Bu Blogda Ara

28 Şubat 2009 Cumartesi

HAKKATEN ŞU TAVUKTAN FARKIMIZ NE?

Kör cehalet çirkefleştirir insanları!
Suskunluğum asaletimdendir...
Her lafa verecek bir cevabım var...
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye, birde söyleyene bakarım adam mı diye...
Sanki öykü değil, Türkiye'nin son 50 yılı. Ya bu öyküyü yazan Türkiye'den esinlendi, ya da Türkiye’yi 'Kırmızı ibikli Tavuk'a çevirenler bu öyküden esinlendiler.
KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK
Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:
'- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?'
Ördek cevaplamış:
'- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın.'
Domuz oradan seslenmiş:
'- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.'
Fare hemen atlamış:
'- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.'
Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vazgeçmiş. Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş: '- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?'
Ördek:
'- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim' demiş.
Domuz:
'- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım' demiş.
Fare de:
'- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm ' demiş.
Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış.
Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:
'- Kahveleri satmama kim yardım edecek?'
Ördek:
'- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.'
Domuz:
'- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.'
Fare:
'- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.'
Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardım istemiş:

'- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?'
Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.'
Domuz:
'- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.'
Fare:
'- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.
Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyor.

Kaynak: İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı olarak okutulan 'The Little Red Hen' kitabı.
yıl:28.02.2009
Saat:12.00-12.44
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

GÜL BAHÇESİNDE GÜLLER OLUR!

Gül Bahçesinden geçenlerden gül kokusu gelirmiş, öyle mi bir deneyin bakalım; foseptik çukurundan çıkıp gül bahçesinde bir eğlenedurun Gül Bahçesinin kokusu neye döner. İşte böyle, kendimizi aldatarak nereye kadar bu avunma nöbetleriyle yaşamımızı devam ettireceğiz bilmiyorum. İnsan çok kolay bulduklarını hemen tercih eder, biraz ağır gelenleri elinin tersiyle iter. Yaşam, değerli olanlarla kendimizi özdeşleştirerek değer kazanmaz; değerli bir hayat oluşturduğumuzda anlam kazanır. Kağnı gölgesinde yürüyen köpek zannedermiş ki, kağnı benim gölgemde gidiyor. Meşe ağacının gölgesinde yetişen yosunların kendilerini meşe sanmaları nasıl ki mümkün değilse, pis pis kokanların gül bahçesinde dolaşarak kendilerinden gül kokusu geldiğini sanmaları da o kadar mümkün olmayacaktır. Evet, bu şeytani mekanizmaların tesirinden kurtulduğumuz da hakikaten gül kokusuna sahip olacağız.
Güzel insanlarla birlikte olmanın ehemmiyeti burada vurgulansa da, insanların bundan ne kadar, kendi adlarına bir pay çıkaracağını bilemiyoruz. Biz kendimizi değerli bir ortamda bulduğumuzda değerli sanmıyor muyuz? Yoksa hayatımızı en yüce değerlerle donattığımızda mı değerli sayıyoruz? Hepimiz birinci özelliği yaşamamıza rağmen, sanki çok değerli bir varlıkmışız gibi kendimizi düşlüyoruz; böyle olunca ben de sormadan duramıyorum.
Hayat, bulunduğumuz ortamın bize sirayet etmesiyle anlam kazanmaz, ancak bulunduğumuz ortama ve kendimize çok güzel ve iyi olan değerleri kattığımızda değerli olur. O halde yaşamımızı laf ebeliği yaparak düzeltemeyeceğimizi artık anlamak zorundayız. Günümüzde sosyal grupların çok büyük rollerinin olduğunu görmemiz gerekiyor. İnsan birey olmadan kendini bir grubun içinde, o grubun kurallarına uygun davranarak, gruba ait olmakla kurtulacağını ve yaşamını anlamlı kıldığını sanmaktadır. Bu tarz basit yaşam beklentileri, bir bakıma sıradan kalabalıklar yaratmaktadır, artık bunun algılanması kaçınılmazdır. Bilmiyorum ama birileri neden geçmişte söylenmiş bu veciz sözlerle bir toplumsal hayatı düzenlemek ister, bunu anlamakta hakikaten zorlanıyorum.
Gül bahçesindeki güller, önce her biri birer gül oldular, ardından bir arada bulundukları için gül bahçesi ismini aldılar. Gül bahçesinde bulunmak için önce gül olmak gerekmez mi? Elbette, çünkü güller gül olmadan o bahçeye giremezler, şayet illa da girmek istiyoruz diyorlarsa, gül olmadan oraya geldikleri için kendilerinden ancak kendi kokuları gelir,gül bahçesinin kokusuyla övünmek onun ne haddine;"köse torunun dedesinin sakalıyla övünmesi onu sakallı yapar mı?Durum böyle olunca bizlerin bu veciz sözler arkasına sığınarak tanımladığımız hayatlarımızı yeniden yorumlamamız ve gözden geçirmemiz kaçınılmaz olur."Hayat,bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaktır"diyen şair gibi, anlamamız gerekir yaşadığımız gerçeğimizi.Böyle olmazsa ne olur, çok şey olur.Öncelikle kendinden uzaklaşan ve boşu boşuna avunup, zamanı israf eden kandırılmış kalabalıklarla etraf dolar.Bunun önüne geçmek için bu yanlış algılama anlayışımızı bir an önce değiştireceğiz,yoksa kendi elimizle kendimizi tüketiriz.
Ruhsal birliği sağlamamış, birçok kalabalıklar sayısal çoğunluğu sağladıklarında, hayatlarının en güzel günlerini yaşadıklarını sanabilirler. Ama şunu unutmamak gerekir ki, kurallarla aidiyet kazandırılmış kişiler, hiçbir yere ait olamazlar, çünkü onlar yok ki,ait olduklarından söz edelim.Ait olabilmek için önce bireysel tercih yapabilme gücü olmalı,bireysel iradi özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına neden olan duygusal bağlar canlandırılarak,ortak akıldan yoksun birliklerin adı birliktelik olamaz.Birliktelik,birlerin bir araya gelmesiyle gerçekleşir.Birlerin tümünü sıfıra çevirip,ortaya bir rakamıyla ifade edilecek birlikteliklerin çıkmasını bekliyorsanız daha çok bekleyeceksiniz.Bu tür çarklarda,dümen hep birilerindedir.O da dilediği isimlerle ve sloganlarla,etrafına topladığı kalabalığı dümen suyunda akıtmak için,marifetlerini teker teker ortaya dökecektir.E durum böyle olunca tabi ki akıl almaz eylemleri,bu toplanmış kalabalığa yaptırmak zorundayız ki,bizi de herkes bir adam sansın dedirten,bilinçaltının yönlendirmesiyle sayısal verilerin hesabını yapmaya çalışırız.O zaman da,bu kalabalıklara hoş görünme, ısınma turları,ılımlı yakarışlar adı altında,yavaş yavaş hakiki değerlerin altını boşaltarak,insanların hep birlikte alttan bunlara sarılması için, diz çöker masalın tekerleme bölümünü okumaya başlarız.Böylece karşımıza, ruhsuz ne idüğü belirsiz,niçin yaşadığını bilmeyen, bir yerde bulunup bulunmamasını kendisi bile çözememiş;hayattan kopuk her şeyi meşru gören, yaratıcıyı hesaba katmayan,maymun iştahlı kapitalist devler çıkar...Bu devler bazen günah çıkarıp,yeni iştahları için,bir iştah açıcıya ihtiyaç duyarlar,o zaman da ;gül bahçesine zaman zaman uğradıklarında tüm kokularının gittiğini kendilerinden gül kokusu gelemeye başladığı,manevralarıyla o dev çarklarını yeniden döndürmeye başlarlar.Nasıl ama,hayat dediğin böyle her yolu mubah görmeli değil mi, ne ilke, ne değer,ne başka bir şey...Bu kadar kolay yollar varken, kendimizi o güç koşulların altına neden soktuğumuzu, belki bu yaşam tecrübelerini görünce bizde anlarız(!) Ne de olsa bir gül bahçesi buluruz,her tarafımızdan pislik dökülse de o bahçeye girince tüm kokularımız değişir diyerek izinizden geliyoruz....Artık bahçenizde umarım bize de bir yer açarsınız(!)Haydi hayırlısı....
Yıl:27.02.2009
saat:00.45-02.05
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

25 Şubat 2009 Çarşamba

SADAKA SOSYAL DEVLETİN NERESİNDE

Karanlık dönemlerde her şeyin tanımı kendiliğinden değişir. Karanlık dönemin en büyük mirası her şeyi anlaşılmaz kılmak ve karanlığın ehemmiyetini anlatmaktır. Karanlık dönem dedim de belki birileri merak etmiştir bu karanlık dönem ne zaman başladı ya da sınırı neresi diye. Yaşamlarını devam ettirmek için sürekli uyumadan senaryo kuranlar var olduğu sürece, karanlık dönem bitmeyecektir ve başlangıcı da ikiyüzlülükle başlamıştır.Bu dönemler,zihinlerin allak bullak olup halaç pamuğuna döndüğü zamanlardır.Bunu merak edenlerin bu meramını gidermek için biraz kendi dünyamıza dönerek,bu dönemi daha yakından tanımlamak isterim.
Son günlerde ortalıkta dönüp dolaşan ve aynı zamanda kokusuyla etrafı kuşatan bazı pis kokular var; isterseniz oradan başlayalım. Büyük menfaatler için, göstermelik küçük iyiliklerin yapıldığı ve bu davranışların adının da yeniden tanımlandığı bir ortamda, tanımları değişen bu kavramlardan birinin altını çizerek yürüyelim. Sadaka, gönülden sıdk ile verilen her şeydir. Yani bunu bireyler birbirine verir ve bu verdiklerini de sağ elinin verdiğini sol eli, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak kadar gizli yapar. Bu insanlar, kıyamet günü hiçbir gölgenin olmadığı zaman da, Rahman’ın gölgesinde gölgeleneceklerdir.Gelin görün ki,bunun anlamı yeniden tanımlandı günümüzde,neden mi?Menfaatler birincil ve korunması gereken temel güç olunca böylesi ucuz yollu tanımlamaları yapmakta sizin şiarlarınız arasına girer.
Son günlerde sadaka adı altında insanların duygularına ve zayıflıklarına göz dikerek, garibanları bu yönden vurmak isteyen çıkarcı zümreler bu kavramın içini boşaltarak; megafonu eline almış yeni bir şey bulmuş gibi arenalarda avazı çıktığı kadar bağırmaktadır. Biz ise bu yanlış tanımlamalara ve uygulamalara kulaklarımızı tıkayarak, vız gelir tırıs gider dedikten sonra sorumluluk sahibi olarak bu yanlışların biraz üstünü açacağız.
Nerde görülmüş bir devlet erkinin kendi vatandaşına sadaka dağıttığı, ama üçüncü dünya ülkelerinde ve bizim ülkede çokça görülür bunlar. Çünkü bu ülkelerde iktidarda kalabilmenizin koşulu,önce alacaksınız sonrada size bağımlı kılmak için dağıtacaksınız ki,kendinizi halkların gözünde kurtuluş havarisi olarak kabullendirebilesiniz.Kurtuluş havarileri olarak bilinenler, aslında kendi çıkarları için, insanların sahip olduğu değerlerinin içini boşaltarak onların duygularına seslenmeyi marifet bilirler.Ama şunu unutmamak lazım ki bu uygulamaların altında çok büyük ali Cengiz oyunları yatmaktadır.Hindistan'ın,İngilizler tarafından sömürüldüğü yıllarda dönemin İngiliz kralı,Hintlilerin mabetlerini sürünerek,ayakkabılarını ellerine alarak ziyaret etmiş,bu hareket Hindistan'ın bir 15 yıl daha İngilizler tarafından sömürülmesine neden olmuştur.Benim isteğim bu tarz içi değiştirilmiş ve anlamsızlaştırılmış değerlerle insanların her dönemde çok güzel sömürülebildiğidir.Gelelim bizim mahalleye,çok güzel savunma mekanizmaları ile türlü türlü oyunları oynama da üzerimize kimse yoktur.Halkını fakirleştirip elindeki ekmeğine dahi göz dikip ucuz ekmek kuyruklarında insanlarını ölüme terk etmiş zihniyetler bunun hesabının altında can verirken,bu davranışlarının devamını sağlamak için bu tarz eylemlere girişmeyi çoğu kere marifet bilir.Ben de diyorum ki marifet bu değil, insanları olması gerektikleri noktada göremediğiniz zaman kendinizi bir hesaba çekmektir.
Evet, yanlış hesaplar yaptığımız ve bu hesaplar tutmadığı zaman, hemen karanlık oyunlarımızı oynamaya başlar ve kavramları yeniden tanımlar sürekliliğimizi sağlama almaya çalışırız. Bir taraftan başlarız, kimisine ev eşyası kimisine yakacak, kimisine yiyecek, kimisine nakit, ya bu nedir, böyle bir uygulama olur mu; diye sorunlara da dünden hazır olan o cevabımızı hemen yapıştırır ve kendimizi savunmaya başlarız. Yazıklar olsun, bunlar yıllardan beri bu ülkede siyaset yapıyorlar, sosyal devletin ne olduğunu bilmiyorlar, devletin görevi fakir fukarasını gözetmek, garip gurabasına bir şeyler vermek değil midir? Bende diyorum ki, devletin tanımını ve kavramların içini boşalttığımız bir dönemde, böyle bir tanımı yapmak tabi ki, birilerinin âli menfaatlerinin devamı açısından yapılmış olabilir ama öyle değildir. Devletin görevi, halkının elindekileri tamamıyla alıp, halkını dilenci konumuna sokmak mıdır? Halkını seçim yapabilecek selim akılla düşünebilecek biyolojik yaşamının varlığını dahi tehdit edecek kadar aç bırakıp, onları zorunlu tercihe mahkûm etmek midir? Devletin görevi, Halkını kendi bekasını kökleştirmek için, adı belli olmayan ne idüğü belirsiz karanlık kurşunlara hedef mi yapmaktır? Devletin görevi, caddelerde sokaklarda endişe duymadan yaşayacakları bir günün özlemini iple çeken insanları, tedirgin ve ürkek yaşamaya mahkûm etmek midir? Devletin görevi, her türlü sosyal patlamaların yaşandığı, ailenin çöktüğü, mahkemelerin boşanma davalarına bakmaktan aciz kaldığı bir ortam da, bu eşlerin davasını sonuçlandırıp onları boşamak mıdır? Devletin görevi, günbe gün insanların sokak ortasında öldürüldüğü, geceleri evlerinde sabaha kadar uykusuz kaldığı bir ortamda, bu hastalıkların çoğalmasına ortam yaratmak mıdır? Evet sormam gereken çok soruyu burada keserek asıl soruma geliyorum, yoksa benim bilmediğim bir memuriyet sınıfına doğru mu gidiyoruz, yani devletin görevi sadaka memurları mı atamak. Şayet böyle bir kurum oluşturuldu da benim haberim yoksa özür dilerim(!)pardon tüm söylemlerimi geri aldım.
Hakikaten şu sosyal devlet tanımlamasını çok merak ettim tekrar sormadan edemeyeceğim.Birileri amuduyla götürürken,birilerine nalların dökülen çivileri sadaka olarak verilen devlet miydi,O sosyal devlet?Ben biraz zeka özürlüyüm de cehaletime bağışlayın ne bileyim işte....
Sizleri fazla sıkmadan, karanlık ortamlarda yapılan hatalardan dolayı, birilerini bu halk suçlamasın diye bir hatırlatayım dedim, olur ya kalkıp şu sosyal devletin hakiki tanımını yapan bu yenilikçi insanlarımızı yanlış anlayanlar çıkabilir. Onlara da bir mesajım var: Kulaklarınızı dört açın ve beni dinleyin; sosyal devlet, önce alır, sürüm sürüm süründürür,seni hiç görmez, vakti zamanı gelince kapı kapı sadaka verir,insanları mutlu eder, gerekirse sudan ve ekmekten daha önemli olan; çamaşır makinelerini sırtında dağın başına elektriği olmayan eve bile götürür.E kavramlar yeniden tanımlanıyor, bundan böyle kimse kalkıp ta bu da nedir diye sormasın, bilmem anlatabildim mi?Sosyal devlet dediğin böyle olacak.Bir daha da bilir bilmez konuşmayın...Tekrar ediyorum,devlet günahlardan arınmak zorunda,tabi ki insanların amellerini o yerine getirecek,halkını fakirleştirip ölüme mahkum edecek,sonra da sadaka verip günahlardan temizlenecek...Başka türlü olmaz ki,bunun da en güzel yolu, sadakaya mahkum edip sonra da sadaka vermek.Böylece devletin ne kadar sosyal olduğu herkes tarafından anlaşılmış olacak.EEE haydi hayırlısı...yine de şu çağrıyı yapmadan gitmeyeyim adres kargaşasını da ortadan kaldırmış olayım.Gelin hep birlikte evrensel mahkemede yargılanıp aklanalım,bu adres herkesin kendi vicdanıdır...
yıl:24.02.2009
saat:22.00-22.50
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

24 Şubat 2009 Salı

TOSUNSUZ OLMAZ Kİ İNEKLER

Ya ne zamandır arıyorum, bizim bir inek varda cins buzağı doğursun diye gitmediğimiz yer kalmadı, o yana baktık bu yana baktık bir tosun bulamadık; yoksa sizde mi bilmiyorsunuz bu aradığımız tosunu... Günlerdir medya önünde birileri bir tosun kaybetmiş gören duyan varsa bana bildirsin bu tosunun, bizim tosun olup olmadığını, yoksa ben bilirim sonra ne yapacağımı deyip duruyor. Söylemezsek ne yapacaksın diyen olmadığı için tosunu arayan adam kendi çalıp kendi dinliyor; ben de bir umut işte acaba bizim inek için bu tosun bir işe yarar mı yaramaz mı diye aramaya başladım. E bizde artık şu Hollanda tosunları ile çiftleştirelim de inekleri belki daha cins buzağılar elde ederiz diye çıkarımızın peşindeyiz ne yapalım dünyanın derdi bu...
Bir zamanlar İspanyolların boğalarını kafama takmıştım acaba bunlardan nasıl tosun olur diye, Birde baktım ki hakiki tosun yanı başımdaymış ondan bıraktım uzaklara gitmeyi. Şimdi bende tosunun sahibini arıyorum, gören duyan var mı, bu tosunun sahibi kim?
Bizim bu inekler var ya, topu topu iki kilo süt veriyorlar, ama bu tosunlarla çiftleştirirsem yeni doğacak buzağılar düveye dönüp bir gün inek olduklarında, belki bizde sütün miktarını arttırız diye, tüm bu mücadelemiz, yoksa ne işim olur onun tosunu bunun tosunu bana ne ya kimin tosunu olursa olsun... E tosun deyip geçmemek gerekir tosunların değeri bilinmeli, kocaman inek sürüsüne tek bir tosun yetiyorsa nasıl bakılmalı o tosuna siz düşünün... Sakın ha ihmal etmeyin, bakımında kusur etmeyin, ederseniz ne olur? Çok şey olur bir kızarda boğalara dönüşürse varın siz düşünün başınıza gelecekleri, inek yerine size saldırabilir, o zamanda bu tosunu tanımayan çıkmaz her halde...
Yıl:23.02.2009
saat:21.00-21.23
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

23 Şubat 2009 Pazartesi

SOKRATES VE TEVHİT

Sokrates tek bir ilah tanıyan, Tevhit eri idi. Düşmanları yetmiş yaşına gelmiş bu saygın insanı, geleneksel çok tanrıcı dinlerini yıkmakla suçluyorlardı. Üç kişi,(acıklı şiirler yazan Meletos, hatip Lykon ve deri ustası Ani tos)Sokrates hakkında şöyle bir suç duyurusunda bulundular:
"Sokrates ülkenin ilahlarını tanımayıp, başka bir ilah öne sürerek, gençleri saptırdığı için ölümle cezalandırılmalıdır."
Suçlama sebepleri arasında şunlarda vardı: Sokrates Tanrı her türlü eksikliklerden münezzehtir, diyor ve ulûhiyetin kemalini eksik kılan masalları(mitos)reddediyordu. Bir de sıkıntılı zamanlarında kalbinin derinliklerinden bir sesin kendisine yardım ettiğini söylüyordu. Sokrates ülkesinin ilahlarını reddederek gençleri saptırmakla suçlandı. Meletos, "öyle gençler tanıyorum ki, ana babasından çok Sokrates’in sözlerini dinliyorlar",diyordu. Sokrates şu cevabı vermişti:"Hasta olunca ana babamızın değil doktorun sözünü dinlemiyor muyuz?"
Mahkemenin gemici, derici vs esnaftan oluşan beş yüz üyesi vardı. Sokrates bu mahkeme hakkında şöyle diyordu: Ben, yargıcın aşçı, davacısının çocuklar, aleyhine dava açılanın ise tabip olduğu bir davada olduğu gibi yargılanacağım. Burada aşçı,"çocuklar, bu hekim size acı şeyler içirdi; perhiz yaptırdı"gibi şeyler söylese buna karşılık doktor"Evet, acı şey verdim; perhiz ettirdim, fakat sağlıklarını korumak için"derse de bu gerçeği anlatması ne kadar da güçtür.
Sokrates'i gaipten gelen bir ses savunma yapmaktan alıkoymuştu. Jüriye kent halkının eğitimcisi olduğunu, onlara yararlı olmak, doğruluk yolunu göstermek emelinden başka hiçbir şey düşünmediğini belirterek şu doğrultuda bir konuşma yaptı:
"Atinalılar gerçek şu ki, gerçek hâkim "Apollon”dur. İnsanın hakim oluşu büyük bir şey değil,belki hiçtir.Ben insanlara doğru yolu göstermeyi amaç edindim.Bu amacımdan beni ölüm de döndüremez.Bir insan en şerefli sandığı bir işe başladıktan veya o işe amiri tarafından atandıktan sonra,artık onda sebat etmelidir;tehlikeleri ve ölümü hiç önemsememelidir.
Atinalılar! Sizin komutanlarınızın söylediği tehlikeli sınırlarda, savaş alanlarında askerliğini yaparken ölümden korkup kaçmayan Sokrates, Allah’ın emrettiği bir işi yerine getirirken, insanlara hak yolu gösterirken, önüne çıkan ölümden elbette korkmaz. Aslında ölümden korkmak, Hâkim olmadığı halde kendini hâkim sanmaktır. Çünkü bu, asla bilinememiş olan ölümü bilmeyi iddia etmek olur. Ölümün ne olduğunu hiç kimse bilemez. Belki ölüm insanların sandığı gibi büyük bir musibet olmayıp en büyük iyiliktir. Bilinmeyen bir şeyi bildiğini sanmak, en büyük cehalet değil midir? Ben hayatın ötesinde ne olduğunu bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, Allah’a ve insanlara karşı adil ve itaatkâr olmamak en büyük kötülüktür."
Mahkeme kurulu az bir sayı farkı ile Sokrates'i suçlu buldu. Yasa gereği, mahkûm cezasını kendi seçerdi. Bunun üzerine Sokrates’in sunduğu söyleve bakalım:
"Atinalılar! Kimseye bir kötülüğüm dokunmadığı için vicdanım huzur içindedir. Meletos’un benim için teklif ettiği idam cezasından korkacak olsam, cezayı paraya çevirirsiniz ki ben de o da yok".Belki sürülmeme razı olursunuz. Ne var ki vatandaşlarım, benim öğütlerimden beni uzaklaştıracak kadar usanmışlarsa gittiğim yerdeki insanlarda usanacaklardır."Oralarda sus derseniz, bu Allah'ın emrine aykırı davranmak ve Allah'a isyan etmek olur."
Kurul, Sokrates’in yalvarmasını bekliyordu. Rahatlığını görünce öfkelendiler ve oy birliğiyle idamına karar verdiler. Sokrates son bir kez daha söz hakkı aldı:
"Bütün hayatımda, her konuda, ilahi ilhama mazhar oldum: Yapmak üzere olduğum bir şey kötü ise, bundan alıkonuldum. Oysa bu sabah ne buraya gelirken ne de burada konuşurken hiçbir ilham almadım. Bundan iyi bir yere gittiğim sonucunu çıkarıyorum. Ölümün kötü olduğunu sanarak kuşkusuz aldanıyoruz. Yargıçlar! İyi insan için ne bu hayatta ne de hayatın ötesinde bir kötülük olmadığına kendinizi inandırınız. Davranışları, bana kötülük etmek niyeti taşımasına rağmen, ne ithamnameyi verenlerden, ne de beni haksız yere mahkûm edenlerden hiç şikâyetim yok. Sizlerden yalnız bir ricam var:
"Benim çocuklarım büyüdüklerinde onları erdemden başka servet vb. arar görürseniz kendilerini cezalandırınız... Artık ayrılış anı geldi. Ben ölmeye sizler iyi yaşamaya... Bunların hangisi daha iyi? Bunu Allah'tan başka kimse bilemez.
Ey dostlarım! sakın üzülmeyiniz bu gün benim sıram geldi gidiyorum;hepiniz sırası geldikçe oraya geleceksiniz dedi.Sonra üç çocuğu ile eşini ve diğer yakınlarını son kez gördü.Sokrates ağlamakta olan dostlarına "Ne yapıyorsunuz,muazzez dostlarım?Ben böyle bir sahneye maruz kalmamak için değil mi ki kadınları eve gönderdim;biraz metin olunuz ben sevgilimle buluşmaya gidiyorum....
YIL:22.02.2009
yer: Çengelköy/İst
Saat:20.20-21.25
(E.Kekeç)
NOT: Alıntı ve derleme

YETER Kİ EMRET

Nokta dergisi son sayısında,kolay kolay unutulmayacak bir gazetecilik başarısı sergiledi.
Sokaktaki vatandaşın , Meçhul bir otoritenin buyruklarına karşı gösterdiği uyum ve tepkileri ölçtü.
Tiyatro sanatçısı Ezel AKAY' a siyah bir pardösü giydirdi,eline bir de megafon verdi. Akay' la nokta ekibi başladılar kentte dolaşmaya.
Önce yeni cami' nin arkasındaki parka gittiler. Hava güneşliydi. Banklarda insanlar oturuyordu.
Akay megafonla bağırarak sert bir komut verdi:
' Derhal ayağa kalkın !...'
İtirazsız sessiz kurulmuş robotlar gibi herkes hemen ayağa kalktı.
Eminönü iskelesinde başka bir komut .
' Herkes hemen yere çöksün '
İskelede kim varsa hemen yere çöktü.
Beyoğlu'nda başka bir komut:
' Herkes sıraya girsin,sayım var!.. '
Herkes hemen sıraya girdi.
Mecidiye köy de bir duvar dibinde başka bir komut patladı:
' Herkes elleriyle duvara yapışsın,ölçüm var!... '
Herkes elleriyle duvara yapıştı.
Bir fabrika kapısında işçilere komut verildi:
' İçeri girerken herkes parmak bassın şu kağıda...! '
İşçiler parmak basarak girdiler fabrikaya...
Beyaz önlükle lastik eldivenler giymiş bir hanım gazeteci,fabrikanın içindeki kadın işçilere de değişik bir komut verdi:
' Herkes soyunsun, bekaret muayenesi yapılacak '
Kadın işçiler soyunmaya başladılar.
Buna karşılık Boğaz iskelesinden birinde, vapurdan çıkanlara komut vermediler, kibarca ricada bulundular:
' Film çekiyoruz, lütfen bir dakika dururmusunuz ? '
Ricayı kimse iplemedi.
Nokta' nın yaptığı deney ,toplumun ruhsal yapısını gösteren müthiş bir röntgen....
Ne kimse komutu verenin kimliğini merak ediyor, ne hangi hak ve yetkiyle vatandaşlara o komutları verdiği soruyor, ne de herhangi bir direnme gösteriyor.
İşte yüzyıllardan beri, daha küçük yaşlardan başlayan dövülmüşlüğün, ezilmişliğin sonucu.

"İnsan kendini sadece insanda tanır"

"Dil tencere kapağına benzer. Kıpırdayıp kokusu duyuldumu ne pişiyor anlarsın"
Mevlana

21 Şubat 2009 Cumartesi

GÖRGÜ TANIĞIM BUNLAR MI,EYVAH!

Yolumuz Çukurova’ dan Amik ovasına doğru pamuk tarlalarında sıcağın bağrında kavrularak yananları seyrederek devam ediyordu.Bir mola verelim dedik tarlalarda, simsiyah yanmış ameleleri daha yakından görmek için.Bir dokunduk bin ah çektiler,onların ahlarından çıkan ateş bizim yüreğimizi dağladı.Neden diye sorduk? Bize dediler ki artık anamızı sırtımızda taşıyacak dizlerimizde derman kalmadı.Ya anamız yolun sonuna varmadan bu yürüyüşte ölürse gözleri açık gitmez mi, bu bizim çektiklerimizi gördükten sonra, diye yakınmaya başladılar.Boş ver lan dedim, bana mı diyorsun dediler nezaketle, ben de sana diyorum ulan t....siz ne biçimde bizi aldatmak için bir rol oynuyorsun, utanmıyor musun bize bu yalanları söylemeye...O zaman gözleri doldu ve bana döndü; ağabey ne diyorsun ya dizlerim tutmaz oldu bu tarlalarda didinmekten. Tavuk gibi kanatlarımızla toprakta parpazlamaktan başka işimiz yok, gün boyunca bu sıcaklar ve acılar anamızı ağlattı...Bende savaş kazanmanın edasıyla ona döndüm,fazla acı çekme o zaman ananı da al git ulan....Kafamı bozdular, ya bir o konuşuyor, bir bu konuşuyor,ben sizin hepinizin isteğini karşılamak zorunda mıyım,bir gelip halinizi görelim dedim başımızı beynimizi yediniz ya bu kadar da olmaz ki;hepsi provakatif bunların,birileri öğretmiş yoluma çıkarmışlar,bende bunları yemem...
O günden beri bu heriflerin bağırmalarına aldırmıyorum,ne ya hep bunlarla mı uğraşacağız,sanki memleketin işi köylü ile uğraşmak,bunlar olsa ne olur, olmasa ne olur,gitsin çalışsınlar,her şeyi bizden bekliyorlar,böyle aptal gibi yaşamak olmaz ki,hep destekledik olmadı, traktörleri çökebilir diye kamyon krikosu gönderdik herkese, bunlar yine batıyor çamura...Ne yapsalar gömülüyorlar,oysa biz her gün dümdüz asfaltlıyoruz yine olmuyor.Bende bunlardan kurtulmanın yolu, bir daha bunları hiç konuşturmayacaksın ve dediklerine kulak bile asmayacaksın diyerek hatta 4. Murat’ın voyvoda kazıklarıyla bunları destekledim ve bekledim,ama beklemeye değdi,bir de baktım ki sesleri kesildi.Ta ki bu çitçilerin işleriyle ilgilenen kooperatif birliği başkanlarını,bunlarla bir görüşsün bakalım, bir dertleri var mı diye,o Nevşehir'deki çobanın koyunlarına bakmak için gönderdiğim güne kadar.Yine yanlış yaptım her halde Ya bunların sesini duymamakla ne kadar iyi yapmıştık, ne güzel yürüyordu,ne zaman ki, bizim köylüydü,bizi nasılda unuttu demesinler diye, bir sorduk yine başımıza bela aldık öf be ....Bunlar var ya bunlar ,aslında öyle bir ağzımı boşaltacam ki,ulan yeter artık sizle uğraştığımız, hepiniz ananızı alın gidin diyecem ama kaç yıldır biri bizi gözetliyor evinde mücadele ediyoruz, yakında yarışmayı kim kazanacak diye, sms oyları ile bunlar bizi destekleyecekler.Böyle bir yarışma olmasaydı önümüzde ben bilirdim,o davar çobanına ne yapacağımı,ailesine bakıyormuş,sanki biz balık taşıyoruz,bunlara verilecek en güzel söz, ulan yeter sizle uğraştığımız, istersen yedi sülalene bak, bana mı söyledin bu kadar akraba sahibi olurken demek geliyor içimden, nasıl ama...E biz beraber yürüdük bu yollarda,beraber ıslandık yağmurlarda,olacak o kadar piyangodan size cefa çekmek bize de sefa sürmek çıktı,herkes hakkına razı olacak, kesinlikle kurada hile yok,bu kadarda güvensiz olmayın ya,yaptığımız her şey sizin için kendim için istiyorsam namerdim....Derken bir de baktım ki yolculuk bitmiş bende uykuya dalmışım,arabamız karşıdan gelen silindirin altında kaldı, ondan sonrasını hatırlamıyorum Azrail peşimde,görgü tanığı çiftçiler anlatsın size, yoldan nasıl çıkıp silindirin altına girdiğimizi....
yıl:20.02.2009
saat:21.45-22.15
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

18 Şubat 2009 Çarşamba

BENİM ADIM YALNIZLIK

        Benim adım yalnızlık, etrafımsa hep kalabalık bunların adlarını bilmiyorum, ama hepsi birbirine benziyor, sanırım bunları bağlayan bağ akrabalık. Herkesin akraba olduğu, isimlerin daha göbekte verildiği bir ortamda, bana kalan isim sadece yalnızlık. Ne yapalım kaderimize razıyız, en azından bizi tanımlayan bir isim bulduk ya, bize bu da yeter.
       Şimdi nasıl bir isim bu diye başımı yemeye kalkmayın, cehalet işte bula bula bizimkiler bunu bulmuşlar bana. Ben doğduğumda böyle debdebeli ortamlar beş yıldızlı hastaneler yokmuş, anam sanki yanlış bir iş yapıyormuş gibi utana utana köydeki bazı kadınların desteğiyle samanlıkta doğurmuş beni, kimseler duymamış garibin feryadını babamda yalnızlık olsun demiş bunun adı öyle gitmiş işte... Samanlıkta başlamış hayatımızın saman gibi geçeceği, o gündür bu gündür saman çöpü gibi savruluyorum bir oyana bir bu yana, ama kimseler bakmıyor suratıma, suratta surat olsa sanki bir ustura ağzı, herkes başıma bela ederim diye uğramıyor yanıma, bende pekiştiriyorum tabi ismimi bu arada. Kalıyorum bir başıma, ismi yalnız olan, yalnız yaşamaya mahkûmdur diyerek bir de türkü tutturuyorum arabesk tadında, "kimsesizler kimsesizler" diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bu bağırmalar korkularımı ve yalnızlığımı ortadan kaldırır umuduyla hiç sesimi de kesmeyi düşünmüyorum, birde bakıyorum ne göreyim etrafım hakikaten yapayalnız. Vahşi aslandan ürküp kaçan, yaban eşekleri gibi kimsecikler etrafımda kalmamış. O gündür bu gündür herkes bana yalnızlık diye çağırır ve bu adla damgalanırım. Adımız çıkmış deliye döner mi bir daha akıllıya bilmem ama deli olunmadan veli olunmaz onu bilirim işte.
       Tuhafınıza gitti değil mi? Ne adammış be bunun babası nasıl da bir isim koymuş diyenleriniz var belkide, e olsun ben çok memnunum ismimden, çünkü ismine uygun yaşayanlardanım ondan hiç zorlanmıyorum. Beni değil, kalabalıklar içinde olupta ne yaptığını bilmeyen, ismini cismini tanımayan, ahlar vahlar çekerek yaşayıp yaşamadığının farkında olmayanları görünce, ismimi daha çok sevmeye başladım. Hakikaten babam büyük adammış, o günden nasıl biliyordu benim yalnız yaşayacağımı da bana bu ismi verdi diye onu hep övgüyle yad ediyorum. Ama kalabalıklarda doktorların kontrolünde aman ha benim yavruma bir zarar gelmesin diye çocuklarına çok özen gösterenler, o yavrularını yalnızlığa gömülmüş olarak gördüklerinde biliyorum benim yalnızlığıma hayranlıkla bakıyorlardır. O kadar da olsun her şey onların olmayacak ya, samanlıkta yalnız doğduk, ama şu an tek başına bir toplumuz. Topluluk içinde şaşaalı törenlerle dünyaya gelişleri kutlananlar, bu gün yalnızlığa terk edilip kendi çalıp kendi oynadığında doğduğu güne lanet ediyordur. Peki, nerede kaldı benimle dalga geçip ismimi beğenmeyenler. 
          Ne acıdır değil mi kalabalıklar içinde yalnızlığa terk edilmiş olmak? Ben bilmiyorum size soruyorum, benim hayat samanlıkta başladı, adımda yalnızlıktı hepte öyle gidiyor, bir değişiklik yok bende. Ama sizinki güzel başlamıştı, anneleriniz kuş tüyü yataklar hazırladığını, özel bir odanızın olduğunu, yürümeye ilk adımı atar atmaz sosyal bir ortamla tanışmanız için saz hocalarını, dans öğreticilerini, hizmetçisini şimdiden tuttuğunu onların devreye girip seni eğiteceğini, güzel konuşma hocanın oxsfortta eğitim aldığını bunların seni yalnız bırakmayacağını toplantı partilerinde hep anlatıp dururmuş. Ne oldu da böyle yalnızlığa terk ettiler seni, korkarım seni senden çalıp gittiler, seni çalınmış olan cismi, Kalabalıklara terk ettiler. O zaman da hayat çekilmez oldu değil mi. Ne yapalım kader bu, sen doğduğunda her şeyin vardı, sen yoktun, çünkü onu senden almışlardı. Böylece kalabalıklarda yalnızları oynamaya başladın. Ben doğduğumda hiçbir şeyim olmadığı için beni bana bırakıp herkes gitmiş, herkes gidince ben kalmışım yalnız bir başıma, beni kuşatan kalabalıklar olmayınca adı yalnızlık olan bir adam türemiş, o adam şimdi paranoyak ve korku nöbetlerinden uzak, bir toplum olup çıkmış, tek başına bir adam toplum gibi yaşıyorsa varsın adı yalnızlık olsun ne çıkar...

Yıl:17.02.2009
saat:24.00-24.30
yer: Çengelköy/İst
(E:Kekeç)

17 Şubat 2009 Salı

BELKİDE MERAK ETMİŞSİNİZDİR!

Yiyin beyler yiyin bu sofra sizin, tıksırıncaya patlayıncaya çatlayıncaya kadar yiyin bakalım. İşkembelerinizi doldurun, enselerinizi kalınlaştırın, durmayın devam edin nereye kadar gider bunun nihayeti. Siz adil kişilersiniz değil mi? kendi çıkarlarınızı menfaatlerinizi korumak için tuttuğunuz borazancı başları bir gün yaptıkları işlerden memnun olmayıp sizi terk ettiğinde nasıl anlatacaksınız adaletinizi, doğrusu çok merak ediyorum.
Sosyal devlet diye sihirli bir gücün arkasına gizlenmişsiniz, "bilen bilir sizi bilmeyen bir tutam mercimek sanır" götürdüklerinizi.Bu kadar insanların evlerinde tencere kaynamaz,tencerenin altındaki ateş belki onların hayatına bir ışık olur kaygısıyla, bir tutam ateşlerini de söndürdüğünüz bir ortamda hala sosyal devletin havarilerisiniz öylemi?E ne de olsa adalet dağıtıyorsunuz...Dünyanın neresinde bu anlayış, halkını fakirleştirip elindeki ekmeğini elinden alıp sonrada onları tamamıyla bir dilenci yapıp,efendilerinin önünde el pençe divan durdurup onlardan aldıklarını onların suratına fırlatıp yeter ya biraz da gayret sarf edin diyerek halklarını aşağılayan bir anlayışın adalet temsilcisi olduğu, doğrusu bunları hep merak ediyorum.Pardon mazur görün, merak işte, bende soruyorum, sanki birileri çıkıp bana ya sende yanlış biliyorsun diyecek bir açıklama yapacak gibi.Köprünün altından çok sular aktı,simide sizi mahkum ettiler hatta elinizdeki simidinizi de elinizden aldılar,göreceksiniz bize 3 yıl müsaade edin,bu arada biraz sıkıntı çekeceksiniz ama o 3 yıldan sonra cepleriniz para görecek ve rahat geçim sağlayacaksınız diyen,o sözlerin sahipleri hala söylediklerinde samimi iseler bir açıklama yapsınlar da şu benim gibi delinin merakını gidersinler ne olur.Yıllar önceyi hatırlıyorum,birileri şapkasını eline almış, vatandaşa diyor ki, size iki anahtar vaat ediyorum,biri ev biri araba vatandaşta yutuyor ya bu adam çok değişmiş,baksana nelerden bahsediyor,hep bir elden şak şak.....Ben o günlerde 15 yaşlarında gençliğe yeni adım atan biri olarak bu sözlerin sahibinin beden dilini okuduğumda derdim ki bunların tamamı palavra göreceksiniz, yanılırsam kendimi asacam;oysa ben yanılmamışım bu düzende düzenlerin halkı avutabilmelerinin yolu bu yaldızlı ve sihirli vaatlerden geçiyormuş,bu bir defa daha kanıtlanmış oldu.
E nerde kalmıştık gelelim saadete, neden bu manevralara birileri başvurma gereği duyar, işte ben çok meraklıyım, bunları hep merak ederim. Vatandaş dediğinde kim? onlar vatan da sadece birer taş, bizi bir taş gibi anlamaktan kavramaktan histen yoksun, nereye korsan orda kalır, bunlar sadece vatan sathında vatanı koruyan birer taş, satrançtaki piyonlardan farkı yok, onlar varken bize bir şey olmaz diye düşünenler, artık bu demagojik serüvenlerini bir yana koysunlar da, bu taşların halay çekmekte olduklarını bir görsünler. Taşlar halay çekiyorsa herhalde biraz merak etmelisiniz, bu taşlar neden oynamaya başladı diye. Ben sizin yaptıklarınızı merak ediyor ve soruyorsam, sizlerde biraz olsun bu vatandaki taşların korosunu merak edin derim.
Fazla zorlamıyorum değil mi?Sıktıysam canınızı mazur görün(!)Olacak o kadar etrafımdaki tüm akıllıların dün çulu yoktu,ama bu gün dabbetül arzlarla yeryüzünde debeleniyorlar,ben de onlara zaman zaman takılıyor ve diyorum ki, ya bu kadar debelenmenize gerek yok,altı sandalyeye ihtiyacın var senin,diğerlerinde kim oturacak dediğimde gülüp geçiyorlar,çok akıllılar ya;çünkü biz onların dilinden anlamıyoruz vatan da sadece bir taşız ya,birileri alır bir yere kor ve sonra da...Sonra da inşaat ustasının, duvarın düzgün olup olmadığını anlamak için terazisini bir o yana bir bu yana koyup kontrol etmesi gibi,bunlarda bir o yandan bir bu yandan bakarlar iyi dizilip dizilmediğimizi görmek için...Eğer kafalarına göre dizilmemişsek, bu defa bizi düzene koymak için yeni manevralara başlarlar, anahtar sayısını üçe çıkarırlar,zaten kimiz ki vatan da bir taş değil miyiz,o halde düzenden yana yerimizi alır sıraya gireriz.En kötü düzen çözümsüzlükten daha iyidir diye bir şarkı ezberleriz,nakaratlarla söyler de söyler yolumuza devam ederiz,çünkü biz vatan da sadece bir taşız,umarım birileri merak ediyordur,zeybeği çoktan bitirdik,horon tepmek şimdi hedefimiz....
yıl:16.02.2009
saat:23.20-23.55
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

16 Şubat 2009 Pazartesi

NE ZAMAN NE ZEMİN!

Zamanın ve zeminin rengine bürüneceksin derler ya, ben de diyorum ki, ne zamanın ne de zeminin rengine bürün yoksa renksiz kalırsın. Nerde olursan ol, kendin ol ve kendini yaşa. Kendinden kopuk sen başkası da olamazsın. Bu dünya değirmen gibi, birileri değirmenin başına oturmuş, değirmenin döndürülmesi için kolu birilerine vermiş, habire değirmeni çeviriyor ve bol bol insan tükeniyor o cendereler arasında. O cenderelerde olmamak için neden onların rengini seçiyorsun ki, hiç oraya yakın olmamayı denemek istemiyorsun. Seçenekleri yok sayanlar başkalarını daha iyi sömürmek için böyle bir kurnazlığı ortaya atarlar. Böyle bir yaşamda illa da orada olmak için farklı renklere ve kılıklara girerek kendini tüketeceğine, kendin olsaydın dünyanın kaderi yeniden yazılırdı.
Gel be kardeşim şu kararmış talihimizi yeniden yazalım ve renkli âlemin içinde bizimde bir rengimizin olduğu anlaşılsın. Yoksa korkuyor musun, konuşmamı istemiyor musun, seninde rengini yok ederler kendine gel diye bana nasihat cümlelerini mi, hazırlıyorsun? Ama şunu bil ki, derimi soyacak cinler çıksa da, ben derimin renginden memnunum; ne zamanı ne de zemini takarım. Zaman ben olduğum için devam eder, ben olmasam zamandan bana ne. Zeminde aynen öyle, ben üzerine basmasam zeminde bir denge olmaz, zemin ben olduğum için varlığını değerli kılar. O halde neden ben onlara göre yaşayacağım ki, varsın onlar düşünsün ben böyle yaşarım işte. Yok, be kardeşim sen var ya bu ürkeklik ve korkaklık sendromunu yenmeden ne zamandan ne de zeminden bir şey kapabilirsin, öyleyse sen kendin ol ve bu zamanda bende varım diye avazın çıktığı kadar bağır ve irkilerek kendine gel.
Duyuyorsun değil mi? Bana sakın kulaklarını ve yüreğini kapama, onlarsız ben bir şey anlatamam sana. Ben şu renkleri bir araştırayım dedim, o kadar renk var ki hangisini sana anlatayım biliyorum, sen iki renkten söz etmiştin; zaman ve zemin rengi diye oysa şu yeryüzü insan sayısı kadar renklerle dolu ama onu bir renge dönüştürmeye çalışanlar var. Onlar da kimler biliyor musun, hegemonyasını devam ettirmek için, tüm bir âlemi egemenliği altında inim inim inletmek isteyen renksiz zalimler güruhu. Evet, bu âlemdeki renk sandıklarımız aslında renksizliktir. Yani herkesin rengini ortadan kaldırıp yeni renk yaratmak isteyen çıplak kralın düzmece tasarımıdır. İnsanları öyle bir büyülemiş ki, üzerinde elbise olmadığı halde elbise olduğunu yutturmuş senin gibi zavallı başkaları olma hastalığından kurtulamayan korkak ve ürkek yığınlara...
yıl:15.02.2009
saat:23.05-23.25
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

15 Şubat 2009 Pazar

BURASI ÇÜRÜMÜŞ SİSTEMİN ÇARPILMIŞ HALİ

Önce selamla başlıyorum. Eğitimin bu kadar yazboz tahtasına dönüştüğü başka bir ülke var mı doğrusu çok merak ediyorum. Çelişkilerle dolu siyasi gündeme uygun, gelecek neslin hayatını saçmalıklara ipotek etmeye çalışan bir anlayışı şiddetle kınıyorum. Üniversiteye gittiğinde psikoloji bölümünü okumak istiyorsan, sen psikoloji, sosyoloji mantık sorularından sorumlu değilsin gibi bir anlayışı hangi kafa bize doğru olarak yutturmaya kalkıyor. Ya dostlar, Sosyoloji eşit ağırlık puanıyla alıyor, sen bu dersle alakalı sorulardan sorumlu değilsin, ya hakikaten bu deli dumrul hikâyelerinde de olmaz diye düşünüyorum. Bırakalım insanların geleceği üzerine kendi siyasi çıkar hesaplarını yapmayı da, adam gibi bir yüz yıllık gelecek için bilimsel denklemlere ve hayata uygun projelerle insanlığa bir gelecek sunalım… Ya ben beni bildim bileli bu eğitim anlayışımız her gelene göre Halaç pamuğuna çevrilir neden herkes kendine uygun, efendisinin bevlini şifa niyetiyle içen insanlar yetiştirmek, uslu düşünmeyen kendi yerine başkalarının düşündüğü kendisinin de çok iyi şakşakçı olduğu bir toplum oluşturmak ister… Ben şahsen bir insan olarak bu anlayışların tümünü sağ sol muhafazakâr gözetmeden şiddetle kınıyorum. Ya biz bunlara layık değiliz adam gibi yaşamak ve insanlarımızın önünün açılmasını istiyoruz. Sorunların gün be gün çoğaldığı toplumsal bir yaşamın kuralları nedir bir arada yaşamak için ne yapılmalı, sorunsuz kişilikli, tahammül sınırı geniş, düşünmeyi bilen, okumak hayatlarının zevki olacak insanlar yetiştirmek için sosyoloji psikoloji felsefe ve mantık dersleri adam gibi kırpılmadan temel ders olması ve en seçkin aydın insanları bu alanlara yönlendirip entelektüel bir toplum yaratmamız gerekirken, kırpa kırpa kuşa çevirdik. Nedir bu ya, son olarak söyleyeceğim bunu burada, bu alanlardan insanları uzaklaştıranlar bir gün kendi karanlıklarına gömüldüklerinde anlayacaklar kişinin kendi karanlığından kurtulmasının yolunun aydınlık ufuklardan geçtiğini ama çok geç olacak… Şiddetle kınıyorum basit menfaatleri için düşünmenin yolunu tıkayanları ve düşünmekten insanları korkutup, aslandan kaçan eşeklerin kaçışı gibi felsefe ve türevlerinden insanları korkutup ya da basite indirgeyip kaçıran sorumlularının tümünü…

yıl:14.02.2009
saat:21.20-21.50
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

ÇILDIRMADAN ÇILGINLAŞMAK İŞİMİZ

Gecelerden bir gece, günlerden bir gün, zamanı gecikmiş aşklardan bir demet topladım elime ve verdim belimi sert bir kayanın yörebine aldım elime sazı dokundum teline; sen ağlama, ben gülerken yakışmaz gözlerinden dökülen o yaşlar senin gözüne ey ülkemin insanı!
Ağlamak yazılmadı bizim bahtımıza, korkusuz bir rüzgâr gibi çıkmıştık bin yıl öncesinden Asya'dan atlar sırtında, yorulmadan geldik bu topraklara. Bu topraklarda bizim kokumuz var her çiçeğin tomurcuğunda, o tomurcuklar bir gün açacak ve dağılacak dünyanın dört bir yanına, işte o gün ağlama vakti olmayacak düğün şenlik havasında bayram olacak, sevinin bu günden ve kalkın kutlayalım o bayramı hep birlikte...
Sen değil mi korku nöbetlerinin hepsini, silahsız bir ıslıkla ıskalayarak yorulmadan ve korkmadan teker teker tepeleyip bu günlere gelen, peki kim kandırdı o korkusuz yüreği, bir bak haline bu yakışır mı senin gibi birine? Senin destanını okumayacağım ama bahtına yazılan karayazıdaki kara sayfaların üstünü açacağım ki kendin göresin diye...
Bakışlarında bir umut ışığı, uzaklarda değil kaynağı, tarihi bırak ve kendine bak!
Selamsız geçmezdin yolları, fukaranın gözleri yollarda hep seni arardı, bende fukaralaştım seni arıyorum, ey korkusuz Asya'dan yollara düşen cengâver! Nerdesin isminin esamisi yok, üzerindeki bu ölü toprağını at ve bir kendine bak.
Yıldızların altında, gök kubbeyi şahit tutarak geceleri yol yolak bilemeden çıkardın yollara. Bir dilenci gibi açardın elini her şeyin sahibine, Ondan gelen enerjiyle takar mıydın savrulan yalanları ve havaları, varırdın mazlumun ocağına, sorardın başına gelenleri, öğrenince konardın zalimin başına ve adaletinle inletirdin yerleri gökleri yankılanırdı yüreklerde tekbir sesleri. İşte biz o sesleri bekliyoruz küllerinden yeniden diril ve kendine gel ey ağlayan nesil...

yıl:14.02.2009
saat:20.50–21.15
yer: Çengelköy/ist

14 Şubat 2009 Cumartesi

KÜRESEL PAZARDA DİNİN GÜCÜ

         Dün kandırılmış bu gün uyutulmuş insanlar arasından yola çıktım, bir yolculuk yapıyorum keskin kılıçların üstünde yürüyerek gidiyorum. Biliyorum tehlikeli bir iş yaptığımı ama şunu biliyorum ki, tehlikeleri göze alamayanlar güvende olma hakkına sahip değildir. Evet, güven dedim de hakikaten güvende olduğumu söyleyebilir miyim acaba, ne de olsa kılıçların üzerinde yürüyenlerden daha güvende kim olabilir, tabi ki ben güvende olacağım. Hayatını uyandırmaya ve uyarmaya odaklamış, hakkın rotası dışındaki tüm referansları elinin tersiyle itmiş kapitalizmle akrabalık bağı olmayan bu adam güvende olmamalı mı sizce, bunu anlamak için biraz olsun aynı modda buluşmaya ne dersiniz.
        Biliyor musunuz hep merak etmişimdir, bu kapitalizmle dinsel değerlerin akrabalık bağlarının nereden kaynaklandığını. Dinle kapitalizm arasında bir bağ olmadığını biliyorum da, dincilerin bu kadar kendilerine kirve yaptıkları kapitalizmle yollarının nerede kesiştiğini aslında merak ediyorum. Dincilik bir meslek biliyor musunuz, nasıl ki birileri domates alıp satıyorsa dinde günümüzde iyi bir sermaye, onun figürlerine sahip olmak iyi bir pazarlama ağı kurabileceğinizi size öğretebilir. Dincilik çok köklü bir sermayeye sahip olduğunuzu gösterir, din deyip geçmemek lazım din adına yapılacak her iş toplumlar nezdinde ki yerini hep korumuştur ve de koruyacaktır. Yaşamı hep sömürmeye odaklı, hayat felsefesi de kitleleri uyutup onları nasıl uyutabilirime ayarlı zihniyetler, dinin bu yönünden her zaman yararlanırlar. Bilirsiniz din dendiği zaman akan sular durur; tarihsel süreç bir irdelendiğinde, din adına yutulmayan zokalar kalmamıştır.
        Mısır firavunlarından yola çıkarak kendimle alakalı bulduğum, yaşadığım toplumu birazcık tahlil etmeyi düşünüyorum. Umarım bu değerlendirmelerimizden dolayı trene bindirilip uçurumlardan aşağıya yuvarlanmayız. Nede olsa alışkınız bu yargılamalara ama biraz olsun saksılarımızdaki toprağın havalandırılmasına katkıda bulunursak ne mutlu bize. Mısırı hepimiz yakından biliriz Firavunların memleketi dendiğinde mısır akla gelir. Firavunluk bir sistemdir, Mısırla anılsa da ait olduğu yamyamlıkları bünyesinde barındıran hangi sistem olursa olsun ve de dünyanın neresi olursa olsun hepsi firavundur.
Firavun, İsrail oğullarına kan yutturdu, erkeklerini öldürdü yaşlılarını çocuklarını ve kadınlarını kendisine köle edinip istediği gibi kullandı. Piramitleri yaparken, insanlar taşıdıkları taşların altında can vererek gittiler, aç kaldılar yıprandılar yağa kalkacak mecalleri kalmadı; bu durumdan kendilerini kurtarması için Allah'tan bir yardımcı istediler, Allah’ta onların bu yakarışlarına karşılık verip onlara Musa gibi bir dostu gönderdi. Yıllarca zulmü ayyuka çıkan firavun, bir anda mayın tarlasında gezindiğini fark ketti ve kanını sömürdüğü dinine küfrettiği isariloğullarına yeniden dönüp iyi bir din pazarlamacısı olduğunu onlara kanıtladı. Böylece İsrail oğulları usandıkları firavunun kucağına yeniden oturdu. Cengâver Musa (as)Rabbinin kendisine bildirmesiyle isariloğullarına firavunun zulmünden kurtarmak için gelmesine rağmen, o kişilikleri silinmiş kimlikleri kaybolmuş sömürülmek hayatlarının tamamı olan, o dönek topluluk bekledikleri bu insanın karşısında yer aldı. Nasıl mı tabi ki dinin pazarlayıcısı firavun tarafından.Din adına verilen zokalar tam bir uyuşturucu,boşuna dememiş Marx, din toplumların afyonudur diye."Ey isariloğulları Musa ve Harun’un muhakkak ki sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasından endişe ediyorum"diyen firavun o pısırık toplumu din adına yeniden kendine monte etti ve bu defa sömürülmedik bir şeylerini bırakmadı.
       Bu cambazlıklar her dönemde toplumların desteğinden mahrum kalacağını düşünen din pazarlamacıları tarafından kullanılan sihirli bir güçtür. Bunu anlamaktan yoksun zavallı sömürülen kişiliksiz ve kimliksiz toplumlar, bu sihrin etkileyici gücünden kurtulamaz. Böylece güç kaybetmeye başlayan düzenbazlar halkların dinine sahip çıktığını göstererek halkların haklarını koruduğunu iddia ederek, yaptıkları tüm pisliklerden bir u dönüşü yaparak halktan birileriymiş gibi kendilerini lanse edebilirler. Bu dalavereleri anlamayan zavallılarda sömürü oyununun ikinci perdesini izlemek için sessizce perdenin önündeki yerlerini alırlar. Statülerinin gereği olan rollerini iyi oynamak için din pazarlamacıları da, sahnedeki rollerini bu zavallılara göstermek için tüm maharetlerini sergilerler. Oyun biter ve herkes dağılır, ne güzel oynadı değil mi, hakikaten çok güzeldi, muhteşemdi, bizde şimdiye kadar yanlış düşünmüşüz, oysa bu işi böyle oynayacaksın, Bu adam işin ustası ya, ben bundan başka oyuncu tanımam(kargadan başka kuş tanımam diyenler gibi)tüm kontörlerimi bu oyuncunun seçilmesi için harcayacağım, bizden biri bizi ancak sahnelerde bu temsil eder. Yarın bir oyuncu çıkarda dangalaklık yaparsa, ona haddini bildirecek bir tavrı vardı değil mi, diyerek oyun sonrasında herkes dağılır, mutlu ve huzurlu olmanın edasıyla rahat bir nefes alır. Evet dinle başlayan sömürü her zaman rahatlatır ve sizi bulutların üzerinde uçurur, ama şunu unutmamak gerekir ki Firavun israiloğullarının dinine sahip çıkarak onları daha iyi sömürmek için sömürüsünün tescilini o halka onaylattı."Allah'ın adını kullanarak, aldatıcılar sakın sizi aldatmasın"

yıl:13.02.2009
yer: Çengelköy/İst
Saat:23.15–23.45
(E.Kekeç)

9 Şubat 2009 Pazartesi

SOKRATESİN SAVUNMASI

Güçlük, dostlarım, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıktan kaçınmaktır; çünkü o ölümden daha hızlı koşar. Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa, kendim gibi konuşup ölmeyi tercih ederim...

Beni suçlayanların üzerinizde nasıl bir etki bıraktıklarını bilemem. Atinalılar, ama öylesine inandırıcı konuştular ki, neredeyse bana kendimi unutturdular; gene de söylediklerinin hemen hemen tek bir sözcüğü bile doğru değil. Ama söyledikleri sayısız yalan arasında beni en çok biri şaşırttı: Sizlere benim tarafımdan aldatılmamak için kendinizi kollamanız gerektiği çünkü çok inandırıcı bir konuşmacı olduğum söylendi. Aslında ağzımı açar açmaz büyük bir konuşmacı olmaktan nasıl uzak olduğumu göstereceğimi bilebile bunu söylemeleri bana çok utanmazca göründü—hiç kuşkusuz usta bir konuşmacı ile demek istedikleri şey gerçekliği dile getiren biri değilse. Ama demek istedikleri buysa, usta bir konuşmacı olduğumu kabul ederim, hiç kuşkusuz onlarla aynı tarzda olmamak üzere. Evet, dediğim gibi, söyledikleri arasında gerçek tek bir sözcük bile yok; ama benden yalnızca gerçeği işiteceksiniz. Gene de, Atinalılar, onlarınki gibi güzel sözlerle ve deyimlerle süslenmiş bir konuşma biçiminde değil. Hayır, hiç de değil; benden duyacaklarınız dosdoğru o anda aklıma gelen sözler ve uslamlamalar olacaktır; çünkü söylediklerimin haklılığına inanıyorum. Aslında, benim gibi yaşlı bir insana sizlerin karşısına sözlerini hoş göstermeye çabalayan genç bir söylevci gibi çıkmak yakışmaz—ve kimse benden bunu beklemesin. Ama, Atinalılar, sizlerden bir ricada bulunmam gerekiyor: Eğer kendimi alışıldık tarzımda savunursam, ve eğer pazar yerlerinde ya da başka yerlerde kullanma alışkanlığında olduğum sözleri kullandığımı duyarsanız, şaşırmamanızı ve bu yüzden sözümü kesmemenizi isteyeceğim. Çünkü yaşım yetmişin üstünde, ve şimdi ilk kez bir mahkeme önüne çıktığım için buranın diline oldukça yabancıyım. Bu yüzden bana sanki gerçekten de bir yabancıymışım gibi, eğer büyürken işittiği kendi lehçesinde ve kendi ülkesinin tarzında konuşursa bağışlayacak olduğunuz biri gibi bakmanızı istiyorum. Sizlerden haksız bir istekte mi bulunuyorum? Lütfen tarzıma aldırmayın, iyi olabilir ya da olmayabilir; ama yalnızca sözlerimin haklı olup olmadığını düşünün ve yalnızca bunu dikkate alın. Çünkü yargıcın erdemi budur, tıpkı konuşmacının erdeminin gerçeği söylemek olması gibi.
Benim için doğru olan şey ilkin bana yöneltilen ilk yalancı suçlamalara ve beni ilk suçlayanlara karşı savunma yapmaktır ve ardından daha sonraki suçlamalara ve suçlayıcılara geçeceğim. Bu ayrımı yapıyorum çünkü sizden önce birçokları tarafından yıllarca yalan yanlış suçlandım ve bunlardan Anitus ve arkadaşlarından olduğundan daha çok korkarım, üstelik onların da kendi yollarında oldukça tehlikeli olmalarına karşın. Ama sizleri daha birer çocukken yakalayıp kafalarınızı bana karşı doğru olmayan suçlamalarla dolduran ötekiler çok daha tehlikelidir. Bunlar bir Sokrates'ten, yukarıda gökyüzündeki şeyler hakkında kafasını yorup aşağıda yeraltındaki şeyleri araştıran, zayıf uslamlamayı kuvvetliye çeviren bir bilge insandan söz ettiler. Beni korkutan suçlayıcılar bu masalı yayanlardır, Atinalılar; çünkü onları dinleyenler böyle şeyleri araştıranların tanrılara tapınmaya bile inanmadıklarını sanırlar. Dahası, bunlar sayıca kalabalıktır, ve bana karşı suçlamaları eskilere gider, ve üstelik bu suçlamaları onlara en kolay inanabileceğiniz çağda yaptılar—çocukluğunuzda,ya da belki de gençliğinizde; ve yargı gıyaben verildi, çünkü beni savunacak kimse yoktu. Ve tüm bunların içinde en usdışı olanı suçlayıcılarımın pek çoğunu tanımamam ve adlarını bile bilmememdir—tek bir durum, bir güldürü ozanınız durumu dışında. Kıskançlık ve çekememezlikten sizi bana karşı döndürmüş olanların tümü—ki bunlardan bir bölümü yalnızca başkalarından duyup inandıklarını yinelemişlerdir—, tüm bu insanlar uğraşılması en güç olanlardır; çünkü onları buraya getirtemem ve yakından sorgulayamam; bu yüzden kendimi savunmak için bir bakıma gölgelerle savaşmak ve yanıtlayacak kimse yokken sorgulamak zorundayım. O zaman lütfen, söylediğim gibi, karşıtlarımın iki sınıfa düştüğünü anımsayın; birinciler suçlamalarını şimdi getirmiş olan yeniler, ötekiler çok önceden getirmiş olan eskiler. Ve umarım kendimi ilkin ikincilere karşı savunmamın yerinde olduğunu kabul edeceksiniz, çünkü bunların suçlamalarını yenilerden çok daha önce ve çok daha büyük bir şiddetle yaptıklarını duydunuz. Evet, şimdi savunmamı yapmalıyım, Atinalılar ve böylesine uzun bir zamandır kafalarınıza yerleştirilen bu iftirayı elimdeki bu kısa sürede gidermeye çalışmalıyım. Aslında eğer benim için olduğu gibi sizler için de iyi olacaksa bunu başarabilmeyi ve savunmamda başarılı olmayı isterim. Ama sanırım bu güç olacak ve görevin doğasının ne olduğunu çok iyi anlıyorum. "Ne olursa olsun Tanrının istediği olacaktır" ve şimdi yasaya boyun eğmeli ve savunmamı yapmalıyım.
Şimdi baştan alarak bana yöneltilen iftiraya yol açan ve gerçekte bana karşı bu davayı açarken Meletos'un inandığı suçlamanın ne olduğunu soracağım. Evet, suçlamacılar beni suçlamak için neler dediler? Onları sanki savcılarımmış gibi görelim ve yeminli bildirimlerini ben okuyayım: "Sokrates herkesin işine burnunu sokan bir suçludur, yerin altındaki ve gökteki şeyleri araştırır, zayıf uslamlamaları güçlü kılar ve yukarıda sözü edilen öğretileri başkalarına öğretir." Suçlamaların doğası böyle bir şeydir ve bunları Aristofanes'in komedisinde kendiniz gördünüz. Bir Sokrates sunar ki, ortalarda dolanıp havada yürüdüğünü söyler ve haklarında az ya da çok hiçbir şey bilmediğim konular üzerine bir yığın saçma sapan sözler eder. Eğer [fizikle ilgili] bu konularda bilgili olanlar varsa sanmasınlar ki bunu söylerken bu tür bilgiyi küçümsüyorum. Eğer Meletos bana karşı böylesine ciddi bir suçlama getirecek olsaydı, bu beni gerçekten çok üzerdi! Ama ey Atinalılar! İşin aslı bu [tür fiziksel] konularla hiçbir ilgimin olmadığıdır. Burada bulunanların pek çoğu bunun doğruluğuna tanıktır ve onlara, beni söyleşilerimde dinlemiş olan pek çoğunuza sesleniyorum. Anlatın o zaman; şimdi birbirinize aranızdan birinin beni bu tür konular üzerine ister uzun uzadıya olsun isterse kısaca bir şeyler söylerken duyup duymadığını söyleyin. Yanıtlarını duyuyorsunuz. Ve bundan kalabalığın hakkımda söylediği başka şeylerin de doğru olmadığını anlayacaksınız.
Ama gerçekte bunların hiç birinin doğru olmaması gibi, eğer birinden benim insanları eğittiğimi ve karşılığında para aldığımı duymuşsanız, bu da doğru değildir. Gene de, eğer biri gerçekten de insanları eğitebilirse bence bu iyi bir şeydir. İşte Leontiumlu Gorgias, Keoslu Prodikus ve Elisli Hippias. Bu insanların her biri herhangi bir kente gidebilir ve gençleri onlara karşılıksız öğretim verebilecek olan kendi yurttaşlarını bırakıp kendilerine katılmaya, bunun için para ödemeye ve bunun üstüne bir de minnettar kalmaya inandırabilirler.
Aslında bu sıralar burada bir başka bilge, Atina'da kaldığını öğrendiğim Parioslu biri var ve onu duymam şöyle oldu. Bir gün Sofistlere dünyalar denli para ödemiş biriyle, Hipponikus’un oğlu Kallias ile karşılaştım ve iki oğlu olduğunu bilerek şunları sordum: "Kallias, dedim, eğer iki oğlun iki tayya da iki buzağı olmuş olsalardı, onlara bir bakıcı bulmamız güç olmazdı. Onlara bir at yetiştirici, ya da belki de bir çiftçi tutardık ve onları kendilerine özgü üstün yanlarında güzelce ve eksiksizce yetiştirirdi. Ama insan olduklarına göre, onları kimin yetiştirmesi gerektiğini düşünüyorsun? Kim bir insanın ve bir yurttaşın erdemlerini bilir? Bu konuda düşünmüş olmalısın, çünkü oğulların var. Böyle biri var mı yok mu?" Var," dedi. "Kimdir o, dedim ve nereden gelir ve öğrettikleri için ücreti nedir?" Evanos, dedi, "Parios'tan, sevgili Sokrates ve beşmina ." Ve Evenos mutlu biri olmalı, dedim kendi kendime, eğer gerçekten de bu bilgelik ondaysa ve böyle alçakgönüllü bir ücretle öğretiyorsa. Eğer aynı şey bende olsaydı, en azından burnu büyük ve kendini beğenmiş biri olurdum; ama işin gerçeği benim bu tür bir bilgimin olmadığıdır, ey Atinalılar.
O zaman, Atinalılar, belki de aranızdan biri çıkıp bana şunu söyleyebilir; "Evet, Sokrates, ama sana karşı getirilen bu suçlamaların kaynağı nedir? Yapmakta olduğun tuhaf birşey olmalı. Eğer başkaları gibi olmuş olsaydın, hakkında tüm söylentiler ve konuşmalar hiçbir zaman doğmazdı. O zaman nedir bunların nedeni, söyle ki hakkında yanlış bir yargıda bulunmayalım." Bu bana bütünüyle haklı görünüyor ve bana böyle yanlış bir ün kazandırmış olanın ne olduğunu açıklamaya çalışacağım. Lütfen kulak verin. Ve belki de kimilerinize şaka yapıyor gibi görünsem de hiç kuşkunuz olmasın sizlere bütün gerçeği anlatacağım.
Atinalılar! bu ünü bana kazandıran yalnızca bir tür bilgelikten başkası değildir. Ne tür bir bilgelik diye sorarsanız, cevabım bunun belki de insan bilgeliği olduğudur, çünkü gerçekten de bu düzeye dek bilge olduğuma inanıyorum. Buna karşı sözünü ettiğim kimselerin insan-üstü bir bilgelikleri olabilir; ama bunu nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyorum, çünkü bende böyle bir şey yok; ve kim bunu bildiğimi söylerse yalan söylüyor ve bana karşı önyargı yaratmak için konuşuyor olacaktır. Ve lütfen burada sözümü kesmeyin Atinalılar, üstelik size övünüyor gibi görünsem bile; çünkü söyleyecek olduklarım benim kendi sözlerim değildir. Size güvenilmeye değer bulacağınız bir tanığın sözlerini aktaracağım. Bilgeliğim için—eğer buna bilgelik diyecekseniz ve doğası için, sizlere tanık olarak Delfi Tanrıçasını6 göstereceğim. Kairefon’u tanımış olmalısınız. Çocukluğumdan bu yana arkadaşım oldu ve ayrıca sizin demokratik partinizin de bir dostudur, çünkü yakınlarda sizlerle birlikte sürgüne gitti ve sizlerle birlikte geri döndü. Nasıl bir insan olduğunu, yaptığı her şeyde nasıl atılgan olduğunu hiç kuşkusuz bilirsiniz. Evet, bir keresinde Delfi'ye gitti ve yürekli bir biçimde biliciye—, lütfen, sizden bunları söylerken sözümü kesmemenizi istemiştim—, benden daha bilge birinin olup olmadığını sordu. Pütia Rahibesi daha bilge hiç kimsenin olmadığı cevabını verdi. Kairefon’un kendisi öldü; ama kardeşi burada mahkemededir ve söylediklerimin gerçekliğini doğrulayacaktır

(E.Kekeç

2 Şubat 2009 Pazartesi

SEN DE Mİ BENİ UNUTTUN BEY ?

Son günlerde, bir surat, bir surat ki gelinde,
Çayımı bile yarım dolduruyor bey.
Allah'tan kulaklarım ağır işitiyor da
Duymuyorum ne söylediğini
Ama yine de hissediyorum bey;
Beni bu evde galiba istemiyor artık
Hey gidi günler heeey.
Oğlunu bilirsin, vur kafasına al lokmayı
İki ara bir derede ne yapsın ana bu atsa atılmaz, satsa satılmaz.
Bana artık gizli gizli sarılıyor bey...
Dün akşam uyurken öptü beni biliyor musun?
Nasıl ağırıma gitti nasıl
Artık akide şekeri de getirmiyor.
Hani dişlerim yok ya, güya yerken garip sesler çıkarıyormuşum da
Çocuklar iğreniyormuş benden.
Yok,vallahi yalan bey, hiç yapar mıyım ben öyle şey?
Gelin çocuklara masal anlatmamı da yasakladı
Üstelik seninle konuşuyormuşum diye duvardaki resmini biryere sakladı
Olsun,
koynumdaki resminden haberi bile yok!
Yine de beddua edemem bey,
Oğlumun karısı, torunlarımın anası o.
Geçenlerde üst komşular geldi,
Ne konuştuklarını duymayayım diye kapıyı üstüme kilitledi.
Duymadım, duymadım, lakin hissettim.
Düşkünler evine yatıracaklarmış önümüzdeki ay beni
Ne yalan söyleyeyim epey ağırıma gitti, epey,
Ha, sen ne diyorsun bey?
Hani bir görünsen oğluna, ne de olsa babasısın,
Seni dinler.
Bu odada oturur, vallahi hiç dışarı çıkmam.
Akide şekeri de istemem.
Masal da anlatmam artık çocuklara
Ne olur ayırmasınlar beni bu evden
Yaşayamam nefes bile alamam
Sana ait anılardan uzak ne yaparım ben, ne yaparım?
Şu camın pervazında hayalin durur, çekmecelerde el izin.
Bastonun hala duvarda asılı.
İstemiyorlar beni artık, istemiyorlar hasılı.
Hey gidi günler hey
Hani diyorum bir çağırsan
Yoksa, yoksa sendemi unuttun beni bey
Sendemi unuttun beni bey?


Not; Birgün yaşlanacağımızı unutmayalım. Ve büyüklerimize bu sözleri söyletecek davranışlarda bulunmayalım.

1 Şubat 2009 Pazar

BİR DOSTUN OĞLUNA MEKTUBU

"İHSAN
Anladığım kadarıyla sona doğru gidiyorum,kendimde ihtiyarlık ve zayıflığı daha fazla hissediyorum.Bu durumum beni kafesten çıkmaya zorluyor;buna girişince de kanatlarım kırılıyor,vücudum kan ve yara içinde kalıyor,nefesim kesilerek düşüyorum.Duvarlar daralıp,tavanlar alçalıp pencereler sıkıştırdıkça,kaygan bir çukura düşmüş bir karınca gibi oluyorum.Dertler çok ağırlaşmış,benim harikulade gücüm tahammül edemez olmuş,dert tanelerini toplamak için sabrım kalmamış ve yine iç dünyamın dışında her şey,bir takım hederler,siyahlıklar,kirlilikler,kötülükler,facialar,musibetler,düşüşler,harebeler sel,deprem kıtlık kölelik yabancılık kendinden kopmalık ve vesvese...."
"Her neyse şimdilik yazmak, söylemek, çalışma, sorumluluk araştırma önderlik, fikir ilim irşat ve ıslah benim için söz konusu değildir. Böyle olunca da yaşamak benim için imkânsızdır. Şimdilik benim için sorun”olmaktır”ki, onda öyle bir sıkışmışım ki, nefes almak bile zor oluyor bana. Yaşadığım her gün bana öyle bir dert olmuştur ki, sadece onu gidermek için uğraşıyorum.
Kendimden çok söz ettim, bir o kadar da inledim. En çok da bu iki işten nefret ediyorum. Bütün bu inlemeleri ve söylemeleri belki de, senin nimetleri daha iyi tanıyarak şükrünü ifa edebilmen ve sorumluluğunu daha iyi anlaman için yaptım. Belki de bunu söylemek istedim ki, dertler ve sözlerim çok çoktu ama zaman bunları gidermeye müsaade etmiyor.En azından her canlının hakkı olan bir baba ile oğlun dertleşmesi için dertleşme imkanını bile elimizden aldı.Beraber olduğumuz o kısa günlerde bile ben kendimde değildim.Öyle bir günlerdi ki ben sadece yaşamak için çabalıyordum.O da ancak kendimi unutmakla oluyordu.Yani kendim olmamalıydım.Yoksa,kendimi tanımam imkansız olurdu ve ben ölürdüm."
"herkes gidiyor mühendis oluyor, doktor, hukukçu, fizikçi ve kimyacı olup dönüyor. Eğer bir millet bunlardan yoksunsa para ile alabilir ve getirebilir. Tüm aydınlarımız dışarıya gittiklerinde komünist oluyorlar, sosyalist oluyorlar, liberal, demokrat, materyalist ve nasyonalist oluyorlar, ya da olmuyorlar. Ya mü'min ya da kâfir; Zahit veya fasit olarak kalıyorlar. Dönerken de dolu bir bavul, diplomalı bir işle dönüyorlar. Kendilerine ya da ailelerine bir yemek lisansı getiriyorlar. Ama bunların hiç birisi ne yeni bir iştir ne de bir derde dermandır."
"Son olarak"Meterleng"in bakıcısına hitaben oğluna yazdığı şiiri, ben de ölüm döşeğimde sana tekrarlıyorum.
"O geldiği zaman
bu asa,yük ve çarığı ona ver
ona de ki
kırk yıl önce ben
bu asayı elime aldım
bu çarıkları giydim
bu yükü omzuma aldım ve yola düştüm
kırk yıl yorulmadan susuz ve aşık
yoluma devam ettim
ve sen oğlum
şimdi
asayı eline al
çarıkları giy
yükünü omzuna al
ve bu yolu
benim kaldığım yerden
devam ettir
ve sen de hayatının sonunda....."
NOT:Ali Şeraiti’nin anısına onun Belçika’da iken ABD de okuyan oğluna yazdığı mektubu okurlarımla paylaşmak umuduyla Selamet ve Rahmet onun üzerine olsun

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!