüzeyiz. O halde soruyorum başta kendim olmak
üzere tüm insanlara; bu hakikati hayattan uzaklaştırmanın imkânı
var mı? Dünya elde ettiğimiz maddi, pozitif, kazanımları arttırma
yeri değildir. Dünya yarın bize lazım olan gerekli hâsılatı
kaldıracağımız ürünleri yetiştirme tarlasıdır. Bu tarlaya ne
ekileceğini bilmeyenler tüm hatları birbirine karıştırır. Sap ile samanı
ayıramaz, buğday ile arpayı birbirine karıştırır. Bizim dünya
hakkında anlatmak istediğimiz hayatın özünü, münzevileşmek
olarak algılayanlar, maddi dünyada elde etmek istediklerine bir kılıf
geçirebilmek için peşinen reddetme yoluna gider. Böylesi karmaşık
beyinlerden kurtulmayı, hissetmeyen yüreklerden olmamayı
Rabbimiz bizlere nasip etsin ve ölüm gerçeğiyle yüzleşerek
yaşamamızı sağlasın.”Ölümün ne zaman nerede geleceği belli
olmaz, o halde biz onu her zaman her yerde karşılayalım ki, onunla
yüzleşmekten korkmayalım…”

Yıl:2010
Yer:Çengelköy/İst.
EROL KEKEÇ

2 Şubat 2011 Çarşamba

İYİLİK YAPMA ARZUNU, ŞARTA BAĞLAMA. VERMEK ALMAKTAN DAHA BÜYÜK BİR İHTİYAÇTIR, ASLA UNUTMA

“En sevdiğiniz şeylerden infak
etmedikçe kesinlikle bire(iyiliğe)
erişemezsiniz. Her ne infak
ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.”
(Al-i imran: 92)
“Ey iman edenler eğer siz
Allah’a(Allah adına İslama ve
Müslümanlara)yardım ederseniz,
O da size yardım eder ve sizin
ayaklarınızı sağlamlaştırır.”
( Muhammed: 7)
İyiliğe karşı iyilik yapmak herkesin işidir, ancak kötülüğe
karşı iyilik ya da karşılığı sadece Allah’tan bekleyerek iyilik yapmak
er kişinin işidir. Karanlıkta kalmış karşılıksız bir sevda gibi ansızın
yapılan iyiliklerden olsun hayatınız. Beklentiden başka hayatı olan
var mı, şu âlemde herkes bir beklenti içinde yaşamakta. Filancadan
bir şeyler gelirse, ne kadar kıymetli biri, gelmezse nasıl biri, hep
kötüleme atmosferinde kendimizi bulmuyor muyuz? Sen şunları
yaparsan ben senin için şunları düşünmüştüm gibi, şarta bağlı bir
hayatı artık yaşam alanının dışına bırakmanın zamanı gelmiştir.
Çocuklarımıza bir şeyler aldığımızda ya da onların gelecekleri ile
ilgili bir hakikati dile getirdiğimizde, mutlaka ona yaptığımız bir
iyiliği anlatarak işe başlamaktayız. Bu tarz uygulamalar ne anlatanı
mutlu eder, ne de karşıdakini. Çünkü böylesi açıklamalar hep geril-
imlere ve kaygılara gebedir. Allah kuluna karşılıksız bir yaşamı
bağışlar ve ona der ki, doğru yol budur, delalet yolu budur, dileyen
dilediği gibi davranma da özgürdür. Ancak özgürce yaptığınız
davranışlarınızın sonucuna katlanmayı da unutmayın diye, sadece
uyarır ama tercihi ona bırakır.
Toplumun orta yerinde bazen çok duyarsınız, ben bu adama
Allah rızası için şunları şunları yaptım, ama bu adam bakın bana
neler yaptı, hiç bunları hak eden biri miyim diye yakınırken. Şayet
bu adam karşılığı sadece Allah’tan bekleyerek böyle bir eylemde
bulunduysa, bunu neden konuşur? Yok, hiçbir karşılık beklemeden
yaptım diyorsa neden yakınır. Kendimizi aldatmayalım dostlar, tüm
eylemlerimizin, rotasında karşılıklı arzu ve istekler yatmaktadır. Bu
bizleri bilinçaltından kuşatmış, bizler de iyi duygular beslediğimizi
kendimize yutturarak, günah çıkarma sevdasındayız. Be kardeşim,
iyilik yapma arzun, senin ödev duygundan kaynaklanan bir görev
olsun ki, ödevini yerine getirmenin mutluluğuyla rahat bir nefes
alasın. Ödevlerimizden kaynaklanan bir çaba ile karşımızdakilere
bir yardım yapmıyorsak, sadece çıkarlarımızı okşamak adına
kendimizi kandırıp, zaman zaman manevi haz alabilme adına bu
girişimlerde bulunuruz, bu eylemler sadece sahibine iade edilmesi
gereken birer boş çabadan ibarettir.”Sizin davranışlarınız değil,
davranışlarınızın öncesindeki niyetiniz önemlidir, yani ameller
niyetlere göredir.”Bu felsefeye göre bir hayatta nefer olmayı arzulayanlar
asla mutluluklarına bir gölge düşürmezler… Çünkü bunlar
ödevlerine uygun yaşadıklarından, sonuçta mutluluk bunların
vazgeçilmez karı olur.
Zavallı insanların ne kadar da ihtiyacı var, onlara hep birlikte
elbirliğiyle yardımda kusur etmeyelim ki, yaşama imkânları olsun
diye hep düşünür dururuz. Oysa zavallı olan kendimiziz de, biz
bunun farkına varmayız. Neden zavallı biz olacakmışız ki, diyenleriniz
olabilir,”Allah yolunda canlarınız ve mallarınızla
sınanacaksınız””Yoksa siz, sizden öncekilerin durumları sizin
başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Andolsun ki
sizden öncekiler öyle sarsıldılar, öyle fakirlik çektiler ki, peygamberleri
ve onunla birlikte olanlar, Allah’ın yardımı ne zaman diyebilecek
olmuşlardı. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır”Evet
kardeşim bizim vermeye ihtiyacımız var, almak zorunda olanları
Rahman biliyor, onların imtihanı onunla; ama bizim imtihanımız
daha çetin, vermekle kurtulacağız.”Ey iman edenler! Sizi elim acı
bir azaptan kurtaracak, karlı bir ticareti size haber vereyim mi?
Allah’a Resulüne iman etmeniz, Allah yolunda canlarınızla ve mallarınızla
mücadele cihat etmeniz, bilirseniz bu sizin için daha
hayırlıdır.”Kim neye ihtiyacı olduğunu bilse yeryüzünde bu bozgunculuklar
yaşanır mı? Bizim vermeye ihtiyacımız olduğunu anlamadığımız
ve bunu idrak etmediğimiz sürece, hep kaybedenlerden
olacağız ve bir türlü mutluluk kapılarını aralayamayacağız. Almaya
ihtiyacı olanlara bunu birleri hatırlatabilir, ancak vermeye ihtiyacı
olanlara bunu ancak kendi iç dünyaları hatırlatacak, yoksa helake
uğrayanlardan oluruz da kendimizi mutluluk okyanusunda yüzenlerden
sanabiliriz Allah korusun.”Size Allah’ın lanetine ve gazabına
uğrayanları haber vereyim mi; onlar tüm amelleri boşa gittiği halde
hala kendilerini Salih bir yolda sananlardır.”Evet kardeşim vermeye
ihtiyacı ne kadar olduğunu bilmeyen biz zavallılar, Allah’ın lanetine
ve gazabına uğradığımızda bunun farkına varırsak bize hiç mi hiç
yararı olmayacaktır. İşte benim çırpınışlarım, bizim bu zavallı halimizi
kendimize az da olsun hatırlatarak mutluluğa giden yolda bir
tomurcuk olmaktır.
Yıl:2010
Çengelköy/İst
EROL KEKEÇ

21 Ocak 2011 Cuma

MERHAMETLİ OLMAKTAN ASLA VAZGEÇME!!!

“Allah’ı sakın zulmedenlerin
yapmakta olduklarından habersiz
sanma, onları yalnızca gözlerin
dehşetle belireceği bir güne
ertelemektedir.” İbrahim: 42

Allah merhametlidir, merhametli olanları sever. Merhamet
etmeyene, merhamet edilmez. Sadist duygularla kendine bir hayat
felsefesi oluşturanlar asla mutlu olamazlar. Sadizmin kökeninde,
bencillik, saldırganlık, zulüm, kendini beğenmişlik kin, kıskançlık
ve nefret gibi duygular bulunduğundan, sadistler asla mutlu olmazlar.
Merhameti olmayanın, vicdanı sızlamaz, vicdanı bozuk
varlıklar, hezeyanlarla hayatlarını süslerler. Dünyanın üzerine kurulduğu,
kapital yaşam ağı, kesinlikle insanların yüreğinden merhamet
tohumlarını ve genlerini yok ederek, kendini kökleştirmeye çalıştı.
Bu genlerden yoksun fertler, tamamıyla materyal bir ideolojiye
göre, bakış açısı oluşturmakta ve herkese de bu bakıştan bakmayı
yeğlemektedir.
Bir taşa bile merhametli olmayı bilmeyen, taşlaşmış kalpler
ne anlar merhametten. Merhamet, insanın kutsallık boyutunu belirgin
kılan yöndür. Topraktan yaratılan bu varlık yumuşak olmalı,
Allah’ın ruhundan üflendikten sonra da, kuşatıcı bir rahatlıkla herkesi
bağrına basacak kadar geniş nefesli olmalıdır. Ama bireyciliğin ve
egoizmin kuşattığı günümüz dünyasında merhamet tohumları kurumaya
terk edilmiş. Dünyanın dört bir yanında mazlum insanların
açlık ve hastalıklarla boğuştuğu bir dönemde, merhameti olmayan
sadist kapitalist ve materyalist zalimler yaşamlarını bu insanların
ezilmişliğine borçludurlar. Bu dev güçlerin yaşamlarının son bul-
ması ve sadist eğilimlerinin yok olması, merhamet sahibi insanların
çoğalmasıyla mümkündür.
Mümin olmak, emin olmak, kabul görmek ve Müslim olup
kendini Allah’a satmak kolay değildir.”Allah müminlerin canlarını
ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.”Bu en karlı ticareti
yapan müminler, kendilerine emanet edilen hayatı, emanet eden
Allah’ın isteklerine göre yaşadığı zaman, çok karlı bir ticaretin içine
girmektedir.”Ticarette acıma yok diye, bir yalaka deyimle insanlar
daima, kapitalizmin felsefesine çağrılmaktadır.”Oysa acımanın ve
merhametin olmadığı bir hayatı tasavvur etmek insan olmamakla eş
anlamlıdır. Müminin kalbi müşfiktir, şefkat onun hayat
damarlarından akan bir kandır. Merhamet gönül yatağında döllenmekte
olan her bir hücrenin, yaşam mücadelesidir. Bu anlayışla yola
koyulan bir mümin nasıl olurda, kendine ait olmayan beşeri safsataların
yalan dolan kabiliyetsiz ve zürriyetsiz laf cambazlıklarını
kendine örnek alır. Bunları bir yana bırakıp, kendine ait olan hayat
felsefesiyle hayatını devam ettirmek zorundadır.
Acıma duygusu insanın fıtratının derinliklerinde yatan en
güçlü temel güdüdür. Bu güdüleri bastırıp, insan azgınlığın pençesine
takılırsa azgınlaşan bir hayduda döner hayatı. Haydutların
çoğaldığı bir çağda, insani değerleri ve erdemliliği yaşam felsefesi
edinerek, ethik değerlerin yüceltildiği bir dünyayı kurmak için yola
çıkanlar, Mutluluğun doruğunda yaşayanlardır. Bu yaşam biçimi
herkese nasip olmaz, onu ancak Allah’ın seçtiği kullar yaşayabilir.
Allah kimseye zulmetmez, bunu söylerken insanlar arasında
Allah’ın taraflı davrandığı sakın anlaşılmasın, sizler ne kadar
yaklaşırsanız; Allah size o kadar yakın olur.”En sevdiklerinizi Allah
için harcamadıkça kesinlikle birre(iyiliğe-hayra)
erişemezsiniz.”Allah’ın kulları” Hayırda yarışanlardır, gösterişten
kaçanlardır, Gönülleri Allah’ın rahmeti ve merhametiyle dolup
taşanlardır. Allah anıldığında kalpleri ürpererek titreyenlerdir vs.”Bu
yaşamın erleri neden mutsuz olsunlar ki, onların tüm mücadelesi
kimseyi karanlıklara terk etmeden, gücünün yettiğince herkese bir
ışık olup yolları aydınlatabilmektir. Aydınlık yollarda yürüyen bu
yiğitlere bizden selam olsun, onlar tamamıyla Allah’ın
kuşatıcılığında yollarında usanmadan yürüyen kahramanlardır. Onlar
merhametin umudun ve mutluluğun kapısını açmadan içeriye asla
girmezler. Huzuru, gönülden secdeye kapanıp, miraca yükseldiklerinde
hissederler, ondan işte, onların her damarından merhamet ve
huzur fışkırır…
EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010

18 Ocak 2011 Salı

ELEŞTİRİNİN KESKİN BİR BIÇAK OLDUĞUNU UNUTMA SÖYLEYECEKLERİNİ İYİ TART!

“İşte (şu) namaz kılanların
vay haline Ki onlar,
namazlarında yanılgıdadırlar.”
Maun: 4-5

Eleştiri, hayatın doğru yolda ilerlemesi için, yollara konulan
trafik levhaları gibidir. O levhalara dikkat edilmediği takdirde hayat
kendiliğinden farkında olmadan uçurumlarda kendini imha edebilir.
Bu işaretlerin konulacağı yerler iyi belirlenmez ve sürücülerin o levhalara
odaklanması gibi hayattaki eleştirilerde, eleştirilen makamda
olanların dikkatini eleştirinin verdiği mesaja değilde, eleştirinin
kendisine yoğunlaşmasını sağlarsa orada hayatta yıkım kaçınılmaz
olur.
Eleştiri mekanizmasının gelişmediği toplumlarda yeni fikir
ve düşüncelerin önü tıkanmış, toplumların gelişim ivmesi durdurulmuş
ve toplumlar karanlık bir yaşamı yaşamak zorunda bırakılmıştır.
Bu uygulamaların görüldüğü toplumlarda genellikle zorba diktatörlerin
egemenliği hükümrandır. Bu dikta yönetimler tek boyutlu bir
at gözlüğü ile yaşamayı insanlara reva gördüklerinden, buralarda
insanlığın yeni buluşlarına ve hayatın farklı renklerine rastlamanız
imkânsızdır. Buralarda yapılacak sıradan açıklamalar bile birçok
köprüleri yerinden alıp götürebilir.
Kültürel yozlaşmanın oluşumuna bakarsanız, bir kültürün,
kendini koruma ve kollama adına dış dünya ile irtibatını koparıp,
kendi kendine yeterli olduğunu iddia etmesiyle içine düştüğü çekilmez
durumdur. Bu durumda kültürel değerler albenisini kaybeder,
insanların gözündeki prestijini yitirir, yavaş yavaş sıradanlaşıp kim-
senin ilgi göstermediği basit bir yaşama dönüşür; zamanla da
kendiliğinden ortadan kalkar. İşte eleştirinin hayatlardan koparıldığı
ortamlarda yozlaşmadan başka bir hayata rastlayamazsınız.
Yozlaşmış yaşamlar, bir cazibe merkezi asla olamazlar, onlar insanlar
nezdindeki yerlerini kesinlikle koruyamazlar. Eleştiri, yaşama
potansiyel enerji kazandıran bir araç gibidir. Araçtan gelen enerjiniz
kesildiğinde aracın çalışması nasıl ki durursa, eleştiriyi yok ettiğiniz
zaman da hayat durur. Baskı ve zorlamayla sevdirilmek istenen bir
yaşam, tüm hayatları kuşatmaya başlar. Zorlamayla devam ettirilen
ve daim var olan bir yaşam tarzını göstermek mümkün müdür? Bu
sorumuza verilecek cevabın hayır olduğunu söylemek o kadar zor
değildir. O halde yapılması gereken hayatın odağına eleştiri
mekanizmasını koyalım ki, daima kendini yenileyen bir araç gibi
bizde yalpalamadan yolumuza devam edelim.
Yerlerin ve Göklerin Rabbi Allah’u Azimuşşan, her şeyi en
iyi bilen olduğu halde, Âdemin yaratılma öncesinde meleklere:”Ben
yeryüzünde bir beşer yaratacağım”diye sorar ve onların verecekleri
tepkiye bakar. Bu durum, kesinlikle Allah’ın yaptığı işlerde sanki
onun bir danışma kurulu vardı gibi anlaşılmasın, yaratacağı beşerin
yaratılmış olarak Allah böyle davranıyorsa, benim nasıl davranmam
gerekir ve yapacaklarımı ne kadar gözden geçirmem gerekecek, diyerek
kendini sorgulaması için bir hatırlatma niteliğindedir. Evet,
Allah eleştiri kapısını ilk beşer, âdemi yaratmadan önce araladı ve
hepte devam etmesi için, K.Kerimin çeşitli ayetleriyle bunları
anlatarak bizlere uyarısını yapmaktadır. Bu hakikatleri görmeyip
kendimizi mutlak kurtulanlardan olduğumuzu iddia edip, eleştiriye
kapayıp, kendimize has bir hayat biçimi oluşturduğumuzda kendi
mağaramızı kendimiz yapmış oluruz. Bu mağaralar, ipek böceğinin
kozasını örmeye başlarken kendisini hapsedeceği zindanı yaptığını
bilmeden kendisini kozasına kapayıp yok etmesi gibi, farkında
olmadan kurduğumuz mağaralardır. Bu döngünün bizlerin yaşamına
uğramadan teğet geçmesi için, geniş ufuklu, mangal gibi yürekleri
olan yiğitler olmamız gerekir. Bu yiğitler asla gocunmazlar, kendilerine
bir eleştiri yapıldığı zaman, Rabbim sana şükürler olsun ki,
yanlış yaptığım zaman beni düzeltecek kulların var diyerek secdeye
kapanırlar. Eleştiri hayatımızı canlandırsın, hayatımzı canlı kılacak
eleştirilere katlanmayı bilmeyenler, basiretleri kapanmış, onları
uyarsan da uyarmasan da birdir, onlar inanmazlar buyruğuna uygun
yaşayanlardır. Bu uyarının muhatabı olarak yaşamak istemiyorsak,
kendimize bir çeki düzen vermek zorundayız. Bu ayetler filancalar
için, şunlar Yahudiler için, öbürleri münafıklar için diye Kur’an
ayetlerini parça parça taksim edip kendimizi hiç ilgilendirmeyen bir
ceza kitabı gibi algılarsak, o zaman başımıza geleceklerin hesabını
yapacak zamanımız olmayacaktır. Bunu bilmemizde fayda olduğunu
umuyorum. Ya Ömer Allah’tan kork dendiğinde şükürler olsun,
bana rabbimden korkmamı hatırlatanlar var diye sevinen, Ömer’in
yaşamına bir bakalım, birde bize biri ya kardeşim Allah aşkına
Allah’tan kork ya dediğinde, Allah’tan korkacak ne yaptım ki ya
diyerek ya içten ya dıştan gözlenen tepkimizi hemen göstermiyor
muyuz? Böyle bir hayatın taşınmazlarını sırtımıza sarıp altında inim
inim inlerken; bir de bu yaşamlarımıza, kendimizi haklı çıkaracak
gerekçeler bulmayı da ihmal etmeyiz.
Ya Muhammed sen Allah’ın Resulü değil misin? Neden biz
şu an da Mekkeyi ziyaret edip Haccımızı yapamıyoruz diye itiraz
edip eleştiren tüm ashabın söylediklerini harfiyen dinleyen ve onları
düşündükten sonra Rabbinin korumasında kararını alıp, geleceği
planlayan bir peygamberin ümmeti değil miyiz? Onun ümmeti isek
bu içine düştüğümüz acınası zillet hayatını neden yaşamaktayız? Bir
yerde yanlışlık olmuş kardeşim biz kitabı kendi aralarında parça
parça bölüp her fırkanın kitabın kendi yanlarında olan kısmıyla sevinen
Yahudilerden farkımız kalmadığı halde, birde eleştirilmeye,
düzeltilmeye de kökten karşı olan düşük akıl sahibi zavallılar değil
miyiz? Bu akıl ve bu yaşamla Muhammed’e asla bir ümmet olamayız.
Onun ümmeti, dayanmasını, dinlemesini, düşünmesini,
yorumlamasını, at gözlüklerini atmasını bilen, Allah’a gönülden
bağlanan işittik ve itaat ettik diyebilen, Allah’ın bizim için indirdiklerine
karşı kalplerimiz apaçık, Muhammed’e ümmet, Allah’a kul
olmak bizim şiarımızdır diyenler ve yaşayanlar olacaktır.
Muhammed’in ümmeti ve İbrahim’in dini üzere olanlar asla
kendilerini kanıtlamak ve kendi yaşamlarının tarihe damga vurması
için eleştiri yapma gereği duymazlar. Onlar bir Hüseyin gibidir.
Allah’ın dinini kendi çıkar menfaat ve emellerini korumak için bir
kalkan olarak kullanan Yezidin karşısına dikilip onun Allah’ın dinini
değiştirmeye çalıştığını ve kendisi ona biat ettiği takdirde,
Allah’ın dinin çöllerin kızgın kumlarına gömüleceğini bilerek, bize
ulaşan dinin Yezidin dini olarak gelmemesi ve Allah’ın dininin
bizlere kadar gelmesinde o keskin eleştirisini yapıp canını o uğurda
feda etmekten çekinmeyen Hüseyin gibi yaşayanlardır.
Hüseyinlerin eleştirileri asla bitmeyecektir. Yezitlerin dayanma güçleri
de, Hüseyinlerin sabrı vakarı ve sadakati karşısında, temmuz
ayında eriyen bir buz kalıbı gibi eriyip yok olacaktır. Ebuzerler tarihin
her döneminde doğruları hatırlatacak, doğruları yaşamakta nasibi
olmayanlar gökyüzünde uçuyormuş gibi nefesleri daralacak, ama
şunu unutmamak gerekir ki, Kazananlar hep mus’ablar, Ebuzerler,
Abdullah İbn-i mes’udlar, Ammarlar, Bilallar gibi eleştirenler,
Ebabekirler, Ömerler ve Aliler gibi eleştiriye katlananlar
olmuşlardır. Eleştiri bu dinin özünde var, hakaret ise bu dinle ilgisi
olmayan, bu dine sokulmaya çalışılan sıradan varlıkların hayat felsefesidir.”
Onların ilahlarına küfretmeyin (hakaret etmeyin)ki, olur ki
onlar da farkında olmadan sizin rabbiniz Allah’a küfreder…”Evet
dostlarım eleştiri bu dinin özünde var.”Bilmediğin bir şeyin ardına
düşme zira göz ve kulak ondan sorumludur…”derken Rabbimiz,
yaşadığımız hayatı bilerek ve kritiğini yaparak yaşamamızı istemektedir.
“…Söyleyeceklerini açıkça söyle, dilini eğip bükerek
doğruyu yamultmaya kalkma…”Eleştiride esas olan, söyleyenin
kendisini ön plana çıkararak sert söylemesi olmamalı, sözün gücü
etkisi karşısında, eleştirilecek makamda bulunan söyleyecek bir şey
bulamayacağı gibi, dizlerinin bağı çözülerek af ve mağfiret kapısına
yönelip tövbe etmekten başka çaresi olmadığını anlamalıdır. Bu
eleştirileri yapan tüm peygamberler ve onlara tabi olan Allah erleri,
her dönemde galip gelenlerden olmuşlardır. Maddi âlemde onların
galibiyeti bizim gibi zavallılar tarafından fark edilmese de.”Sizin en
yüce rabbiniz benim diyen Firavun’a karşı, Allah’ın elçisi, Hüküm
ancak Allah’ındır…” diyerek sözün gücü ile azılı düşmanın
karşısında dilini eğip bükmemiş, bizzat hakkı haykırmış ve
eleştirisini yapmaktan geri kalmamıştır.”Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol…”Bu ayet bizlere yaşam felsefemizi apaçık beyan
etmektedir. Anladığın gibi, kendine göre kimseyi kırma, insanlar
üzülebilir diye yalpalama, dosdoğru olayım diye sakın bir kazma
olup insanların kafasını parçalamaya kalkma; senin görevin hakkı
hak olarak yaşamak ve söylemektir.
Eleştirinin keskin kılıç olduğunu sakın unutma, elindeki kılıcı
güzel kullanmazsan, farkında olmadan başkalarına doğrultayım
derken; senden önce başkaları seni düzelmeye kalkabilir. Kılıç
kınından çıkınca bir işlevi olur; eleştiri mekanizması çalışmaya
başladığı zaman ne yapması gerektiğini bilmezse, eldeki kılıç gibi
suçsuz günahsız insanları da kesebilir. Ondan dolayı
konuşmalarımıza ve attığımız her adıma iyi dikkat etmek zorundayız.
Yani emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamız gerekir. Yeri ve
zamanı olmayan konuşmaları, bizi de bir adam sansınlar diye dilimizi
eğip bükerek kırılarak, konuşmalarımızın başı ile sonu arasında
bir bağlantı kuramayacak kadar bizden uzak konuşmalarla bir mesele
anlatmaya kalkarsak sadece kendimizi alçaltırız yapacağımız bir
marifet olmaz. Bu konuşmalar ve sözler sakın sizi aldatmasın,
onların temelinde toplumda çokça kullanılan bir ifade vardır,”iş
olsun diye,”bunun için harcayacağınız zamana ve kendinizi yormanıza
yazık. Susun bari sizi bir adam sansınlar. Filozofun birine,
bir başka filozof sorar, bir insanın değerini nerden anlarsın? O da
cevap verir. Konuşmasından, peki hiç konuşmuyorsa nasıl anlarsın
der; diğer filozof cevaplar: O kadar değerli bir insan var mı ki,
diye… Evet, sevgili dostlarım şunu unutmayalım ki, iş olsun diye
yaptığımız davranışlarımız hakikaten bir gün bizim işimizi bitirecekler,
bunu ne zaman anlayıp, adam gibi yaşayan bir kul olacağız.
Günümüzdeki yanlış algılardan biri de doğrunun, daima yüksek
sesle ifade edilen ve karşıdakine dominant tavır alan sanılır.
Neden öyledir diye sormayacağım, gücün mantığının olmadığı
bağıranların ve çağıranların her türlü küfrü ve hakareti yaşam felsefesi
edindiği bir ortamda böyle düşünmek insanların en doğal yaşam
tarzı haline gelmektedir. Ama biz insanımıza âcizane, doğrunun
bağırmalarda ya da baskın karakter rolü oynayanlar yanında
olmadığını bilmeleri gerektiğini hatırlatırız. Baskın olmaya çalışanlar
kendi yanlışlılarını bu tarz davranışlarla örtmeye çalışırlar. Bu insan
doğasında bulunan ve daima üstün görünme, kendini kanıtlama
arzusu, kabilden günümüze gelen bir gelenektir. İşte bu geleneğin
kökünü kurutmanın yolu, Kabili tarzda ya da Mekke’nin azgın
müşriklerinin yaptığı gibi yapmamaktır.”…Sen onlara karşı kaba ve
katı kalpli olsaydın çevrende kimse kalmaz dağılır giderlerdi…”İşte
İslamın eleştiri mantığı yıkmaya ya da boyun eğmeyi gerektirecek
bir yamulmayı asla öngörmez. İslam’da Dosdoğru yaşamak dik durmak
ve “Firavuna git o azdı, ona yumuşak sözle arınmak istemez
misin?”diyerek her iki hakikati bünyesinde barındıran bir hayattır.
Mütevazı olmak demek boyun eğmek ya da kabullenmek değil,
derin nefes alıp daha fazla direnmenin koşuludur. Dik durmak
hakaret savurmak değil, İnanılan değerler uğruna gözünü kırmadan
canını verecek kadar inanmaktır.”Müminlerden öyleleri vardır ki,
Allah yolunda canlarını vermişlerdir, kimi de sıra beklemektedir…””
Allah katına yükselecek olan söz güzel sözdür, onu yükseltecek
olan da Salih ameldir…””İşte sözlerin en güzeli Allah’ın
sözüdür…”Allah’ın sözü üzere mücadele eden ve canlarını mallarını
feda etmekten çekinmeyen kullardan olmak dileğiyle, Rabbimiz iş
olsun diye yaşayanlardan bizleri beri kılsın...amin

EROL KEKEÇ
ÇENGELKÖY/İST-2010

17 Ocak 2011 Pazartesi

.“VAY ONLARIN HALİNE” (YENİ)

Kur’an’da 29 yerde “Vay onların haline!” yani “Yazıklar olsun, mahvoldu onlar!” anlamında müthiş derecede “sarsıcı” uyarı ve ikazlar var.

Bunların neler olduğunu merak ettim ve tek tek bularak nuzül (iniş) sırasına göre dizdim.

Baktığımızda “Vay onların haline” denilenler günceliğinden hiçbir şey kaybetmiş değil…

Bakın, Mekke’den Medine’ye doğru 23 yıl süren vahyin iniş sürecinde kimlere “Vay onların haline!” denmiş.
***

[ “En küçük yardımı dahi geri çevirerek, gösteriş yaparak ve kuru kuruya yatıp kalkarak namaz kılanların vay haline!” Maun; 107/ 4-7 ]

Çok ilginç, nuzül sırasına göre Kur’an’ın “Vay onların haline” ikazını yönelttiği ilk muhatap “namaz kılanlar”…

Yani Kur’an “Vay onlara haline!” demeye ilk “dindarlık tezahürü sergileyenlerden” başlıyor. Çünkü bütün otoritelere göre bu sure (Maun) vahyin ikinci yılında ve tamamı bir anda nazil olmuştur. Sure, bütünüyle, o günkü Mekke’ye egemen “Yeda Ebu Leheb”e yöneliyor. Yani Ebu Leheb’in başını çektiği 7-8 tefeci bezirgandan oluşan “çetenin” elebaşlarından olan Ebu Cehil’i hedef alıyor. Çünkü bunlar da kendilerince bir dindarlık tezahürü içindeydiler.

Dahası büyük müfessir Ebu Muslim İsfehani’ye göre Ebu Cehil namaz kılmaktaydı. Ebu Cehil’in namazı (salâtı) şöyleydi: Kabe’ye gelip saygıyla duruyor (kıyam), övücü sözler söylüyor (kıraat), eğiliyor (ruku) ve yere kapanıyordu (secde)…

Hz. Peygamber’in, bunu, putları inkar ederek ve yalnızca Allah için yaptığını görünce çılgına döndü. Onu engellemeye kalktı (Alak; 96/9-10).

İşte Maun suresi onu ve tarih boyunca onun gibi olanları/olacakları deşifre ediyor.

Yani Kur’an “Vay haline” demeye “Namazlı Ebu Cehiller”den başlıyor…

Ve (bugün için) demek istiyor ki: Komşusu açken tok yatanların, insanlar açlık sınırındayken villâ üstüne villâ alanların, sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip, gureba doluyken bu villâlarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılanların vay haline! Mazlumun ahı arşı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması arşı çatlatırken sadece kıldıkları namazlara güvenerek cennetin kapısına koşanların vay haline!

Onlar işin gösterişindedirler. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıka basa doyup “elhamdülillah” çektikten sonra, “Mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı” diye ağlamaklı ağlamaklı konuşurlar. Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında sahabe hayatı anlatırlar. “Sünnettir inşallah” diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini başkasıyla bölüşmeyi hiç düşünmezler. Her yemekten sonra “huril-ıyn” duaları ederler; ev üstüne ev, eş üstüne eş isterler. Nedense her şeye kendilerini lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez. Allah güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten hoşlanır. Bunlar hem namaz kılarlar, dindar görünürler, hem de bir kapitalistten daha beter mal, mülk ve para düşkünüdürler. En küçük yardımları yapmakta bile pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda, pavyonlarda para harcayamazlar ama saray yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını maldan mülkten, gösterişten, güçlü görünmekten çıkarırlar. Bir şeyi vermek onlardan kerpetenle etlerini koparmak gibi gelir. Dıştan namazlı niyazlı içten zavallı bir dindarlık… Dışı Müslüman içi kapitalist bir ehli-namazlık…

Bu halleriyle Allah’a değil güce ve güçlüye taparlar. Kendinden güçlü olana köle, kendinden zayıfa karşı da Firavun kesilirler. Boyuna, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine “elhamdülillâh” çekip burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremezler. Yoksulluk, ezilen, emek vs. lâflarını duyunca “solculuk” yapıldığını zannederler. “Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak” deyip dururlar. “Ben Müslümanın zengin olanını severim” diye de kafasına uygun hadis uydururlar. Vay bunların haline!

[ “ (Yoksullarla) alay eden her kişinin vay haline! Ki o mal toplar ve sayar da sayar. Sanır ki malı onu sonsuza dek yaşatacak.” Hümeze; 104/1-3]

Yani insanların açlığı, yoksulluğu ve çaresizliği ile alay edenlerin vay haline! Derisinin rengine, bölgesine, yaşadığı eve, giyimine, kuşamına, kaşına, gözüne bakarak alay edenlerin, özürlü olmalarıyla dalga geçenlerin vay haline! Paracıklarını saya saya bitiremeyenlerin, dönüp dönüp tekrar sayanların, saydıkça keyif alanların, onlarla küçük tepeleri ben yarattım havalarına girenlerin vay haline! İnsanlara tepeden bakanların, yoksulları böcek gibi görüp Mammon’a (paraya, altına) tapanların ve para hışırtısından ibadet zevki alanların, dönüp dönüp tekrar sayarak ayin yapanların vay haline!

[ “Bilir misin, nedir ayırma günü (yevmu’l-fasl)? O gün yalan diyenlerin vay haline!” Mürselat; 77/8-15]

Yani bilir misin haklı ile haksızı, zalim ile mazlumu, güçlü ile zayıfı, paraya tapanlarla Allah’a tapanları, haram yiyenle helalinden geçineni, günahkar ile namusluyu, üçkağıtçı ile dürüstü, gerçek ile sahteyi, avanta ile emeği, devletin malı deniz diyen ile alınteri ile geçinen emekçiyi, insana kıyan ile insanı yücelteni, riyakar ile samimiyi, din üzerinden mal yığınla, malını din için tüketeni ayıracak günün ne olduğunu bilir misin? O gün bu dünyada bir gün gelecek, öbür dünyada ise mutlaka gelecek. “Böyle bir gün yok, ne yaparsam yanıma kâr” diyenlerin vay haline!

[ “Biz göğü, yeri ve arasındakileri boş yere yaratmadık. Cehennemi boylayacak o kâfirlerin vay haline! Sad; 38/27]

Yani hayat boş, her şey boş, hayatın anlamı şarap ve kadındır diyenlerin, Moğol orduları gibi hayatın anlamını “Düşmanın kadınlarını ele geçirme” felsefesinde görenlerin, hazza ve şehvete tapanların, arzularına köle olanların, eğlenceyi ayin sayanların, ne cennet var ne cehennem; ye, iç eğlen diye oyunda oynaşta olanların vay haline!

[ “İşte hakkında tartışıp durdukları Meryem oğlu İsa hakkındaki gerçekler bunlardan ibarettir. Allah’ın oğul edinmesi olur şey değildir. Allah bu gibi şeylerden uzaktır. Allah bir iş ve oluşa karar verdimi ona sadece “Ol” der o da olur. İsa’nın dediği hep şuydu: “Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Onun için hep O’na ibadet ediniz. İşte doğruluk ve dürüstlük yolu budur.” Hal böyleyken bir takım gruplar kendi aralarında çekişip duruyorlar. Büyük gün gelip çattığı zaman vay onların haline!” Meryem; 19/34-37]

Yani insanlardan kimisi “İsa bir isyancı, sahtekâr ve veled-i zinadır” diyerek, kimisi “O bir tanrıdır/tanrının oğludur; bizim için kendini feda ederek insanlığı ölüm yargısından kurtarmıştır” diyerek, kimisi de “Öldükten üç gün sonra dirilmiştir. Tanrı onu göğe çekmiştir, kıyamete yakın dünyaya geri dönecektir” vs. şeklinde avunup duranların vay haline!

[ “Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimseye Rabbinden bir aydınlanma gelmiş değil midir? O halde Allah’ı unutmaktan yürekleri kararmışların vay haline!” Zumer; 39/22]

Yani Allah’ı (halkı) unutmaktan yüreği kararmışların, vicdanı donmuşların, aklı tutulmuşların, zihni dumura uğramışların vay haline! Kalpleri bomboş olanların, gözleriyle göremeyen, kulaklarıyla işitemeyen sağırların, körlerin, dilsizlerin vay haline! Allah’ın kavlî ve kevnî ayetlerini çoban sesini bağırtı sanan sürüler gibi algılayanların vay haline! Hayatlarında bir kez olsun “Allah var, ölüm hak” diyemeyenlerin vay haline! Vicdansızların, akılsızların, yüreksizlerin vay haline!”

[ “Şöyle diyorlar: “Kalplerimiz bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır. Kulaklarımızda da sağırlık var ve seninle aramıza bir perde çekilmiştir. İstediğini yap, biz bildiğimizi okumaya devam edeceğiz.” Söyle onlara: “Ben sadece sizin gibi bir insanım. Bana tanrınızın Tek Tanrı olduğu vahyolunuyor. O’nun yolunda dosdoğru yürüyün ve bağışlamasını dileyin. Ortak koşanların vay haline!” Fussilet; 41/2].

Yani “Ne söylenirse söylensin, duymayız, anlamayız” diyenlerin, “Söylenenlere kulaklarımız sağır, kalbimiz perdeli; sadece bizim bildiğimiz doğrudur, gerisi kesinkes yanlıştır” diyenlerin, önyargı putlarını bir türlü kıramayanların vay haline!

[ “İsa söze dayalı apaçık deliller ile geldiği zaman “Ben size bilgelik getirdim, anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin bir bölümünü açıklamak üzere geldim. Onun için Allah’ın öfkesini çekmekten sakının ve bana uyun. Allah benim Rabbim, sizin de Rabbiniz ancak O’dur. Onun için hep O’na ibadet edin. İşte bu tek doğru yoldur” dedi. Sonra o gruplar kendi aralarında ayrılığa düştüler. Acı bir günün azabından dolayı vay o zalimlerin haline!” Zuhruf; 43/63-65].

Yani İsa’nın vefatından sonra onun ardından gelen kimi guruplar İsa hakkında ayrılığa düştüler. Farklı farklı görüşler savunmaya başladılar. Kimi İsa’nın Tanrı’dan bir parça olduğunu, kimi Tanrı’nın oğlu olduğunu, kimi ölüp üç gün sonra dirildiğini, göğe çekildiğini, şu an gökte Tanrı’nın sağ yanında oturup dünyayı gözetlediğini, kimi kıyamete yakın gökten dünyaya geri döneceğini savunmaya başladı. Eski dünya dinlerinin “ölüp dirilen Tanrı” (Mısır), “gökte yaşan Tanrı oğulları” (Sümer/Akkad/Babil) “efsanevî büyük kurtarıcı” (Hind/Cayna) inançlarına geri dönerek İsa’yı onlara âlet ettiler. İsa bunlardan beridir, bu tür guruplarla alâkası yoktur. İsa’nın apaçık mesajı şuydu: “Ben size bilgelik getirdim, anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin bir bölümünü açıklamak üzere geldim. Onun için Allah’ın öfkesini çekmekten sakının ve bana uyun. Allah benim Rabbim, sizin de Rabbiniz ancak O’dur. Onun için hep O’na ibadet edin. İşte bu tek doğru yoldur…” Bunu bırakıp oğul/mesih/mehdi muhabbetlerine dalanların vay haline!

[ “Allah’ın ayetleri karşısında okunurken bal gibi duyar da kibrinden sanki hiç duymuyormuş gibi umursamaz davranır. Ayetlerimizden bir şey öğrendiği vakit onu alaya alır. İşte onları aşağılık bir azap bekliyor. Her kendini aldatan günahkârın vay haline!” Casiye; 45/7].

Yani Allah’ın ayetlerini alaya alanların, peygambere “Malımızda mülkümüzde gözü var” diyenlerin, “Vahiy almak buna mı kaldı, iki şehirden birinden bir zengine vahiy gelmeli değil miydi?” diye alay edenlerin, “Ayak takımını yanından kov” diye burun kıvıranların, kibrinden burnundan kıl aldırmayanların vay haline!

[ “Ben görünen ve görünmeyen tüm varlıkları yalnızca Bana ibadet etsinler; çalışsınlar, üretsinler, meydana getirsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni yedirip içirmelerini de istemiyorum. Tam tersi rızkı veren, düşmez kalkmaz bir Allah’tır; kesinlikle! Onun için, şimdiki zalimlerin payına düşen, acele etmesinler, önceki yandaşlarının payına düşen gibi aheste aheste çıkacaktır. Söz verilen o günde inkarcıların vay haline!” Zariyat; 51/56-60].

Yani Allah’ın günboyu verdiği ekmeği, suyu, havayı, ömür boyu verdiği sağlığı, sıhhati ve her dem gelen binbir çeşit nimeti göremeyenlerin, yediği ekmeğe, içtiği suya, soluduğu havaya nankörlük edenlerin, üstelik de yoksullara küstahça “İstese Allah’ın doyuracağını biz mi doyuracağız?” diyenlerin vay haline! Yoksulun ahı aheste aheste çıkacak onlardan… Mazlumlar, bir gün, karanlıklarda konuştukları şeyi evlerin damından haykıracak! Eninde sonunda mazlumun duası zalimi devirecek! Zulmedenlerin nasıl bir inkılab ile devrileceklerini görecekleri o vadedilen günde onların vay haline!

[ “Onlar dünya hayatına dalıp onu ahirete tercih ederler. Allah’ın yolundan alıkoyup onu çarpıtmak isterler. İşte bunlar derin bir sapıklık içindedir. Şiddetli azaptan dolayı vay onların haline!” İbrahim; 14/2-3].

Yani onlar hem dünya hayatına (malına) taparlar, hem de herkesin tapmasını isterler. Allah’a ve ahiret gönüne iman edenlere tahammül edemezler. “Zenginlik bizde, demek ki Allah’ın sevdiği kulları bizleriz. Bizden daha büyüğü ve güçlüsü yok, gelin bize uyun vebali bize” derler. Böyle çok bilmiş küstahların, nasıl bir inkılap ile devrileceklerini görecekleri o vadedilen günde vay haline!

[ “Biz gerçeğin ta kendisi yoluyla sahte olanı darmadağın ederiz. Her sahte şey yok olur gider. Allah’a yaptığınız o yakıştırmalar yüzünden vay halinize! Enbiya; 21/16-18].

Yani “Ben Allah’ın seçilmiş kuluyum, milletiyim, ırkıyım, kavmiyim, mezhebiyim, cemaatıyım, grubuyum” diyenlerin, içi boş kuruntularla avunanların, örümcek yuvalarını saray sananların, dinlerini hurafe çöplüğü üzerine kuranların, Allah’a olmadık yakıştırmalarda bulunanların, gerçeğin ta kendisi gelince her sahte şey gibi yok olup gidecek olanların vay haline!

[ “Dile gel dağ! Dile gel inceden inceye yazılıp dağıtılan kitap! Dile gel çağlara meydan okuyan ev! Dile gel yükselen gökyüzü! Dile gel kabaran deniz!; “Rabbinin azabı kesinlikle gerçekleşecektir!” Ona kimse engel olamaz. O gün gök öyle bir sarsıntıyla sarsılacak ki, O gün dağlar öyle bir yürüyüşle yürüyecek ki… O gün bütün bunlar yalan diyenlerin vay haline! Ömür boyu oyunda oynaşta olanların vay haline!” Tur; 52/1-11].

Yani dağları dile gelemez sananların, yazılanları dile gelemez sananların, çağlara meydana okuyan Ev’i konuşamaz sananların, yükselen gökyüzünü, kabaran denizi dile gelemez sananların vay haline! Bütün bunların altında yaşayıp da, bunların tanıklığından kaçabileceğini sananların vay haline! Göklerin sarsılıp, dağların yürüdüğü gün vay onların haline! “Ölülerin dirilmesi hurafe; kıyamet, hesap, mahşer, cennet, cehennem diye bir şey yok, bunların hepsi hikaye, efsane,…” diyenlerin vay haline! Ömrü oyunla oynaşla geçenlerin vay haline!

[ “Onlar alacaklarının son kuruşuna kadar peşine düşerler. Ama iş vereceklerine gelince kıyısından kenarından nasıl çalıp çırpacaklarını hesaplarlar. Yolsuzluk yapanların vay haline! Mutaffifin; 53/1-2].

Yani alacak söz konusu olunca borçlunun tepesine binenlerin, verecek söz konusu olunca da kıyısından kenarından eksiltenlerin, evrakta sahtekarlık yapanların, nitelikli dolandırıcıların, naylon fatura düzenleyenlerin, rakamlar üzerinde kalem oynatanların, tüyü bitmemiş yetimin hakkını zimmetine geçirenlerin, arazi kapatanların, ihale oyunlarını pek iyi becerenlerin vay haline! Yolsuzluktan karnını ateşle dolduranların vay haline, vay!

[ “Kötülerin sicili tutulmuştur.

Bilir misin, sicil ne demek?

Orada her şey madde madde yazılmıştır.

O gün yalan diyenlerin vay haline!” Mutaffifin; 53/7-10].

Yani “Nasıl olsa kimse görmüyor, bir daha bu fırsat ele geçmez” diyerek yolsuzluk üstüne yolsuzluk yapanların, kötülüğü, sahtekarlığı, başkasının sırtından geçinmeyi meslek haline getirenlerin vay haline! Yaptıkları önlerine tek tek konulduğu gün, her şeyin anı anına videoya kaydedilmiş gibi gösterildiği gün, “Bunlar montaj” diyemeyecekleri o gün onların vay haline! Hem dünyada yaptığı yolsuzlukların hesabını vermek için Adalet devletinin pençesine düştükleri gün, hem de ahirette ilahî adaletin pençesine düştükleri gün onların vay haline!

[ “Para hırsıyla kendi yazdıklarını ‘Bu Allah'tandır’ diye sunanların vay haline! Uydurduklarından dolayı onların vay haline! Üstlendikleri vebalden dolayı onların vay haline!”Bakara; 2/79].

Yani vay haline o din adamlarının! Vay haline o tapınak tacirlerinin! Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in kürsüsünde oturup ağır ve taşınması güç yükleri insanların üzerine yükleyenlerin, bu yükleri taşımak içinse parmaklarını bile oynatmayanların, yaptıklarının tümünü gösteriş için yapanların, allı pullu din adamı kıyafetleri ile dolaşanların, toplantılarda başköşeye, tapınaklarda en seçkin yerlere oturmaya bayılanların, meydanlarda selamlanmaktan zevk duyanların vay haline!

Allah’ın kitabını okumak isteyenlere kapatanların, ne kendisine ne de başkasına açmayanların vay haline! Bir tek kişiyi dinlerine döndürmek için kıtalar dolaşıp, dinlerine döneni de kendilerinden iki kat cehennemlik yapanların vay haline! Nanenin, dereotunun, kimyonun ondalığını sayıp durmaktan adaleti, sevgiyi, merhameti unutanların vay haline! Küçük sineği süzüp ayıran fakat deveyi amuduyla yutanların vay haline! Yemeği “Sünnetir inşallah” deyip temizleyen ve fakat ömründe bir kap yemeği açlarla bölüşmemişlerin vay haline! Görkemli mezarlarda yatan curûfların vay haline!

“Ey din bilginleri, Ferisiler, ikiyüzlüler, engerek soyu!” Allah’ın kitabını okutmazsınız, kendi ellerinizle yazdıklarınızı ise sanki vahiymiş gibi ezberletirsiniz. Allah’ın adını azgın ihtiraslarınıza âlet edersiniz. Ayet alıp ayet satarsınız. Uydurup uydurup “Allah böyle dedi” diyerek pazarlarsınız. Allah’ı, Kitabı, Musa’yı, İsa’yı, Tevrat’ı, İncili (ve de Kuran’ı ve Muhammed’i) hepsini servet yığmaya alet etmeyi pek de iyi becerirsiniz. Din iman nutuklarıyla servet yığanların vay haline! Her kendini aldatan günahkârın vay haline!

***

Kur’an’da kimlere “vay haline” dendiğini gördünüz.

Onca kavlî ve kevnî ayetlere kör ve sağır kesilenleri, hırsızları, yolsuzları, despotları, tiranları, zalimleri, putperestleri, zevkperestleri, malperestleri, paraperestleri, dünyaperestleri, kariyeristleri, konformistleri vs. boyuna inzar ediyor yani derin uykulardan uyanışa çağırıyor…

Çok ilginç, nuzül sırasına göre dizince dikkatimi çekti; Kur’an “Vay onların haline” demeye “Namaz kılanlarla” başlıyor, gördüğünüz gibi “din adamları” ile de bitiriyor!

Mala mülke tapanların, dünya hayatını ebedi zannedenlerin, özellikle de servet ve iktidar sahiplerinin “vay onların haline” denerek sonlarının çok hazin olacağı haber veriliyor. Bu ayetlerin ilerisi ve gerisini (siyak ve sibakını) dikkatle okuyun, muhatabın hep bunlar olduğunu göreceksiniz.

Kur’an sanki bugüne sesleniyor…

Musa, İsa ve Muhammed sanki bugün konuşuyor…

Anlayana sivrisinek saz…

İHSAN ELİAÇIK

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!