Bu Blogda Ara

29 Ocak 2022 Cumartesi

BENZERLİKLER FARKLILIĞIMIZI İMHA ETMESİN!

Milenyumla birlikte, insanların üretkenlikleri ve kültürleri de aynılaşmaya başladı…2000 sonrasında yaşamlar arasında belirgin farklılıklar ortadan kalktı. Önceki kuşaklar arasında bu farklılıklar, küçük çaplı da olsa devam etmesine rağmen yeni kuşaklarda tamamıyla düzlenmiş gibi…

Yeni kuşakların etkileyenleri her yerde aynı uyarıcılardan oluşmaktadır. Müzikleri, eğlenceleri, heyecanları, duyguları hep birbirine benzemektedir. Yani ortak bir yaşam algısı ortaya çıkıyor… Kuşaklar arası çatışmalar üzerine, farklı ortamlarda akranlar üzerinde bir araştırma yaptığınızda birbirlerine ne kadar benzer tutum ve davranışlar ortaya koyduklarına şahit oluyorsunuz…

Kırsal yaşam ile şehir yaşamı arasında geçmişte çok belirgin farklar vardı, ancak günümüzde bu farkların yok olduğunu görmekteyiz. Üretici olan kırsal nüfus günümüzde kısmi üretici, daha çok dışardan aldıklarıyla yaşamını devam ettirir olmuştur. Her evin önündeki tandırlar yerini şehirden ya da kasabadan gelen ekmek satıcılarına bırakmıştır. Gece sohbetleri yaşlıların tecrübelerini anlatımı, netle oynamaya ya da televizyon kültürüne yenik düşmüştür. Haliyle şehirdeki eğlence mekânlarına gitmeyen, kırsalda yaşayan gençler bunun yerine sanal âlemde bu isteklerini doyurmaya başlamıştır. Bu da şehirdeki gençler ile kırlarda yaşayan gençlerin çok da birbirlerinden farklı istek arzu ve yaşamlar ortaya koymadığını göstermektedir. Bu durum değişimin yönünün belirginlik kazanmasını beraberinde getirmektedir. Eskiden kırsal kesimde çok yavaş bir değişim yaşanırken, şimdi şehirlerdeki değişimin neredeyse aynı şekliyle kırlarda yaşandığını gözlemliyoruz. Tüm bunların oluşumunda dijital kuşatmanın, insanlık yaşamını ortak bir kültürle kuşatması yatmaktadır. Dijital çağ gençliği doğrudan kendisine bağımlı hale getirdi. Kendisinden uzak bir neslin kendisini eksik hissedeceğini bildiği için, arada bir karmaşık denklemlerle beyinleri allak bullak ederek, gençliğin davranışlarını izleyerek bir kanaat sahibi olsa da, kendisinden uzak bir yaşamın, yeni neslin yaşamında olmasının imkânsızlığını yaratmaya çalışıyor…

Eskiden, kendi toplumumuzda, Türk sanat müziği, halk müziği, özgün müzik, pop, arabesk ve klasik batı müziği dinleyen farklı dinleyici kitleler vardı. Şimdi öylesi kitleleri bulmak bayağı zorlaştı. Çünkü müzik tarzı tek tip genellikle, pop, rak ve metal müzikler yanında hipap da dinleniyor… Ancak bu müzikleri de yine dijital ortamlardan dinliyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki gençlerin yaşamında dijital medya ciddi bir kuşatma halindedir. Alış verişlerinin neredeyse tamamına yakınını dijital satış firmalarından temin ediyorlar. Pozitif algı bu nesilde görüntü değişimine neden olmuştur. Eskiden elle dokunduğumuz, gözle gördüğümüz ve elimize alıp incelediğimiz ancak pozitif olabiliyordu, ancak yeni nesilde bu algı sadece görme ile varlığını kanıtlayabiliyor. Görme de, somut nesnesel olarak algı ortamımızda görmek değil, sanal ortamda elde ettiğimiz görme yeterli oluyor. Çünkü yeni neslin gerçeği sanal ortam olduğu için, somut gerçek ortam, onlara yabancı kalmaya başladı. Dolayısıyla aynı ortamdan gelen uyarıcılılarla beslenen neslin, beslenme kaynakları da tek merkezden geldiği için farklılıklar ortadan kalkmaya başladı tek tip bir yaşam oluşturuldu.

Gençlerin kullandığı kelime ve kavramların çok sınırlı olduğunu görüyoruz, çünkü konuşarak geçen zamanı kayıp sayıyorlar ve doğrudan maddi olarak kazanımlarının nereye geldiğini dikkate alıyorlar. Maddesel bir getirisi olmayan hiçbir düşünce ve aksiyomun yanında olmayı düşünmüyorlar. Belli küçük gruplar bunların içinde olmasa da genel anlamda ortak bir yaşam algısının olduğunu görmekteyiz.

Uzun zamandır, dünyada tek devlet anlayışı oluşturulmak isteniyor, aslında bu tek dünya demektir. Yani emirlerin ve talimatların belli merkezden çıktığı daha sonra bölgesel ve ulusal hiyerarşiden geçerek dağılacağının ipuçları olduğunu bilmek gerekiyor. Merkezden çıkan talimatlar ulusal yöneticilerden yayıldığı zaman, bunun adı her ulusun kendi içinde yönetildiği anlamına gelmiyor. Çünkü yönetim tek elden mevcudiyetini sürdürmek için, öncelikle dijital kültürle insanları benzer kıldı, yaşamları ve kültürleri aynılaştırıp farklılıkları ortadan kaldırdı, sonrasında ulusal yöneticiler eliyle toplumu yönetmeye başladı, dolayısıyla değişim serbest bir değişim gibi görünmeye başladı. Oysa bu bir plan ve program doğrultusunda yapılan değişim olduğu için, serbest değişim değil doğrudan planlı bir değişimdir. Bir program doğrultusunda yapılan, ama serbest etkileşim gibi, toplumda bir algı oluşturularak gerçekleştirilen değişim rüzgârları, toplumsal dokunun genetiğini parçalar. Böylesi zamanlarda bir toplumun kendi ulusal kültürünün toplumdaki karşılığının ve bağlayıcılığının etkisinin nasıl olduğuna bakmak gerekir. Eğer kültür kodları değiştirilmiş ise yeniçağın uyaranları toplumda karşılık bulur, değişmemiş ya da çok az etkilenmiş ise, eski yaşamın kültürel varlığı toplumda ciddi bir karşılığa sahip olur.

Yeni neslin beklentilerinin başında çok az zaman harcayarak çok fazla kazanımlar elde etmek var. Bu kazanımlara kavuşurken de cefa çekmeden bunlara kavuşmak gerekir. Böylece insan kısa sürede haz elde etmiş olur. Kısa sürede haza kavuşmak için de sefa sürmek esas olmalı cefa çekerek kavuştuğumuz haz, haz değil bir çile olur… Ondan dolayıdır ki, çok az zamanda, çok uzaklarda olacak yaşamı da bu anda yaşamak gerekir diye bir yaşam döngüsü kurgulayan nesildir yeni nesil…

Son dönemde ülkenin gençlerinin neredeyse tamamına yakını ülke dışında yaşamak istiyor. Dışardan bakarak olayların değişim ve etkileme boyutunu dikkate almadan, bu gençlik ülkeyi hiç düşünmez vs. gibi olumsuz düşünceler geliştiririz. Oysa gençliğe pompalanan yaşam dinamikleri nereden kimlerin eliyle nasıl verildi, bunları anlamadan ve gerekli tavrı koyacak düşünsel birikimler oluşturmadan, çözümsüz denklemle tüm sorunları çözme gayreti içinde oluruz ancak sonuç kocaman bir hiç olur…

Kısa zamanda nasıl para kazanılır ve insanlar nasıl zengin olur, bunların en bariz örnekleri ülkemiz medyasında boy boy gezinirken, bunlar hangi birikim yetenek ve liyakatle bu zenginliklere ulaştılar sorusu gençliğin kafasında sorduğu soruların başında geliyor. Bu soruların tatmin edici cevaplarının olmayışı da, gençliği sabırsızlaştırıyor. Sabırsızlanan gençlik, bulduğu ve açtığı her gedikten kendisine bir yol oluşturmaya çalışıyor, çünkü elinin altında bulunan dijital yaşam kutusu ona dünyanın neresinde hangi imkânlar olduğunu sunuyor. Bu imkânları gören, bulunduğu ortamda da harcadığı zaman ile kazanımları arasında da bir bağ kuramadığı için, daralan nefesini yeniden açmak için bulunduğu ortamı terk etmek birincil hedef haline geliyor. Gençlerin bu hedeflerinin oluşumunda küresel bir hesabın yapıldığı muhakkak, ulusal yöneticilerin bu hesapların dışında kaldığını iyi niyetle söylesek bile, ortaya çıkan sonuç ve bu yola girmek için yapılan politik çabalar, böyle olmadığına bizi inandırıyor. Çünkü gençlik ıslak elden kayan balık gibi değil daha aktif ve hızlı bir kayış yaşıyor. Bu gidişin nedeni, her ne kadar kültürel benzerliklerin ve dünya yaşam konforunun herkesin beynine kazılmış olması olarak görülse de, bu süreci hızlandıranlar her zaman ulusal yöneticilerin gerçekle uyuşmayan akıldışı uygulamaları, politik baskı kurmaları ve genciğin sorunlarını çözme yerine, günü kurtarmak için oynadıkları politik kurnazlıklarının neden olduğu bir gerçektir. Yöneticilerin neden olduğu olumsuzlukların giderilmesi de ancak yönetim eliyle gerçekleşir. Bir yönetim olumsuzlukların olduğunu anlatarak medya ile bunu herkese ulaştırmaya çalışıyorsa, kendi kuyusunu kazdığının farkında değil demektir.

Eğer bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada sona doğru insanlar yaklaşıyor demektir. Küresel dijital kültürle evrensel bir kültürün oluşturulduğu muhakkak. Ancak bu kültür, tüm farklılıkların ve toplumların yaşamını devam ettiren temel dinamiklerin ortadan kalkması demektir. Bu farklılıklar ortadan kalktığı zaman, benzer uyaranlardan etkilenen insanların oluşturduğu kültür kodları da benzer uyaranlardan gelen talimatlarla içerik olarak doldurulacak demektir. Uyaran ve içerik benzerliği ile oluşturulan küresel yeni nesil gençlik, hızlı yaşayan, haz alan ve az zaman harcayan, hareketten uzak, tamamıyla sanal ortamda isteklerini elde eden bir yaşam olacaktır.

Böylesi bir gençliği doyurmanız ve tatmin etmeniz çok zordur. Onun içindir ki, küresel dijital baskı kuran kültürel talimatların pençesinde denek olan gençlerimizi bu kıskaçlardan kurtarmak zorundayız. Bunun en önemli yolu gençleri aktif kılmak ve sürekli meşgul olacağı, karşılığını maddi ve manevi olarak alacağı alanlara yönlendirmektir. Bu alanlar yoksa o alanları açmak için gayret ve çaba harcanacaktır. Birilerinin konforlu yaşamdan aşağı inmemesi için, gençliğini hiçe sayarak onları imha ederek kaçışın eşiğine getirenler, toplumsal geleceği peşin sattıkları için, şu anı da karanlık ve kaos ortamına taşırlar…

Gençlere ortamlar oluşturulmalı sadece fiziki gücünden faydalanılan bir varlık olarak görülmemeli… Gençlik, farklılıkları fark ettirecek bir yaşamın nasıl ortaya çıktığını bütün boyutlarıyla oluşturmak ve onu bir cazibe haline getirmekle ancak girdiği yoldan geri döner, yoksa gençlik ıslak elden kayan balık gibi kaybolup derin okyanuslara gidecek gibi… 

Benzerlikler iyi görülmemelidir, herkes birbirine benziyorsa orada hayat durmuş demektir. Farklılıklara kapıların kapanması yozlaşmaya kapıların açılmasıdır. Yozlaşan hayatlar bir çöplüğe döner kaldırılıp atılması ve yerine yenilerinin gelmesini gerekli kılar… Gençliğimizi benzer ortamların havasıyla büyüteceğimize, farklılıkların bir kıvılcım için önemli unsur olduğunu bilerek geleceğe hazırlayalım yoksa gelecek gelmeden gitmiş olacaktır.

İyi bir gelecek için, bir iyi bu gün alalım, dünlerin karanlığını bırakıp aydınlık kalanları meşale bilelim, sular gemiyi kuşatmadan farklı bir gemi olan Nuh’un gemisinde yerimizi alalım, yoksa bu gemiyi bu sular yutacak…

Selam ve hürmetlerimle hayırlı olmasını rabbimden diliyorum…

Bahadır Hataylı/29.01.2022/00.40



                                                




28 Ocak 2022 Cuma

TAVIR OLACAKSA TAHLİL BİR DEĞERDİR!


Bir toplumda kalıcı ve sürdürülebilir değer yargıların olmamasının en temel nedeni olarak, önceki kuşakların savunduğu değer sistemleri ile yaşamlarının birbiriyle uyum içinde olmamasını gösterebiliriz. Bu yargıya ulaşma ve böyle bir açıklama yapma cesaretini geçmişten beri yaşadığımız ortamlardan elde ettiğimiz verilere dayandırdığımı söyleyebilirim.

Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımızda ve bölge coğrafyasında gelişen sosyal hareketlerin ilk dönemleri ile geldikleri sürece baktığımızda çok ciddi bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz. Neden ilerleme gelişme değil de değişim kavramlarından çözülme içinde ele aldığımı kısaca anlatmak isterim. Bir düşüncenin ilk kıvılcımlandığı dönemde sahip olduğunuz düşünce, düşünce dinamiğinizin temelinin en idealini oluşturuyorsa, bu aşamadan daha ileriye gidememişseniz gerileme yaşarsınız, ancak ilk döneminizdeki bağlayıcı değerler bugünkü hayatınızda hiçbir yere sahip olmuyor, hatta yaşamdan atılması gereken bir veba halini almışsa orada çözülme vardır. Çözülme bu coğrafyadaki düşüncelerin ideolojik farklılıklarına bakmaksızın neredeyse tüm düşüncelerin kaderi olarak göze çarpar. Sol düşünceye sahip olan ve 1980 öncesi karşıt düşüncede olanlarla çatışmalarda ölümü göze alacak kadar ideal olan o düşünceler, günümüzde kapitalist sol oldular, çok az marjinal gruplar, o imkanlara sahip olmadıkları için kendilerini idealist düşünce sahibi sanabiliyorlar… Sol düşüncede yaşanan bu çözülme Türkiye’deki dindar muhafazar düşüncenin de kaderi oldu.1960’lı yıllarda Mısır İslami düşüncenin en zirve noktasıydı, o dönemlerde Nasır tarafından idam edilen Müslümanlar dünya genelinde İslami uyanışlara da katkı sunmuştu, 1979 sonrası İran devrimi ile birlikte Türkiye’deki İslami anlayışın etkilenme yönü kısmen de olsa İran ve Şia etkisinde kaldığı söylenebilir. Yani dış odaklı, İslam adıyla ortaya çıkan akımların hepsinden bir nebze etkilenerek bugüne getirdiği düşüncenin alt yapısını oluşturmuştur. Bunun dışında yerelde özellikle Said’i Nursi’nin etkisinde kalarak Nurculuk anlayışının yerelde bu kaynaklardan beslenerek gelmesi, Süleyman Hilmi Tunahan’ın anlayışı doğrultusunda devam eden Süleymancılarında yerel birikimlerle beslendiği bilinen bir durum, ancak uluslararası uzantıları olan anlayışlar olarak ta göze çarpar. Bunların hepsinin beslendiği düşünce kaynakları farklı bölgelerden gelse de ortak bir yaşamı dillendirdikleri muhakkak… Yani hepsinin de İslami bir yaşam oluşturma arzusu vardı, ancak bu yaşamın nasıl olacağı konusundaki faydalandıkları kaynakların oluşturduğu bakış açısı, bunların yaşamını yoğurmaktaydı. Dolayısıyla ortaya karışık bir dini yaşam çıkıyordu kim ne alırsa o kadar bir değer sahibi olabiliyordu. Bu keşmekeşlik içinde herkes o gün yaşadıklarını en ideal dini anlayış olarak kutsamıştı. Hatta herkes kendi topluluğunun dışında kalana Müslüman demiyor selam vermekte zorlanıyor, selam verdiğinde küfre girecekmiş gibi keskin duvarlar örmüştü. Her anlayışın kendi ördüğü duvarların içindeki yaşam en ideal kutsal yaşam, diğerleri onun açısından kutsal olmasa da onu benimseyenler için diğerinin yaşamı kutsanmayacak bir yaşamı oluşturuyordu. Böylesi bir kaotik ortamda bile oluşturulan ideal bir hayat vardı, onlar bugünkü yaşamın üzerine oturduğu temeldi. Yani kutsanan ideal temellere bugün baktığımızda, binanın üzerine çöktüğü çok acı bir toplumsal depremi yaşadığını ve harabeye döndüğünü görüyoruz. Sağlam sütunlar üzerine çöken binanın enkazı altında kalmış ve o sütunların günümüzde esamisi okunmuyorsa buna toplumsal çözülme demek doğal hale gelir.

Bir toplumda dışardan gelen uyarıcıların insanın içyapısını biçimlendirdiğini görürseniz o uyarıcıların diyalektiği olan başka uyarıcılara yerini bırakması mümkündür. Ama iç dünyamızı imar eden mimarın iç dünyamıza yüklediği donanıma uygun olan fıtrat yazılımıyla bir yaşam oluşturursanız, onun kalıcılığı gayet doğal olur ve çözülme süreci sizi etkilemez. Ancak değişimler hayatınızın temel dinamosu olur, çünkü iki günü aynı olan ziyandadır anlayışı, sizin hayatınızın sürekli iyiye doğru bir değişim içinde olmasını istemektedir. Bu değişim, ilk gün sahip olduğunuz ilkeleri yok sayarak bir farklılaşma olmaz, daima ilk günden daha geniş, hayata bakarsınız ama bu bakış ile ilk günkü bakış birbirini yalanlamaz ve inkâr etmez… Bir örnekle açıklarsak, Her baba erkektir ama bazı erkekler babadır. Yani her dünümüz bugün değildir, ancak bazı bugünler dündür. Şeklinde bir mantık ilişkisi kurduğumuz zaman geçmişle bugünün birbirinin içinde olduğunu görürüz. Dolayısıyla ilk kutsal değerler ile bugün ki kutsal değerlerimiz, aynı anlayış içinde farklılaşabiliyorsa orada çok büyük yıkım var demektir. Fıkıh yaşamdan doğar ve hareketlidir. Fıkıh insanın yaşadığı ortamda yaşamını düzenleme, aleyhine olacaklar ile lehine olacakları ayırarak onlar hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olup onları eylemlerinde ortaya koymasıdır. Bu durum uyaranlar karşısında insanın tepkisinin farklılaşması gibi her an ve ortamda yenilenir. Bunlar kutsanmaz bunlar üzerinden ideal bir yaşam düşlenmiş ve onlarda zamanla değişim ve dönüşüm geçirmiş ise bundan dolayı yaşamı bir çözülme olarak göremeyiz. Ama kapitalizmin hayata bakışı ile İslam’ın hayata bakışı farklı olmasına rağmen, ilk düşünsel yoğunluğu oluştururken İslam’ın bakışına göre ideal bir hayat düşlerken, sahip olduklarınız çoğaldığında ideal yaşam ölçüsünü belirleyen ilkeler kapitalizmin çok çok üreteceksin, çok tüketeceksin anlayışı alıyorsa ve o yaşam da kendisini İslami bir değer içinde görüyorsa orada bir çözülmenin olduğunu söyleyebiliriz.

Coğrafyamızdaki İslami düşünce ve yaşam ciddi bir travma olmanın ötesinde patolojik bir vaka haline geldiğini söyleyebiliriz. Bir değer sisteminin cazibesi ve bağlayıcılığı ortadan kalkar duruma gelmişse, orada farklı yaşamlar hakkındaki düşünce ve kanaatler de değişmeye başlar. Mesela ilk dönemdeki hassasiyetiniz ortadan kalkar, ilke olarak kabullendikleriniz ilke olmanın çok dışına çıkar, Yani Kızıl denizi geçmeden önceki İsrail oğullarının Musa(as)’a ve onun getirdiklerine karşı olan sadakatinin, Musa(as)’ın rabbi ile buluşmak için gittiğinde o boşlukta Samiriye bir buzağı yaptırıp ona tapınmalarının onlar açısından doğallığı gibi bir doğallık oluşturur. Bu davranışlar alışkanlıklar haline geldiği zaman gelenekler yer değiştirir. İslami gelenek kalkar onun yerine Kapitalizmin ürettiği nesnelere abonman olan duyarsız ama halinden memnun olduğu hayatı da meşrulaştırmak için kendince ikna kabiliyeti yüksek ciddiyeti düşük açıklamalarla savunur hale gelir. Müslümanlar yeryüzünün en iyisine layıktır, o zaman Allah’ın Resulü Müslüman bile(!) olamamış haşa bunu mu anlamak lazım… Bu tarz anlayış ve yaşamlar İslami hassasiyeti olan grupların ortamında sıradan doğal bir hal aldı… Kendilerince oluşturdukları surlar içinde Yaşarken, herkesin aynı koşullarda yaşam sürdüğünü zanneder duruma geldiler. Geçmiş tarihlerden birinde bir Kurban bayramı öncesi Allah’a yakın olmak için gerçekten kurban olalım yani kurbanları kurbana ihtiyacı olanlara ulaştıralım yoksa Allah’ın bizim keseceğimiz hayvanların ne etine ne kanına ihtiyacı vardır diye Muhafazakâr bir okulun öğrencilerine bazı hatırlatmalarda bulunurken, öğrencinin biri, hocam biz et verecek kimse bulamıyoruz ki, bizim burada hiç kimsenin ihtiyacı yoktur, başka yerlere git değim zaman, hocam toplum hep böyle diye diretmişti; ben fazla uzatmadan konuyu değiştirmek zorunda kalmıştım… İşte geldiğimiz nokta, ilk dönemlerde bu gencin babası annesi de İslami hassasiyeti çok yüksek olmasına rağmen sahip olduklarının kendisini tanımlamaya başlamasıyla, değer sistemlerini de karıştırmış oldu. Âmâ şunu bilmemiz gerekir ki, kendimizi ikna etmeye çalışırken vicdanımız içerde sen mi, sen de mi diye diretiyorsa kendimizi imha ediyoruz demektir.

İslami yaşam ortaya koyalım derken, İslam’ı gönderdik kendimiz kaldık, ondan sonra neden bu haldeyiz diye manevi haz almak için kritik yaparak düşündüğümüzü bir sorgulama sürecinden sonra, yeniden yola gireceğimizi sanıyoruz. Oysa Değer sistemleri yer değiştirdiği zaman hayata bakışımız ve yarınlar için taşıdığımız endişelerimiz yerini yeni değer sisteminin korkutucularına bırakır. Bu süreç genele yayılırsa ondan sonra yapacağımız tüm olumsuz davranışlarımız için onu temize çıkarıp nötr üze edecek bir açıklamamız mutlaka olacaktır. Çalmış olabilir ama bir araştırmak lazım, acaba neden çaldı, ya filan yerdeki Müslümanlara yardım edecekse, ya şu caminin yapılmamış Minaresini yapacaksa(!) gibi ele avuca sığmayan yanlış tutum ve davranışlarımızı temize çıkarmak için, dine fonksiyon yükleriz, ondan sonra her olumsuzluk için mutlaka bir kılıf bulup onu savunma durumuna geçeriz. Bu saydıklarımın, çözülmenin önüne geçilemez düzeyde genetik dokumuzu ele geçirmiş olduğunu gösterir.

İlk dönemlerde aldığımız ahlaki duruş bugün ki yaşamlarımızda sıradan bir olay kadar hayatımızda karşılık bulmuyor. Erdem dendiği zaman sahip olduklarınızı sayamaz duruma gelmişseniz, haram helal deme Ver Allah’ım bu kulun ne bulursa yer Allah’ım diyebilecek kadar cesur iken, boğazımızdan haram lokma geçmedi diyecek kadar da ikiyüzlü olmayı karakter ediniriz… Yeryüzü yaşamının tüm cilvesiyle hayatımızı ipotek aldığı bir hayatın, ahiret temelli bir anlayışın kutsallarını, değer sistemi olarak hayatın her noktasında yaşanır kılmak mümkün değildir. Ondan dolayıdır ki, bu coğrafyanın genel olarak dindarları yaşam alanında çok kötü bir çözülme içindedir. Bunu içinde yaşadığımız ve herkesin halinden memnun olduğu noktadan bakarak anlayamayız. Dışarıdan biraz halimize bakalım, kendimizden utanmayacaksak devam edelim gitsin, âmâ kendi yüzümüze bakamayacaksak daha nereye kadar, bu yolda yolculuk yapmayı düşünüyoruz…

Yaşamda karşılığı olmayan hiçbir düşüncenin yarını olmayacaktır. Dilleri ile eylemleri arasında bir uyum oluşturamayanların, ahlaki yaşama kavuşmaları mümkün değildir. Ötekileştirerek kendisini kurtulanlardan gören bakışlar hakikate gözlerini her ortamda kapayacaktır. Hakikate gözleri açılmayanların, hakikat olan bir yaşamın yeryüzünde temsilcisi olmasını bekleyemezsiniz.

Gelinen nokta açısından geriye dönüp baktığımızda kendimizle yüzleşmenin çok yetersiz olduğunu görüyoruz. Yüzleşmek için bulunduğumuz halimizden kurtulup ondan sonra bize bu yüzü verenin huzuruna çıkacak yüz elde ederek kendimizle baş başa kalırsak belki kısmi bir içe dönük çalışma başlamış olur. Bu da en azından çözülmeyi oluşturan dinamiklerin fark edilmesi olur. Sonrası yeniden doğuş için, cesur, hesapsız, yaratana hesabı düşünerek hakikatin dillendirilmesi ve gelenek olarak yaşanılır kılınması gerekir. Bir değer sistemi oluşturmak için suya sabuna dokunmayalım mı diyecek insanların olacağını tahmin ediyorum ve diyorum ki, suya da dokunacağız sabuna da, ancak ne hayatı sulandıracağız ne başka yaşamların kayması için sabun koyacağız emrolunduğumuz gibi dosdoğru olacağız ve yeryüzünde hakkın ve adaletin şahidi olacağız, yeryüzünün imaratını ekini ve nesli imha etmeden yapacağız, kâinattaki tevhid gibi hayatımıza tevhidi egemen kılacağız… Bizim gibi düşünmeyen kimseye Allah’ın müsaade ettiği yaşamı dar etmeyeceğiz ve onlara zorla din satmayacağız dünyada sulh ile geçineceğiz, ahiret hesabı için kendimizi atanmış hesap uzmanı görmeyeceğiz… İşte o zaman sanıyorum biz dirilmiş olacağız, biz olunca, bizim hayatımız olur… Bizim hayatımızı yaşamak ümidi ve temennisiyle gelecek yaşamların hakikate şahitlik yapan yaşamlar olmasını rabbimden niyaz ediyorum… O yaşamlara şimdiden selam saygı ve muhabbetlerimi gönderiyorum…

Ya olacağız ya sahip olacağız olanlar kurtulacak sahip olanlar sahip olduklarının kuşatmasında kalacak…

Bahadır Hataylı/28.01.2022/01.00

                                               

 

 

 

                                                                                                                                    

 

26 Ocak 2022 Çarşamba

DUYGULARIN ÇIĞLIĞI AKLIN SÜKÛNETİNE TESLİM!

Bireysel kimlik kazanamamış, toplumsal değerlerin baskın olarak yaşandığı ortamlarda, bağlayıcı yaşam ortak duygusal bağlayıcılar olduğu için bu ortamlarda çok ciddi akıl tutulması ve bilinç kırılması yaşanır. Bu bir iddia olmanın ötesinde gözleme dayalı sosyolojik verilere dayanmaktadır.

Duygusal bağların güçlü olduğu ortamlarda herkes biri için, biri hepsi için yok olabilir ve kimse bunun nedenini sorgulamayı düşünmez. Düşündüğü zaman bireysel kimliğinin bağımsızlığını ilan etme durumu ortaya çıkacağı için, ortam ona bu şansı tanımaz. Bu ortamların duygusal bağlılıkları dışarıdan gelecek saldırılara ve kendi güvenliklerini korumak açısından faydalı olsa bile, kendi içlerinde bir değişim dönüşüm ve gelişmenin önünde büyük bir engel olma ihtimalinden dolayı olumsuz yönleri daha fazla etki bırakır. Alışılmış yaşam koşullarının ötesinde karşılaşacağınız her yeni uyarana iyi bakılmadığı gibi daima bireysel çıkışların toplumsal algı içinde kendisini tanımlama imkânını sadece görebilirsiniz. Bu anlayışların havasını teneffüs ederek büyüyen ve gelişen anlayışlar her zaman gölgede ve başka akılların etki alanında kalarak kendisine özgü bir farklılığı ortaya koyamayacağı için ciddi akıl tutulması yaşar.      

Akıl tutulması, Bir grubun ya da önemli kabul edilen birinin aklının gölgesine girerek kendi aklını kullanamamaktır. Güneş tutulmasında nasıl ki dünya ile Güneş arasına ayın girmesiyle Güneşin ışığının dünyaya az gelmesi ya da tam yansımaması oluyorsa, akıl tutulmasında da birey kendi aklı ile arasına başka akılları koyduğundan kendi aklını kullanarak aklından istifade edememektedir. Bu durum çok ciddi sorunların ortaya çıkmasına ve aklın yerine daha şartlı uyaranların ve duyguların gelmesine neden olur. Duyguların ve şartlı reflekslerin belirlediği davranışlar, akıl ve bilişsel düşünmeden yoksun olduğundan, hayatı belirleyen uyarıcılar arasında akla yer kalmaz.  Eğer bir toplumda çoğunluğun tepki verdiği bir olay ya da kişi varsa orada aklın oyun alanının dışında kaldığını söyleyebiliriz. Kolektif eylemlerin birçoğunda böyle bir yönün olduğunu görmek mümkündür. Savunma refleksli taraftarlıklarda genellikle ciddi bir akıl tutulmasının yaşandığına şahit olabiliriz. Orada bulunan insanları fert fert sorgulayarak neden öyle bir oluşumun içinde bulunduğunu sorsanız, geneli etkileyen uyarıcıların ötesinde farklı bir düşünceyi size sunamayacaktır. Çünkü o ortamlara yön veren bir üst akıl vardır, kalabalıklar bu aklın gölgesinde olduklarından kendi akıllarını kullanacak kadar onun çekim alanından çıkamamışlardır. Bir aklı çekim merkezi olarak kabul etmek duyusal etkileyicilerin kontrol sahasına girmek demektir. Duygusal bağlılıklar başka akıllar doğrultusunda rahat hareket etmeye insanları inandırır. Çünkü kişi kendi aklını kullandığı zaman başka akılları kontrol mekanizması olarak görmeyi kolay kolay kabullenmez. Ama duyguların etki alanında kaldığı zaman orada bulunmasını binlerce gerekçeyle açıklama cesaretini gösterebilir. Ondan dolayıdır ki, lider eksenli, cemaat uzantılı, kabile vs. gibi ortamlarda akıl tutulmasının çokça yaşandığına şahit olursunuz. Hatta bizim toplumda eskiden var olan ama bazı bölgelerimizde şimdi bile görülen ağalık sisteminin uzun süre yaşıyor olmasının arkasında, ferdî özgürleşmenin olduğu yerde insanları yönetmenin zor olmasından dolayı, ağalık sisteminin devam etiğini söyleyebiliriz. Küresel güç bütün bir küreyi rahat yönetmek ve yönlendirmek için, küresel bir akıl tutulması için son üç yıldır çaba harcamaktadır. Tüm dünyada yaygın olan corona salgınının arkasında, ciddi bir oyun olduğu ve bu oyunun kurucularının da küresel baronlar olduğunu görmek lazım… 

Küresel akıl tutulması demek, bütün bir evrenin insani yaşam alanında, karanlığın artması demektir. İnsani yaşam alanına karanlık çöktüğü zaman evrenin dengesi bozulacağı için, evrenin ömrü de bir anlamda kısaltılmış olur. Kısa süreli Güneş tutulmaları bile canlı yaşamında ciddi bir tedirginliğe yol açarken, küresel bir akıl tutulmasıyla, evrenimizde meydana gelecek tedirginliğin boyutunu düşünmek bile çok ürkütücü olur.  

Lokal düzeyde başlayan akıl tutulması ulusal bölgesel ve derken küresel büyüklüğe ulaştı zamanla. Bunun böyle olmasının temel deni insanların düşünme melekelerini çorak bırakmaları ve kendilerinin yerine daima başkaları bu işleri yapıyor pasifliğinin ve tembelliğinin olduğunu söyleyebiliriz.

Zihin pasifliği bilinç kırılmasını beraberinde getirir. Sıcak ortamda nasıl ki metaller genleşerek kopabiliyorsa, zihnin pasif bir sürece girerek kendisini serbest bırakıp öylesine salması, bilinci oluşturan atomların birbiriyle etkileşime girerek kıvılcım başlatmasını durdurur. Yani etkileşim sağlayacak homojen özelliği kaybeder. Doğal yaşam unsurları ile sosyal yaşamın en aktif canlısı olan insan yaşamında da durum bundan farklı değildir. Bilinç kırılması Psikojenetik amnezi gibidir. Nasıl ki çeşitli sebepler insanda kısmi bellek kaybına neden oluyorsa, insanın yaşadığı ortamlardan gelen akıl tutulmasının etkisi ciddi bilinç kırılmalarına neden olmaktadır. Bilinç kırılması yaşayanlar bilgi transferi yapamadıkları için, hayatına etki eden olumlu ve olumsuzluğun ne olduğunu ayıramazlar. Ondan dolayı da yaşam alanları sadece güdülen ve kendisini insan sanan canlılarla dolup taşar.

Peki, bu olumsuzlukların kapsam alanından çıkmak için nasıl bir başlangıç yapmak gerekir. İnsanın yaratılış gayesine uygun yaşaması için,  davranışlarını özgür iradenin biçimlendirmesine uygun zeminler oluşturulmalıdır. Kendi yaratılışının neden ve niçinini anlamayan ve bununla ilgili gerekli bilgi donanımına ulaşmayı düşünmeyenler, eylemlerini özgür iradenin kuşatıcılığına bırakamazlar. Dolayısıyla ahlaki yaşamdan yoksun kalırlar, ahlaki yaşamdan yoksun olanlar da, akıl tutulmuş bir ortamda, sorumsuz ve duygusal yaşamayı hayatın yaratılış gayesi sanırlar. Onun için, yaratılış gayesi olmayanların başka akılların gölgesinden çıkmaları mümkün değildir. Başka akılların çekim merkezinde bir uydu gibi yaşamaktan kurtulmak için, yeryüzünü kendi kontrollerinde yöneten dünya baronlarının pasif varlıklar için oluşturmak istediği cenneti arzulayan bir varlık olmaktan uzaklaşmamız gerekir. Dünya cennetini arzulayarak isteklerine hiçbir fren koymayanlar, duygularıyla yaşadıkları için, o duygularının sömürü güçlerinin üzerinde deney yaptığı bir denek olmayı göze almaları gerekir. Denekler, ne zamandan beri kendi iradelerini kullanmaya başladılar ki, yaşam alanlarını çizecek aklı mekanizmayı aktif kılabilsinler. Yani bilgi transferi yapma becerisi olmayanlar sadece bize geçmişten gelen masalları en iyi anlatanlar olurlar. Masal anlatanlar bir bilinç aşısı yapamazlar. Sadece duyguları galeyana getirerek anlık hazlar vererek insanları kısmi rahatlatmaya götürürler. Günümüzün insanı anlık hazların kurbanı olarak uzun süreli yaşamı kendisine cehennem yapmayı şiar edinmiş gibi yaşamaktadır. Bu yaşam algısı, belli bir güç odağını, yeryüzünde tüm insanlık ailesi için söz söyleme hakkının kendisinde olduğu cüretini ortaya çıkarmaktadır. Bu küresel gücün, sihirli bir balon olduğunu görerek, onun çok kolay patlatılacağının bilgisini geçmişten günümüze transfer edemezsek, onlar bizimle bir misket gibi oynamaya yemin etmişler… Ondan dolayıdır ki, tüm güçlü sandığımız akılların kapsam alanından çıkarak kendimize ait aklı kullanmak zorundayız… En azından kendi aklımızla mücadele ettik diyerek, başkalarını yaşadığımız karanlıkların sebebi görüp basit bahanelerden kurtularak, yarınlarda hesabımızı daha kolay verecek ortam yakalayabiliriz.

Akıl insanın en kıymetli hazinesidir. Aklı olmayanın dini de yoktur. Vahiy akla hitap ediyor, yani akıllı varlık olmasa vahyinde varlığı anlamsızlaşıyor, demek ki akıl başka akılların gölgesine girdiği zaman kendi kendini imha ediyor. İşte bu yaklaşımlarla aklı yeniden canlandırarak kendi varlığını ortaya koymasını istemekteyiz. Bu gün küresel baron yeryüzünde kendi ilahlığını tescillemek ve yaratıcının tüm insanların hesabını göreceğim dediği yaşamı, kendilerinin yapacağını iddia ederek, yeryüzünün ilah heyetini oluşturma çabası içindeler… Bu çabanın son bulması ve bütün bir evrenin yeniden kendi yörüngesine oturmasının koşulu aklı aktif kılarak bilinç hareketini başlatmak kaçınılmazdır. Yoksa insanlığın sonu böylece yaklaşmış olacaktır. 

Aklın, doğrudan sahibi ile akıl arasındaki tüm ilahların egemenliğine son vererek herkesin özgür bir kul olarak yaratıcının belirlediği evrende sorumluluk sahibi olarak yaşamaya başlamasının zamanı geçmektedir…”İnsana ancak emeğinin karşılığı vardır…” “İnsanların hesap vereceği gün çok yakındır, ancak onlar daldıkları gafletle hala yüz çevirmekteler…”Rabbim, bizleri uyanan ve kendi akıllarını harekete geçiren kullardan eylesin...

Bir atımlık mermimiz bir aydınlatma fişeği olarak insanların akıl mermilerini atabilecek ve hedefi on ikiden vuracak aydınlatmalara sebep olursa ne mutlu bize… Güç kuvvet Allah’ındır, rabbim yanlışlarımızdan bizi uzaklaştır, doğruya ama demeden sahip çıkan kullardan eyle bizleri…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla! Merhametlilerin en merhametlisine emanet olunuz…

Bahadır Hataylı/25.01.2022/23.30

 

                                               

 

 

25 Ocak 2022 Salı

MUHAFAZAKÂR DEMOKRASİDEN SOSYAL DEMOKRASİYE(!)

İdeolojik kamplaşmaların doğurduğu politik anlayışların toplumsal refah düzeyini yükseltmesi ve toplumsal mutluluğu getirmesi mümkün değildir. İdeolojik pencerelerden toplumsal yaşamı idare edeceğini düşünenler daima toplumsal yaşama dayatılan bir anlayışı egemen kılmak isterler. Kendi ideolojik yaklaşımlarına göre topluma yön vermek isteyenler toplumsal değer sistemlerine pek saygılı olmadıkları gibi onlarla barışık yaşamayı da göze almazlar. Ondan dolayıdır ki düşünceleri içinde doğrular olsa bile, toplumda fazla karşılık bulmazlar. Dolayısıyla toplumsal hayatı dikkate almak ve onların değerleri ile uyum içinde olup onlara saygı göstermek, yönetme amacı olan her ideolojik politikacıların buna dikkat etmesi zorunludur.

Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımız zaman, sağ partiler toplumsal vicdani değerlere ve dini yaşamlara o kadar önem vermemelerine rağmen, halktan daha fanatikmiş gibi tepki gösterirken, sol anlayışlar ise daima o yaşamlarla çatışma halinde olmayı kendilerince ayrıcalık olarak görmekteler. Oysa onların uygulamalarının sağ kesimdekilerin birçoğundan daha gerçekçi ve özgürlükçü olduğunu bildiğimiz halde, değerler gündeme geldiği zaman hep onlarla karşı karşıya gelmeyi tercih eder durumdadır. Bu algıyı çözebilmek ve belli bir yere oturmakta şahsen ben çok zorlanmaktayım…

Sol anlayış olarak politik arenada olanlar, bu özellikleri fazlasıyla ortaya koymaktadırlar. İnsanların kılık kıyafetlerini gündem yapmayanlar, her türlü özgürlüğe kapılarının açık olduğunu söyleyenler, muhafazakâr insanların yaşam tarzlarına ve kendilerince doğru buldukları inanışlarına tahammül gösteremiyorlar… Buna en yakın örnek, CHP grup başkan vekilinin Kuran kurslarından çok, Kuran kurslarında Öğrenim yapan çocukların bu eğitimlerini 1400 yıl önceki ortaçağ anlayışı olarak ifade etmesi, tam da bir fiyaskodur. Toplumun genelinin yaşam algısı bu iken bu değerler onların gözünde kutsallık kazanmışken, siz toplumsal yönetime talip olan bir siyasal anlayış olarak, bu sözleri sarf ediyorsanız hastalıklı bir yapıya sahipsiniz demektir. Hastalıklı zihinler, ortadaki yaşamın kutsal kodlarını dikkate almadıklarından toplumsal yaşamda karşılığı çok zor oluşur.

Onun için, onların inançlarına sahip çıktığını söyleyen insanların sözlü göstermelik ifadelerine dikkat kesilerek, onların değerleriyle ne kadar alay ettiklerini ve onlara zarar verdiğine bakmaksızın onları Baş tacı yapar. Ülkenin sol politik anlayışı bunu beceremediği için, rakipleri tarafından toplumun düşmanı gibi hep yansıtılmıştır. Bu durum geçmişte de böyleydi, şu anda böyle devam etmektedir. Sol politik anlayışa birkaç hatırlatmada bulunmayı ve ona dikkat ettikleri taktirde marjinal adlandırılan bir parti olmaktan çıkacaklarını düşünüyorum…

·       Sol politik anlayış, kendisini yenilemeli ve modern devlet algısına sahip olmalıdır.

·       Yönetmek istediği toplumun değer sistemleriyle çatışmayı değil, onlara sahip çıkmayı öğrenmelidir.

·       Özgürlükçü bir ortam oluşturmayı ve toplumdaki hiçbir anlayışa ayrıcalık tanımayacağını, yönetim olarak tüm vatandaşlara eşit mesafede yakın ve uzak olacağını gösterir mesajları net ve içtenlikli vermeli ve o doğrultuda partiyi yeniden dönüştürmelidir.

·       Parti yönetimini sadakat ekseni üzerine değil, ortak akıl üzerine oluşan bir heyetten kurmalıdır. İnsanların bağlayıcılığı duygusallıktan değil, hukuk olmalıdır.

·       Sağ kesimin ve muhafazakâr demokrat olduğunu söyleyen siyasal oluşumların yaptığı yanlışlardan uzak durmalı ve toplumsal yaşamı geren çıkışlardan kaçınmalıdır.

·       Öfke kin ve nefret üzerine bir oluşum değil, adaleti esas alan bir yaklaşım oluşturmalıdır.

·       Devletin, esas görevinin bilincinde olmalı ve onları yaşamın temeline koymalı, diğer düşünsel tercih ve yaşamlarla ilgili ötekileştirme tutumlarından kaçınmalıdır.

·       Yaşama, Barınma, korunma, güvenlik, eğitim sağlık gibi temel insani sorumlulukları devlet adına en iyi düzeye çıkarmanın mücadelesini vereceğini ve çıkaracağını tüm detaylarıyla insanlarla paylaşmalıdır.

·       Kamusal harcamaların insanların refah düzeyini sarsacak düzeyde olmayacağını, toplumsal yaşamın yönünü etkilemekten uzak bir harcama olacağının garantisini ortaya koymalıdır.

·       Kamu kurumlarında çalışanların ayrıcalıklı bir konumda olmadığı, insanların hizmetini yapmak ve devletin işleyişini sağlamak için o görevlerinden dolayı, insanlardan toplanan vergilerle maaş aldığı bilinci verilerek, halk ile bürokratik hiyerarşi arasındaki güven ve iletişim yeniden sıcak temellere taşınmalıdır.

·       Devlet yönetiminde bulunmanın, bir futbol takımında olmaktan hiç farkının olmadığı, tüm parti taraftarlarına bir parti anlayışı olarak vermesi gerekir. Onun için parti içinde her kesimden ve düşünceden insanların olacağı ve herkesin hukuka uygun hareket etmelerinin gerekliliği ve önemi sıkça vurgulanarak, değişimin ciddiyeti en alt katmanlara kadar indirilmelidir.

·       Sosyolojik anlamda bir yatay nitelikli parti olmaktan çıkacak, dikey içerikli bir parti olacak…

·       Parti gündemi inançlar yaşamlar düşünceler üzerine değil, tamamıyla mutluluk, paylaşım, refah düzeyi, milli gelir, yaşam alanların genişlemesi ve vatandaşlık bilincinin verilmesi üzerine oturmalıdır.

·       Sol anlayışın geçmişiyle bu toplumda bir çatışmanın olduğu bilinmeli ve insanların değişiminin mümkün olduğu, ancak geçmiş öğrendiklerini unutmasının o kadar kolay olmadığı unutulmamalıdır. Bunu bilenler olarak değişimin sürekliliği ve sürdürülebilirliği konusunda ciddi atılımlar ve anlayışlar geliştirilmelidir.

·       Sol anlayış yeni bir Vizyon oluşturmalıdır, israfa dayanan tanıtım ve reklam kampanyalarını ortadan kaldıracak ve tasarrufa gidecek adımlar atmalıdır. Partilerin vatandaşın cebinden çıkan paraları har vurup harman savurarak, görüntü kirliliği oluşturacak düzeyde cadde ve sokak kirlenmesini önleyici çalışmalar yapmalıdır.

·       Hangi düşünceye sahip olursa olsun toplum menfaatine olacak her türlü mal ve hizmet üretimi oluşturmak isteyenlerin, önündeki bürokratik engeller sıfırlanacak düzeye indirilmelidir.

·       Vergi sistemi yeniden düzenlenmeli, tüketimden alınan vergiler düşürülmeli veya yok edilmeli, servet ve kardan alınan vergiler oluşturulmalıdır.

·       Her vatandaştan tükettiği her nesne adına vergi almak insan doğası ve insanlık yaşamı ile bağdaşmaz… Ancak bir vatandaş korunma, barınma ve geleceği garanti altına alan devlete, vergi vermesi gerekir, bu da kendisi adına devlete bu sorumluluğunu verdiğinden devlet bir hizmet karşılığında bunu alır. Ancak bana su getirmiş olan bir satıcı, getirdiği suyun bedelini aldığı gibi, devlet anlayışı benim kullandığım suyun kullanımına ait bir vergi, ayrıca alma garantisinde bulunarak aldığım sudan ayrı bir vergi ve bir de bunlara KDV vergisi diye bir vergi koyarak, insanı yaşamından bıktıracak eylemden uzaklaşmalıdır. Var olanlar bunları daha bir sıkılaştırdı, oysa yeni bir anlayış bunları değiştirmesi ve insanların nefes almasını sağlamalıdır.

·       Verginin gelirden ve ticaretin karından alınması gerektiği bilinmeli ve yeni bir boyut oluşturulmalıdır. Devletteki anlayışların sınırsız harcamalarını kısmamak adına, atılan her adımdan vergi alınırsa, insanlar yaşamlarından bıkar ve herkesin üstüne bir çizgi çekmek zorunda kalırlar.

·       Özel tüketim ve ayrıcalıklı yaşamı anlatan, yatlardan, süs eşyalarından alınmayan özel tüketim vergisi, gariban birinin iletişim sağlamak için kullandığı telefondan alınıyorsa, orada durup düşünmek gerekmez mi?

·       Sahiden sistemin işleyiş kuralları baştan ayağa yeniden gözden geçirilmeli ve insanlığı olumsuz etkileyen her kural yaşamdan uzaklaştırılmalıdır.

·       Bir devletin gelir kalemleri yeniden tanımlanmalıdır. Devlet, harami çetesi gibi pusu kurarak ceza kesip bu cezalardan gelen paralarla gelir kalemi oluşturmaz. Devlet, kurulan pusulardan elde ettiği menfaatlerle gelir kalemi oluşturursa, üretim tesisi açarak neden daha fazla yorulsun ki, Almanya’nın araç üretiminden kazandığı paradan çok daha fazlasını, onlardan alınan araçlardan devletin aldığı vergi ile kazandığı ortadadır. Vergileri çoğaltarak, halkı bunaltarak, toplayıcı düzeyde olan bir devlet; göçebe ve medenileşememiş bir devlettir. Onun içindir ki yeni anlayışlara tavsiyem medenileşmiş bir devlet yapısı oluşturmalarıdır.

·       Ceza ve ödül her yönetim anlayışında olması gerekir, ancak bu bir gelir kalemi olarak gösterilmemelidir, utançtır. Devlet ceza kesen bir harami başı olamaz, devlet insanların hata yapabileceği alanları öğrenir ve insanlar oraya yönelmeden onları önleyici tedbirler alır, bu davranışı devam ettirenlerin yaygınlığını sağlayarak içselleştirmeleri için ödüller vererek teşvikler oluşturur. Bu teşvikleri kendi kasasından vermemek için de, çok aykırı suç eylemleri olursa, onları cezalandırarak onlardan aldığını bu alanda kullanmalıdır. Yani negatifi yok etmek için, pozitifi aktifleştirmesi kaçınılmazdır.

·       Seleflerinin yaptığı gibi ben yaptım oldu geçmiş anlayışını imha edecek, toplum için atacağı her adımı, her anlayıştan olan ama bilimsel yönü güçlü etik değerlere bağlı kurullardan geçirerek uygulamalıdır.

·       Teorik eğitim algısını uygulamalı eğitime dönüştürmeli ve hayatla eğitimi iç içe yapmalıdır. Eski yatılı okulların fonksiyonelliğini yeniden canlandırmalı ve toplumsal farkındalık değişim hareketlerini eğitim kurumlarıyla başlayarak hayata geçirmelidir.

·       Mesleki itibarları koruyacak önleyici tedbirler olmalı ve mesleklerin saygınlığı artırılmalı ve doğal saygınlığa dönüştürülmelidir.

·       Toplumsal yaşamda hiçbir anlayışın başkasına hakaret etme hakkının olmadığı, eleştiri, düşünce özgürlüğü ve hakaretin sınırları hukuki normlarla belirlenmeli ve bunu kimsenin belirlemesine fırsat tanınmamalıdır.

·       Her anlayışın değer verdiğine bir başka anlayışın hakaret ve saldırı hakkının olmadığı, saygı duymasının gerekliliği ancak saygı duyması onu seveceği anlamına gelmediği, bir toplumsal algı olarak yaşanır hale getirilmelidir.

·       Bir yaşamı seviyor olmanız başkasının yaşamını rencide edecek eylemlere sizi sürüklememelidir.

·       Devletin, aslı fonksiyonları yeniden tanımlanmalı ve kimsenin devletin sahibiymiş gibi kendine ayrıcalık tanımasına fırsat verilmemelidir. Devleti birileri kendisine göre tanımladığı zaman, gücü ele geçirdiğinde kendi anlayışında olmayanları rahatlıkla devlet düşmanı diye tanımlayarak, toplumsal yaşamın dışına atma isteğini ortadan kaldırmak zorunludur.

·       Muhalif olan her anlayış iktidar olan anlayışın imkânları ele geçirince diğerlerini vatan haini görmesine fırsat vermek istemiyorsak, vatan hainliğinin ne olduğunun hukuken tanımının yapılması zorunludur.

·       Muhafazakâr demokrat tanımlaması yapanlar bu saydığımız hususları tepeledikleri için o anlayışların bunu yeniden ikamet etmeleri mümkün görülmediği için sosyal demokrat olan anlayışlar bu konulara gerekli önemi vermeleri onların varlık sahnesinde devamlı olmalarının yolunu açacaktır.

·       Her şey Devlet için Makyavellisi anlayış ortadan kalkmalıdır. Çünkü iktidar olan her anlayış kendisini devlet gördüğünden, kendi çıkarlarını korumayı ve sürekli kılmayı devletin varlığını koruduğunu sanarak, insanların yaşam ortamlarını dikkate almadan bir savurganlık yapmaktadır. Oysa yeni anlayış, İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın anlayışını egemen kılmalıdır. İnsanın mutlu olmadığı yerde devletin güçlülüğünden ve varlığından söz edilemez. Beni mutlu etmesi için, vekâletimi kendisine verdiğim devlet, vekâleti benim aleyhime kullanırsa onun elindeki vekâletimi imha etmek ve benim vekilliğimden azil edilmesi kaçınılmaz olur. Onun için insanı yaşatan devlet algısını geliştirmek, hem devleti güçlü kılar hem de vatandaşların ayrıcalıksız devletin sahibi olduğundan, herkes devlete sahip çıkar.

·       Yeni yönetim anlayışı oluşturmak isteyen, özellikle sol cenahın bunlara ağırlık vermesi ve onu devamlılığı olan bir siyasi algıya dönüştürmesi zorunludur.

·       Bu ve buna benzer daha nice yapılması gerekenleri yapmak isteyen sorumluluk sahiplerine, bir imkân olarak bunları sunmayı, ülke ve insan sevdalısı biri olarak açıklamaya hazırız… Çıkarsız uygulamak isteyenlere selam olsun…

Selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle… Herkese Şafak sökmeden bulutlar dağılmadan doğmak istemeyen Güneşi armağan ediyorum… Aydınlık yarınlar yoldaşınız olsun!

Bahadır Hataylı/24.01.2022/19.30

24 Ocak 2022 Pazartesi

SİYASETİN LİMANI AHLAK GEMİYİ ÇIKARAN KAPTAN

 Siyaset üretmenin sonuna mı yaklaşıyoruz diye bazen sormadan edemiyorum… Ülkemiz gereceğini dikkate aldığımda, iktidardan, muhalefetten, hatta meclis dışı kalan siyasi partilerden, STK’lardan ve Siyaset bilimcilere kadar siyaset ekseninin dışında bir yaşam var gibi görüyorum. Toplumsal yaşamın sorunlarının çözüme kavuşması, geleceğin planlanması, nesillerin gelecek yaşam düzeylerini huzurlu bir toplumda sürdürmelerinin yollarının oluşturulması, kanunların ve Hukukun insan doğasıyla uyum haline gelmesi için çabalayan ortamları göremiyor olmak böylesi düşüncelerin oluşmasına haliyle katkıda bulunmaktadır.

Ülkemizde siyaset nasıl anlaşılmaktadır, doğrusu bunu anlamakta zorlanıyorum. Köyden insanların oyunu alacak diye siyasetle yakından uzaktan alakası olmayan birinin karşınıza siyasetçi olarak çıkmasına çok alışkınız. Üç beş parası olanın ve arkalarına da onlara destek olacak ciddi bir para kaynağına ulaşıldığı zaman hemen bir siyasi parti kurma süreci başlayabiliyor. Aslında bunlar bir siyasi oluşum ve siyasetle doğrudan ilişkisi olan oluşumlar değildir; sadece ülkenin gelir kaynaklarını biraz olsun biz nasıl tüketiriz ve istediğimiz alanlara nasıl yönlendirebiliriz diyenlerin politik kurnazlıkları olarak tanımlanması gerekir.

Politik kurnazlıkların ve politikaya dair ayak oyunlarının siyaset olarak görüldüğü ortamlarda siyaset dışı oluşumlar toplumsal yaşamı dizayn etmeye başlar. Siyasetçi, genelin menfaatlerini gözeterek toplumsal yaşamı daha kaliteli düzeyde yaşatmak için çözümler oluşturmaya çalışır. Yönetim anlayışlarını da daima yeni koşullar karşısında yenileyerek, kaybedeceği menfaatlerin hesabını yapmadan, kazanımları dikkate alarak mücadele verir. Çatışma ve kaos ortamlarının oluşumuna kapı aralamaz, çünkü oluşturacağı her kaos ortamı onların işini daha fazla zorlaştıracağı gibi, hem zaman hem de sermaye kaybına neden olabilir. Siyasetçi bunları dikkate alarak kendi yaşamını ve çabasını zorlaştıracak ortamların oluşmasına fırsat vermez. Siyasetçi, entelektüel, aydın, sosyal yönü güçlü, iletişim becerisi yüksek, merhametli, kuşatıcı ayrım gözetmeyen, tüm yönetiminde olan insanlara aynı oranda uzak ve aynı oranda yakın olmak zorundadır. Günlük, spontane eylem ve düşüncelerden yola çıkarak potansiyel bir tehlike arz eden bir kitle ile sürekli savaşıyormuş gibi gerilim katsayıları yüksek, enerji debisi düşük karanlıklara davetiye yazan pozisyonda olamaz.

Siyasetçi, öncelikle ortak aklı ve realiteyi dikkate almak zorundadır. Muhalif bir güç olduğunda da, sadece devlet imkânlarından istifade eden ve iktidarda olanlara saldırmak ve yapacağı işlere fren olmak zorunda değildir. Muhalefet, bir aracın yürümesi için araca ne kadar katkı sunabiliyorsa onları ortaya koyan olmalıdır. Oysa bizde muhalefet demek, iktidarda olanların bakışıyla bir sorunun çözümüne bakmıyorsa onların önüne nasıl engel olabilirim ve bunu yaptırmam diye düşünmektedir. İktidar da, kendisi bir önerge vermemişse önerge muhalefetten geliyorsa, doğru ve toplumun faydasına da olsa, içeriğine bakmaksızın onu reddetmek üzere formatlandığı için, toplum yararına siyasetçiler oluşmadığını görmekteyiz. Dolayısıyla, farklı ideolojik yaklaşımda olanların ülkenin gelirlerini yönetmek ve kendilerine geniş imkân ve alanlar oluşturmak için ülkenin yönetimine gelmesi, onların çok iyi siyasetçiler olduğu anlamına gelmemektedir. Mesleği siyasetçilerden oluşan ve o alanda ciddi çaba ve emek sarf eden insanlar ülke yönetimine gelmesi gerekir. Ülke yönetimi başlı başına en önemli iş olmasına rağmen, kim olursa olsun gelsin, iyi parmak kaldırıyor ve yöneticilerin sözünden çıkmıyorsa siyasetçi olabilir gözüyle bakılmaktadır. Böylesi ortamlarda Ülke sorunlarını kendisine dert edinen siyasetçiler değil, sadakati karşısında ne kadar karşılık alacağını hesap eden politik ayak oyuncular ülke yönetmek için sahneye çıkar. Bir Hastaneye ziraat mühendisini doktor olarak atayabilir misiniz, oradaki insanlar onun olmasını istese bile, ancak geçmişte bu anlamda fazla mezun veren okulların istihdam edemediği mezunları, okullara öğretmen olarak atandı, eğitimin geldiği noktaya hepimiz şahit olmaktayız.

Tüm mesleklerden oluşan insanlar, siyaset alanında ciddi akademik çalışmadan ve yeterli donanıma sahip olmadan ve o konuda gerekli sertifikaları, işin uzmanı siyasetçilerden almadan bu işin içine sokulmaması gerekir. Kim olursa olsun gelsin ülkeyi birlikte yönetelim demenin böylesi ortamlardaki karşılığı, gelin hep birlikte bize yakın olanlarla birlikte yönetime gelelim ve imkânları istediğimiz şekilde birlikte kullanalım demektir. Toplumda hiç olan, hiçbir karşılığı olmayanların siyaset ortamına girdikten sonra bir karşılığı oluyorsa, bunun anlamı, karşılıksız basılan paranın piyasaya girerek piyasaya ortak olması gibidir. Piyasası olan siyasetçiler ülke yönetimine geldiği zaman toplumda bir karşılığı olacaktır. Toplumda karşılığı olmayan tedavülden kalkacak anlayışlar, siyaset bilimi içinde yer bulabiliyor ve politik oyunlarla toplumsal yaşamı dizayn edebiliyorsa, siyaset dışı yaşamların siyasetin yerine geçmeye başladığı göze çarpar. Bizim toplumda da böyle bir sürece doğru gidiyoruz gibi geliyor bana… Çünkü siyasi olarak konuşulması gerekenler konuşulamıyor, toplumsal sorunlar kişisel sorun haline getirilip, kişiler arası düelloya dönüşüyorsa, toplum yönetimi yavaş yavaş yerini ring gösterisi yapmak için ringe çıkan boksörlerin yaptığı maça dönüşüyor. Bu maçta da duygusal bağlarla boksörler ile taraftarlar arasında bağlar kurulur. Boksörlerden hangisi daha çok taraftar toplayıp tezahürat alııyorsa o desteklenir, diğeri ringden mağlup ayrılır bir sonraki maça gözünü diker… Ülkemiz politik arenasında da siyaset bundan hiç mi hiç farklı olduğunu düşünmüyorum…

Bu örnekler, siyasetin nasıl oyunlar içinde oyun olduğunu görmemiz açısından sanıyorum biraz açıklayıcı olmuştur. Siyaset kişisel bir uğraş alanı olmaktan ziyade toplumsal yaşamın olduğu yerde olmazsa olmaz bir değerdir. Siyaset ilminden ve biliminden yoksun kafalar toplumsal kuşatıcılık içinde toplum düzenini sağlayacak yönetimden uzak olurlar. Bu eksikliği ortadan kaldırmak ve boşlukları doldurmak için yeni yöntemler geliştirmeye başlarlar. Çünkü insanda karmaşık duygular vardır. Bu karmaşık duyguların vermiş olduğu gerilimlere bağlı oluşan eksiklikleri gidererek rahatlamak için, insan kendisine sivrilecek alanlar açmaya çalışır. Açılan bu alanlarda sivrildiği zaman bulunduğu yerdeki eksikliği giderdiğini düşünerek yeniden kendine gelmeye çalışır ve ondan sonra sürecin nasıl bir yol izleyeceğine kendisi bile karar veremez. Farkında olmadan kişi sağlam zemin diye düşündüğü dibini bilmediği bir yere demir atar, bu demirleme çoğu zaman kendi isteği doğrultusunda olmaz, etraftan gelen tezahüratlar onun demir atacağı yeri belirler…

Yani siyasetin gemisini siyasetçi iyi bilmek zorundadır. Siyasetçinin işi geminin dümenine doğru oturmak ve mürettebatı o işle ilgili insanlardan oluşturmaktır. Yolcular gemi kaptanına müdahale diyor ve geminin yanaşacağı limanı onlar gösteriyor, geminin dalgalara karşı nasıl yol alması gerektiğini yolcular belirliyor ve kaptana sadece dümeni çevirmek kalıyorsa, o gemi batmayı çoktan hak etmiş demektir. Siyasetçi Azgın dalgalar arasında gemisini dalgalara rağmen karaya çıkaran bir kaptan olmak zorundadır. Kaptan denizin ve geminin nasıl ki tüm özelliklerini bilmesi gerekiyor, iklim ve meteorolojiyi yakından takip etmesi gerekiyorsa; siyasetçi bu özelliklere sahip olmadan toplum okyanusuna açılma hakkına sahip değildir. Toplumsal okyanusta toplum girdabına yakalananların batması bir geminin batışından çok daha tehlikeli olacağı için siyasetçi siyaset ilminin zirvesinde olmak zorundadır…

Bizim toplumda Siyasetçilerin toplumsal okyanusta iyi kaptan olmadıkları apaçık ortadadır, çünkü toplumda her fert bu geminin batmadan nasıl bir iskeleye yaklaşmasını konuşuyor ve herkes en iyi kaptanın kendisi olduğunu söylüyorsa, demek ki gemi kaptansız ya da gemi dalgalarla baş edecek düzeyde denizin kurallarını iyi okuyamayan bir kaptanla yol almaktadır anlayışı ortaya çıkar. Kendi ortamımızdan yola çıkarak diyorum ki, yeni bir siyaset anlayışı gelişmek zorundayız. Bu siyaset anlayışını, kendi kültür kodlarımızı üzerinde en iyi taşıyan tarihi kişiliklerimizden almak zorundayız. Yusuf Has Hacip, Farabi ve Edibali gibi insanların ortaya koyduğu ilkelerin, toplumsal yaşamı idare edecekler için birer başyapıt olduğu idrak edilmek zorundadır.

Siyaset gemisi karaya vurmuş, buradan çekicilerle yeniden engin denizlere açılma imkânı varken, bulunduğu yerin en iyi yer olduğuna inanıp oradan gemiyi denize açtığımızı sanırsak, şunu bilelim ki bu gemi buradan denize asla açılamaz olsa olsa daha fazla karaya demirler. Siyaset gemisinin karaya demirlemesi demek; Totaliter teokratik yaşamın rüzgârının yağmur getirmeyen bulutlarının semamızı kuşatıyor olduğunun ortaya çıktığı anlar demektir. Çünkü Karaya geminin oturduğunu bilgi olarak izah edemediğiniz zaman, öyle olmadığını söylersiniz aksini düşünenlere de düşündüğünden doğru potansiyel tehlikeli muamelesi yaparsınız, etrafınızdaki insanların da sizin söyleminize inanmasını beklersiniz. Yani totaliter teokratik bir algıya dayanan yaşamı, farkında olmadan insanlığa armağan edersiniz.

Bunu gören her politik oyun kurucu anlayış kendi anlayışını dayatarak bu süreci götürmeye çalışır ki, bunun adı siyaset olmaz; siyasetsizliğin insanları getireceği son nokta olur. Bu duruma gelmeden ya da böylesi ortamların oluşmasına fırsat vermeden siyaseti Siyasetle yapalım… Siyasetin limanı ahlaktır, ahlakı olmayan bir siyasetin gemisinin nerede demirlediğinin hiçbir önemi yoktur. Biz ülkemizi yönetecek siyasetçilerin ahlak limanından denize açılmasını ve tekrar ahlak limanına dönüp demir atmasını bekliyoruz… Bu bakış açısı, bir anlayış kazandırmak ve kafalarda soru işaretleri bırakarak insanların yeni zihinsel kurgu üretebilmelerine faydalı olmak amaçlı kaleme alınmıştır… Faydalı olmasını rabbimden temenni ediyor, ahlaki bir limana demir atmak ümidiyle siyasetçilerimizi kendi menfaatlerinden uzak toplum menfaatlerini sabırlara koruyarak siyaset gemisini ahlak limanına demirlemeye davet ediyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/22.01.2022/21.33

23 Ocak 2022 Pazar

DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRENLER YARINLARI KARANLIĞA GÖMERLER!

 Taraf olanlar bertaraf oldu diye anlatılan bir söz vardı ama kimse taraf olmayanların bertaraf olacağı günlere gelinebileceğinden bahsetmiyordu. Oysa taraf olmakla taraf olmamak arasında gidip gelen insanların her dönemde bozuk para gibi harcanacağı, taraftarlıklarından belli oluyordu. Medeni insan, her zaman bir taraftadır o hakkın adaletin doğrunun yanındadır. Doğruyu doğru olarak seçebilmek, sizin doğrunun yanında olmanızı gerektirir. Omurga taşıyan insan bir duruşa göre yaşar. Duruşu olan insanlar bulundukları her ortamda herhangi bir ideolojinin, grubun, liderin, partinin ya da gücü kontrolünde bulunduran otoritenin tarafında değildir. Onlar hep aydınlık tarafta bulunurlar ve insanları gölgelerinde bırakmak istemezler. Eğer insanlık bir gölgede kalacaksa o gölgenin de ancak doğruluk ve hakikatin gölgesi olmasını isterler. İnsanın olduğu yerde doğrunun ve hakikatin gölgesi nasıl olacak, mutlaka herkes kendi menfaatlerine göre belirleyici ve biçimlendirici olacak diyenlerin olacağını biliyorum. Ancak doğruluk yaşanmayacak ve yeryüzünde bir gelenek olarak devam etmeyecekse, yaratıcı neden doğruluk hakikat diye bir yaşamı var kıldı. Yaşanmayacak bir oluşumu insanlığın hayatının ortasına bomba gibi bırakarak insanlara zulmetmiş olmaz mı?(!) Böyle düşünen bir anlayışa verilecek en güzel karşılık bu olsa gerek…

Descartes’in deyimiyle, “Tanrı kavramı onun var olduğunun kanıtıdır. “olmayan bir şeyin bir kavramla anlatılması da mümkün değildir. Varlık evreninde ontolojik olarak Yaratıcı vardır ve o fani olan varlıkların içinde oluşan sonsuzluk düşüncesinin ta kendisidir. Çünkü sonlu bir varlığın sonsuzluğu arzulaması, ancak o sonsuzluğu onun ruhuna sonsuz bir varlığın koymasıyla mümkündür. Dolayısıyla sonsuz varlık mutlak hakikatlerin, doğruluğun iyiliğin, güzelin kendisidir diyen Platon’da bu evrende bir hakikat yaşamın olmasının mümkün olduğunu anlatmaktadır. Bunları örneklendirmemin sebebi, olmayan bir şeyin varlığını konuşmakta abesle iştigal olacağı için, hakikate uygun bir yaşam bu evrenin varlığının bünyesinde Tevhidi gerçekleştirmesinin yegâne nedenidir.

İnsanlık yaşamı, olumsuzlukları referans göstererek, onlardan daha ilerde olduğunu söyleyerek oluşturulacak bir hayat asla olamaz. İyiliklerin havarisi ve güzelliklerin yeryüzüne taşıyanı olup, adalet sancağını zulmün ortasına dikebilmenin yolu, olumsuzlukların hayatın hiçbir noktasında referans alınmamasından geçer. Bir yolun kendisi doğru ve istikamet üzere olduğu zaman yol üzerinde olumsuzluklar olsa da o olumsuzluklar yolun hakikat olmasını olumsuz etkilemez. Ancak yolun kendisi hakikatten uzak ve zulme dayanan bir yol ise yol üzerinde bazı olumlu sonuçların olması o yolun kendisini istikamet yolu asla yapmayacaktır. Bu durum Pis fosseptik kuyundan gelen kokuları gidermek için, rögardan akan atıklara temiz çeşme sularını akıtarak onları temizleyeceğini söyleyenin zamanı ve elindeki imkânları boşa harcamasından hiç farklı olmayacaktır.

Hakikat denklemi kurulmadan bu yaşamdaki varlık evreninde sorunların çözümü kolay olmayacak ve istenilen sonuca varılmayacaktır. Hangi inanç ve ideolojide olursa olsun yeryüzü yaşamını mutlu etmeyi düşünmeden insanların yaratıcıya gittiği zaman verilecek hesaplar üzerinden insanlara bir yaşam sunmayı düşünenler, asla doğruluk haritasının içinden bir koordinat seçemeyeceklerdir, dolayısıyla bulundukları yer onların hakikatle yüzleşmelerini engelleyecektir.

İnsanların dünyalarını imar edemeyen hiçbir düşünce ve inanç onların ahiretini kurtarmayı vaat etmesin, yalan söylemiş olur. Dünyada mutsuzluk, ıstırap, kahrolmuşluk, zulüm, cinayet, adaletsizlik, liyakatsizlik vicdansızlık egemen olan bir yaşamdan, geleceği aydınlatmasını beklemek sadece insanın kendi aklıyla alay etmesidir. Bundan dolayıdır ki, Ortaçağ Avrupa’sında skolastik anlayışa sahip olan batı insanları kilisenin girdabında boğarak, onlara cennet vaat etmeye devam etmiştir. Yani dünyalarını karanlığa gömenler, insanların sonrasını asla aydınlatamazlar. Allah Resulünün geldiği döneme bakarsanız, Mekke’de tefeciliğin egemen olduğu bir ortamda, insanları onların pençesinden kurtarmaya çalıştı, diri diri toprağa gömülen kızları hayata kavuşturdu, gasp ve haramiliği ortadan kaldırmak için mücadele etti, hatta buna en iyi örneklerden biri o gün Güç ve iktidar sahibi Ebu Cehilden bir yabancının malını alıp teslim etmesi de var… Hayvan muamelesi gören insanların boyunlarına yular takılarak Pazar Pazar satışlarını yok etti ve o zalimleri Hakka boyun eğdirdi. Mekke’den Medine’ye Hicret sonrası Medine’de Ensar ve muhacir kardeşliğini oluşturdu paylaşımcılığı ortaya çıkardı… Bunların birçok örneklerini verebiliriz, tüm bunlar insanlara ahiret vaat ederek değil, dünyalık zulümlerden insanlık kurtarıldığı zaman ahireti konuşma hakkının olacağını bilen bir elçinin uygulamalarıydı.

Allah’ın Resulünden sonraki ilk 50 yıl sonrasında oluşan anlayış, insanların dünyalıklarını cehenneme çevirerek onları ahirette güzel bir hayatın beklediğini söyleyerek oyun kuran zalimlerin elinde insanlık paçavraya döndü. Sonradan gelenler de, dünyalıklarına hizmet ettiği için, bu anlayışı sihirli bir buluş gibi gelenek haline getirdi ve İslam toplumu denen ortamların tüm yöneticileri tarafından bayraklaştırıldı. Geldiğimiz noktada ise tamamıyla dünyası harap olmuş, yaşamları zindandan, dışarıdaki aydınlığa hasret kalmış mahkûmların hayatına döndü. Yani üstü açık mahkûmlar olarak yaşar hale geldiler. Burada insanlığa anlatacağınız manevi değerler anlatılmadan iflas etmiştir, ne kadar şişirirseniz şiriniz patlamış balonun şişme umudu nasıl ki yoksa böylesi yaşamlarda sizin anlatacağınız manevi değerlerin cazibesi de olmayacaktır. Batı ile kıyasladığımız zaman, batı bu karanlık dehlizi aydınlanma ile deldi biz ise onların aydınlandığı dönemlerden başlayarak, hala çıkma ihtimali olmayan karanlık tünellerde, insanları aydınlığa çıkarmanın hayalleri ile insanlığın umudunu tükettik. Umudu tükenmiş insanlarda, sizin savurgan hayalleriniz bir göverme gerçekleştirir mi dersiniz(!)…

Dünyayı imar etmek ve dünyayı aydınlatmak için yaşadığınız ortamdan başlayarak insanların düşünmesinin önündeki tüm engelleri imkânlar ölçüsünde ortadan kaldırmanız gerekir, düşünmenin önünde dağdan yüksek ve insanların umutlarını kıran ve güçlerinin ötesinde barikatlar varsa ve bunlar gün geçtikçe katlanarak yükseliyorsa, düşünsel anlatımların ve manevi iklime insanları taşıyarak onları rahatlatmanın yolları kapanmış demektir. Bizim toplum için bir örnek verecek olursak, asgari bir yaşam standardı ile açlık sınırında yaşayan bir insan sabahtan akşama kadar mesai yaparak haftanın 6 günü aynı işi yaparak ailesini geçindirmek zorunda ise, bu insanın düşünebilmesinin önündeki tüm kapılar kapanmıştır. Olağanüstü bir sürprizle karşılaşması hariç…

Dolayısıyla, taraftarlık veya taraf dışı olarak sorunları görmek istememek, insanlığa hizmet etmek anlamına gelmiyor. Adalet ile adaletsiz sorunları çözmek, insan olmanın gereğidir. Adaletin olduğu toplumlarda az da olsa insanlık yararına bilimsel, felsefi, kültürel ve sanatsal etkinliklerin ortaya çıktığına şahit olursunuz ancak adaletin yerlerde süründüğü ortamlarda ancak insanlığın yerde süründüğüne şahit olursunuz. Doğu toplumlarının Batının geldiği noktanın ötesine geçebilmesinin tek yolu, yeryüzünde her canlının yaşama hakkının olduğu en yüksek düzeyde dillendirilecek ve yeryüzü imkânlarının tüm insanlık için paylaşımının önü açılacak, her varlığın yaşam kalitesi yükselecek, yaşam kalitesi yükselen insanlara ahiretin önemini anlatın, o zaman sözlerin bir anlamı olacak yoksa size tekrar iadesi gerekecek…

Ben bir insan olarak ve ayrıca sorumlu duyarlı bir Müslüman olarak Hakikate şahitlik etmeyenlerin hangi tarafta olurlarsa olsunlar gazabın kapsam alanından çıkamayacaklarını düşünüyorum… Neden 17 bin Tanzanyalının bir yılda tükettiğini bir Amerikalı bir günde tüketsin, bunu sorumlu duyarlı hakikate şahitlik edecek yeryüzünde adaletin sancağını taşıyan insanlar yaşamlarıyla ortaya koymazlar ve karşı oldukları anlayışlardan daha debdebeli hayat yaşayarak hangi kurtuluşa insanlığı götüreceklerdir. Bugün dünyanın ilk 100 zengininin yarıdan fazlası, İslam ülkesi dediğimiz toprakların yöneticileri ise, hangi kurtuluşu anlatacaksınız insanlara…

Acaba neden Göçmenler hep Batıya gider, hiç doğuya gelen bir göçmen görmedim ama sömürmek amaçlı ve turist olarak gelenler çok… Almanya’nın gayrisafi Milli hasılası 57 İslam Ülkesi dediğimiz ülkelerin milli gelirinden fazlaysa o zaman insanların nereye neden göçmen olarak gittiğini sorgulamaya gerek yok sanırım… Bu ülkeler içinde yine ele ayağa dokunan kaşığa gelen biri varsa o da Türkiye, tüm olumsuzluklara rağmen yeryüzü mazlumlarına kol kanat açarak onların yardımına ulaşmayı ihmal etmiyor… Bu istek ve sorumluluk kendi halkı ile barışık yaşam ortamı oluşturmasına engel değildir. Kendi vatandaşının ihtiyaçlarını giderip onlara             insanca yaşayacağı ortamı oluşturamıyorsa dünyanın en ücra uçlarına kadar gitse de onlar her zaman gölgede kalmaya mahkûmdur. Yani diyeceğim o ki, Toplumsal dayanışma kardeşlik toplumsal adalet olmayan bir ortamın tüm ampulleri patlamış demektir. Karanlıkta bir tünelden çıkarken acaba daha kaç tünel kaldı diye karanlık tünellerin hesabını yaparak yaşamak istemiyorsak kendimize gelmek zorundayız.

Toplum olarak taraftarlık uyaranlarıyla harekete geçmeyi bırakalım ve hakikatin tarafı olarak yaşamaya yemin edelim ki, yarınlarımız karanlıklardan kurtulmuş olsun… Bu güne kadar ki yaşamlarımız bir karanlıktan bir başka karanlığa geçerek geldi, bunun temel dinamiği adaletin dışında ne varsa hepsini yaşam alanımıza çekmemiz ve adaleti hayattan uzaklaştırmamız oldu… Onun içindir ki batı dünyasına özenmeyi bırakıp kendi bünyemizdeki omurgayı diriltelim bu omurga sadece ve sadece adalettir diğerleri bunun üzerine oturur… Adaleti inşa edersek o zaman dünyaya yön veren olabiliriz ve diğer tüm imkânlar bizim şemsiyemiz altında toplanır. Adalet yoksa yeryüzünün imkânsızlıklarına da sahip olsanız, yaşam alanlarınız bir cazibe alanı olamaz. Onun içindir ki adaletin ayağa kalkması ve doğrulması yeryüzünün batışını az da olsa geciktirecektir. Bunun dışında kalan tüm yaşamlar dine dayansa ve bu dinin de ilahi olduğunu söylese de yok olmaya mahkumdur.”…Zalimler yakında nasıl bir devrilişle devrileceklerini bileceklerdir….”Şuara:227

Tüm bu açıklamaların üzerine daha fazla söz söylemek istemiyorum sözlerin en güzelini Allah söyler…”Onlar sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar ”Rabbim bizleri sözlerin en güzeline uyan ve yeryüzünde adalete şahitlik eden kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/23.01.2022/14.00

22 Ocak 2022 Cumartesi

DİNLE GELİŞEN MUHTEŞEM YAŞAMLAR(!)

Bal tutan parmağını yalar ahlaki dinamiklerle büyüyen ve o çerçevedeki meradan beslenenlerin, ahlak kitabının ilkelerine göre yaşamasını bekleyemezsiniz. Onların nazarında ahlak kitabından bahsetmek en büyük hainlik demektir. Hainlikle ifade ediliyor olmanız sizin yanlış olduğunuzdan değil, sadece onların alışılagelen çıkar ve menfaat duygularına uygun hareket etmiyor olmanızdandır. Bu anlayışların doğal yaşam akışı haline geldiği ortamlarda yanlışların ölçüsü hiçbir zaman doğrular olmuyor, varsa bir yanlış ve kötü onun durumu ondan daha kötü olan veyahut ta ona yakın olan bir başka kötüyle ölçülerek değerlendirilmektedir. Yani kötüler içinden bir başka kötüyü sana dayattıklarında onların yanlış algı ve kötü tutumlarına destek olmadığınız zaman, kötülükler merasının dışında kaldığınız için sizlere tehlikeli virüs taşıyan biri olarak bakılır.

Bu tarz düşünmeler ve bu düşünmelere göre oluşan yaşamlar daha çok duygu kodlarıyla örülmüş kabile cemaat ve feodal yaşam algılarının bir karakteri olarak göze çarpar. Bu yaşama sahip olan topluluklarda rasyonalite ve matematiksel doğru hesaplamalar bir anlam ifade etmez, tamamıyla kabile reisinin ya da feodal yapının yönetim merkezinin söylediği sözlerin doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın doğruluğu kabul görür. Çünkü aralarındaki duygusal bağ ve duygusal birliktelik akılcı ve realist düşünmenin yerini almıştır. Geçmişte bir İmparatorun ya da kabile reisinin yaşamı son bulmadan onun yerine başka birinin geçme ihtimalinin olmamasının en belirgin yanı, duygusal beklentilerin ve ülküleştirmenin zirve yapmasındandır. Bir şahsı ülküleştirdiğiniz zaman onun her yanlışının ve sözünün arkasında gizemli bir yan ve hikmet ararsınız. Bu anlayış zihinsel kurgu üretmenin önüne konulan ve zihinlere vurulan bir prangadır. Bu prangadan kurtulamayan toplumlar mutlu huzurlu ve refah düzeyi ileri insani yaşam kalitesinin her geçen gün artarak yükseldiği bir hayattan mahrum yaşarlar. Çünkü onlar için en iyi hayat kendilerine sunulandır. Kendi emekleriyle bir şeyi elde etmeyi değil de kabile reisinin kendilerine tanıyacağı hakkın, ulaşılması çok zor bir hak olduğunu düşünürler…

Bu tür ortamlarda yönetici durumunda olanlar uzun süre yönetimlerini devam ettirirler. Rasyonel bir etkileşim etkisinde kalma endişesi ortaya çıktığında ve etkileşimin etkileme boyutu da kitlelerde baskın düzeyde karşılık bulma ihtimali olduğunda, etkileşimin tüm yolları kapatılır. Tek ağızdan bilgilendirme esas alınır. Buna uymayan farklı sesler olursa onlar da tüm kabile tarafından aforoz edilmeyle yüz yüze kalırlar…

Kabilesel yaşamların süreklilik kazanması için otorite, meşruluğuna bazen inanca dayanan gizemli bir meşruiyet yüklemeye çalışır. Bu gizemlilik onu olağanüstü bir sürece taşır ve kabile üyeleri böylesi bir otoritenin varlığını korumanın Tanrının emri olduğunu, buna itiraz edenlerin de Tanrıya savaş ilan ettiğini ve dolayısıyla canının malının helal olduğu anlayışını ortaya çıkarır. Bu anlayışları her ortamda ve tarihi geçmişe baktığımızda görmek mümkündür. Modern devletler neden hep bu kabile yönetimleri tarafından hedef alınır, çünkü rasyonalite baskın da ondan ferdiyetçilik ve özgürlükler uğruna insanların mücadele vermesinin kapılarını açar. Oysa bu feodal yapılarda insanların bu imkânlara kavuşması mümkün değildir. İnsanların varlığı kabilenin varlığıyla orantılıdır. Kabile ve kabile reisi var ise TAMAM, kişiler o kadar önemli değildir. Bu algı Allah Resulünden sonra gelen yönetimlerde de kendisini gösterdi, hatta Emevi ve Abbasiler döneminde zirve yaptı Osmanlı ile bu zirve en az beş asır devam etti… Allah’ın elçisi o topluma yönetici olarak gelmemişti, uyarıcı olarak gelmişti, ahlaki değerlerden uzaklaşan şirk dininin yaygın hale geldiği tefeciliğin toplumsal bir yaşam felsefesi olduğu ortama, onları uyarmak ve tevhide davet için geldi. Allah’ın Resulü her an vahiy aldığı için oluşacak yönetimde de insanlar onu doğal bir lider olarak gördüler, ancak Allah’ın elçisinin o toplumda olması onun mutlaka bir devlet başkanı olmasını da gerektirmiyordu. Allah tarafından her an uyarılan ve hata olacağı zaman düzeltilen bir elçi olduğu için, doğal olarak Medine de kurulan devletin de yöneticisi oldu. Zaten ondan daha iyi birinin de yönetme şansı yoktu, çünkü doğrudan vahyin kontrolündeydi. Durum böyle olunca o dönemde Müslümanlar da gelişen algı, en dindar olan ve Allah’ın Resulüne en yakın olan aynı zamanda devlet başkanı olmalı anlayışını doğurdu. Hatta Hz. Ebubekir’in halife olması da böyle bir anlayışın sonucuydu. Halife denmesinin sebebi de din ile devlet işlerini birlikte üzerinde barındıran özel vasıflara sahip biri görülmesindendi. Ancak bu durum ilk iki Halife döneminde tam isabet olsa da, Hz Osman döneminde o kadar isabetli olduğu söylenemez, Hz Ali dönemine gelindiğinde ise Ali’nin feraseti hikmetli kavrayışı ve ilmi yönden bir deha olması iç karışıklıklar ve Muaviye’nin tükenmez hırslarının gölgesinde kalmıştır. Müslümanların, Allah’ın Resulünden sonra başlayan tarihleri sancılı başlamış ve o sancı Emevilerle birlikte tam bir dönüşüm yaşayarak, Seküler yaşam dinle meşrulaştırılarak gelecek kuşaklara İslam Medeniyeti diye sunulmuştur. Abbasîlerle de devam etmiş Osmanlı’da da Devleti Ali Osmaninin Bekası için kardeş katli helaldir gibi, Dinle meşruluk kazanan cinayetler işlenmiştir. Yani İktidar ve politika uğruna cinayetler meşruluk kazanmıştır. Bu anlayışların oluşmasının temeline baktığımızda hepsinde, iktidar gücünün meşruiyetini dine dayandırmaktadır. Çünkü din inanmayı gerektirir ve sorgulamadan ve akılcı yaklaşımlardan uzak doğrudan duygusal bağlar kurmayı içerir. Bu durum yönetenlerin işini kolaylaştırmaktadır. İnanma temeline dayanan ve duygusal bağlarla size bağlanmış olanları yönetmeniz ve onları istediğiniz şekilde kanalize etmeniz çok kolaydır. Burada sizin çok çaba sarf etmeniz gerekmiyor, ortak uyaranları ön plana çıkarıp onlar üzerinden gündem oluşturmanız sizi hem hedef olmaktan çıkarır, hem de sizi kahraman yapar erişilmesi imkânsız Tanrının gönderdi bir mehdi olarak görülmenize sebep olur. Oysa Modern devlet algısında yönetim, tam olmasa da bireylerin özgür seçimleri sonunda oluşur, ortak aklın belirlemiş olduğu kurallara uygun davranmadığı zaman da meşruiyetini kaybeder, meşruluğu kaybolan yönetimler yerini meşru olan başkalarına bırakır. Bu uygulama kabile ve feodal yönetim algılarında göze çarpmaz. Bu yönetimlerde yönetenler destanlarla tebaasını meşgul eder, savaş üzerine bir hayat düşler ve sürekli insanları ortak bir noktada toplamayı ve duygusal patlamaya hazır olmalarını sağlarlar.

Böyle topluluklarda Reisin eleştirilmesi ve onun yanlış yapacağının anlatılması doğrudan kutsal değerleri hedef almış bir açıklama olarak görüleceği için, aynı toplum içinde daima farklı kutup başlarından elektriklenme yaşayan topluluklar karşı karşıya gelir ve Yönetimdekiler doğrudan hedef olmaktan çıkarlar. Böylesi ortamlarda ortak aklın belirlediği doğrularda buluşmanız ve ortak bir yaşamın belirleyici kurallarını oluşturmanız çok zordur. Çünkü karşılıklı çatışma üzerine oturan anlayışlar kitle bazında duygulardan beslendikleri için akılcı açıklamalardan hiç mi hiç hoşlanmazlar, ondan dolayıdır ki bu toplulukların kaderinde hep sömürülmek yatar.

Duygusal bağlarla birbirine bağlanmış toplulukların en güzel yanı kalbi değerlerin canlı olmasıdır, ancak bu canlılığı akılla birleştiremediklerinden dolayı hep kandırılmak bahtlarına bir piyango gibi çıkar. Neden çok şiir yazarız duygusalız uzun havalarımız var her birinin bir hikâyesi var… Hikâyelerle büyüdük keşke ufkumuz akılla açılsaydı, vicdanımız kalbimizin derinliklerinden gelen hakiki bilgilerle karar verebilmeyi becerseydi, işte o zaman bu toplumların yeryüzüne medeniyet inşa edeceğine hep birlikte şahit olurduk…

“Bal tutan parmağını yalar”deyimleşmiş bu sözleri başımıza taç edeceğimize” insana ancak emeğinin karşılığı var deseydik ”Allah’ın bu buyruğu ile mücadeleci düşünen usanmayan doğru olanları koruyan kimseye ayrıcalık tanımayan yönetim anlayışları geliştirebilirdik. “Emaneti ehline ver” buyruğunu bilseydik, hiçbir iş savsaklamaz ve herkes düşüncesi inancı ne olursa olsun insanlık yararına kamu hizmetlerinde olurdu. “Onlar sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar ”buyruğunu bilseydik duygusal bağları aklımızla perçinler ve duygu denizinde akıl iskelesine demir atardık. “Onlar, anne babası hatta yakınları olsa bile onlara adalette ayrıcalık tanımazlar ”Buyruğunu bilseydik vicdanımızın direği sızlardı, bizden olmayanlara karşı yanlış bir davranış içine girildiği zaman… Yani diyeceğim o ki, duygusallık bir yaşam algısı olarak güzel, biz duygusu, paylaşımcılığın temelindeki genleri oluşturur, ancak bu genlerin yaşam alanına doğması gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için aklı devre dışı bırakmaması gerekir. Aklı duygulara feda edenler, heba olmaya mahkûmdur. Yöneten ve yönetilenlerin orada birbirlerine laf attıklarını bir görsen, yönetilenler diyecek ki, siz gece gündüz dolap kurar bize yanlışı doğru gibi gösterirdiniz an dolsun ki sizler olmasaydınız biz doğru yolu hakikati bulanlardan olacaktık derler. Yönetenler de diyecek ki, size bir doğruluk geldi de biz mi sizi onlardan uzaklaştırdık, siz zaten halinizden memnun ve bir sapıklık içindeydiniz, hayır hayır siz gece gündüz dolap kuruyor ve bizi kandırmaya çalışıyordunuz rabbimiz bunların azabını iki kat ver diyecekler, onların azabı zaten iki kat…”

Duygusal birlikler bazen yolun sonunda çıkmaz sokağa dönüşebiliyor, bunun temel sebebi de yönetenlerin erişilmez olduğuna halkını inandırması, halkının da yönetenine toz kondurmaması insanları yok oluşun kenarına getirir. Yani körler sağırlar önce birbirini ağırlar, varacakları nokta körlerin ve sağırların birbirini kazıklamasıyla sonuçlanır…

Tüm bu açıklamalardan sonra konumuzu son bir açıklama ile bağlayalım, Hiçbir yönetime din kimliği giydirilmemelidir. Aklı kör eder, doğrudan inanma temelinde olur ve düşünmenin sınırları daraltılır, yanlışlar duygusal gazlarla pompalanır ve yanlışta hız limiti olmaz ta ki uçuruma varıncaya kadar, sonrası heba olan bir yaşam olur…

Nerede ne zaman bulunduğumuzun önemi yoktur, önemli olan nerede ne yaptığımız ve insanlık yaşamına ve doğanın İmar atına ne kadar katkıda doğru bulunduğumuzdur. Bu anlayışla ayağa kalkarsak her şeyi yeniden değerlendirmemiz ve gören gözleri Baş tacı yapmamızın aciliyetini anlamış oluruz… Yaşam, A. Comte’un deyimiyle ”Evrensel karşılıklı sosyal bağımlılık ilkesine göre devam eder.” Bunu dikkate almaz ve ortak aklı referans olmaktan çıkarır ben merkezcil yaşamın doğal akışını sağlayan kodları imha edersek, her şey imha olur. “İnsan kendisini kendisine yeter görerek sapar,” doğrudan uzaklaşır ve bataklığa gider, rabbim bizleri idrak eden ve hakikate şahitliklerinde kusur etmeyen, özgür kullarından eylesin… Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/22.01.2022/01.19   

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!