Bu Blogda Ara

11 Eylül 2023 Pazartesi

MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİDEN SOSYAL DEMOKRASİYE(!)

İdeolojik kamplaşmaların doğurduğu politik anlayışların toplumsal refah düzeyini yükseltmesi ve toplumsal mutluluğu getirmesi mümkün değildir. İdeolojik pencerelerden toplumsal yaşamı idare edeceğini düşünenler daima toplumsal yaşama dayatılan bir anlayışı egemen kılmak isterler. Kendi ideolojik yaklaşımlarına göre topluma yön vermek isteyenler toplumsal değer sistemlerine pek saygılı olmadıkları gibi onlarla barışık yaşamayı da göze almazlar. Ondan dolayıdır ki düşünceleri içinde doğrular olsa bile, toplumda fazla karşılık bulmazlar. Dolayısıyla toplumsal hayatı dikkate almak ve onların değerleri ile uyum içinde olup onlara saygı göstermek, yönetme amacı olan her ideolojik politikacıların buna dikkat etmesi zorunludur.

Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımız zaman, sağ partiler toplumsal vicdani değerlere ve dini yaşamlara o kadar önem vermemelerine rağmen, halktan daha fanatikmiş gibi tepki gösterirken, sol anlayışlar ise daima o yaşamlarla çatışma halinde olmayı kendilerince ayrıcalık olarak görmekteler. Oysa onların uygulamalarının sağ kesimdekilerin birçoğundan daha gerçekçi ve özgürlükçü olduğunu bildiğimiz halde, değerler gündeme geldiği zaman hep onlarla karşı karşıya gelmeyi tercih eder durumdadır. Bu algıyı çözebilmek ve belli bir yere oturmakta şahsen ben çok zorlanmaktayım…

Sol anlayış olarak politik arenada olanlar, bu özellikleri fazlasıyla ortaya koymaktadırlar. İnsanların kılık kıyafetlerini gündem yapmayanlar, her türlü özgürlüğe kapılarının açık olduğunu söyleyenler, muhafazakâr insanların yaşam tarzlarına ve kendilerince doğru buldukları inanışlarına tahammül gösteremiyorlar… Buna en yakın örnek, CHP grup başkan vekilinin Kuran kurslarından çok, Kuran kurslarında Öğrenim yapan çocukların bu eğitimlerini 1400 yıl önceki orta çağ anlayışı olarak ifade etmesi, tam da bir fiyaskodur. Toplumun genelinin yaşam algısı bu iken bu değerler onların gözünde kutsallık kazanmışken, siz toplumsal yönetime talip olan bir siyasal anlayış olarak, bu sözleri sarf ediyorsanız hastalıklı bir yapıya sahipsiniz demektir. Hastalıklı zihinler, ortadaki yaşamın kutsal kodlarını dikkate almadıklarından toplumsal yaşamda karşılığı çok zor oluşur.

Onun için, onların inançlarına sahip çıktığını söyleyen insanların sözlü göstermelik ifadelerine dikkat kesilerek, onların değerleriyle ne kadar alay ettiklerini ve onlara zarar verdiğine bakmaksızın onları Baş tacı yapar. Ülkenin sol politik anlayışı bunu beceremediği için, rakipleri tarafından toplumun düşmanı gibi hep yansıtılmıştır. Bu durum geçmişte de böyleydi, şu anda böyle devam etmektedir. Sol politik anlayışa birkaç hatırlatmada bulunmayı ve ona dikkat ettikleri taktirde marjinal adlandırılan bir parti olmaktan çıkacaklarını düşünüyorum…

·       Sol politik anlayış, kendisini yenilemeli ve modern devlet algısına sahip olmalıdır.

·       Yönetmek istediği toplumun değer sistemleriyle çatışmayı değil, onlara sahip çıkmayı öğrenmelidir.

·       Özgürlükçü bir ortam oluşturmayı ve toplumdaki hiçbir anlayışa ayrıcalık tanımayacağını, yönetim olarak tüm vatandaşlara eşit mesafede yakın ve uzak olacağını gösterir mesajları net ve içtenlikli vermeli ve o doğrultuda partiyi yeniden dönüştürmelidir.

·       Parti yönetimini sadakat ekseni üzerine değil, ortak akıl üzerine oluşan bir heyetten kurmalıdır. İnsanların bağlayıcılığı duygusallık değil, hukuk olmalıdır.

·       Sağ kesimin ve muhafazakâr demokrat olduğunu söyleyen siyasal oluşumların yaptığı yanlışlardan uzak durmalı ve toplumsal yaşamı geren çıkışlardan kaçınmalıdır.

·       Öfke kin ve nefret üzerine bir oluşum değil, adaleti esas alan bir yaklaşım oluşturmalıdır.

·       Devletin, esas görevinin bilincinde olmalı ve onları yaşamın temeline koymalı, diğer düşünsel tercih ve yaşamlarla ilgili ötekileştirme tutumlarından kaçınmalıdır.

·       Yaşama, Barınma, korunma, güvenlik, eğitim sağlık gibi temel insani sorumlulukları devlet adına en iyi düzeye çıkarmanın mücadelesini vereceğini ve çıkaracağını tüm detaylarıyla insanlarla paylaşmalıdır.

·       Kamusal harcamaların insanların refah düzeyini sarsacak düzeyde olmayacağını, toplumsal yaşamın yönünü etkilemekten uzak bir harcama olacağının garantisini ortaya koymalıdır.

·       Kamu kurumlarında çalışanların ayrıcalıklı bir konumda olmadığı, insanların hizmetini yapmak ve devletin işleyişini sağlamak için o görevlerinden dolayı, insanlardan toplanan vergilerle maaş aldığı bilinci verilerek, halk ile bürokratik hiyerarşi arasındaki güven ve iletişim yeniden sıcak temellere taşınmalıdır.

·       Devlet yönetiminde bulunmanın, bir futbol takımında olmaktan hiç farkının olmadığı, tüm parti taraftarlarına bir parti anlayışı olarak vermesi gerekir. Onun için parti içinde her kesimden ve düşünceden insanların olacağı ve herkesin hukuka uygun hareket etmelerinin gerekliliği ve önemi sıkça vurgulanarak, değişimin ciddiyeti en alt katmanlara kadar indirilmelidir.

·       Sosyolojik anlamda bir yatay nitelikli parti olmaktan çıkacak, dikey içerikli bir parti olacak…

·       Parti gündemi inançlar yaşamlar düşünceler üzerine değil, tamamıyla mutluluk, paylaşım, refah düzeyi, milli gelir, yaşam alanların genişlemesi ve vatandaşlık bilincinin verilmesi üzerine oturmalıdır.

·       Sol anlayışın geçmişiyle bu toplumda bir çatışmanın olduğu bilinmeli ve insanların değişiminin mümkün olduğu, ancak geçmiş öğrendiklerini unutmasının o kadar kolay olmadığı unutulmamalıdır. Bunu bilenler olarak değişimin sürekliliği ve sürdürülebilirliği konusunda ciddi atılımlar ve anlayışlar geliştirilmelidir.

·       Sol anlayış yeni bir Vizyon oluşturmalıdır, israfa dayanan tanıtım ve reklam kampanyalarını ortadan kaldıracak ve tasarrufa gidecek adımlar atmalıdır. Partilerin vatandaşın cebinden çıkan paraları har vurup harman savurarak, görüntü kirliliği oluşturacak düzeyde cadde ve sokak kirlenmesini önleyici çalışmalar yapmalıdır.

·       Hangi düşünceye sahip olursa olsun toplum menfaatine olacak her türlü mal ve hizmet üretimi oluşturmak isteyenlerin, önündeki bürokratik engeller sıfırlanacak düzeye indirilmelidir.

·       Vergi sistemi yeniden düzenlenmeli, tüketimden alınan vergiler düşürülmeli veya yok edilmeli, servet ve kardan alınan vergiler oluşturulmalıdır.

·       Her vatandaştan tükettiği her nesne adına vergi almak insan doğası ve insanlık yaşamı ile bağdaşmaz… Ancak bir vatandaş korunma, barınma ve geleceği garanti altına alan devlete, vergi vermesi gerekir, bu da kendisi adına devlete bu sorumluluğunu verdiğinden devlet bir hizmet karşılığında bunu alır. Ancak bana su getirmiş olan bir satıcı, getirdiği suyun bedelini aldığı gibi, devlet anlayışı benim kullandığım suyun kullanımına ait bir vergi, ayrıca alma garantisinde bulunarak aldığım sudan ayrı bir vergi ve bir de bunlara KDV vergisi diye bir vergi koyarak, insanı yaşamından bıktıracak eylemden uzaklaşmalıdır. Var olanlar bunları daha bir sıkılaştırdı, oysa yeni bir anlayış bunları değiştirmesi ve insanların nefes almasını sağlamalıdır.

·       Verginin gelirden ve ticaretin karından alınması gerektiği bilinmeli ve yeni bir boyut oluşturulmalıdır. Devletteki anlayışların sınırsız harcamalarını kısmamak adına, atılan her adımdan vergi alınırsa, insanlar yaşamlarından bıkar ve herkesin üstüne bir çizgi çekmek zorunda kalırlar.

·       Özel tüketim ve ayrıcalıklı yaşamı anlatan, yatlardan, süs eşyalarından alınmayan özel tüketim vergisi, gariban birinin iletişim sağlamak için kullandığı telefondan alınıyorsa, orada durup düşünmek gerekmez mi?

·       Sahiden sistemin işleyiş kuralları baştan ayağa yeniden gözden geçirilmeli ve insanlığı olumsuz etkileyen her kural yaşamdan uzaklaştırılmalıdır.

·       Bir devletin gelir kalemleri yeniden tanımlanmalıdır. Devlet, harami çetesi gibi pusu kurarak ceza kesip bu cezalardan gelen paralarla gelir kalemi oluşturmaz. Devlet, kurulan pusulardan elde ettiği menfaatlerle gelir kalemi oluşturursa, üretim tesisi açarak neden daha fazla yorulsun ki, Almanya’nın araç üretiminden kazandığı paradan çok daha fazlasını, onlardan alınan araçlardan devletin aldığı vergi ile kazandığı ortadadır. Vergileri çoğaltarak, halkı bunaltarak, toplayıcı düzeyde olan bir devlet; göçebe ve medenileşememiş bir devlettir. Onun içindir ki yeni anlayışlara tavsiyem medenileşmiş bir devlet yapısı oluşturmalarıdır.

·       Ceza ve ödül her yönetim anlayışında olması gerekir, ancak bu bir gelir kalemi olarak gösterilmemelidir, utançtır. Devlet ceza kesen bir harami başı olamaz, devlet insanların hata yapabileceği alanları öğrenir ve insanlar oraya yönelmeden onları önleyici tedbirler alır, bu davranışı devam ettirenlerin yaygınlığını sağlayarak içselleştirmeleri için ödüller vererek teşvikler oluşturur. Bu teşvikleri kendi kasasından vermemek için de çok aykırı suç eylemleri olursa, onları cezalandırarak onlardan aldığını bu alanda kullanmalıdır. Yani negatifi yok etmek için, pozitifi aktifleştirmesi kaçınılmazdır.

·       Seleflerinin yaptığı gibi ben yaptım oldu geçmiş anlayışını imha edecek, toplum için atacağı her adımı, her anlayıştan olan ama bilimsel yönü güçlü etik değerlere bağlı kurullardan geçirerek uygulamalıdır.

·       Teorik eğitim algısını uygulamalı eğitime dönüştürmeli ve hayatla eğitimi iç içe yapmalıdır. Eski yatılı okulların fonksiyonelliğini yeniden canlandırmalı ve toplumsal farkındalık değişim hareketlerini eğitim kurumlarıyla başlayarak hayata geçirmelidir.

·       Mesleki itibarları koruyacak önleyici tedbirler olmalı ve mesleklerin saygınlığı artırılmalı ve doğal saygınlığa dönüştürülmelidir.

·       Toplumsal yaşamda hiçbir anlayışın başkasına hakaret etme hakkının olmadığı, eleştiri, düşünce özgürlüğü ve hakaretin sınırları hukuki normlarla belirlenmeli ve bunu kimsenin belirlemesine fırsat tanınmamalıdır.

·       Her anlayışın değer verdiğine bir başka anlayışın hakaret ve saldırı hakkının olmadığı, saygı duymasının gerekliliği ancak saygı duyması onu seveceği anlamına gelmediği, bir toplumsal algı olarak yaşanır hale getirilmelidir.

·       Bir yaşamı seviyor olmanız başkasının yaşamını rencide edecek eylemlere sizi sürüklememelidir.

·       Devletin, aslı fonksiyonları yeniden tanımlanmalı ve kimsenin devletin sahibiymiş gibi kendine ayrıcalık tanımasına fırsat verilmemelidir. Devleti birileri kendisine göre tanımladığı zaman, gücü ele geçirdiğinde kendi anlayışında olmayanları rahatlıkla devlet düşmanı diye tanımlayarak, toplumsal yaşamın dışına atma isteğini ortadan kaldırmak zorunludur.

·       Muhalif olan her anlayış iktidar olan anlayışın imkânları ele geçirince diğerlerini vatan haini görmesine fırsat vermek istemiyorsak, vatan hainliğinin ne olduğunun hukuken tanımının yapılması zorunludur.

·       Muhafazakâr demokrat tanımlaması yapanlar bu saydığımız hususları tepeledikleri için o anlayışların bunu yeniden ikamet etmeleri mümkün görülmediği için sosyal demokrat olan anlayışlar bu konulara gerekli önemi vermeleri onların varlık sahnesinde devamlı olmalarının yolunu açacaktır.

·       Her şey Devlet için Makyavelist anlayış ortadan kalkmalıdır. Çünkü iktidar olan her anlayış kendisini devlet gördüğünden, kendi çıkarlarını korumayı ve sürekli kılmayı devletin varlığını koruduğunu sanarak, insanların yaşam ortamlarını dikkate almadan bir savurganlık yapmaktadır. Oysa yeni anlayış, İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın anlayışını egemen kılmalıdır. İnsanın mutlu olmadığı yerde devletin güçlülüğünden ve varlığından söz edilemez. Beni mutlu etmesi için, vekâletimi kendisine verdiğim devlet, vekâleti benim aleyhime kullanırsa onun elindeki vekâletimi imha etmek ve benim vekilliğimden azil edilmesi kaçınılmaz olur. Onun için insanı yaşatan devlet algısını geliştirmek hem devleti güçlü kılar hem de vatandaşların ayrıcalıksız devletin sahibi olduğundan, herkes devlete sahip çıkar.

·       Yeni yönetim anlayışı oluşturmak isteyen, özellikle sol cenahın bunlara ağırlık vermesi ve onu devamlılığı olan bir siyasi algıya dönüştürmesi zorunludur.

·       Bu ve buna benzer daha nice yapılması gerekenleri yapmak isteyen sorumluluk sahiplerine, bir imkân olarak bunları sunmayı, ülke ve insan sevdalısı biri olarak açıklamaya hazırız… Çıkarsız uygulamak isteyenlere selam olsun…

Selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle… Herkese Şafak sökmeden bulutlar dağılmadan doğmak istemeyen Güneşi armağan ediyorum… Aydınlık yarınlar yoldaşınız olsun!

Bahadır Hataylı/24.01.2022/19.30




15 Ağustos 2023 Salı

MARTIYLA BAŞLADIM SORGULAMAYA UÇARAK GELDİM BU GÜNLERE


Orta okul yıllarında Richard Bach’ın Martı kitabını okuduğumda hayatım bir anda, yaşadığım her anın sorgulamasıyla geçmeye başladı…Hatta Orta ikinci sınıfta Sınıf öğretmenim ve aynı zamanda Türkçe öğretmenim, dönem sonu karneme” Her karara itiraz eden çok çalışkan bir öğrencimizdir, itirazlı yönü çalışkanlık özelliğini bozuyor,” notu düşmüştü. Bugün gibi hatırlıyorum çünkü o ifadeyi beynime kazıdım.

O günden beri adımız çıktı dokuza bir daha inmiyor sekize, o yıllarda İslam’ı düşünceyle tanışıyoruz ve ben karşılaştığım her şeyi sorgulayarak yaşamak istiyorum, kafama yatar aklım onaylar ve kalbim hissederse ondan dönmem ancak benim ölümümle mümkün olur; öyle de bağlanıyorum. Hem namaz kılıp, hem İslam’ı anlatan ve aynı zamanda başkalarını aldatmaya çalışan bir anlayışın benim inandığım kitapta yeri olmadı. Yanlış olduysa hata diyerek af ve mağfiret dilenmesi gerektiğine inandım. Bir arkadaşımız vardı, Camilere gider Kur’an’ı kerimleri alıp getirirdi her hafta; Kitabı olmayan arkadaşlara dağıtırdı. Hatta bir gün, Pansiyondan çıkıp çarşıya doğru direk aşağı inen bir sokak vardı; o sokağa sağlı sollu arabalar park ederdi. Avrupa’da çalışanlar çoktu, yeni araçlardan birinin çok uzun bir anteni varmış o anteni kırmış ve içine bir tükenmez kalem yerleştirmiş, onu bize tanıtmak için çıkardı cebinden; bu postayla bana Japonya’dan geldi dedi. O arkadaşımız çok havadar ve öyle şeylerle insanları hem avutmayı hem de ilgi odağı haline gelmeyi severdi. Etüt saatinde aynı masada oturuyoruz, çıkardı anteni onu kalem gibi kullanarak ders çalışıyordu, o anda belletici öğretmenimiz sınıfa girdi, aaaa ne bu x dedi. O da kalem dedi, nasıl kalem oğlum, bunu nereden aldın dedi. Bir tane de bana al, o her yerde olmaz hocam, Japoncadan bana özel geldi deyince, o zaman bana ver onu dedi. O da satayım hocam dedi arada pazarlık yapıyorlardı…Ondan sonrası orada kalsın…

Neyse, hoca gittikten sonra biz sıkıştırdık oğlum sen doğru söylemiyorsun nereden aldın dediğimizde, oğlum burası darul harp her şey mubah, ne yaparsan yap başaklarının malı sana helal siz bunu bilmiyor musunuz diye, bize de yedirmeye çalışıyordu. Ben bana ait olmayan bir şeye dokunmanın ne insani ne İslami olduğunu savunurken bu arkadaşım bana o dinin inceliklerini anlatıyordu. Hatta Banyoya gidip o ve o kafada olan aynı yere gidip geldiğimiz bu arkadaşların açık bıraktığı ve yanık bıraktığı ampul ve muslukları çok kapattığım olmuştur. Ortaokul yıllarında başlayan bu sorgulamalarım, çıkar ve isteklerini ilah edinip ona dini kılıf geçirip yaşayan ortamlarda beni hep yalnızlığa taşıdı. Yani bir yanlışa, nefsin arzularına dini kılıf geçirdiğinizde yapamayacağınız eylem kalmıyor. Hatta sizin dışınızda sizin gibi düşünmeyenleri bile aforoz edip öldürebiliyorsunuz. Böylesi çelişkilerin ve karanlıkların yaşandığı ortamlardan bu günlere gelirken hayatta Rahman’ın indirdiği ve kati emirleri dışında sorgulanmayan bir bilginin insanı hakikate götürmeyeceğine hep inandım. Onun için sorgulamadan merkezi sistemlerce zihinlere yerleştirilen anlayışlar içinde pek albenimiz olmadı. Olmasın zaten olsun diye bir derdim de yoktur. Ben inandığımı yaşarım hatırlatırım, dileyen alır dileyen reddeder. Nasıl olsa yolun sonunda aynı gişeden geçeceğiz, hesaplar orada ekrana yansıyacak ondan dolayı rahatım. Ancak yapmak zorunda olupta yapamadıklarımdan rahatsızım. “Ey insan muhakkak ki sen rabbine giden bir yol üzerinde çabalayıp durmaktasın, hangi yoldan gidersen git muhakkak ki ona varacaksın…” İnşikak:6

Öyle zamanlarımız oldu ki, bize din anlattığına inandığımız abiler vardı, onların her dediği bizim için çok önemliydi, onlara itiraz etmeyi bırakın soru bile sorulmazdı. Sorduğunuzda sen bu anlayışa uygun bir kişi olmuyorsun ve her şeyi sorguluyorsun, dolayısıyla sana bir şeyi kabullendirmenin kolay olmadığına inanılıyordu. Hatta bir ara böyle bir durumdan dolayı bana ciddi bir tepki gösterildi ve aylarca kimse benimle konuşmadı ve yalnızlığa itildim bunu hiç unutmuyorum. Sebebini sorduğumda öyle gerektiğini sen biraz düşün ve nelere itiraz etmemem ve neleri yapmam gerektiğini anlayacağım anlatıldı. Bir gün o abileri rüyamda gördüm ve benimle ilgili ne düşündüklerini ve nasıl bir sonuca gitmek istedikleri ayan beyan ortadaydı. Özellikle olayın birinci sorumlusu olan o kişiye, abi seninle biraz gezmek istiyorum müsait misiniz dediğimde akşam olur dedi. O zaman böyle araba falan yok o karanlıklarda koluma girdi o sokak senin bu sokak benim geziyoruz ve bana bir şeyler anlatıyor. Bir yere geldik gayet samimi duygusal bir ortam oluştu, abi önce yemin et sonra sana bir şey soracağım dedim. Tamam dedi, dedim ki benimle ilgili şöyle şöyle düşünüyorsunuz neden, ben ne yaptım bunları hak edecek niçin öyle bir tecrit duygusu sizde oluştu dediğimde, öyle bir şey yok falan dedi, sonra bunları sana kim söyledi, biz onu seni tanıyan bir kişi ile konuştuk, ama o seninle bunu konuşmaz bu söylediklerini aynen konuştuk ama nasıl oldu bu iş sana aktarıldı dedi…Ben o zaman güldüm. Onların tamamını ben rüyamda gördüm dedim, o anda durdu kaldı ve inanır gibi oldu ve hakkını helal et dedi ve ondan sonra benimle ilgili düşünceleri gayet resmi oldu…Yani şunu söylüyorum o gün insanlara anlatılan hikayeler kayıtsız şartsız teslimiyeti gerektirir. Oysa benim kafam ve yüreğim böyle bir geçite yer vermiyordu. Ondan dolayı hep çıbanbaşı oldum ve kullara kul olmayı yeğlemedim. O zamandan beri şunu anladım ki insanları avutmanın ve onları istenilen doğrultuda bir düdük peşine taşımanızın en önemli etkeni, düşünmeyen sorgulamayan sürü psikolojisiyle yaşatmanızdır.

Tekrar araba antenlerinden kalem yapan arkadaşa dönecek olursak, yıllar sonrası biz onunla sosyal medyada birbirimize girdik, sebebi ise var olan iktidarın yaptığı olumsuzlukların bir veba gibi yayılıp, insanların düşünemeyen bir deneğe dönüşeceğine dair açıklamalarım vardı. O da fanatik iktidarı savunuyordu. Ortaokuldan beri başkasının mallarını kullanmanın caiz olduğunu piyasanın darulharp olduğuna inanan bir anlayışın bugünkü çıkışlarının aslında onların sahip olduğu inançtan kaynaklandığını görüyorum. Demek ki inanılan inanç neymiş, onu tanımak gerekiyor. İnancınız anlayışınız buna iyi bakıyorsa, sizin yanlış yapmama ve onlara meşruluk kazandırmama gibi bir tavrınız olmuyor…Onlar yemesinde başkaları mı yesin, ne için aldığını biliyor musun, onlar yardım kuruluşlarına aktarıyorlar Kur’an kursu ve imam hatip açıyorlar gibi anlayışlar için haram ve helal sınırlarının hiçbir önemi yoktur. Merkebi kesip satarken adına helal kesim diyen birinin algısı, bize ancak böyle kötü yaşamları miras bırakır. Vallahi besmeleyle kesildi diyor, âmâ sattığı eşek eti…Allah’ın adının anılmadığı bir lokma bu boğazdan geçmedi diyenlere bakın çok doğru söylüyor, haramı yerken besmeleyle tüketerek meşruluk kazandırmaya çalışıyor…Allah’u- Ekber diyerek kafa kesenler gibi…

İşte, böylesi atmosferlerin havasını soluyarak, büyürken bunlarla olan mücadelemiz durmadı ki, bugün bu sorgulamalarımızı yapmayalım…” Ben ve bana tabi olanlar biz bilerek bu yola davet ederiz” diyen elçinin buyurduğu gibi hayatımızın olmasını isterken, yanlışları meşrulaştırmış ve gelenek olarak yaşayan anlayışlar içinde yerimizin olmayacağını da çok iyi hesap ederek bu yolda var olmaya çalışıyoruz. Üç kuruşluk yaşam için, 100 liralık hatta sürekli ikramiyesi çoğalan bir yaşamı harcarsak bunun bir hiç olduğunu bilerek yaşamayı tercih ettik. Tek farkımız bu…Sahip oldukları ile övünerek baki olduklarına inanan ama söylerken her şey geçici diye kendini avutan bir yaşamın kıyısında durmuşum, onların yabancı olduğu benim özümle aynı olan bir ıslık tutturmuşum…Zaten ıslığın dinde yeri yok diye fetvaları ellerinde olduğu için, saldıran saldırana bilmiyorlar ki benim ne kavalım ne zurnam var o ıslık nefesim olduğu sürece devam eder….İşte böyle bir hayatta ben hep tehlikeli mayınlarda yürüyüp tehlikeli sularda kulaç atarken akledemeyenler bazen çıkıyor, vah zavallı vah davayı da terk etti sonunda diye acınacak halleriyle bana acıyorlar. Sağ olsunlar en azından acıyan bir yanlarının olduğunu görmekte bir şans(!)

1995 yılıydı, bir iftiradan dolayı 3 yıl Gaziantep ağır ceza mahkemesinde yargılanırken, başkan savunmamı istemişti, ona verdiğim cevap şuydu, Değerli Başkan ve kıymetli üyeler, karşımda yazan “Adalet mülkün Temelidir,” bu veciz sözün altında yargılandığımı biliyorum ve adaletin tecelli edeceğine canı gönülden inanıyorum. Savunmamın, Sokrates’in Ölüme giderken hanımıyla arasında geçen konuşmadan farklı olduğuna inanmıyorum. Hanımı Sokrates’e seni suçsuz yere ölüme götürüyorlar dur demeyecek misin, hayır suçlu olsam daha mı iyiydi…Ondan dolayı çok rahatım, sen de hiç üzülme çünkü ben sevdiğime gidiyorum der ve ölümü tercih eder.” Dedim, ama başkan bizimle dalga geçip Felsefe yapma dedi. Onun üzerine Savcıya döndü ve kararı açıklayacak, savcı şahsın bu yaşta hal ve hareketlerine bakıldığında, savunması dikkate alındığında bu olaylarla yakından uzaktan alakasının olmadığı ve kamuyu yanıltacak bilgi vermediği anlaşıldığından beratine diye cevap verdi. Ancak Reis Efendi dedi ki bir şahıs bu kadar sorguluyor ve bilgi sahibi ise, bu olaylarla ilişkisi olmadığına kananat getirilmemiştir. Sayın başkan doğruları konuşmak suçsa bunu söyleseydiniz onu bileydim dedim aldığım cevap, yalan söyleme hakkın var dedi…Ben de o an tüm film koptu. Yani adalet dağıttığını sandığım ağır ceza reisi, benim yalan söylemem halinde bu işin bitirilebileceğini ifade etmesi ve mahkemenin 6 ay sonrası Nisan…bilmem kaç demesi beni hepten ayartmıştı.

Evet dostlar sonucu göze alamayanlar sorgulama yapamazlar sonuç ne olursa olsun Allah’ın taktirinin dışında bir şey olmayacağına inananlar ancak sorgulamanın Nirvana’sına çıkarak hakikate şahitlik yapabilirler. Rabbim, bizleri o kulların arasına kat…Hz. İbrahim’in deyimiyle, siz benim Rabbimden sakınmıyorsunuz, hesabı dikkate almıyorsunuz, istediğiniz gibi koşturuyorsunuz da ben sizin düzmece ve ne olduğu belirsiz muktedirlerinizden mi sakınacağım, rabbim her şeye şahittir….Ey Rabbim ölüleri nasıl yarattığını bana gösterir misin, İbrahim sen inanmıyor musun, hayır rabbim öyle bir inanıyorum ki, kalbim mutmain olsun istiyorum diyen İbrahim, Allah’ın yaratmasını sorgularken, bizim yaşadığımız evrende neden yaşadığımız, bizim dışımızda bizim için ne planlar yapıldığını sorgulamamız büyük bir çoğunluğu rahatsız ediyorsa varsın etsin….Biz kırılan kolu yen içinde bırakmayız. Toplumsal yaşama dönük başkalarını ilgilendiren her şeyi sorgularız ancak kişinin bireysel günahlarının çetelesini tutacak kadar da çukura düşmeyiz o bizim işimiz değil….

Sorgulayan beyinlerden korkmayın, onlar sadece sizi doğruya götürmek isterler, doğrular eleştiri ve sorgulama oklarının içinde taşınırlar, size acı verip kafanızı yaralasa da katlanmayı bilin, yoksa oksijensiz kalan o beynin içindeki kan sizi ölüme mahkûm eder…

Selam ve iyilik dileklerimle bir sonraki yazımda inşallah sorgulamayla ilgili geçmişte şu an etken yetkin olan ortamlarla aramda geçen diyalogları anlatmaya devam edeceğim rabbim sağlık sıhhat ve afiyet verirse…Kalın sağlıcakla…

Erol Kekeç/10.08.2023/13.36/Namazgah /İST

8 Ağustos 2023 Salı

İYİ DEDİĞİNDE İYİ OLUYORSA KAPA GÖZLERİNİ KORU KENDİNİ

Bir Toplumun gelişmişliği, huzuru, mutluluğu, her şeye iyi dediğinde elde ediliyorsa bundan daha rahat emeksiz ve düşünmeden elde edilen bir güzellik olamaz. (!)

Halis ağa sen çok itiraz ediyorsun, bak elinde tespih sabahtan akşama kadar camiden çıkmayan Hasan emmiye, her şeye güzel bakıyor hiçbir sorunu yoktur. Hatta evine götürecek ekmeği bile olmasa, bizim ne yaptığımız nerede koşturduğumuz ne kadar harcadığımız onu hiç ilgilendirmiyor. Akşam huzurla yatıyor, sabah huzurla kalkıyor. Halis ağa sen ortalığı karıştırmaya çalışıyorsun insanları isyana teşvik ediyorsun olmaz böyle bir şey, biraz iyi tarafından bak ya…

Her şey kötü dediğinde sorun çözülüyor mu hayır, o zaman kendinizi fazla sıkmanızın anlamı nedir, güzel bakın güzel görürsünüz, önünüzden geçen biri sizi rahatsız ediyor diye yakınacağınıza, kapayın gözlerinizi görmeyin rahatsız olmazsınız…Rahatsızlık duyduklarınızdan yüz çevirmek zor olabilir, ancak alışmak diye bir kavram var, insan zaten alışmasa yaşayamaz ki dünyada(!) Allah iyi ki böyle bir yanımızı yaratmış(!) ya alışamasaydık nice olurdu halimiz…Ne kadar şükretsek azdır, her şeye alışıyoruz tepkisiz kalıyoruz ve rahatlıyoruz(!)Allah öyle mükemmel bir varlık olarak bizi yaratmış ki, bazen seviniyoruz, bazen üzülüyoruz, bazen altından kalkamıyoruz ama bunlardan çok daha önemlisi, zamanındaki olumsuzlukları değiştiremiyorsan sen zamana uyuyorsun ve o yaşadığın acıların hepsinden bir anda kurtuluyorsun(!)İnsan buna şükretmez mi, atalarımız ne demiş, zaman sana uymuyorsa sen zamana uyacaksın, hakikaten bu atalarımız her zaman bir çıkış yolu bulmuşlar, ne olur onların bu veciz ve tecrübeye dayanan öğütlerine biraz kulak verin ki, sizler de acı çekmeyin…(!)

Ne olur yani, herkesin iyi dediğine siz de iyi deseniz, neden iyi güzel diyemiyorsunuz, size mi kaldı hep iyileri doğruları anlatmak, sen kim kocabaşlara doğruları anlatmak kim(!). Selin aktığı yönde gitmezseniz boğulursunuz, toplum nereye gidiyorsa sen de o yöne git, yoksa o sel seni alır götürür ve derinlere gömer. Çünkü bu sel akışına engel olduğunu düşündüğü her şeyi yok eder. Hatta güzel olduğu anlatılan ihtişamlı binalar bile olsa, o sele dayanamaz. Kalkıyorsunuz anlamsız boş konuşmalarla kendinizi yoruyorsunuz, kayığın suda yüzmesi dalgaların tersi yönde kürek çekmekmiş…Ne yüzmesi siz hala anlamadınız mı, bu selde yüzülmez burada kulaç atılmaz. Burası yüzmeyi öğrenme yeri değil, dalacaksın sulara, bu sel devam ederken elindekini dolduracaksın bir bakarsın o dalgalar seni bir yerden karaya atmış…Elinde kalanla yetinip yaşamını süreceksin, bu selden kimin ne kazandığı neler çıkardığı ve suların derinliklerinde ne aradığı seni niye ilgilendiriyor…Dal sulara ağrımasın başın, al çık kenara uzan boylu boyunca, bana değmeyen yılanlara nice ömürler dilerim de, dal uykuya; birisi seni uyandırmak istediğinde sana ne benim uyanmamdan, sen korkuyorsun sulara giremiyorsun gelip benim kazanımlarıma göz dikiyorsun çabuk kaybol sana tahammülüm yok dersin,… Onun seni parçalayacağını düşün ve hemen kovalamaya başla, hatta sana korku verirse,o korkuları yenmek için öyle bağır ki, tüm yaban eşeklerinin toplanmasını sağla…Doğruyu anlatmamdan neden bu kadar rahatsız oldun diyerek hala konuşmasını sürdürüyorsa, kulaklarınızı kapayarak uzaklaşın, bunlar çok tehlikeli, bir kişi olsalar da onları asla duymayın, hatta aslandan korkup kaçan yaban eşekleri gibi uzaklaşın ki, doğrularınızın genetiği bozulmasın yoksa rahatsızlık duyarsınız ve geceleriniz harap olur gündüzleriniz cehenneme döner. Böyle bir cenneti oluşturmak için, sabah akşam savaşan bizlerin yaptığı ve gelecekte yapacaklarımız duman olur. Sakın ola ki bunlara inanmayın…

Çok mu zor her şey çok iyi yaşayıp gidiyoruz, rahatımızı bozmayın demek…Adamlar çıkıyorlar ortaya olur olmaz saçma sapan kafa karıştırıcı kelime ve cümlelerle sizin yaşadığınız huzuru bozarak karanlıkların gelmesini istiyorlar. Üstelik yaşadığınız ortamın da karanlık olduğunu söylüyorlar, be adam herkesin aydınlık dediği karanlığa sen karanlık demekle karanlık mı olacak sanıyorsun, âmâ bunu bilmez bu gafiller. Sanıyorlar ki karanlık ve aydınlık bir yaşam biçimi, öyle bir şey yok(!)karanlıkta aydınlıkta bir kabulleniştir. Neyi nasıl görmek istersen öyle olur. Açız dersiniz aç olursunuz, tokuz dersiniz tok olursunuz, böyle kolay bir yöntemi buluncaya kadar ömrümüz gitti, hala bu akıl yoksunları karanlık, karanlık diye tutturmuşlar gidiyorlar. Hangi taşı kaldırsan altından çıkıyorlar. Her koyun kendi bacağından asılır diyor atalarımız, yani sen aydınlık dersin aydınlık olur, benim aydınlığımı sen niye karanlıklarınla yok etmeye çalışıyorsun diyorsunuz, olur mu öyle, senin yaşadığın bu karanlıklar beni de etkiliyor diyor, ne güzel mutlu huzurlu yaşayan sizlerin huzurunu bozmakta o kadar mahirler ki, bunların hepsi vatan haini, bu hainler dışardaki hainlerle birlikte olmuşlar hep açtığımız yolları kapamaya çalışıyorlar. “Atalarımızın o veciz ve çok anlamlı,” her koyun kendi bacağından asılır” değerlerini bile tahrif etmeye çalışıyorlar ve diyorlar ki, sen de koy kendini koyun yerine göreceksin kafadan asılacaksın bacak yerine…Bu tam anlamıyla insanları kin ve düşmanlığa teşviktir. Bunlar buna devam ederlerse elbet bunları bastıracak ve seslerini kısacak hukuk sistemimiz var, onları adil bir şekilde hukukçularımız yargılayacaklar(!) ve kodesi boylayacaklar…Sakın ola ki  karanlıkta olsa sizin aydınlık dediğiniz ortamı karanlık bir ortam diye dayatanlara fırsat vermeyin…Onlar bizim barış kardeşlik sevgi saygı dayanışma ve bir bütünlük içinde yaşamamızdan rahatsızlar…Onların ne yaptığını biliyoruz hepsinin bir dosyası var…Zamanı geldiğinde karşılığını alacaklar….Bu sözlerin hepsi vatana ihanettir, vatana ihanetin nedeni olamaz onun bedeli vardır, bizim aydınlık dediğimiz iyi dediğimiz ve sizlerinde buna inandığı bir şeye kimse karanlık kötü diyemez. Bu bölücülük ve vatana ihanettir. İhanetin bedeli mutlaka olacaktır. Siz huzurunuzu bozmayın bizim her şeye gücümüz yeter bizim gazabımız rahmetimizi aşarsa o zaman görürsünüz nasıl bir ortam olacağını; sabrımızı zorlamasınlar gazabımızı kimseye göstermek istemiyoruz…(!)

Dışardan gelenleri biz toplum içinde ağırlamıyoruz, toplumun her yerinde adalet olsa, mutluluk olsa, herkes halinden memnun olsa, bizim kendimizi gösterecek bir albenimiz yoksa kim bizi takar onun için öyle harcamalar yapmalıyız ki, herkes bizim nasıl ve ne kadar büyülü bir yanımızın olduğunu görsün…Yapılan her şey sizin, bunu bilin saraymış,hamammış,yolmuş köprüymüş tünelmiş,gemimiş uçakmış bunlar sizin, onun için sahiplenin, her ne kadar benin ismimle anılsa da doğru olan budur, herkesin adı geçerse bir curcuna olur, onu engellemek için böyle yapıyoruz ve herkesin ondan istifade etmesi uygun olmaz, saray Milletindir, âmâ milletin diye herkesi oraya alırsak sizi temsil etme özelliğini kaybeder. Bunu bilin ve öyle inanın kendim için bir şey yapmıyorum her şey sizin için, bana her şey sizi hatırlatıyor. Biz beraber yürüdük bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurlarda, gemi su alınca gövertiye çıktık siz alta kaldınız, siz kürek çekmezseniz, milletin gemisi nasıl gider bu denizlerde, kürek mahkumu demelerine inanmayın gemi hepimizin batarsa hep birlikte batarız…Çok şükür şu anda en azından bir gemimiz var ki, batıp batmayacağını konuşuyoruz, ya gemi olmasaydı şimdi bunları da konuşamayacaktık(!)Bunları göremeyecek kadar iyiliklere güzelliklere gözleri kapalı bu hainlerin…Onların kulakları var duymazlar, gözleri var görmezler, kalpleri var anlamazlar…Bunlar hep doğruları yok sayan bir zihniyet, bunlar bir gün karşınıza dinle çıkarlar, bir gün demokrasi, bir gün cumhuriyet, alın onu vurun diğerine, bunlar nankör nankör…(!) Ey milletim siz bunlara pabuç bırakmayacak kadar ferasetlisiniz….Ne olur, geldiğimiz yolu sonuna kadar götürelim…”Bana her şey sizi hatırlatıyor…”Sizin gibi her şeyi doğru ve güzel gören gözler olmasaydı bu kadar yol alabilir miydik…(!)

Ne kimseyi aldatırız ne de aldanırız, öyle bir ferasetimiz var ki ,sizden aldığımız enerjiyle sizin için buralardayız…(!)Sizin gezmenize, mal mülk sahibi olmanıza, yemenize içmenize,muhabbete,dosluğa düşmanlığa, gerek yok ;biz sizin adınıza varız ve sizin adınıza çalışıyoruz tüm isteklerinizi bize iletin, biz sizin için gecemizi gündüzümüze katar çalışırız, abdestsiz yere basmayız, haramla işimiz olmaz yaptığımız her işi besmele ile yaparız, besmele ile başlanan, Allah’ın adının olduğu bir işte haram mı olur(!)Tutturmuşlar faiz yükseliyor, bir sorun bakalım yükseliyor mu, yoksa girdiği havalardan şişiyor mu, öyle bir şişiyor ki patladığı zaman göreceksiniz bir daha onun dirilmesini ne gök gürlemesi ne şimşekler ne yıldırımlar sağlayabilir o günü bekleyin…Bu fakir sizlerin aleyhine hiçbir söz söylemez sizin için varız….(!)

Faizle ilgili nas var sözünün ucundan tuttular sündürdüler. Sündür sündür bir yere götürmeye çalıştılar; bunların beyni olsa, nasla ne anlatıldığını önce anlarlardı. Nas insan demek, yani faizin yükselmemesi için nas var insan var, ben varım burada ama ben bu işten elimi çekersem ne olur bilmem diyorum, onlar yatıp kalkıp ne anlatıyorlar, (!) bunlarda hiç utanma yok…Kitabı açıp yüzüne bakmamışlar bir de konuşuyorlar…Nas, Nas bir daha anlatayım İnsan, ben varım diyorum kuş kadar beyinleriyle bunu bile çözememişler kalkıp faiz ile ilgili konuşuyorlar. Gök gürlediğinde şimşek çakınca birden korkarsınız değil mi, işte ben böyle bir ortama bıraktım her şeyi, Karadumanlar sarmış, bulutlar gökyüzünü kaplamış, gök gürlüyor, şimşek çakıyor bir anda faiz aradan sıyrılıp yukarı çıkmış gibi görülebilir ama yakında öyle bir fırtına ve dolu gelecek ki, o zaman ne faiz ne bir iz kalır…Çok şükür(!) o günlere çok yakınız bekleyin ve görün…Siz bize güvenin…Doğru bildiğinizden şaşmayın dere geçilirken at değiştirilmez. Bindiğiniz at çamur çaylak demeden ağzını daldırıp suları geçmek istemeyip hep su içiyor diye aldanmayın, öyle suları bir daha göremeyeceği için yol uzun ondan dolayı suyunu içsin, devam edecek sakın ola ki at değiştirmeyin yoksa suyun ortasında gelen dalgalarla yok olursunuz…(!)

Sahiden çok mu zor her şeye iyi demek, iyi deyin kurtulun, acı çekmeyin mutlu olun, tokum deyin tok olun, o zaman öyle bir cennette yaşarsınız ki, her tarafınızdan cehennem alevleri yükselse size etki etmez…(!)Oh ne güzel hayat cehennemin ortasında cennette yaşamak, hepsi bir söze bağlı. Ey Hasan emmi! biz şimdi her şeye iyi deyince iyi olacağız değil mi(!) iyi olmasan da sen güller içinde yaşamayı istediğinden, iyi olarak baktığın için senden gül kokuları gelecek ve karanlıklar böylece aydınlığa kavuşacak (!)

Rabbimiz, bizi idrak eden dosdoğru yaşayan sözü dinleyip onun en güzeline uyan kullarından eylesin…” Biz bilerek basiretle bu yola davet ederiz diyen elçiler gibi, dosdoğru basiretle davetini yapan kullarından eyle, kin kıskançlık zan nefret ve adaletsizliklerden bizi uzak eyle…Selam muhabbet ve iyilik dileklerimle, aydınlığa hasret kalanlara kocaman bir şafak armağan ediyorum…” Sabah yakın değil mi”?

Bahadır Hataylı/07.08.2023/12.15/Namazgah/İST



5 Ağustos 2023 Cumartesi

BAKMAKLA ÖĞRENİLSEYDİ KEDİLER KASAP OLURDU BU İNTİHARLARA BAKMA!


Toplumsal yaşamda insanlar geleceği karanlık gördüklerinde bir belirsizlik içindeki yaşamlarını noktalayarak sonlandırmayı düşünüyorlar. Ayrıca yaşamda alacağı zevklerin hepsini tatmış olanlar, o zevklerden sonra aynı tekrarlarla bu zevkleri yaşamaya bir anlam veremediklerinden yaşamlarına son noktayı koyuyorlar. Gelişmiş toplumlar ile gelişmemiş toplumlar arasındaki intihar ayrımlarını bu iki açıklama ortaya koyuyor.

Ülkemiz gerçekliği dikkate alındığı zaman 2002 yılından bu yana intiharların her geçen gün yükselerek devam ettiğine şahit oluyoruz. TÜİK’in raporlarında bunları görmek mümkün…2019’yılından sonra ülkemizde intiharlar giderek hızlanmaktadır. Bu ölümlerin sebepleri arasında en önemli olanları, geleceğin belirsizliği, yaşanılanlar arasında çelişkilerin fark edilmesi ve bunların insanı bıktırır duruma getirmesi, ekonomik zorluklar geçim sıkıntısı, hayallerin tükenmesi, umutsuzluk, geçimsiz ailelerin çocuklarının uyuşturucuyla dengelerinin bozulması, aile içi geçimsizlik, iyileşmeyen hastalıkların verdiği acıları dindirme girişimi, yalnızlık duygusu ve kalabalıklar arasına karışamama, içe kapanıklık vs.

Bu ölümlerin içinde en çok göze çarpanı ise, devam eden geçim sıkıntısı ve güvenin kaybolması. Her ne kadar yukarıda sayılan intihar girişimlerinin çeşitli sebepleri olsa da bazılarındaki ölüm oranları çok sınırlı ancak ekonomik yaşamın zorluğu, gelecek belirsizliği, toplumsal yaşamın artan stres dalgası, yaşanılan olumsuzlukların gelenek haline gelme endişesi ve bunların iyileşme imkanına inancın kaybolması, en önemli etkenlerden biri de ülkenin politik algısının liyakatlerine dikkat edilerek insanları istihdam etmemesi anlayışına olan inanç, ne yaparsa yapsın istediği bir yere gelmesinin imkansız olduğuna inancı intiharları ve iradesizliği yaygın hale getiriyor.

Ülkenin her yanına açılan üniversiteler iktidardaki politik algıyı rahatlatmış olabilir, ancak   insanların sorunlarına bir çözüm olduğuna dönük inanç oluşturamamıştır. Çünkü üniversiteden mezun olan altı öğrenciden biri ancak iş bulup çalışabiliyor. Dolayısıyla bu uygulamanın ne kadar doğru ve tutarlı olduğu yaşamdan alınan örneklerle sorgulanmaya başladı. Her ile bir üniversite açtığınızda, üretimi artırmış, işsizliği önlemiş olmuyorsunuz. O her üniversiteyi sürdürecek akademik kadro ve idari personel istihdam etmek zorundasınız, ayrıca üretime katkısı olmayan potansiyel enerjiyi buralarda 4 yıl ya da daha fazla eğlendirmiş oluyorsunuz; bunların her biri bir masraf demektir. Dolayısıyla bu üniversiteler topluma katkı sunan alanlar değil, toplumun sırtına binen kamburlardan bir başkası oldu. Diploma almanın bir ayrıcalık olarak algılandığı iş bilmezliğin adının ise herkesin her yerde çalışması mümkün değil, çünkü adam diplomasını aldı, diplomanın anlam ifade etmediği ancak uzmanlık ve mahir olmanın değerinin olduğu bir yerde, alınan bu anlamsız diplomalar ancak sizi kamusal kurumlara doldurdu ve oradaki yaşamı imha etti. Bunun aksini iddia edeceklere tüm kurumlardan örneklerle bunları kanıtlarız, sosyolojik yaşamın ortaya çıkardığı tablo ne yazık ki, böylesi bir hantal işe yaramayan kamu düzenini oluşturdu.

Diplomanın nereden nasıl alındığına bakılmaksızın, babası amcası dayısı, akrabası hocası olanlar, yazılı sınavlarda ne aldığına bakmadan bir ucube uygulama olan mülakatlarla bu kurumlara dolduruldular. Dolayısıyla onları oraya alanlara bir diyet borcu olarak işe başladılar. Diyet borcu olan her kişi, insanlara hizmeti topluma mutluluğu amaçlayarak iş yapmaz, onun yapacağı sadece onu oraya getirenlerin isteklerine cevap verip, onların beklentilerine göre hareket etmektir. Böylesi köhnemiş anlayışlarla, kamu kurumlarının birçok yerde baştan başa kuşatıldığı bir yerde insanların mutluluğunu, gelecek hayallerini ve hayata karşı bir beklentilerinin olmasını düşünemiyorsunuz. Yani yönetimdeki politik anlayış kendisinden öncekiler ne yapıyorsa benzerini yaparak devam ediyor, sadece yapanların adı ve oraya yerleştirilenlerin politik anlayışa yakınlığı değişiyor. Her gelen kendinden öncekini aratarak bu ülkeyi karanlıklara gömdü. Dolayısıyla böyle bir ülke de birkaç kuşağın bunlara şahit olduğu bilindiğine göre bu ölümlerin sebeplerini, insanların yalnızlığa gömülmesinin arkasındaki vahşeti anlamak istemeyen yönetimler kendi toplumlarını göz göre göre imha ederler. Bizim şu an yaşadığımız ortam böylesi bir aşamaya doğru hızla yol alıyor.

Ülkemizdeki intihar vakalarının en çok yaşandığı şehirler, İstanbul, İzmir ve Ankara’dır. En az yaşandığı yerler ise, Bayburt ve Ardahan’dır. Hayat şartları zorlaştıkça, insanlar arası yakınlık duyguları etkileşim duyarlılık, komşuluk, muhabbet azaldıkça intiharların hızlandığını görmekteyiz. Bu şehirleri günümüzde ülkenin en zor yaşanılan şehirleri sıralamasında da önde görmekteyiz. Bu şehirlerimizde özellikle İstanbul’da yaşayabilene helal olsun dercesine bir yaşam gelişti son üç yıl içinde. Bu koşullarda insanlar çaresiz kaldığında, yaşarken duyduğu acıları unutmak için, sonucun ne olacağını düşünmeden intiharı seçebiliyor. Her gün köprüden atlayanlar, renin altına kendini atanlar, silahla intihar edenler artarak devam etmektedir.

İntihar yaşlarının en yoğun olduğu yaş aralığı,24 ile 35 arası olduğu göze çarpıyor. Ancak 20’li yaşlardan başlayarak bu eylem gerçekleştiriliyor. Bu aralıkların dışında intihar vakaları olsa da sosyal yaşamı etkileyecek düzeyde bir sosyal vaka değil…Ancak 24 ile 35 yaş aralığı ciddi bir sorun olmaya başladı. Bu yaşlar hayatın yükünü taşımak için sorumluluğun doğrudan altına girildiği yaşlardır.25’li yaşlara kadar hala gençlere çocuk olarak bakılıyor ve aile destekleri devam ediyor, ancak evlilik yapıp bir sorumluluk altına girenlerin bu sorumluluğun ağırlıkları altında ezildiğini gördüğümüzde, en kısa yolu intiharı seçmek oluyor. Bunda da kendi yaşamlarını devam ettirecek imkanlardan yoksun olmaları veyahut ta karşılamakta zorlanmaları etkili oluyor. Yani insanlarımız tek tip bir algıyla yetişti, üniversiteden diploma al bir yere gir çalış para kazan o olmazsa ne olur; alternatif bir bakıştan yoksun sadece güdülen bir varlık olmaları onlara kabullendirildi. Böyle olunca çobanını kaybeden bir koyun gibi kendi kendini imha süreci başlıyor. Böyle bir neslin yetişmesinde anne baba yani aile sınırlarının dışında bir etkenin daha çok biçimlendirici olduğunu görmekteyiz. Eğitim algısı baştan sona acilen değişmeli, Her ile açılan üniversiteler üniversite olmaktan çıkarılmalı ve meslek öğreten ve uygulamasını yapan, “Üretim, planlama, uygulama ve teknolojik Yaşam alanları” olarak yeniden yapılandırılmalıdır.

Bu dönüşümler gençlerde en azından farklı düşünebilme ve sorumlulukların altına girmek için uygulama zeminlerini yakalama imkânı verir. Bunlar acilen yapılmalı ve Üniversitelerin kapısına kilit vurulmamalı bu anlayışın mantığın yerine diploma satan ve gençlerin zamanlarını çalan bir eğlence merkezi olmaktan çıkarılması gerekiyor.

Geldiğimiz noktadan geri dönüş imkânı elbet var ancak yapılan yanlışları yanlış olarak idrak ederek onların yerine acilen yeni ve özgün anlayışlar geliştirilir ve bu yeni çabalar gençlerin yaşamlarına dokunacak ve onların umutsuzluklarını yok edecek güveni verirse dönüşüm tersine dönebilir. Aksi durumda bu yaşam hızlanarak karanlığa doğru yol alacağından kuşkunuz olmasın…

Gençlere değer vermek demek onları parmak kaldıracak ve benim dediklerime kafa sallayacak kıvama getirmek için meclise taşımak olmamalı…Gençlik en değerli zamanını üreterek içindeki cevheri verimli bir alanda kullanarak yaşama katkı sunmak istiyor. Ancak bizim yönetim anlayışı tüm bunları imha etti. Diplomanı al oğlum kızım bizimkiler iş başındayken seni devletin bir yerine koyalım ondan sonra iş tamam büyük paralara çalışır emekli olursun rahat bir yaşamın olur. Böyle bir anlayışla gençliğini imha eden zihniyetlerin gençliğe vereceği hiçbir değer olamaz.

Bu yanlış ve anlamsız hantal yapı bir an evvel yok edilmeli yerine insani ve güven temelinde hukuka dayanan bir sistem inşa edilmelidir. Bunları yapmazsak ve bu haykırışlara kulak vermezsek, yakın gelecekte bu toplumun gençliği bir daha gövermemek üzere budanacaktır. Kurumuş gövdeler de yeşermeyeceğine göre kendi sonumuzu kendi ellerimizle hazırlamış olacağız. İntihara yönelme sürecindeki ivme çok daha fazla hızlanabilirdi ancak bunu önleyici bazı değerler toplumsal hayat içinde hala canlılığını koruduğu için hızı biraz düştü. Yardımseverlik, dayanışma muhabbet, her zaman yanlışlarını yerden yere vurduğum cemaatler içindeki kaynaşma ve geçici de olsa bir moral kazanma, yüz yüze etkileşim ve biz duygusunun hala varlığını devam ettirmesi ve bu gibi hallerde insanlarımızın imdadına yetişmesi, bu gidişi biraz frenletmiş olabilir. Ancak buna kalıcı, sistemsel ve hukuka dayanan çözümlerin oluşturulması kaçınılmaz ve zorunlu…Ülke yönetiminde etkin ve yetkin olanlar iş olsun diye proje yaptırmasınlar. Bu halkın parasını birilerine vakıflara derneklere para akıtmak için proje yaptırmasınlar sorunlara çözüm bulacak ve bu sorunların kaynağına inecek alanlara finans aktarıp sorunları kalıcı çözmeye çalışsınlar yoksa…Karanlıklar bir sera gibi bizi kuşatmaya devam ediyor.

Ülkemin duyarlı ve sorumlu resmi gayri resmi alanda imkânı olan herkesi bu çalışmalara katkı sunmaya ve geleceğimizi aydınlığa çıkarmaya davet ediyorum. Selam saygı ve muhabbetlerimi gönderiyorum sizi en içten kalbi duygularımla selamlıyorum kalın sağlıcakla….

Erol Kekeç/05.08.2023/Namazgah/


28 Temmuz 2023 Cuma

UÇMA TURNAM VURACAKLAR KANADINI KIRACAKLAR

   (DEĞERLE YAŞAYANLARIN ANATOMİSİ)

2000’li yılların bulduğu, ancak değeri hiç olmayan bir anlayışı, insanlık avucunun içine almış ona üfürüp üfürüp kıvılcım çıkararak ısınmak istiyor. Bunun adı, “Değerler Eğitimi” Neresinden nasıl bakarsanız bakınız, her noktasında değer kaybı yaşayan bu iki kavramın öğretileriyle insanlık değerli kılınmak isteniyor. Sel önünde, her parçası bir yana savrulan bir yaşamın hangi değerini nasıl ve kimlerin önleyici elleri ile koruyacaksınız…Geldiğimiz nokta, tüm değerlerin yerle yeksan olduğu, değersizleşen ve anlamını kaybeden (varlık) insanın yaşamını, belli inançlardan kaynaklanan rahatsızlıklardan dolayı değerli kılma çabaları anlamsızlıklar arasından, insanı seçime zorlamaktan başka bir şey değildir.

İnsanın yaratılış genlerine yerleştirilmiş olan değer sistemine virüs karıştıran insan, kendince insanın yaşamına farklı değerler yüklemek için yeni bir formatlama süreci başlattı, bunun adına değerler eğitimi dedi. Böylesi bir değersizleştirme süreci, kaybettiğini bulamayan insanı, yeni formüllerle farklı yerlerde farklı arayışlara götürdü. Eşeğini kaybettiğinde bulan köylünün sevinci kadar bir sevinç yaşatmayan bu değerlerin, değer olduğuna insanlık nasıl ikna olacak acaba…Ama gördüğüm kadarıyla kobay toplumlar kendilerini denek olarak kullandırmaktan zevk aldıkları için, bizim toplumda da çok ciddi bir karşılık buldu.

Son 20 yıl içindeki yaşamlara objektif ve sorumluluk bilinciyle yaklaştığınızda nasıl bir değersizleşme yaşadığımıza şahit olabiliyoruz. Her yeni nesil öncekilerden öğrendiklerini yaşamlarına aktardıkları için, toplumsal değer bilincinin kırılma notası, kırık kütle gibi aşılmış oluyor ve bu değersizleşme ivmesi hızlanarak devam ediyor. Yaşanmaz hale gelen bu karmaşık ve karanlık atmosferin insanlığa kazandıracağı bir şey kalmadığı anlaşıldığından, kaybedilenleri acaba yeniden kazanabilir miyiz diye ortaya atılan, ballı tutkallı ama insanların damak tadına uymadığı halde özü olmayan bir yapıştırıcı olarak ortaya çıktı. Peki böylesi anlamsız yapıştırıcılar insanlığın imha edilen ve parçalanan yaratılış genlerindeki değerleri tekrar birleştirebilir mi dersiniz? Asla ve kat’a onları bir araya getiremezsiniz, yaratılış genlerine değerleri yükleyen yaratıcının müdahalesi olmadan…

Bir camı yapan insan olmasına rağmen, onu param parça ettiğinizde ufalanan parçaları aynısıyla bir araya getirip onları birleştirmeniz ve eski özelliklerini korumasını beklemeniz nasıl ki mümkün değilse, değerleri parçalanmış yaşamlara hangi eğitimle hangi değerleri yerleştireceğinizin hesabını yaparsanız yapınız, orijinal bir ürün elde edemezsiniz. Kabil kendisine ait olanla yetinmedi ve kardeşi Habil’in hakkına göz dikince kendi yaratılış genlerindeki değerleri parçaladı, ancak Habil o değerlere sadık kalarak yaşama veda etse de değerlerin temsilcisi olarak hep kaldı. Ama Kabil kötülüklerin sembolü olarak anıldı. Köyde yaşadığımız çocukluk ve ergenlik dönemlerimi hatırlıyorum da Rahmetli Babacım bizi tarlaya götürdüğü zaman her taraftan yol olmadığı için başka tarlalardan geçmek zorunda kalırdık, ancak babam, evladım pamuk tarlasına girmeyin kenardan gidelim, onların dalları kırılırsa, bir kozalak açmazsa o kozalak başkasının hakkı olduğu için, onun hakkına gireriz hesabı var. Onun için yolumuz biraz uzasa da biz kenardan gidelim; kimsenin mahsulüne zarar vermeyelim diye bize öğüt verirdi. Hatta bazen kavun tarlalarından geçerdik sapsarı kavunlara imrenirdik bir tane koparıp bize vermezdi ve asla onlara dokunmamamız gerektiğini kendisi yaparak bize gösterirdi. Onun bize kazandırdığı bu değeri ne MEB’in bir okulu ne din anlatan hocalar ne şeyhler ne üstatlar ne proflar ne hacılar verdi ve de veremez. Çünkü değer sizin içinizden gelen hakikatleri idrak ederek yaşama başlama anıdır. Biz çocukluğumuzda bunların idraki ile büyüdüğümüzden bize kazılmış olan değerleri içimizden çıkarmanız mümkün olmamaktadır. Bir zamanlar ülkemizin tanınan siyasetçilerinden birisi, hırsızlık babadan oğula geçer, hiç babaların evlatlarından hırsızlık öğrendiği görülmüş müdür demişti. Çok doğru bir söz hakikaten, ön tekerlek nereden geçiyorsa arka tekerlek oradan geliyor. Bugün ülkemizin durumuna bakalım babalar hırsız arsız emaneti korumuyor, haram helal demeden ver Allah’ım, bu kulun ne bulursa yer Allah’ım deyince, çocuklar, mala Allah karışmaz kimin olduğu önemli değil, önemli olan bana ait olması diye düşünüp sınırsız isteklerini ihtiyaç edinip ahlaksızlıkta level atlayabiliyor. İnsan olarak, insanlığın yaşam denklemine uygun adımlar atmazsanız, yörüngesinden çıkan insanlığı hiçbir yapay denklemle yeniden eski rotasına taşıyamazsınız. “İnsan insanın kurdudur”, diyen T. Hobbes, İnsanın yaratılış kodlarında değersiz bir yaşamın olduğunu söylemesi, yaratılış hamuru ve ona öğretilen bilgi dikkate alındığında hiçte itibar edilecek bir durum değil. Ancak J. Locke’n insan doğarken harika bir yaşam kodlama sistemiyle gelir, ancak, gelişmeye başladığında kendinden öncekilerin oluşturduğu yaşam iyi ise o da iyi olur, ortam kötü ise o da kötü olur. İşte, Organizeli güç, insanın bu ifsadını önlemek ve onun doğal yaşamıyla hayatını devam ettirmesini sağlamak için, olumsuzluklara engel olmak ve onları ortadan kaldırmak zorundadır der. Bu iki yaklaşımın ortaya koyduğu açıklamaya baktığımızda, insanın değersizleşen bir harita üzerinde yaşamaya mahkûm olduğu dikkate alındığında ona sunulacak tüm reçeteler onu şifaya götürmeyecektir.

Bizim ülkemizde eğitim camiasının dilinden hiç düşmeyen ve yeni bir buluş gibi gündemi işgal eden önemli argümanlarından biri” Değerler Eğitimi” gerçeğidir. Her geçen gün değersizleşen bir toplumda hangi değerle yeni bir yaşam inşa edebilirsiniz ki! İnsanların dindar mı kindar mı deist mi, ateist mi, Teist mi, agnostik mi olup olmayacağı ile ilgilenen bir eğitim sistemi, değerler için aynı hassasiyeti gösteremediğinden şimdi böyle bir başlıkla bunları kazandırmaya çalışmaktadır. Değerleri yaşayan toplumların değer anlatmaya ihtiyacı olmaz. Ancak Toplumsal yaşamlarında hiçbir belirleyici değerin kalmadığı ortamlarda, değerleri sözlü olarak kazandıracağına inananlar, öncelikle kendileri inanmadığı konuları nesillere nasıl aktarabilirler.

Bal tutan parmağını yalar deyiminin gelenekselleşmiş olduğu bir yaşamda hırsızlığı ne kadar anlatırsanız anlatınız insanları ikna edemezsiniz. Kol kırılır yen içinde kalır diyerek, olumsuzlukları örterek asla hakikate şahit olamazsınız. Tilki kurnazlığı ile kendi dışındakileri ahmak görüp kendisini uyanık sananların, işi bilip işe gitmeyeceksin diye yaşadığı bir ortamda sorumluluk ve görev bilincini oluşturamazsınız. Komşuda pişer bize de düşer diyerek olumsuz olsa da bir beklenti içinde yaşayanların olumsuzlukları bertaraf etmesini düşünemezsiniz. Üzümü ye bağını sorma diye bir geleneğiniz varsa, helal haram fark etmez ne olursa ver Allah’ım bu kulun yer Allah’ım diyenler; hangi değeri anlatmayı düşünürler. Kişi ne kadar önemli ise bir başkası da o kadar önemli, kendi zamanı nasıl kıymetli ise bir başkasının da zamanı o kadar kıymetli algısını bilmeyenlerin, toplumsal ortamda hak ve hukuk gözeterek sistemli ve düzenli bir sıra bekleyişine şahit olamazsınız. Bir Pazarcının gel vatandaş gel en iyisi burada diye reklam yaparak, insanları çürük sebze ve meyveleriyle aldattığı bir yerde, çocuklara bırakacağınız gelenek ancak başkasını aldatmak olur. Bir rektörün kendi kızını almak için sadece çocuğuna uygun sınava girme şartları hazırlattığı bir toplumun değerinin şavktı zaten kaymıştır.

Eğer bir yerde işiniz varsa, o işinizi kurumların işleyiş disiplini içinde çözemiyor, mutlaka bir tanıdık ve üst makamdaki birilerini araya koyarak işinizi yaptırmayı düşünüyorsanız, isterseniz gökten melekler getirip değer dersi anlatınız, batmak ve karanlıklara gömülmek zorunda kalırsınız. Yalanın adının günü kurtarmak olduğu bir yerde, kurtaracak bir şeyiniz kalmaz. Köprüden geçerken tüm ampulleri yakıp, köprüyü geçince tüm yolları zifiri karanlığa çeviriyorsanız, sizin değer diye ortaya koyacağınız ancak bir aldatma aparatı olur. Patron amir geldiği zaman yerinde duramayan, onlar gidince arasan bulunmayan yaşamlar mantar gibi çoğalıp, sorumluluk ve görev bilincinin olmadığı bir yerde neyi değer diye anlatırsanız anlatınız, motivasyonu güçlü içten istekli bir yaşam ortaya çıkaramazsınız.

Doğru ve yanlış olduğunu bilmeden sadece duyumlarıyla saldırganlık eğilimlerini galeyana getirerek, kendisi dışındaki düşünce ve anlayışları boğmaya çalışan insanların çoğunlukta olduğu bir yerde zaten tüm değerler boğulmuş demektir. Haz almak için bütün bir toplumu yok ettiğini anlamayan ve bunu anlamakta istemeyenlerin çoğaldığı bir coğrafyaya, yazılı ve anlatımlı değerler getireceğini sananlar sadece kendilerini avuturlar toplumu da uyuturlar. Değer bir yaşamdır. Uğruna can mal ve kan akıtmaktır. Doğruluğunuzu bir karşılık alarak yamultabiliyorsanız o bir değer değil, alınıp satılan bir metadır. Oysa değerler insanla özdeş ve onun bir parçasıdır. Onu ondan kopardığınızda onun için yaşamın anlamı biter. Oysa anlatılarak benimsetilmek istenen değerler adı altındaki fiyasko, yere zamana kişiye göre nasıl yaşanılacağını ve kendi çıkarlarını en kapsamlı nasıl savunacağını ancak öğretir. Beni öldürebilirsiniz ama asla düşüncelerimi yok edemezsiniz diyerek ölüme giden 24 yaşındaki bir gencin ölümü bir değer uğruna yaşamaktır. Kendi nesillerini değersiz yetiştiren anne baba, eğitim kurumları ve devletler yarınları olmayan kurumlardır. Yarınlardan söz edebilmek için insana gerekli olan en önemli vasıf, nerede duracağını, neyi koruyacağını, neden asla vaz geçmeyeceğini ve bunları neden yapması gerektiğinin bilinci verilerek büyütülmesidir. İnanç bir tercih ve seçimdir. Bunları kabullenmemiş bir bünyeye hangi inancı ve ideolojiyi yerleştirmeye çalışırsanız çalışınız ancak kindar fanatik bir taraftar yetiştirirsiniz. Kindar fanatik taraftarlar ancak yıkıcı dökücü parçalayıcı ve ortalığı karıştırıcı kaoslardan hoşlanır ve o ortamlar olduğu sürece kendisinin bir değeri olduğuna inanır. Onun için düşünen bir insan olarak tavsiyem, değersizleşen topluma değerler eğitimi dersleri ile değerler anlatmak değil, hayatın her alanında ciddi anlamda değerlerin yaşanma ortamlarını oluşturmak ve örnek olmak olsun hedefiniz. En iyi öğüt örnek olmaktır. Bildikleriniz ve anlattıklarınız değil kalıcı olan, yaptığınız ve iz bıraktığınız örnekliğinizdir bir toplumu diriltecek olan…Biz adam gibi yaşayarak adam gibi gitmek için varız ve tüm mücadelemiz doğruluğun, hakkın yeryüzünde egemen olması ve herkesin insan gibi yaşayacağı ortama kavuşmasıdır diye hareket edersek, toplum kendiliğinden yaşanılacak ve imrenilecek yer haline gelir. Bunlar yaşamdan okullara, evlerden yaşama, okullardan devlete kadar bir etkileşim yapar ve her tarafta aydınlık yarınlar bizleri bekler…Konuşanlar değil, yaşayanlar ve yaşatmaya çalışanlar olursak karanlıklar aydınlıklara gark olur gece mesaisini tamamlar çulunu sırtına sarar ve gider. Aydınlık ve parlayan yıldızlar coğrafyamıza kement atar, otağını kurar her gelen zamanını ve yaşamını düzenlemek için o otağın örnekliğini yüreğine kazar ve hayat bambaşka bir kalkışla dünya okyanusuna kürek çeker…Bunlara varsanız başka söze gerek kalmaz. Kimse kimseyi aldatmasın ve zamanımızı heba etmesin her geçen gün gelmeyecektir. Gelmeyecek günlerimizi ve gelecek nesillerimizi bu eksende ele alırsak inanıyorum ki, “cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz, bu yol hak yoludur dönme bilmeyiz yürürüz” diye dirayet ortaya koyarız.

Son olarak diyorum ki değerler yaşanır, içerden gelir dışarıya akar, dışardan içeriye gelmez…Bir danayı kesip etini sucuk yapabilirsiniz, âmâ sucukları aynı yoldan geçirerek dana yapamazsınız…Hatları karıştırmaktan kurtulalım kendimize gelip ayağa kalkalım…

Selam saygı ve muhabbetlerimle aydınlık ufuklarda buluşmak ve iz bırakan bir yaşam ortaya koyanlardan olmak dileğimle, kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/26.07.2023/Namazgah/İST




26 Temmuz 2023 Çarşamba

KAPİTALİZMİN ZİRVESİ ŞEYTANIN DİNLENME ODASI

İnsanlığın kapitalizmin Nirvana’sına çıktığı an, insanlığın yok oluşa en yakın olduğu zamandır. İnsan ancak kendi varlık gayesine ait bir Nirvana’ya çıktığı zaman insanlığın kurduğu en muhteşem medeniyetin temsilcisi olur.

Nice muhteşem medeniyetler diye tarihin sayfalarında gördüğümüz yaşamların, tarihin çöplüğünde esamisi bile okunmuyor. Bunların en açık nedeni ise, dönemin kapital yaşamının kölesi olarak zirvede yaşadığını sandıkları bir zamanda, ansızın yok olup gitmeleridir. İnsanlık, insanın yaratılış gayesi çevresinde oluşturduğu medeniyetler olduğu sürece ansızın bir yok oluşun pençesinde can vermemişlerdir. Onların ölümü Kâinat yasası ölçeğinde taktir edilen ecele göre gerçekleşmiştir. Ancak Kapitalizmin zirvesi her daim farkında olmadığı bir yıkımla karşılaşmıştır, kendisi bu yıkımın ne geleceğinden haberi olmuş ne de o taraftan gelecek yıkıma karşı bir önlem alacak güç ve kuvvete sahip olamamıştır.

Küresel çapta baktığımızda, kapitalizmin çağının zirvesinde olduğunu sanıyorum görmeyen yoktur. En küçük bir noktadan en üst karmaşık denkleme kadar, her fert kapitalizmin çarklarını işleten bir kobay durumuna gelmiştir. Bu çarklar işlerken, kendi yaşamsal değerlerini yükselttiğini ve bir değer kazandığını sanarak kendisini aşındırarak yok oluşun içine yuvarlandığını fark etmez.

Yeryüzünde kendi kendini imha eden bir varlık var mı insan gibi? Hayretle seyrediyorum, her gelen gün insanı ve insanlığı imha ederken, nasıl oluyor da idrak sahibi olduğunu bildiğimiz bu varlık, idrak sahibi olduğu bu özelliğinden bir dirhem faydalanmaz…Yeryüzü Baronlarının kurduğu oyunun içinde, kendine ve varlık gayesine ihanet eden insandan başka kimse yoktur…İnsan neden böylesi karanlık bir evrende kendisini oksijensiz bırakarak, kendisi gibi yaratılmış ancak şeytanın askeri olmuş bu yeryüzü ifsat güçlerinin oluşturduğu kapanların dışında temiz bir hava solumayı istemez. Ey insan! sen ve senin gibi idrakten yoksun gayesinden habersiz yaşayanlar, kapitalizmin ürettiği araçları kullanarak, onların belirlediği hedefe göre bir yaşam çizgisi üzerinde yaşayarak, insanlık evreninin Nirvana’sına çıkacağınızı sanıyorsanız, ancak ve ancak yok olursunuz ve o yok oluşunuzun da farkına varmazsınız.

Bugün insanlık hakikaten insanlık dışında karanlık bir evrenin havasını sabah akşam soluyarak, kendilerine doğal yaşamın oksijeninden haber verenleri bir kaşık suda boğmak isteseler de bir gün, hem de çok yakın, yakından da yakın bir zamanda solunumsuz kalarak, oldukları yerde can verecekler ve üzerlerinden sadece bir rüzgâr esecek sonrasında hesap sırasına dizilmek olacaktır.

Ey insan! ne zaman varlık gayeni anlayarak o çerçevede bir insan olarak yaşama azmi içinde olacaksın. Sen böyle bir hayatın senin için var olma gerekçen olduğunu anlamadığın ve bunları sana hatırlatanları alışkanlıklarının yılmaz bir savunucusu olarak öldürmeye kalktığında, sen kendini öldürdüğünün farkında olmayacaksın. Yaşaman için gerekli olan abu hayat kanallarını kapatırsan ya da onları parçalarsan, yaşam kanalların yok olduğundan senin ölümün doğal bir son olacaktır.

Bu karanlıkların evrenimizi kuşattığı veya o hale getirilmek istendiği bir zamanda, en küçükten en üste kadar her idrak sahibi varlık bunlardan sorumludur. Sorumluluklarından kaçan ama her olumsuzluğu birilerinin sırtına vurarak kendi rahatlama seanslarınızı oluşturacağınızı düşünseniz de öyle kolay bir rahatlama usulü yoktur hayatta…Şeytan sorumluluğu kendi üzerinden atıp Adem (as) ve Havva validemizi suçlu ve sorumlu göstererek nasıl ki rahatlamadıysa bizler de asla rahatlayamayacağız…”Başımıza gelenlerin hepsi kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzünden “diyerek bu hissiyat ve idrakle hayatımızı anlamlı kılmaya çalışırsak, belki Kapitalizmin Nirvana’sında yerimiz olmaz, İnsanlığın Nirvana’sına imzamızı atacak güç ve kuvvete kavuşuruz.

Evrenimizde olup bitenleri anlamayacak çapta varlıklarsak zaten konuşacak bir şey yoktur. Şunu her insanın anlaması zorunlu ve kaçınılmazdır. Küresel ifsat güçleri bu ifsat için Küresel bölgesel ulusal ve yerel güçler dikkate alarak bu ifsat düzeninin Hiyerarşik yapılanmasını oluşturdular. Her ülkenin Genel ve yerel yönetimleri olmak üzere o alanlardan kafalarına uygun olanları o hiyerarşik sistem içine aldılar ve onlara belli görevler verdiler. O görevleri layıkıyla yerine getirmemiş ulusal yöneticiler olsaydı evrenimiz aynı yönde bu kadar kirlenmiş olamazdı. Evrenimizi hiçbir sınır tanımadan imha etmeye yemin etmiş bu küresel müfsitler ile onların alt katmanlarındaki yöneticiler sizleri cehennem çukuruna taşıyorlar, bunu ne zaman anlayacak duruma geleceğiz. Dünyayı yöneten yüzde birlik bir Şeytan üçgeninin tasarımcıları var, ulusal bazda bu rakamlar yüzde beşlere kadar çıkıyor. Tüm yönetimler bu azınlıkta olan şeytanın askerlerini ve taşıyıcılarını beslemekle meşgul ve memur. Ondan dolayı, Her ülkenin yüzde doksan beşi ya bunların ürettiği ürünlerin abonmanı ya taşıyanı ya kanlarıyla bağış yaparak onların yaşamasını sağlayan sürüngenler topluluğu haline getirilmiştir. Bunların belirlediği çerçevede yaşamak istemeyenler de kendilerini avutarak elde ettikleri kazanımları ile kendilerine bir getto oluşturarak etkisiz yetkisiz, hayır hasenat yaptığını sanan, manevi haz depolamaya çalışan pasif eleman durumuna getirilmiştir. Tüm ulusları dikkate aldığımız zaman insanların yüzde seksenden fazlası tek hücreli amipsel bir varlığa dönüştürülmüştür. Bunların beklentileri bu hiyerarşik yapının kendilerine sunacağı ne varsa onunla tatmin olmak ve onunla yetinerek şükür sabır kanaat gibi uyuşturucular edinerek, bu asil tavır ve kavramları kendi inlerine hapsederek anlamını yok etmişlerdir. Sabır İnsan için en onurlu bir kavram iken, pasifize eden bir uyuşturucuya dönmüştür. Dağların zirvesine çıkarken, mücadele kızıştığı zaman, tüm imkanlarını seferber ederek çabalarken acılara katlanarak yol alabiliyorsan sabrediyorsundur. Sabır bir bekleyiş değildir. Bir direnme denklemidir. Bu direnç inandığın değerler uğruna canın pahasına azimle kararlı duruş ortaya koyduğunda topukların üzerine gerisin geriye dönmeden,” Allah ne güzel ve vekil ve o ne iyi yardımcıdır…” diyerek yol alabilmektir. Oysa sabır kavramı günümüzde insanları kış uykusuna yatırıp baharda uyanınca homurdayan bir ayıya dönüştürdü…Şükür Küresel şeytanların adamlarının bizlerden aldıklarını, bize verirken sadece biyolojik bir canlı olarak kalıp, insani değerlerimizi kaybettirerek yaşattıkları rezilliği bir lütuf gibi görüp onlara dua ederek kendimizi kandırmak değildir. Şükür, kâinatın sahibinin bize verdiği rahatlatıcı en harika ve güven veren bir değer iken, şimdi bizi zindana hapseden bir tünele dönüştü herkesin oluşturduğu uyumlu ses cümbüşü ile baygınlıktan kendimizden geçerek dans etmek değildir. Kanaat Elimizdekileri paylaşarak herkese yaşama imkânı sunarak eksik kalan yanlarımız için dayanabilmektir. Oysa bizler kavramların ırzına geçmiş onlara tecavüz etmiş şeytan ve uşaklarının tanımladığı gibi hayatı anlamak istersek işte bize yaşamı böyle zehir ederler. Zirveye çıktığımızı sanırken bir tufanla savruluruz ve kimse bir parçamızı bulamaz.

Ey insan! Sen seni ve içindeki cevheri anlamaktan neden aciz düştün ve bunu anlamamak için de hala direniyorsun, sen buna bir anlam verebiliyor musun…Şeytanın evrenimiz üzerine oluşturmaya çalıştığı tılsımın bozulmasının yegâne sebebi insan olduğumuzu fark edip, insan olarak yaşama ilk adımı atmaktır. Küresel şeytanın ayak izleri hepimizin kalbine kazıldı. Çünkü kapitalizm şeytanın at oynattığı çayır ve mera alanıdır. Sakın ola ki şeytanın merasında otlanıp hakikatin şahitliğini yapacaklar sanmayalım kendimizi…Allah’ın yolu ile şeytanın oluşturduğu yol bellidir. O yolları anlamak için Allah’a hakkı ile kul olmak günahlardan arınmak gerekir. Bunu yapanlar doğru ile yanlış arasındaki farkı ayırt eder ve Kapitalizmin zirvesine çöken bu karabulutların bir gazap olduğunu bilerek, insanlığın zirvesine çıkmak için yarışa başlar…Benim bu çırpınışlarımın hiçbirisi kendimi temize çıkarmak veya kendimin bir halt olduğunu anlatmak maksatlı olmadığını bilmenizi isterim…İnsanlığın şeytana kurban edildiği ve şeytanların Allah’ın yarattığı kainatta biz istediğimizi yaşatırız istediğimizi öldürürüz diye kendilerini kanıtlamak istediği ve insanlara, mutlak yaratana giden yolları unutturmaya çalıştığı bir sirk alanı olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Şunu iyice idrak edelim ki, Evrenimizde oynanan oyunların ve ülkelerin ekonomik bunalıma götürülmesinin ana hedefi, insanların yaşam zorluğu ile bunaltılması kesinlikle bir tesadüf veya sınırlı kaynaklar diye kandırdıkları alanların tükenmesiyle alakalı değildir. Korkunun esiri olanlar kendilerini korkuttukları şeyleri ele geçirmek için önce ruhlarını imha ederler, sonra bedenlerini satarlar en sonunda da ölmeyi bir kurtuluş olarak görürler. Zaten Küresel şeytanın varmak istediği hedef bu olduğu için, insanlar kendi seçenekleriyle bu kıvama getirilmiş olurlar. Benim burada ki düşüncem, Ruh Allah’tan üflenmiştir. Allah yerin ve göklerin sahibidir. Tüm hazineler onun katındadır. Peki böyle bir ruha sahip olan insan, neden kendi cinslerinden şeytanın askerlerine teslim olarak kendi cehenneminin mimarı olur…Biz kendimize cehennem değil ancak Cennet oluşturacak yaşam ortaya koyarsak, yaratılış gayemize uygun yaşarız. O zaman da ne küresel ne bölgesel ne ulusal ne de yerel ifsat güçleri bizi yanıltamaz. Biz mutlak ruhun isteklerini yaşam edinirsek, şeytan ve aveneleri kendi pisliklerinde boğulurlar.

Son olarak hatırlatacağım hakikat, “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, sakın onun dediklerine uymayın ancak bana kul olun dosdoğru yol sadece budur…” Hiçbir şeytanın organizeli ekibinin size şeytan olduğunu söyleyerek yaklaşmayacağını bilin, şeytan ve aveneleri dosdoğru yol üzerine oturarak kendi hedefine götüreceği insanları onların hoşuna gidecek sözlerle kendisine asker edinecektir. Bu bizden biri dediğiniz nice şeytanlar, yeryüzünün dengesini bozdu ey insan sen hala akıllanmayacak mısın?

Sanıyorum anlatmak istediğim meramım anlaşılacaktır, selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla….

Erol Kekeç/25.07.2023/Namazgah/İST


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!