Bir taşın gölgesine bıraktığım içme suyum aklıma geldi birden… Pamuk sularken hava çok ısınmış ve Güneşin tam tepede olduğu bir yaz günü gever değiştirmek için yürüdüğümde, orada duran sudan biraz içeyim diye yöneldim bir de baktım ki, boz bir yılan tam benim içme suyunun başında durmuş, sanki zehrini içine kusacak gibi bekliyor, nasıl kendisine hücum edeceğimi anlayınca çamur ve sudan daha çıkmamıştım ki, birden şimşek gibi benden tarafa atladı. Sudan çıkmamla kürekle üzerine saldırmam ani oldu hemen benden uzaklaştı. Buna benzer olaylar benim doğal yaşam ortamımdı çocukluğumda ve gençliğimde. O vahşi doğal ortamda yılanların zehrinin etkisinde kalmadım ama yaşam alanım insanlardan oluştuğu andan bu yana, insan olduğunu sandığım varlıkların zehriyle kuşatıldı. Bundan dolayı bir türlü kendime gelmeyi beceremiyorum. Birinin zehrini hafiflettim demeden peşinden bir başkasının zehri yetişiyor hemen…
Bir yaz günü temmuz ayında sıcaklık
beynimi patlatacak gibi beni yakıp kavururken, birden baş dönmesi yaşamaya
başlamıştım, sular kaynamış gibi, ovaya bakıyorum yollar çok uzuyor, gözlerimin
önünden perde perde sıcak dalgalar geçiyor, köyle aramda nereden baksanız 3-4
km mesafe var, bağırsam kimseye sesim ulaşmaz. Ancak bana yakın yerde traktörün
römorkunun altında gölgelenen tanıdıklarımdan bir iki kişi vardı, benim gibi
pamuk sulamak için gelenlerden… O tarafa bir ıslık çaldım bu gün gibi hiç
unutmuyorum, Lakabı ivez olan, Abdurrahman hocanın abisinin oğlu benim de o
günden sonra arkadaş olduğum Bedir, sesimi duydu ve benden tarafa geldi. Bedir
koluma girip beni römorkun gölgesine götürdü orada bir saat kadar dinlendim ve
kendime gelince onun tüm ısrarlarına rağmen ben giderim sen zahmet etme diyerek
köyün yolunu tuttum. Oysa traktörle beş dakikada beni köye ulaştırabilirdi,
ancak ben tüm rahatsızlığıma rağmen bir başkasına zarar vermeyeyim diye o yolu
göze aldım, zorla son takatimde eve vardım ve kendimi yere attım. O yıl lise 2.
Sınıfa geçmiştim. Rahmetli babam beni o durumda görünce oğlum yılan sokmuş
olamaz değil mi dedi, hayır baba suyun başında duruyordu ancak onun suya
herhangi bir şey yaptığını görmedim ve ondan sonrada içmedim dedim, oysa ben
önceden birkaç defa o sudan içmiştim. O ana kadar yılanın o suya bir şey
yapabileceği hiç aklıma gelmemişti. Eve vardığım andan itibaren tam bir ay hiç kendime
gelemedim, baş dönmesi mide bulantısı ve baş dönmesiyle yediğimi kusarak uzun
bir zaman geçirmiştim. Doktor İzzettin İyiel beni muayene edip ilaçlar
yazmıştı, geçer bir iki güne güneş çarpmış demişti. Bu gün düşündüğümde o
günleri hatıralarım arasında yeniden canlı canlı o serüvenimi bu gün gibi
yeniden yaşarken, şimdi anlıyorum ki, yılanın zehriyle zehirlenmiş olma
ihtimalim çok yüksekmiş…
O gün yaşadığım o acılar bugün
hayatımda bir anı olarak unutulmayacak eserlerim arasında yerini alırken, benim
hayatım bir esere hala dönüşemedi. Yani, bahtımız acılar kaynağından beslenmek
için var olmuş gibi, her yanımızdan acılar fışkırarak üzerimizde kümelenmekte…
Acılarla başlayan çocukluğum, acılar içinde mutluyken, bugün mutluluklarım
acılarla dans ederken hep kaybeden tarafta yerini aldı. Mutluluğuma tuzak
kuran, acılarımı silmek için çırpınarak elde ettiğim, kazandığımda bahtiyar
olacağımı sandığım, hayatımı benden çalan yaşamadığım hatıralarım…
Her yandan kuşatılmışım, mutluluk
avına çıkan haramiler yolumu kesmiş, benimle onlar arasında kesişme ihtimali
olmayan bir boşluk var, bu iki ucu birbirine ulayacak ulamacılar da kalmadı
hayatımda! Eskiden ulema diye sarıldığım ancak ulanmışların beyanları ile
hayatımı süslediğim, karanlık gecelerin ateş böceği biranda çekip gitti
hayatımdan; ondan sonra mutsuzluklarımı huzura çevirebilmenin yollarını aramaya
başladı yüreğim beni dinlemeden…
Ben unutulmuş diyarların
hatırlandıkça mutluluğa ulaşan bahçesinden bir gül koklamıştım vakti zamanında,
gül takılı kalmış yakamda, onun kokusu hala burnumun direğini sarsan… O kokular
burnuma ve genzime nüfuz edince duramıyorum yerimde bir çağlayan gibi çağlayıp
geliyor içimden gözyaşlarım, gözlerimin vanası bozuk olduğundan iyice
berkittirmiştim bir tamirci çırağına ondan boşanmıyor gözlerimden yaşlar… Bu
gözler nelere şahit oldu, hepsine şahitlik etmeye kalksa ömrüne bir ömür daha
eklense, vallahi onlara ayıracak zamanı belki yakalayamaz.
Eskilerin meşhur bir sözü vardı,
paran varsa kefil ol, zamanın varsa şahit ol diye! Ben bunların ikisine de
mahrum kaldım ne zamanım kaldı şahit olacak ne param var fakir fukarayı
gördüğümde onlara kefil olacak, ondan olsa gerek içimde bir alev yandıkça
yanıyor, her yanım kapalı olduğundan dumanlar içimi kapladı, her tarafım duman,
ey dostlar bunca dumanı üstüme salmanız insana reva mı, yakışır mı bunlar insan
olana…
Bir yaz günü güneşin çata çat
sıcağında suyuma zehrini bırakan yılan bana acı vermedi bu kadar… Neden bu
kadar acıyı bir canlıya yaşatmaktan zevk alır, sizin o yürek sandığınız vicdan
yoksunu oduna dönmüş ruhsuz bedenleriniz… Yoksa ben mi fark etmiyorum sizdeki
acıma duygusunun saklandığı yeri? Ama bildiğim bir şey var hakikaten yılanların
tümü, günümüzde acıma duygusunu kaybetmiş insan olduğunu sandığımız varlıkların
vicdanlarına yuva kurmuşlar. Beni o gün zehirlediği için, içimde yer bulamıyor
kendine yuva kurmaya, panzehri ile karşılaşınca girdiği gibi çıkıp gitmek
zorunda kalıyor…
Gündem olmayı çok isteyen ama asla
gündeme dönük bir mesajı olmayan ancak kendilerini insan sananlar! Sanıyor
musunuz ki, vicdansızlıklarınızda yuva kurmuş yılanlar bu kadar insanı
zehirlemeye ve yok etmeye yeter. Sizin yılanlarınız ancak sizi yok eder, herkes
kendi yılanını içinde barındır, ancak başkasını sokacağını sanır. Yürekler ya
gül kokar ya zakkum, bakın yüreklerinize neyin kokusu orada baskın olan… Bir
gün olur yürekler hepten durulur, o gün kaynaktan akacak çağlayanlar kalmaz,
herkes yürek coğrafyasında güzellikleri paylaşarak gülfidanları büyütmek ister,
oysa gülfidanları, bülbüller o coğrafyayı terdekince onları çoktan unutmuşlar.
Güllerin unuttuğu yüreklerde ancak zakkum ve yılanlara bir yatak kalır. Geç
olmadan yılanlar sizin suya kusmadan, isterseniz temiz suları kendi ellerinizle
saki olarak dağıtma fırsatını kaçırmayın…
Gecenin genlerinden, yüreğime
gündüzün tohumları saçıladursun, ben geceleri unutursam, yılanlar suyuma
yeniden zehrini kussun…
Çıkamaz mı sanıyorsunuz yoksa bu
kadar basit karanlıklar, aydınlığa… Ben yolları hep karanlıkken geçmeyi
severim, gündüz yollara çıkmam, gündüzleri yol yordam bilmeyenlerin ellerinden
tutup tehlikeli bayırları geçirmeye çabalarım, geceleri kendime ayırır,
kimsesiz olduğumu sandıklarında tırnaklarımla karanlıklardan bir gedik açarım.
Güneşin aydınlığından ışık çalmaya çalışan kör kazmayla güneşin bağrına kazma
sallayanlardanım, sizin karanlığınız bana ne yazar…
Ben karanlıklara acıyarak bakan,
aydınlığa özlem ve hasretle yanan, tutuşturulmuş bir çıra gibi her an aydınlık
taşımayı isterdim, oysa ben karanlıklara gömülmüşüm…
Hangi karanlıklar senin için daha
iyi, söyle de bilelim diyenler olabilir belki, ben aydınlığı karnında taşıyan, doğurmak
için sancıların tavan yaptığı, zifiri karanlıklardan herkesin tedirgin olduğu,
içinde umut, ışık hayat, yenilik güzellik ve gelecek taşıyanları isterim ve
onlarla birlikte olmaktan çok mutluyum dokunmayın bana; bırakın ben bu
karanlıkların tadını çıkarayım…
Çocukluğumun aydınlığından aldığım
mutlu yıllarıma özlem duymayı çoktan unuttum, bugünün karanlıklarına gizlenmiş
olan mutlulukları arıyorum ben… Bu karanlıkları birlikte imha ederek aydınlık
yarınlara hep birlikte çıkmaya ne dersiniz? Bu benim belki tesellim sanılır,
oysa ben kendini teselli eden bir aydınlık arayanlardan değilim, herkesin
üzerine rahmet kapılarının açıldığı içinde bir kıvılcımda ben olduğum
aydınlıkların hayranıyım, o günleri sabırla beklerken bu duygularımın dışarıya
sızdığına şahit olunca, birileri bu nedir diye sormadan gelin birlikte bu yolda
olalım demek için haykırışlarım… Ne yılanlar sokabilir beni ne yalanlar dolanır
başımda, ben yalanlar ülkesinin bulutlarını yürek kanatlarıyla savurdum,
yılanları serbest bıraktım onlar da kendi tabiatlarına göre yaşasınlar;
biliyorum ki, ben beni bilirsem, benim sahibim beni bırakır mı başkasının
zehrine…
Ey dostlar haydi ayağa kalkalım,
toprağı yeniden karalım, pulluklar çıksın ortaya, atları koşalım, traktörler
olmasa da olur, mazot olmuş olmamış ne çıkar, biz elleriyle toprağı karan,
tırnaklarıyla yeri kazıyan, toprağa hayat kazandıran bir medeniyetin inşasından
gelenler değil miyiz… Tüm medeniyetlerin karanlığa giriş yaptığı bu çağda,
kendi karanlıklarımızı delerek aydınlığa gözlerimizi açmanın tam zamanı, doğrul
ve kendine gel, bugün değilse ne zaman!
Çocukluğumdaki mutluluklarımı
yakalamışçasına öyle bir hafifliyorum ki, sanki göğün yedinci katında
ayaklarımda hiç çamur olmadan hızımı kesenlere aşk olsun der gibi uçuyorum; bu
uçuş aydınlığın güzelliklerin huzurun mutluluğun kardeşliğin,sevincin,saygının
sevginin harmanlandığı bir havayı solumak için…Yoksa bu kadar hızla bu yol
nasıl gidilir, sanıyorum adaletin güneşinin doğduğu yere gidiyorum, ondan çok
sevinçli ve coşkuluyum gelin bu coşkuma sizleri de ortak edeyim var mısın…
Erol KEKEÇ/09.03.2022/00.41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder