Önceliği olmayan toplumların sonrası olmaz ya da çok karanlık olur. Canlı olan her varlığın yaşamsal önceliği, biyolojik varlığının gıda alması ve varlığını sürdürmesidir. Biyolojik varlığı tehlikede olanların ikici adım üzerine yoğunlaşmasını düşünemezsiniz. Bu durum kâinattaki tüm canlıların yaşamı için geçerli olan bir kuraldır. Yani birincil ihtiyaçlar doyurulmadan ikincil ihtiyaçlar için eyleme geçmek düşünülemez.
Üretmeyen toplumların durumu birincil
ihtiyaçlarını karşılamadan ya da karşılayacak ihtiyaç maddelerini almak için
başaklarına bağımlı oldukları halde, daldan dala atlayarak kendilerinin çok iyi
bir sirk maymunu gibi oynadıklarını anlatmalarıdır. Bir köylü ile filozof
arasında latife olarak anlatılan şu hikâye tam da böylesi toplumları anlatır.
Uzun bir yolculuğa çıkan filozofla köylü, yol boyunca konuşurlar ve filozof
anlatır köylü dinler, uzunca bir yol gittikten sonra yorulurlar ve bir mola
verip karınlarını doyurmak isterler. Köylü azığını ortaya koyar, filozofa senin
ekmeğin nerede der, filozof benim azığım yoktur, neden yok, olmadığı için der.
O zaman senin anlattıklarının ne kıymeti var, çünkü sen karnını doyuracak bir
azığı elde edemiyorken, bırak o düşünceleri boşuna anlatıp kendini yorma der…
Biyolojik ihtiyaçlarını karşılayamayanların ortaya koyacağı ihtişamlı fikir ve
projelerin reel yaşamda bir anlamının olmadığını anlamadığımız zaman kendimizi
bunalttıkça bunaltırız ve sonrasında aklını kaybeden, tımarhanede tımar
edilmesi gereken bir meczup olup çıkarız.
Son yıllarda, yeryüzündeki
kaynakların tükendiğini ya da azaldığını, bu kadar insanı yaşatacak kaynak
kalmadığını anlatarak bilinçli olarak insanlık bir korku paranoyasının etki
alanına sokuldu. İnsanların bu aczi yetini kullanmak isteyen güçler harekete
geçerek, kendi yaşamları için başkalarının yaşam alanlarını istila ederek meşru
ya da kendilerince haklı gerekçeler oluşturma peşine düştüler. Yani çatışma ve
savaşların havadan sudan gerekçelerle oluşturulması için uygun ortamlar
yarattılar. Bu süreci sorunsuz atlatacak toplumlar, birincil ihtiyaçlarını
kendi ürettikleri ile karşılayan toplumlar olacaklardır. Silahı çok olan ya da
nükleer güç sahibi olanlar bu savaşların kazananı olmayacaktır. Yaşamını devam
ettirecek ve kimseye bağımlı olmayan üretici tarım toplumları bir sıfır galip
bu savaşa başlayacaklar. Çünkü gıda temel ihtiyaçtır. Temel ihtiyacınız için başaklarına
bağımlı iseniz, sizin ayakta kalma şansınız fazla olmaz; onun için herkesin
kendi toplumu içindeki rollerini çok iyi oynaması gerekir.
Son dönemde ülkemiz içindeki
karmaşaların arkasında ciddi anlamda gıda baronlarının olduğunu görmek gerekir.
Gıdayı azalttığınız ya da karaborsa olarak piyasa sürdüğünüzde, insanların
tedirginliklerini ve kaygılarını tavan yaptırırsınız. Bu korkuyla piyasaya
çıkanlar, yalan yanlış demeden her söyleneni doğru bir bilgi aktarımı gibi
alenen yayarlar. Sonrasında toplumsal yaşam ciddi yara alır. Bir ülkenin kendi
içinde yaratılmak istenen korku ve tedirginlik, böylesi karanlık ortamları
oluşturmaya yetiyorken, bir ülke ile savaşa girdiğiniz zaman, eğer toplum bu
ihtiyaçlarının karşılanması için dışarı bağımlığını anlarsa savaşı hükmen
kaybedersiniz.
Üçüncü dünya ülkelerinin en kısa
zamanda, asırlar önce başlamış olan tarım devrimini tekrardan yapmaları
kaçınılmazdır. Savaşların genel mantığına bakarsanız arkasındaki ana nedenin,
yaşamak için ellerindeki imkânların yok olması ve başaklarının eline geçme
endişesinin oluşturduğu korku olduğunu görürsünüz. Yani savaşma isteği, temel
insani yaşam ihtiyaç maddelerinin tükenmesi veya kaybedilme endişesinden
kaynaklı olduğuna şahit olursunuz. Özelde kendi toplumumuz için süreci ele alıp
değerlendirmek istersek, öncelikli olarak iyi ve doğru saptamalarla istenilen
anlamlı sonuçlara doğru yol almamız gerekir.
1923 Cumhuriyetin ilk kurulduğu
yıllarda, ülke ekonomisinin nerdeyse tamamı tarım ve hayvancılığa dayanıyordu.
Küçük ölçekli şehirlerde yapılan ticaret ve küçük imalatlar dışında. Yani
Osmanlının Yüz ölçüm olarak üç kıtadan çıkarak toplayıcılık ve vergilendirme
sistemi yerini doğrudan kendin üret kendin var ol anlayışına dönüştü. Hatta
onun için Mustafa Kemalin ilkelerinden Devletçilik bu anlamda önemli bir yer
tutuyordu. Yani kendi yağınla kavrulup başka yağlara ihtiyaç duymamayı
içeriyordu.70-80 yıl nerdeyse bu anlayış tam olarak uygulanmasa da büyük oranda
istenilen hedefe doğru gidiyordu.” Köylü Milletin efendisidir” sözü üretim
yapan köylüleri, doğrudan motive ederek işlerini severek yapmaya teşvik olan
bir sözdü. Köylü tarlalarını bırakarak şehirlerin yolunu tutmadı, belki düşük verimlilikte
ilkel yöntemlerle üretim yaptı ama üretmeye devam etti. Onun için köylerimiz
nüfus potansiyeli açısından şehirlerden nerdeyse başa baş gidiyordu.1980
sonrasında hızlı bir demografik hareketlilik başladı ve kentlerde ciddi bir
çarpık yapılaşma, alt yapı sorunu, işsizlik ve tarımsal üretimde daralma
başladı. Bu daralma her geçen yıl, devletin bu konudaki planlamaları dikkate
alındığı zaman, sorunu önlemekten çok sorunların genişleyerek yayılmasını
beraberinde getirdi.2000’li yıllarda %30 civarında olan kır nüfusu, 2020’li
yıllara geldiğimiz zaman %5’lere indiği görülmektedir. Nüfus azalmasına bağlı
olarak üretimde de ciddi bir düşüş yaşandığı göze çarpar. Demografik yapıdaki
bu ciddi değişim, toplumsal yaşamımızı doğrudan etkileyerek, üretici toplum
olmaktan çok tüketen topluma bizleri dönüştürdü. Küçük ölçekli Sanayi
kuruluşları ve montaj sanayi ile kısmi bir sanayi üretimi olsa da, bu üretim
tarımsal alandan boşalan üreteci yanımızın eksilmesini tamamlayamamış;
dolayısıyla başkalarına bağımlılığımız kendiliğinden doğmuştur.
Ülkemizin gerçekliği bir yanımızı
törpüleyerek, başka bir yanımızı yükseltmek üzerine kurulu bir anlayıştan
geçtiği için, geçen bu kadar zamana rağmen, kendi duruşumuzu belirleyerek
ayakları üzerinde duran bir ülke olmayı beceremedik. Bu hususta politik
farklılıkları bir yana bırakarak, ülkemizin geleceği ve devletimizin dünyadaki
yerini en iyi konumda alabilmesi için, üretim alanındaki plan ve
programlarımızı yeniden gözden geçirerek, kalıcı ve çığır açıcı yatırımlar
yapmak zorundayız.
Bir ülkenin gelişimini tamamlaması
için, gelişim sürecindeki hiyerarşiyi dikkate alması zorunludur. Hangi alanda
yatırım yapılacağını belirlerken, politik algılardan ve gündem belirlemeye
çalışan algı yönetmenlerinin çabalarından uzak ciddi ve devlet aklı kullanılarak
çalışmalar yürütülmelidir. Hiçbir zaman ülkenin kalkınabilmesi ve bu
kalkınmanın devamlılık içinde olması için; ülke yönetimine gelen politik
anlayışlar kendi anlayışına göre bir süreç belirlememeli. Ülkenin kalınma
modelinin ve planlamasının bilimsel raporlar doğrultusunda bağımsız uzman bilim
adamlarının belirleyeceği programa göre yürütülmelidir. Bu programlar önceden
devlet planlama dosyalarında arşivlenmeli süreç oradan takip edilmelidir. Böyle
olmazsa sürekli değişen politik anlayışlara göre ülkenin gelişim programları
yapılır ki, bu bize hep zaman kaybettirir. Ve bu keşmekeşlik farklı politik
algıların bir kendisini kanıtlamak için birbirinden bağımsız çalışmalarla iki
ileri giderken, ondan sonra gelen sil baştan yeniden aynı konuları ele alıp, o
konuda çalışmalar yapacağı için, uygun adım yerinde say komutunu yaşamak ve
yapmak zorunda kalırız ki; bu ülke olarak imha olmamız demektir.
Geçmişte doğru yanlış veya eksik olsa
da en azından DPT’i diye bir kurum vardı ve orada çalışan insanlar ülkenin
beyin takımından oluşuyordu, sahiden bugün soruyorum, o kurum ne oldu ve onun
yerini nasıl bir kurum aldı, almadıysa o işleri şimdi kim yapıyor. Günü
kurtarmak için bir ülkenin programı olamaz. Son 25 yılı dikkate aldığım zaman
bu net olarak ortaya çıktı. Öncesi çok mu iyiydi diye sormak hakkınızdır.
Elbette farklı değildi, ancak son dönemi ele alarak sonuca gitmek istiyorum.
1983-1991 yılları arasında Doğu ve
Güneydoğu illerimize verilen hibe desteklerinin nasıl ve nerelerde çar çur
edildiğine şahit olanlardan biriyim. Öğrenci olmama rağmen ülkem adına çok
üzüldüğümü ve sinir kat sayılarımın nasıl yükseldiğini anlatamam. Adam
besicilik için hibe alıyor, iki tane duvar örüyor, denetlemek için gelen
görevliye biraz kıyak yapıyor, inşaatın %50 tamamlanmış gibi rapor yazılırken,
inşaatın daha %1 bile ortada yokken parayı alıp götürüyor, son noktaya
geldiğinde yine bir rapor ve alacağı miktar tamamlandığında zarar ettiğini
söyleyerek bu ülkenin imkânlarını nerede nasıl tükettiklerini Allah biliyor.
Büyükbaş hayvan, tavuk çiftlikleri mi, gazete üretim matbaası mı ne ararsanız
bunların çoğuna bu fani şahit oldu, devlet soyuldu, ahlak sorunu olan
insafsızlar tarafından… Buradaki sorumlu sadece bu vurgunu yapanlar değil,
denetimi yapmayan devlet veya denetmenlerin para ile ilişkisi iyi olan
insanlardan seçilmiş olması bu işte önemli etkendi. Böyle bir dönemde
devletimizin imkânları heba oldu çoğu yerde, ancak buna karşın çok dürüst ve
doğru insanlar da aradan çıktı şimdi onlar hala ülke ekonomisine katkıda
bulunuyorlar. Tüm bu olumsuzluklara rağmen devlet aklı, iyi bir kontrolör
olması gerekir. Kontrol ve geri dönüşüm iyi çalışıyorsa bir ülkenin
gelişmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Ama geri dönüşümden yoksun sadece prosedür
ustası ellere devlet teslim edilmiş ise, vay o devletin haline…
Son 20 yılda özelleştirme furyasıyla
Millete ait olan kurumların neredeyse hepsi bireysel ya da tüzel kişilerin
eline geçti. Yabancı sermayeyi getirmek için işleyen kurumların bir kısmı ya da
çoğu yabancı firmalara satılarak daha çok elimizdeki tesislerimize ortak
getirdik ama yeni bir üretim tesisinin açılması için yabancı sermaye gelmedi bu
ülkeye. Ya gayrimenkul alımı için ya da yol köprü ve yollar için yabancı
sermaye geldi, bunlar da nakit paralarını alıyorlar; dolayısıyla topluma artı
ne katkıları olup olmadığını çoğu zaman merak etmişimdir. Yani şunu vurgulamak
istiyorum her dönemde ülkemizin ciddi bir gelişim dönemini yaşaması için kalıcı
ve önceden planlanmış ciddi bilimsel çalışmalarının olmadığı görülmektedir.
Ülkemizin Şeker fabrikaları ya
kapandı ya da özelleştirildi, şeker pancarı üretimi sınırlandırıldı, âmâ
buralara alternatif devlet alım garantili ne tür ürün ekileceğine dair bir plan
olmadığı için, ya tarlalar boş kaldı ya da toplumsal yaşamda tüketilme imkânı
olan kısa ömürlü ürünlerle tarlalar boş bırakılmadı. Bu ürünlerin
yetiştirilmesine uygun olmayan iklimlerde insanlar çoğu zaman zarar da ettiler.
Bu zararlar yaşamın bir parçası haline geldiği zaman topraklarını boş bırakarak
şehirlerin çekilmez yaşamları cazip alanlar haline geldi. Köyünde ağa ya da
patron iken, şehirde asgari yaşama talim ederek hayattan koparıldılar. Bunların
böyle olmasının sebepleri araştırılıp ve köklü çözümler olmadığı zaman bundan
sonrası için de bundan farklı olmayacaktır.
Ülkemizin her karış toprağı her türlü
yaşamsal ürünlerin yetiştirilmesi için uygun bir ülkedir. Buna rağmen biz
dışarıdan buğday alıyorsak hayatımızı devam ettirmek için, nasıl bir yanlışlık
olduğunu sorgulamaya gerek yoktur. Çeltik, suyun gittiği her yerde iklim ve zaman
yeterli ise yetişmesine rağmen, Çin’den Pirinç alıyoruz neden? İç Anadolu
Buğday arpa Yulaf gibi tahıllar için yaratılmış olmasına rağmen birçok yerde
tarlaların boş kaldığını görüyoruz. Güneydoğu Anadolu Mercimek Nohut gibi
bakliyatlar için yaratılmış ama bayağı azaltıldı ekim… Trakya tamamıyla Ayçiçek
ekimi için neden planlanmaz? Bunları birer örnek olarak verdim ancak ülkenin
her bölgesi için üretim ve bitki planlaması yapılarak ülkemizin nüfusunun
üzerinde üretim yapma imkânımız varken neden böyle bir karanlık ortamı yaşamak
zorunda kalıyoruz. Bunun sorumlusu şudur diye günahın yükleneceği kişi ve
kurumları aramıyorum ancak ülkemizin içinde bulunduğu durum tüm bu iyi
koşullara rağmen, hiç de iç açıcı değil…
Üretim seferberliği başlatılmalı.
Topluma din anlatılması için diyanet yeni vaiz kadroları açmış ve KPSS’de 60
puan almış herkesin müracaatını kabul edecekmiş… Buraya kadar sorun yok, ancak
şunu sormak hakkımız değil mi? Bu toplumda şimdi acil ve birincil öncelik
hakikaten bu kadar cami ve 120 binin üzerinde çalışanıyla insanlar din
anlatıldığı yerden uzaklaşıyorsa yenisini mi almak gerekiyor, yoksa var olan
kafa yapısını değiştirip yeniden beyni resetleyip yeni format atmak mı
gerekiyor. Maalesef biz sorunu bilmediğimiz için hep sorun üretmeye devam
edeceğiz. Vaiz alacağına diyanet, Tarım il müdürlükleri, ilçe müdürlükleri
Ziraat Mühendisleri ve Sosyologlar alsa, Mühendisler üretimin gerekliliğini ve
önemi köy köy gezerek insanları doğru bilgilendirse, sosyologlar toplumsal
bilin ve kültürel süreklilik konusunda toplumsal kaynaştırma eğitimleriyle her
gün köylülerin evlerine misafir olarak yeni bir başlangıç için seri bir
hareketlilik olsa daha mı kötü olur?
Bunları mesleğe alırken de alan
uzmanları olarak alacak ve her gün yapılan çalışmaların raporları incelenecek
ve toplumsal bilinç ve farkındalık yaratılarak, millî birlik ve vatan aşkıyla
yeni gelişmelere insanlarımız hazırlanacak. Bunlar zor değil, yapmak inanmakla
alakalı, inanıyorsanız başarırsınız… Öğretmenlere yaz döneminde bir ay tatil
sonrası, gönüllü tarım seferberliği adı altında alana yönlendirerek halkımızı
aydınlatmaları sağlanır ve toplumsal birlik ve beraberlik sağlanır ve devlet
halkın içine iner… Hayvanın nasıl otlandığını bilmeyen Tarım Bakanının olduğu
ve masa başından ahkâm kesmeyle insanların sorunlarını anlamayacağı
anlaşılmalı… Bunları neden mi anlatıyorum, ülkemizin içinde bulunduğu hantal ve
geleceği görememe basiretsizliği, geleceğimizi karanlıklara taşıma noktasında
bizleri uyandırması gerektiği için… Biz bu uykudan uyanmazsak, herkesin
horultusu bir başkasına müzik ritmi gibi geliyorsa, horlamaya devam edeceğiz
demektir.
Biz Ülkemizi seviyoruz ve gelen
karanlıkları, gelmeden nasıl önleriz diye heyecan ve aşkla bunları elimizin
yettiği kadar durdurmaya çalışan gönül erleriyiz. Bu haykırışlarımız,
duyduğumuz acıların bizlerde yarattığı travmadan kaynaklanıyor. Bu travmaları
birlikte atlatmalıyız. Onun için menfaatsiz ve ülkesini seven erdemli
insanlarla ortak bir akılla bu konuları gündem yaparak gerekli yerlere
ileterek, ciddi ve kalıcı planlamamaları hayata geçirmemiz gerekir. Yoksa
yarınlar bizim için öyle sanıldığı gibi tozpembe olmayacaktır. Köy yaşamı ve
tarımı çok canlı hale getirmeliyiz. TV programları baştan sona değişmeli,
eğitimle TV programları paralel gitmeli. Ülkemiz ve insanımız gün geçtikçe
ayakta dolaşan ruhsuz bir kadavraya dönüyor, yazıktır bunlar biziz biz de onlar
bir yanımız eksilmesin hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için olduğumuzu idrak
ederek yaşayalım… Gece olmadığı zaman gündüz de yok olacaktır. Dolayısıyla
herkesin birbirine ihtiyacı vardır. Ayrım gözetmeden, ideolojik yaklaşımları
bir tarafa bırakarak herkesi Allah’ın yarattığı ilahi bir ruh taşıyan varlık
olarak bağrımıza basarak, hayata yeniden başlayalım…
Makalemin konusu her ne kadar
birincil ihtiyaçların önemini anlatmak olarak başlamış olsa da, aslında bu
kaotik bakış tarzımızı kaldırmadan, birincil ihtiyaçlarımızın bir planlamasını
yapmakta da zorlanacağımız için her alandan kısa kısa bazı hatırlatmalarla
düşünsel ufkumuzda bir sorgulama yapmanın gerekliliğini ortaya koymaya
çalıştım, faydalı olabildiysek, bu da rabbimin bir ikramıdır…
Selam saygı ve muhabbetlerimle,
Bahadır Hataylı/16.03.2022/01.19