Bu Blogda Ara

31 Aralık 2009 Perşembe

SELAM SANA EY ÇOCUK(7)!

Sen kardeşim,(la)diyerek yıktığımız hayattan uzaklaştığımız zaman, başına geleceklerin bir hesabını yaparak yola çıkmıştın, Tevhit gerçeğini haykırırken... Bu gerçeği benimsedikten sonra yerinde kalmayı düşünmüyordun; karşına çıkacak zorlukların üstüne üstüne giderek, o zorlukları yenebilecek bir insan olduğunu da haykırıyordun. Çünkü sen inanmıştın ki;"Her zorlukla beraber bir kolaylık olacaktır".İşte senin karşılaşacağın zorluklarda onlardan sadece birisi olabilirdi, bu zorluklara göğüs gererek sonunda bir kolaylıkla karşılaşacağını biliyordun... Ama tüm bunlara rağmen sen günlük hayatta tereddütlerle karşı karşıyaydın; sana sesleniyorum kardeşim! Unutkanlıklarından da hesaba çekileceğini bilmiyor musun?
Bak kardeşim, bu dünyalık istekler isim değiştirerek, bizleri düşünce ve istekler açısından istila etmişler. Bunlar gelecek endişesi olarak kalplerimizi kuşatmışlar, sonra da oradan bize seslenerek şöyle demektedirler: Bana bak, sen yarın değişik koşullarla karşı karşıya kalacaksın, şimdiden kendini iyi ayarlamaz, bana tevekkül etmezsen, beni kazanmak için değil de başka şeylerin mücadelesini verirsen, nelerin başına geleceğini göreceksin... Fakat bunlarla karşılaşmadan önce, ben sana diyorum ki, bana sahip ol, beni yakala, beni yakalayabilmek için, hep gecelerini gündüzlerini çırpınarak geçir. Yoksa kaybedenlerden olursun, bak insanlar hep çalışıyorlar, beni ele geçirmek için; senin hiç aklın yok mu? Kafan çalışmıyor mu? Ne zaman ki, diğer insanlar seninle alay edecekler, sana hava atacaklar, o zaman mı anlayacaksın kıymeti mi? Ama şunu da hiç unutma ki, insanın inandığı dinin gereklerini öğrenmesi için bazen kitapları karıştır, arada dost meclislerinde bulun rahatlayarak günahlardan temizlenmiş bir şekilde evine dön... İlerde bana tam sahip olduğunda, daha fazla okuyacaksın, aynı zamanda okuduklarını yaşayarak başkalarını da uyaracaksın diyerek; insanın önündeki en büyük ölüm gerçeğini insana unutturmaktadır. Bak kardeşim Ölüm bizim arzu ve emellerimizin önünde bulunmaktadır. Ama bizler, bu hakikati görmeyerek arzu ve isteklerimize takılarak gitmekteyiz.
İşte kardeşim, isim değiştirerek, kafalarımıza kalplerimize giren, omuzlarımıza, ayaklarımıza ve ellerimize yapışan, bu dünyalık değerler, insanı aldatarak, yapmış olduğu antlaşmanın gereklerini yerine getirmeyi unutturmaktadır. Hâlbuki bizler, onların aldatmalarına takılmadan, gaflete dalanların bizi oyalamasına aldırmadan, arzularımız gerçekleşmeden ölüm gerçeğinin bizi yakalayacağını bilerek yürümemiz gerektiğini biliyorduk...
Bak kardeşim, kendisiyle antlaşma yaptığımız Rabbimiz Allah, kendine yönelen kulları uyararak şöyle der:"Heva ve hevesinin peşine düşerek, onu düşünmeyen kimse sakın seni, Onu düşünmekten alıkoymasın."Evet kardeşim, sakın ha hevalarını ilah edinenler, bizi yaptığımız anlaşmaya uymayı unutturmasın."Onlar, Allah’ı unuttular, Allah’ta onlara kendi nefislerini unutturdu."Evet kardeşim bizler onların isteklerini kendimize taşırsak hüsrana uğrayanlardan oluruz, ben de döne döne sana o antlaşmanın sorumluklarını hatırlatıyorum belki yanlış yolda olabiliriz korkusuyla...
Yoksa sen o antlaşmayı unutacak kadar gaflette misin?Hani sen söz vermemiş miydin?Rabbim sadece sana kulluk edeceğiz ve sadece senden yardım diliyoruz diye?Bak kardeşim, omuzların çökmüş,saçların beyazlamış,ellerin düşmüş,düşüncelerin karamsarlaşmış,kafan hep meşguliyetlerle dolmuş,uykuların kaçmış,düşünerek yaratılışını ve sonunu sorgulayacak zamanın kalmamış;isteklerinin freni patlamış,kınayıcıların çoğalmış,sen hala bunlara rağmen o antlaşmaya uyduğunu sanıyorsun öyle mi...?Kendini tatmin etmek için arada bir kitapta karıştırıyorsun,kıldığın namazın sadece şekilleri hayatında kalmış,kur'an ayetlerinin üzerindeki tesiri kaybolmuş,daha sonra da bu amellerini sevmeye başlamışsın;bu kadar da yeter dercesine dirhem dirhem azalmaktasın,ama sen hala o antlaşmaya sadık kaldığını sanmaktasın...?
27.12.1991
Elazığ
Erol KEKEÇ

19 Aralık 2009 Cumartesi

SELAM SANA EY ÇOCUK (6)!

Sen kardeşim,bir de baktım ki hep koşuyorsun,koşuşturuyorsun,kovalıyorsun,peşini hiç bırakmıyorsun;zaman hızla geçiyor,yaş grafiklerin yükseliyor;ama sen hala koşuyorsun.Nereye doğru biliyor musun?Hiçler diyarına...Sen kardeşim mesafe aldığını, gerilerde çok güzel anılar bıraktığını sanmıştın,ama hiç düşünmeden.Düşündüğünde ise seni yakalayacak ölümün gelmesini hiç istemiyordun.Çünkü hazırlıklı değildin,işte o zaman anlamıştın sen hayatın boş geçtiğini;sonra da oturarak bir tahlilini yapmaya koyulmuştun,ama gerekli tavrı koymak için değil;belki de sadece tatmin olmak için böyle yapıyordun...Bir kaç saat sonra tekrar başlıyordun koşmaya,kovalamaya,sahip olmaya,pohpohlanmaya doğru hep koşuyordun.İşte bunları sana soracağım....
Kardeşim, hani ya bir antlaşmamız vardı onu hatırladın mı? Sen o zaman ne demiştin Rabbine. Niçin o antlaşmayı imzalamıştın düşündün mü? Biliyorum arada bir aklına getiriyorsun da, peki sen nereye gidiyorsun?
Kardeşim, bizler (La)demekle, Allah’ın dışındaki tüm ilahları yıktığımızı söylememiş miydik? Allah’tan başka ilahlar hayatımızda yıkılmışsa, bu ilahların belirlediği hayatı ele geçirebilmek için bu kadar çırpınmak, koşmak bizlere yakışır mı? İşte bunları sana soruyorum. Evet, kardeşim Tevhit kervanının erlerinden biri olduğunu iddia eden sen, bu kervanın tarih boyunca savaştığı ve onlardan ayrı bir yaşam oluşturduğu düşmanının belirlediği hayatı ele geçirebilmek için, geceleri hiç uyumuyor, gündüzleri de hep koşuyorsun... Bu yorulmalarına rağmen kalkıyor, Tevhit kervanının içinde olduğunu söylüyorsun... Kardeşim sana sesleniyorum, bu kervanda yorgun kahramanlara bir yer ayrılmamış olsa gerek. Bu yolda kuş olarak uçanlara, uçmasa da uçma yolunda öleceklere yer vardır. Sen kardeşim uçamaz mıydın? Hayır, inanmıyorum, sen uçabilirdin, uçmak için zaten antlaşmayı imzalamıştın, en zor olanı o antlaşmayı imzalamaktı, bunu da sen başarmıştın... Böylece uçmak için kuş olduğunu ispatlamıştın, ama yapmadığın tek şey uçmamandı. Uçmaman için de ayağına çamurlar yapışmış, omuzlarına yükler vurulmuş, kafana meşguliyetler doldurulmuş, ellerin karamsarlıktan bir araya gelmez olmuş, önüne tükenmez arzular ve bitmeyen emeller doldurulmuş; bu şartlarda sen uçamazdın... Bunların altından kalkamıyordun ki, nasıl uçabilirdin? Uçmamana rağmen bir de aldatılmıştın, yuvada oturularak, yani uçmayaraktan kuş olunabilir mantığı sana verilerek tam hareketsiz bir varlık haline dönüştürülmüştün... Hareketsiz bir varlığın, hareketli kervanda olması düşünülebilir mi? Sen kardeşim kımıldayacak ve üzerinde kalkmaman için konulmuş ağırlıkların hepsini atacaksın... Bu yolda karşılaştığın tüm zorluklara rağmen yürümen gerektiğini bilerek yol alacaksın, yoksa kolay mı kervanın erlerinden biri olduğumuzu iddia etmek?

27.12.1991
Elazığ
Erol KEKEÇ

13 Aralık 2009 Pazar

SELAM SANA EY ÇOCUK(5)!

Sen kardeşim önüne çıkacakları düşünmemiş miydin?Her şey güllük gülistanlık mı olacak sanmıştın?Bunlar olduğu müddetçe yürüyeceğim veyahutta yürüdüğüm müddetçe bunlar da olacak mı diyordun?İşte sana onu bilip bilmediğini soruyorum?...Kardeşim, şüphelerin insanlardaki azimleri ve dinamizmleri yok ettiğini bilmiyor muydun?
İşte kardeşim, şu bir hakikattir ki, insanların hayatlarındaki kırılmalar dönemi, insanların tereddütlere ve şüphelere başlamasıyla ortaya çıkmaktadır. İnsanlar ne zaman durup, sorgulamalar yapıp ardından da üzerinde bulunduğu yoldan birazcık şüphe etmeye başlar, asırlık bir çınar gibi yıkılır gider. Kardeşim! Bu yol Tevhit kervanının yolu, şüphelere ve tereddütlere yer vermeden yürümeyi gerektiren bir yoldur... O yolu iyi tanımak gerekiyor, kardeşim bu yol tanınmadan, kabullenilmeden, onun uğrunda bir takım kurallarla hareket edilmeye çalışılmaz. Bu yol, inananların, tereddütlere yer vermeyenlerin, gemilerini yakanların, dünyaya çaktıkları kazıkları çekip atanların, yürüyebileceği bir yoldur.
Evet, kardeşim, İbrahim (as)bu yola böyle inanmıştı ki, onu ateşe atacaklarının haberini kendisine ulaştırdıklarında şöyle diyordu:"Allah ne güzel vekil ve o ne iyi Mevla ve yardımcıdır."İşte, İbrahim(as) bu yola böyle inanmıştı, o muvahhit insan, sonuçtan emindi, onun kalbinde herhangi bir tereddüt amiline yer yoktu. Kızgın Arap çöllerinde, aç susuz oğlu İsmail ve hanımı Hacer'i bırakarak yol aldığında, durup gerilere baka baka, tekrar geri dönmüyordu. Çünkü o insan inanmıştı ki, İman edenlerin dostu Allah’tır, onlara hiç ummadıkları bir taraftan rızık verir...
Evet, kardeşim, İbrahim(as)Allah'a dayanmıştı, O ne paraya, ne mala, ne şuna ne de buna dayanmamıştı. O sadece ve sadece Allah'a dayanmıştı. Allah’tan başkasının koruyuculuğuna yardımına gerek yoktu, bir kişinin dostu Allah olunca. İşte kardeşim, İbrahim tüm zaman ve çağlara, gelecek tüm nesillere yaşamıyla bunu haykırmıştı. Sen bunu bilmiyor muydun? Yani İbrahim'in mesajının anlamını? Ondan dolayıdır ki, Allah’u Teâlâ İbrahim için şöyle demektedir:"İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel örnekler vardır..."
Benim kardeşim, İbrahim ve beraberinde olanlarda, o kervana katılacak insanlara çok güzel numuneler vardır, bunlardan biraz haberdar olmayalım mı? Kardeşim, İbrahim hakka dönüşün sembolüdür. İbrahim, yürüyenlere ve yürüyeceklere, azim ve kararlılık sergileyen bir rehberdir. Kardeşim İbrahim enerjinin depolandığı bir kaledir, İbrahim dosttur, dost gerçek bir dost, Allah’ın dostu, Allah’ı dost edinenler İbrahim’i(as) dost edinsinler. Kardeşim sen İbrahim'i böyle ve daha nice hatırlatılmayan özellikleriyle örnek edinmelisin ki, Tevhit kervanında olduğunu iddia edebilesin...
Kardeşim İbrahim'in hayatındaki kısa kesitlere kulak verdik mi? İbrahim'in bir dostu da 18 yaşında yakışıklı genç bir insan, Mus’ab Bin Umeyr’dir. O insan, hayat İslam olmadan, hiçbir şeyin anlam ifade etmeyeceğine inanarak, Müslüman olmakla birlikte hayatındaki tüm dünyalık değerlere elinin tersiyle vurup deviren insandır, mus’ab... Evet, kardeşim, Mus’ab yüklenen, taşıyan, katan, katılan, birlikte olan, zanlarla tahminlerle vehimlerle, kendi menfaatlerinin önüne İslami set olarak çıkarmayan insandır. Benim kardeşim, Mus’ab yürüyen insandır, İslamla donanarak yürümek istiyorsan, vehimlerin ve zanlarınla hareket etmeden, yıkılması gerekli olanları bir çırpıda yıkarak mesafe almak zorundasın... Kardeşim, bu yolda mesafe almaktır, ancak yaptığımız antlaşmaya sadık kalmak. Mesafe almıyor, sadece ve sadece öğreniyorsak, böyle gidiş olmaz. Bu yolda yürümek, kuş olarak yuvada kalmayı değil, uçmaya çalışmak uçamasakta uçma yolunda ölmektir.
Kardeşim bunlar birer hatırlatmaydı;ama birde olması gerekenlerin hayatımıza oturması vardı,sen bunları da hiç düşündün mü?....
27.12.1991
ELAZIĞ
EROL Kekeç

6 Aralık 2009 Pazar

SELAM SANA EY ÇOCUK (4)!

Ey benim kardeşim, nasıl soyunmuştuk bu hayata bizler? Hiçbir hesap yapmadan mı, hayat sadece okuduklarımızın ve duyduklarımızın bir öğrenilmesi miydi, hayat güzel güzel konuşarak o güzel değerlerden haberdar olmak mıydı? Namazlarımızı kılıp, cahili toplumda, işte dürüst bir insandır, hiç kimseye karışmıyor, demeleri için İslami motifleri kendimize taşımak mıydı hayat? Sabah saat 08 ile 17-18 arası işinde, arta kalan zamanda uykuda ya da ziyaretlerde geçirilen zaman mıydı hayat? Tatmin olmak için günlerini bir orada bir burada geçirmek miydi hayat? Evet, kardeşim hayat hakkında çok sorular sorulabilir... Hayat nedir? Sorusu üzerinde etraflıca biz düşüneceğiz. Kardeşim duydun mu söylediklerimi? Bitmedi henüz söyleyeceklerim ve bitmeyecekte, ama fazla seni sıkmadan kısa kısa bazı hatırlatmalarda bulunacağım...
Ey benim kardeşim! Hani sen kendini tarihin evvelinden ahirine doğru ilerlemekte olan Tevhit kervanının içinde olduğunu iddia ediyordun?Bu kervanın erlerinin hayatlarını sen hiç düşündün mü?Bunlardan birisi İbrahim(as),bir diğeri de Mua'ab Bin Umeyr.İşte kardeşim kervanın erlerinden ve önderlerinden ikisi...İbrahim(as) Muvahhit insan,hayatının her alanında Allah'ın birliğini ispatlamış insan,hayatı şöyle anlamıştı:Her şeyden feragat ederek Allah'a yönelmek gerektiğine inanmıştı ve bunu da şu sözleriyle ispatlamıştı:"Ben sadece rabbime gidiyorum"Evet kardeşim İbrahim(as) sadece rabbine gidiyordu.Toplumun dininden toplumun her şeyinden ayrılarak net bir ayrılışla Rabbine gidiyordu...İbrahim mevkisiyle,makamıyla,satatüleriyle,beklentileriyle,arzularıyla,emelleriyle,fakir olma korkusu,zengin olma tutkusuyla,evet bütün bunları tutkuları,tutuculukları,muhafazakârlıkları,taraftarlarıyla rabbine giden insanın adı değil,O tevhit mektebinin sembolü olan insan sadece Rabbine gidiyordu...Kardeşim sen İbrahim'i(as) görmemiştin,ama İbrahim’i(as) bir hayatı görmemeli miydin?İbrahim'i hayatı görmemen önemli değil,İbrahim sen olacaktın,sen kardeşim İbrahim olacaksın,sen kardeşim İbrahim olacaktın...Sen İbrahim olurdun,İbrahim olmaya karar vermiştin,ama arzularını isteklerini İbrahim yapmamıştın,fakat yapmamalı mıydın,evet kardeşim yapmalıydın;çünkü bu kervana katılmak insanın her şeyinin İbrahim olmasıyla mümkündür.İbrahim konuşmada olunmaz ateşin içine atıldığımız zaman ortaya çıkar.
Evet, kardeşim, İbrahim ateşe atılmıştı ama yanmadan çıkmıştı. Allah’ın koruyuculuğundaydı, çünkü ateşe yakmama emri verilmişti, nasıl yakabilirdi ki, gücü var mıydı, hayır onun gücü kaybolmuştu İbrahim'in tevekkülü karşısında... İşte kardeşim, İbrahim’in içine atıldığı ateşin bir benzerinin içinde bulunuyoruz. Ama bizleri yakıyor üstelik kül olup savruluyoruz, neden neden bu ateşlere karşı dayanamıyoruz? Oysaki bu ateşleri bizler tercih ederek içine giriyoruz, ama İbrahim'i zorla attıkları halde yanmamıştı, bizler isteyerek gidiyoruz sonra da bakıyoruz ki kül olarak savruluyoruz...
Sana sesleniyorum kardeşim,niçin ve neden böyle oluyor?Tekrar soruyorum,hani sen demiştin ya Tevhit kervanının içindeyiz diye,böyle kervana katılabilir miyiz?...
27.12.1991
ELAZIĞ
EROL Kekeç

SELAM SANA EY ÇOCUK (3)!

Selam,sevinçleri Allah'ın değerlerini yaşadıkları zaman,üzüntüleri de Allah'a karşı günah işledikleri zaman meydana gelen mü'minlerin üzerine olsun...Selam mü'minlere karşı alçak gönüllü,kafirlere karşı onurlu ve başları dik olup,Allah için mücadelesinde,kınayıcıların kınamasından korkmadan yürüyen erlerin üzerine olsun...Selam,Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda,kalpleri ürpererek titreyen mü'minlerin üzerine olsun...Selam,kendilerine verilen zamanın kar değil bir sermaye olduğunu bilip bu sermayeden zarar etmekten korkan mü'minlerin üzerine olsun...Selam yürüyenlere,selam koşanlara,sapmayanlara,yarınlara doğanlara,olacaklara,olanlara....
Selam,tomurcuklanmış karanfillere toprağa tohumu atılacak lalelere,açmış patlamış menekşelere ve güllere,...Selam küçük yavrulara,küçücük çocuklara,emeklemeye,yürümeye hazırlanan küçük yavrulara selam,evet selam onlara...Sen çocuk yarın doğacaksın, sana selam gönderiyorum...sana rahmet ve hidayet diliyorum...Sen çocuk,evet sen sana sesleniyorum,yarın sana hücum edenler olacak,nasıl karşılık vereceksin tamam hepinizin isteklerini gerçekleştireceğim diyerek,köleliği esareti mi tercih edeceksin? Yoksa kalbinden gelen sese kulak vererek seni selamlayan bana karşılık mı verirsin...?
Evet sana sesleniyorum ey çocuk!bak yarınlar her gün geliyor diğer yarınlarda gelecek,gelmeme endişesi diye bir şey zaten yok,gelmeme endişesi ve dünya kalıcı olsaydı,hiç gelir miydi, senden öncekilerden sonra sana ikamet dönemi?...Ey çocuk! Bak neler oluyor, hergün güneş doğuyor, Güneş batıyor, geceler oluyor, gündüzler oluyor, geriye neler kalıyor; ancak geçen zamanın bir anısı... Peki, insan hep anıları tekrarlayıp tekrarlayıp terennüm eden bir varlık mıdır? Bunları hiç düşündün mü? Düşüneceksin bir gün büyüyeceksin, kapkaranlık bir dünyada kendini bulacaksın, o zaman anlayacaksın sana sorduğum bu sorunun cevabını... O zaman sana çocuk diye hitap etmeyeceğim, sen o yaşlara geldiğinde artık benimle kardeş olman için, sana bazı hakikatleri hatırlatacağım...
Kardeşim hani hatırlar mısın bir zamanlar söz vermiştik; Allah’ım sen bizim Rabbimizsin, senin emirlerine uyacağız istemediklerinden de kaçacağız diye? Hatırladın mı o anı? Kardeşim o antlaşmanın bedeli ağırdı, ama buna rağmen kabullenerek antlaşmayı imzalamıştık, sadece onun sözlerle sınırlı kalacağını mı sanmıştık ki, o antlaşmayı yapmıştık? Şayet bu antlaşmanın gereklerinin olduğunu biliyorduysak bu antlaşmayı yapmaktan niçin çekinmemiştik? Evet, kardeşim, biz bu antlaşmanın insana yükleyeceği sorumlulukları bilerek onu kabullenmiştik...
Peki, o antlaşmanın gereklerini yerine getirmemeli miydik? Antlaşmanın gereğine uygun yaşayan ortamları görmemiştik, ama kendimizi antlaşmanın gereğinin yerine gelmesi için Allah'a vakfetmemeli miydik, hayır kardeşim, bunlar bize yakışmaz, kendimizi vakfetmeliydik... Evet, kardeşim biz anlaşma yapmıştık hemde iki antlaşma, birini ruhlar âleminde, diğerini Tevhit gerçeğini haykırırken(LA) dediğimizde imzalamıştık, bu imzaları neyle atmıştık biliyor musun? Kanlarımızı mürekkep olarak kullanmıştık, o kanlarımızın anlamı çok büyüktü kardeşim hemde çok büyük... Kardeşim (LA),dediğimizde önümüze çıkacak her tür bağımlılıklara bir başkaldırı yapmıştık, Allah’ın dışında, hani hatırladın mı? Felahı, kurtuluşu, engelleyen köleliğe, esarete, hürriyeti özgürlüğü sınırlayan setlere, bizi kandıracak desiselere, bir başkaldırı yapmıştık, bu başkaldırı öylesine miydi yoksa anlamlı olupta, henüz anlamları hayatımızda ortaya mı çıkmamıştı?
26.12.1991
ELAZIĞ
EROL Kekeç

27 Ekim 2009 Salı

SELAM SANA EY ÇOCUK(2)

Gaflette olan bir toplumun yaşamını terk ederek, onların gittiği yolun yanlışlığını bilen ve onlara da "ey insanlar nereye gidiyorsunuz "diyecek kadar dinamizme enerjiye sahip olan ve o taşıdığı potansiyeli de her zaman kalplerinde taşıyan mü'minlerin üzerine olsun Selam...
Ayağa kalkan ve bir daha da durmak bilmeden Hz. Muhammed Mustafa (SAV) gibi her yerde yürüyen insanların üzerine olsun selam... Selam, korkuları delen bir şimşek gibi, ortalığı hem aydınlatan hemde iğneleyen, mü’min davetçilerin üzerine olsun... Selam, kendilerine bakıldığında, sana Allah'ı ve ahireti hatırlatan Allah dostlarının üzerine olsun... Selam, zaman ve çağların tutsaklıklarına köle olmadan özgürce sadece Allah'a kul olanların üzerine olsun... Selam, samanyolu gibi, karanlıklardaki insanların önünü hidayet ampulleriyle aydınlatmak için mücadele eden, yüce dava sahibi mü'min insanların üzerine olsun... Selam, her yanı çamur ve bataklıklarla çevrili olduğu halde, aldırmadan çamurlara ve bataklıklara saplanmadan yürüyen dava erlerinin üzerine olsun...
Selam, küfre zulme kalben ve davranış olarak nefretle bakan ve asla onlara meyil etmeyen, kalbi imanla dolu mü'minlerin üzerine olsun... Selam, ibrahim(as) gibi putları deviren tüm çağların insanlarının üzerine olsun... Selam, nefsin isteklerine ve şeytanın desiselerine rağmen, onlara başkaldırarak yürüyen insanların üzerine olsun... Selam, taşımak ve yüklenmek için kalplerdeki haşaratları temizleyerek, yola çıkan tüm ebuzerlerin üzerine olsun... Selam, katanların, katılanların, yüklenenlerin, taşıyanların ve taşıyacak olan, İslamın dava erlerinin üzerine olsun... Selam, kaçmayanların, özürler bahaneler uydurarak yüklenmekten ürkmeyerek gerilerde kalmayanların üzerine olsun... Selam, susayanlara su vermek için suların gözesine koşanların üzerine olsun... Selam, koyunları otlatan çoban gibi, insanları kur'an gerçeği ile tanıştırırken, ağızlarını yerden kaldırmayarak göbeklerini şişirmek isteyenlerin, durumlarından usanmadan, sabır ve sebatla, sadakat göstererek yürüyen dava erlerinin üzerine olsun...
Selam, geceleri uykusuz kalan, gündüzleri hep koşan yiğit Müslümanların üzerine olsun... Selam, bencillikten, hokkabazlıktan, esaretten, dalkavukluktan, yardakçılıktan uzak, hak ve hakikat uğruna yaşayanların üzerine olsun... Selam, gözleri doymuş, kalpleri tatmin bulmuş olarak yola çıkanların üzerine olsun... Selam, büyük küçük, siyah beyaz, Türk Kürt ve Arap diye bir ayrımı yapmadan, sadce akideleri için bir araya gelerek İslami kardeşliği oluşturan ve oluşturacak olan insanların üzerine olsun... Selam, zulmün şirkin, nifakın, riyanın, tenakuzun oluşturmadığı, hak olan değerlerin meydana getirdiği toplumun üzerine olsun... Selam, birbirlerini sadece Allah için seven ve birbirlerinden nefretleri de sadece Allah için olan toplumun üstüne olsun...
Selam, dünyalık her türlü değerlerin bağımlılığından kurtularak hareket edenlerin üzerine olsun... Selam, felaha erenlerin ve ereceklerin üzerine olsun... Onlar, Rabblerinin rızasına ulaşmak için canlarını verenler ve sıra bekleyen müminlerdir. Selam rahmet ve mağfiret bunların üzerine olsun... Gönülleri ve kalpleri sadece Allah'ın zikri ile yumuşayan ve mutmain olan bu erlere selam...
25.12.1991
EROL Kekeç
Elazığ

25 Ekim 2009 Pazar

SELAM SANA EY ÇOCUK(1)

Hamd Allah’a, salât Resulüne, selam Âdemle başlayıp, günümüze kadar gelmiş ve gidecek olan Tevhit kervanının erlerinin üzerine olsun... Selam! küfürde çok ileri gitmiş olan kavmine karşı,ben Allah'a dayandım,sizler bana ne yapacaksanız onu ertelemeden hemen uygulayın,diyerek tevekkül örnekliğini en güzel sergileyen yiğit davetçi ve Allah'ın peygamberi Nuh(as)'un üzerine olsun...Selam,dostuna karşı sevgisini,"Ben sadece Rabbime gidiyorum"diye belirten yiğit insan İbrahim(as)'in üzerine olsun...Selam,firavunun karşısına çıkarak"arınmak istemez misin"diyerek yeryüzünün en zorbasının dahi arınmasını isteyen,Allah'ın davetini onun karşısında korkmadan haykıran ve yürüdüğü yolda sebat eden Musa(as)'ın üzerine olsun...Selam,Kendi kanunlarıyla insanları yöneten yöneticilere ve kalplerini Allah'tan başkasının değerlerinin kapladığı insanlara,inandığı değerleri anlatarak,görevlendirildiği davanın uygulanması için,Taifte ayakları kanlar içinde kaldığı dönemlerde bile,Rabbim bunlar cahildir,bu kavme hidayet nasip eyle diyecek kadar kalbi merhametle dolu Muhammed Mustafa (SAV)'in üzerine olsun...Selam Peygamberimizin yiğit torunu hüseynin üzerine olsun...Yiğit insan Hüseyin,Allah'ın dininin Yezidin dini olarak insanlara ulaşmaması için,Allah yolunda şehit olmaktan çekinmeden tek başına yezidin ordusunun karşısına çıkarak;"sizler sanıyor musunuz ki,ben kibrimden dolayı biat etmiyorum,ben yezide biat ettiğim zaman bu din burada ölecektir,"diyerek bu dinin Allah'ın dini olarak bizlere kadar ulaşmasını sağlamada canını feda etmekten çekinmeyen imam Hüseynin üzerine olsun...Selam ve rahmet onun üzerine olsun..Selam,yeryüzünün her tarafında zalimlerin zulümlerini yüzlerine haykırarak şehit olan yüce şahsiyetli mü'minlerin üzerine olsun...Selam, şehitlerin önderleri ve efendileri olan Hz. Hamza,Mus'ab B.Umeyr,Seyyid Kutup ve Benim Dostum Ali Şeriatı’nın üzerine olsun...Dünyalık değerleri,şirki aile bağlarını,isyanı gerektiren malı mülkü ve her şeyi,annesini,babasını,bağını bahçesini elinin tersiyle iterek,kefenlenmek için hırkasını başına örttürecek ve ayaklarına otların toplanması kadar hiçbir şeye sahip olmadan giden ve Peygamberimizin gerçekten Mus'ab kazandı dediği o insanın üzerine olsun selam...Geniş ufku ve tükenmez azmiyle,insanların hayat bulması için Nasırın zindanlarında yazdığı Tefsiri ve onu da kanlarıyla sulayan besleyen Yüce şahsiyetli insan Seyyid Kutub'un üzerine olsun...Evet o insan Allah'a bağımlığı ona "artık ben ölümden hiç korkmuyorum,Allah'ın dini için canımı vermeye hazırım" dedirten o insanın üzerine olsun selam..."Şehit, kefenini yırtarak insanlara, diriliş, özgürlük ve kurtuluş anını haykıran insandır"diyen A.Şeriatı’nın üzerine olsun...Şahadet tüm zamanlara ve çağlara bir çağrıdır diyen,Şehit Metin Yükselin üzerine olsun...Bu dava yolunda kimse gelmese de ben gidiyorum gerçeğini haykıran ve insanların dirilmesi için de bu davanın bu kadar kutsi olduğunu haykıran,yılmayan,usanmayan yiğit Müslümanların üzerine olsun...Birlikte paylaşmak,birlikte duymak,birlikte solumak,birlikte hareket etmek,yarınlara birlikte varmak için,her zaman ve her yerde bir araya gelen İslam’ın yiğit erlerinin üzerine olsun selam...Hakkı ayakta tutmak için bir arada olanların üzerine olsun selam,Hakka şahitlik hakka rehberlik edenlerin üzerine olsun selam...Canlarını mallarını inandıkları dava uğruna gözlerini kırmadan feda edenlerin üzerine olsun selam...Allah'ın Rezzak olduğuna inanan ;rızkı daraldığında ve çoğaldığında onu başka taraflara bağlamayan mü'minlerin üzerine olsun selam...Bastonlara ihtiyaç duymadan her zaman her şartta ayakta durarak yollarında ilerlemekten tereddüt etmeyen dava sahibi Müslümanların üzerine olsun selam...İslam’ın taraftarı olmaktan çıkıp,bu davada motor olmak isteyen olmasa da olma yolunda can veren insanların üzerine olsun selam...Muhafazakarlıkları,tutkuları,tutuculukları,tüm ayak bağlarını atlayarak yollarında ilerleyen Muvahhit insanların üzerine olsun selam...Ekonomik adam olmayan,yarınları arzulayan ve oralara varmak için önlerindeki engellere takılmadan yürüyen mü'minlerin üzerine olsun selam...Selam bir an olsun gaflete dalmayan mü'minlerin üzerine olsun...
24.12.1991
Elazığ
Erol KEKEÇ

15 Haziran 2009 Pazartesi

YOLLAR!

Yollar,yollar alır başını gider,üzerinde bulutlar,uçuşan kırlangıçlar,yamacında akan sular;kıvrıla kıvrıla kovalar durur hayatın bitmezine doğru yorulmadan akar....
Yolların bağrında karayılan kuyruğunda dikleşir durur,ağzını açmış bir ıslık tutturur,yollar yolaksız akar durur.Yeşil ovalardan bir çizgi gibi,vadilerden açılan bir güneş ışığığı,dağların doruğundan sarkan bir ip,olmasa yollar insan nasıl varır menzile..Yollar, alır götürür tutsaklıktan,ihanetten, bağrıyanık babanın ocağına,temmuzta gözünde yaşlar donan ananın kucağına...Yollar olmasa oymaktan sıladan haber yoklar mı gönül,gönül yolların aşığı,o yollar gönlün maşuğu;iki gönül bir olunca samanlık olmaz mı seyran?
Karanlık gecelerde,aydınlanır umutlar,parlar göz,göklerden bir ışık samanyolundan önümüzü yoklar,işte o yollar bizim yollar....Biz kimsesiz yolların yorulmayan yolcuları,gariban öncü,merhameti bol olan, bir önderin izinden giden, Allah'tan başka kimsesi olmayan,neferler,nerede biter yolculuk bilmeyiz biz.Hep yoldayız noktayı koymak bizim işimiz değil,biz yürümek için çıktık,işte geldik gidiyoruz.
Yollar,doğumdan başlar,ölümle noktalanmaz,o yollar akar akar,sırtında yük ,karnında yatak,sırası gelenlere kucağında serer döşek,kimbilir belki biz de, sereserpe yatma vakti gelince sarılarak kalacağız, yolun tam ortasında...
yıl:14.06.2009
saat:21.35-21.55
yer:Çengelköy/ist
(Erol KEKEÇ)

16 Nisan 2009 Perşembe

SİLKELEN VE KENDİNE GEL!

DERS ALINMIŞ BAŞARISIZLIK EN BÜYÜK BAŞARIDIR Bir gun, bir ciftcinin esegi kuyuya duser. Adam ne yapacagini dusunurken, hayvan saatlerce anırır. En sonunda ciftci, hayvanin yasli oldugunu ve kuyunun da zaten kapanmasi gerektigini dusunur ve esegi cikartmaya degmeyecegine karar verir. Butun komsularini yardima cagirir.Herbiri birer kurek alarak kuyuya toprak atmaya baslarlar. Esek ne oldugunu fark edince, once daha beter bagirmaya baslar. Sonra, herkesin saskinligina, sesini keser. Birkac kurek toprak daha attiktan sonra, ciftci kuyuya bakar. Gozlerine inanamaz. Esek, sirtina dusen her kurek toprakla muthis bir sey yapmakta, topragi asagiya silkeleyerek yukari cikmasina basamak hazirlamaktadir. Bir sure sonra, komsular toprak atmaya devam edince, herkesin saskinligi altinda esek, kuyunun kenarindan disari bir adım atıp, kosarak uzaklasir !Hayat uzerinize hep toprak atacaktir; her turlu pislik ile. Kuyudan cikmanin sirri, bu pisligi silkeleyip bir adim yukselmektir.Sıkıntılarımızın herbiri bir adimdir. En derin kuyulardan bile yilmayarak, usanmayarak cikabiliriz. Silkelenin ve biraz yukari cikin.Mutlulugun 5 basit kuralini unutmayin:
1. Kalbinizi nefretten arindirin - Affedin.
2. Duşüncelerinizi endiselerinizden arindirin - Cogu zaten hic gerceklesmez.
3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
4. Daha cok verin.
5. Daha az bekleyin.

13 Nisan 2009 Pazartesi

MAZLUMUN AHI ÇIKAR AHESTE AHESTE

Mimar Şafak Çak, “İslami burjuvan anın mimarı” olarak ünlendi. 8 yıldır iç mimarlık yapan Çak, her ne kadar bizim röportajımızda üzerini vurgulayarak, “Ben aynı zamanda laik kesimin de evlerini yapıyorum, minimalist çalışmalarım da var” dese de, İslami burjuva için yaptığı evler hayli dikkat çekici. Röportaja başlamadan önce “Asla fotoğraflarını veremem” dediği bir evin görsellerini bizle paylaşıyor. Fotoğrafları çeken arkadaşım Gamze'yle gözlerimiz yerinden fırlıyor! İnanın abartmıyorum. İşte Taraba’daki ev Ev diyemeyeceğim, villa mı saray yavrusu mu desem daha iyi anlatır tam bilemiyorum, varaklar, aynalar, pırıltılar... Evde tahtlar var. “Fatih Sultan Mehmet'in tahtından esinlendik” diyor Çak. Tam 8 taht konmuş eve. Evin manzarasından Tarabya tarafında olduğunu saptıyorum. Şafak Çak yalanlamıyor. Evin içine yerleştirilen plazma ekranlardan 24 saat Boğaz manzarası izleniyor. Minber hayli şatafatlı. Yani minber de var evde. Zaten evin her köşesi şatafatlı. Swarovski taşın girmediği nokta yok, tuvaletler bile taşlı. Napolyon'un at üzerindeki görüntüsünü çağrıştıran tablo dikkatimizi çekiyor ama resimdeki Napolyon değilmiş! İbrahim Tatlıses ve Sibel Can'dan kişiye özel konser Bu evin sahibinin ilginç zevklerinin de olduğunu fotoğraflardan çıkarıyoruz. Taht benzeri koltuğun hemen yanında bir müzik sistemi ve sahnecik var. Bu evin sahibi dilerse İbrahim Tatlıses'i, dilerse de Sibel Can'ı evinde konsere çağırırmış. Kişiye özel konser! Şafak Çak, ezcümle şöyle diyor: “İstanbul'da böyle bir hayat var. Biz bu kesime uzun süre zenci muamelesi yaptık, onların da bir zevki var.” Şanslıyım ama çok da çalışkanım altın çocuk gibiyim İşe nasıl başladınız? 45 senedir babam bu işin içinde, mobilya sektörünün önde gelen isimlerden biri. Babam Kaya Çak 1970'li yıllarda yuvarlak yatak satardı. Yenilikler getirirdi Türkiye'ye. Kaya Çak'ı İstanbul'da herkes bilirdi. Babam siyasete girdi ve işi bıraktı. Sonra işi ben devraldım. İşin içine doğmuşsunuz. Eğitim aldınız mı? Ben yuvadayken de işin içindeydim. Çok yaramazdım. Herkes “Eyvah Şafak geliyor” derdi. Amerika'da okudum. Askerlik dönüşü babam siyaseti bırakmıştı, 2000 Mayıs'ında ben ve Başak Ablam işi devraldı. İlk işiniz neydi? İlk aldığım iş Deha Orhan'ın eviydi. Ten çamaşırlarının sahibinin oğlu. Deha Orhan hayatımı değiştirdi. Bana güvendi... Ben müşteri bekliyordum, ofisin kapısından girdi ve bana işi verdi. İlk onun evini yaptım. Kendi aile çevrem ve babamın siyasi çevresiyle işe başladım. Şanslıyım ama çok da çalışkanım. Küçükken çok iyi yaptığım iki iş vardı. Biri piyano çalmak, ikincisi lego yapmaktı. 5 yaşında AKM’ de konser verdim. Altın çocuk gibiydim. İslami burjuvanın çocukları Dubai zevkini buraya taşıyor Muhafazakâr çevrenin evlerini yapmaya nasıl başladınız? Tamamıyla tesadüf. Florya'da bir daire yapıyordum. 2005 yılıydı. Aslında zaten muhafazakâr çevre 2004'ten sonra bu tip evler yaptırmaya başladı. Ben de o dönemde içlerine girdim. Ama şunun altını şiddetle çizmek isterim. Ben müşterilerimle gizlilik anlaşması yapıyorum. 5 yıl onlar evlerini basınla paylaşmıyor, ben de onların evlerini basına vermiyorum. Aktüel Dergisi'ne de yaşam tarzı değişikliğiyle ilgili bir röportajda bunları anlattım. Yaptığım işlerin basında reklamını yapma amacında olan biri değilim. Ama bunun getirisi de oldu size... Evet. Şu anda özellikle de New York Times'taki haberden sonra Hindistan'dan bana kumaş parçaları gönderenler oldu. Artık dünya küçük. Dubai'de ve New York'ta da iş aldım. Bunlar çok heyecan verici. Ama ben yine de fısıltının en iyi reklam olduğuna inanıyorum. Yaptığım evler beğenildi, o evleri ziyaret edenler beni buldu. Müşteri müşteriyi getirdi. Ben hiçbir şeye tukaka demedim. İslami burjuvanın evlerindeki yaşam tarzı hayli dikkat çekici... Şatafat, gösteriş ön planda. Bu da çok tartışıldı. Bu insanlar bundan rahatsız değil mi? Bir kere herkesin zevki farklı. Ben insanların isteklerini iyi anlıyor ve çok çalışıyorum. Teknolojiyi çok iyi takip ediyorum. Ben tadilat yapmıyorum, bir evde cazibe noktaları yaratıyorum. Bu kişiler özellikle çocuklarını çok iyi okullarda okutuyor. Çocuklarını genelde Dubai'de Amerikan Kolejleri'nde ve üniversitelerinde okuyor. Oradaki zevki buraya taşıyorlar.Evlerine önem veriyor, milyon dolarlar harcıyorlar O zevki nasıl anlatırsınız? Evet, şatafatlı, abartılı, Arabik. Orada ileri teknoloji var, yenilikler var. Onları burada da istiyorlar. Evlerine çok para harcıyorlar diyebiliriz... Harcayanlar var. 50 milyar harcayan da var milyon dolarlar harcayanlar da... Sizin projelerinize baktım. Namaz salonu var örneğin asansörlü... Ne gerek var böyle bir teknolojiye namaz salonunda? Müşterilerin akıllarına fitneyi ben sokuyorum. Onu neden yaptık. Küçük oda vardı, çok geniş değildi. Müşterim hem namaz odası hem de sohbet odası istiyordu. Ben de bu ikisini aynı odada yaptım. Namaz kılınacak sedir uzaktan kumandalı oldu ve tavandan çıktı. Müşterim de bu fikri çok sevdi. İlginç! Aslında hiç de ilginç değil. Çünkü aynı modeli yaptığım modern evlerde de kullanıyorum. Onlarda da DVD platformunu ve barı tavana gömüyorum. DVD izleyecekleri zaman indiriyorlar. Kısacası müşterinin talebine bakıyorum. İleri teknolojiyi kullanarak yolumda ilerliyorum. Modern bir çiftin iki katlı evini yapıyorum. Onların da salonunda bir anda gece kulübü ortamı olacak. Müzik sistemi ve barı tavana yapıyorum. Kumandayla aşağı inecek. Boğaz izlensin diye evin çatısına dönen kamera yerleştirdik Evde sürekli Boğaz manzarasını izlemek için plazmalar ve kameralar kuruyormuşsunuz. Bunu talep eden müşteriniz mi oldu? Yaptığım villa Boğaz manzaralıydı. Evin de odalarına, salonuna, birçok köşesine farklı büyüklüklerde plazmalar yerleştirdik. Boğaz'ı izlemek için de evin çatısına 360 derece dönen kameralar koyduk. Bu evlerin güvenliği için zaten bu tür sistemler kuruyoruz. Boğaz görüntüsünü 24 saat evin içine verdik. Yatağına yatıyor, dilerse Boğaz'ı izliyor. Kâbe'yi de izletiyormuşsunuz... Doğru. Bunu yapınca “Niye Kâbe'yi izlemesinler” diye düşündüm. Talep de vardı. 24 saat Kâbe'yi mi görmek istiyorlar? Aynen. Bunu da sağladık birkaç eve. Teknolojinin nimetlerinden yararlanıyoruz. Muhafazakâr aileler Swarovski'yi çok seviyor, parkede bile var Projelerinizin hemen hemen çoğunda Swarovski taş kullanılmış. Banyolarda, parkelerde... Evet. Bunu da talep ettiler. Ben de Swarovski taşları alıyorum, istenilen yerlere mıhlama yapılıyor. İşçiliğimiz iyi. Parke taşlarda da var, lavabolarda, musluklarda hatta tuvaletlerde de var. Müşterilerimiz istiyor. Para olunca harcamanın sınırı yok! Valla sonu yok. Bir plazma ekranı Swarovski'yle kaplarız, bir anda 45 bin lira olur. Muhafazakâr aileler Swarovski taşını çok seviyor. Ben aslında yeter diyorum ama istenince de ne yapayım? Dünyada sadelik var, biz de özellikle bu kesimde şatafat var. Antika, Osmanlı kültürü merakları var mı? Antikaya hiç meraklı değiller. Eskiyi sevmiyorlar. Şatafat olma nedeni, bu ailelerin çocuklarının çoğunun Dubai'de okuması, biraz önce de söylediğim gibi. Yeni teknoloji ve gösteriş ön planda. Tarih merakı yok. Antikaya meraklı değiller. Dubai'de de proje yapıyorsunuz... Dubai'de Palmiye Adası'nda iş yapmaya başladım, bir de New York'ta iş aldım. Bunlar beni çok mutlu etti. Dubai'deki müşterim Türk. Oradaki evde de 24 saat Boğaz izlenecek. Salona bakan camdan banyo yaptık kapısını kilitleyince camı buzlu oluyor Başka neler yapıyorsunuz, teknolojiyi kullanarak? Çok farklı şeyler var. Banyoda bir farklılık yakaladık. Birkaç evde banyo salonun ortasına bakıyor ve camdan. Ama banyonun içine girip kilitlediğinizde cam buzlu oluyor. Bu Bodrum'da Kervansaray Otel'de var. Pahalı bir teknoloji. Düşünün banyo cam, manzaraya bakıyor. Ayrıca biz Ataköy'de de jakuziyi pencerenin dibine dayadık, çok keyifli oldu. Yağmurda karda pencere dibinde jakuzi. Süpürgelikler niye Prada yapılır? Çok talep var. Kumaşı Prada. Ahşap üzeri Prada kumaş geçirilmiş. Bu ne kadarlık bir fiyat farkı yaratıyor? Normal süpürgeliğin metresi 50 lirayken, Prada süpürgeliğin metresi 350 Euro. Siz yeni bir çalışma da başlatıyorsunuz. “50 bin TL'ye de ev yaparım” diyorsunuz... Ben orta halli ailelere de hesaplı evler yapmak istiyorum. Şu anda birçok projede evler kaba halde teslim ediliyor. Müşteriler ne yapacaklarını şaşırıyor. Bir evi kabadan aldıklarında kendileri yapmaya kalkıyorlar ve çok para harcıyorlar. Oradan buradan çok güzel şeyler buluyorlar ama bir araya gelince bunlar iyi olmuyor. Bu şuna benziyor, dünyanın en güzel on kadınını alın, birinin dudağını, birinin bacağını alın birleştirin, en güzeli çıkmaz. Türkiye'de evler çıfıt çarşısı gibi. Evet, özeniyoruz ama zevk sahibi değil Türkler. Minimal ev çok az. Ben 100 metrekarelik evler için farklı paketler tasarladım. İçinde elektronik eşyası, beyaz eşyası ve her türlü mobilyası var. Ödeme sistemini de müşteri seçiyor. Siz evlere klimadan gül suyu da pompalıyorsunuz... Amerika'da sokakta yürürken gördüm bir mağazada. Klimaya takıyorsun, istediğin parfümü püskürtüyor. 30 dolarlık bir aparat. Ben ona gülsuyu koydum. Muhafazakâr ailelerde gülsuyu çok kışkırtıcı, deli edici bir şey. Çok isteniyor. Muhafazakâr kesim ya da İslami burjuva daha çok evde mi yaşıyor? Evdeki yaşamı, evlerini önemsiyorlar. Hakkasan'a da gidiyorlar. Benim o kesimdeki müşterilerimle iş yaptığım sürece onlarla aile gibi oluyorum. “Evinizi yapacaksam, sizin kaç iç çamaşırınız var bilmek zorundayım, dolaplarınızı ona göre yapıyorum” diyorum. Zevklerini ve ihtiyaçlarını biliyorum. Bu evler haremlik-selamlık üst kat genelde kadınların Bu kişiler evlerinde alkol alabilecek misafir ağırlamak için bir talepte bulunuyor mu? Hiç alkol alan misafirleri olduğunu sanmıyorum. Yok. Bence burada ispat var. “Artık bizde varız, bizim zevkimiz var” diyorlar. Zevk bir arabayla, bir de evle yansıyor dışarıya. Tablolar gördüm projelerinizde, o tablolar nasıl seçiliyor? Ben alıyorum müşteriler için. Paris'ten alıyorum genelde. Daha ekonomik oluyor. Buradaki müzayede ortamını zaten onlar sevmiyor. Avrupa'da çok Osmanlı tablosu koleksiyonerleri var. Bu müşterileriniz profili nasıl? Az konuşuyorlar, sakinler, çalışkanlar. Ödemeleri genelde nakit yaparlar. Bu evler haremlik-selamlık mı? Alt kat, üst kat var. Bu evler öyle. Kadınlar üst katta. Cami gibi... Biraz öyle. Hocanın oturacağı yerler yapılıyor. Minber yapıyoruz. Global krizden etkilenmedi mi müşterileriniz? Krizden bizim müşteriler etkilenmedi. Ama bizim perakende işimiz etkilendi. Projelerde biraz daralma oldu. 600 kişiye iş olanağı sağlıyoruz. Krizde bu kişilere iş vermemezlik etmedik. Beyinleri hızlı okuyorum, sonra da dua edip istihâreye yatıyorum Bir müşteriniz size “Bana bir ev yap, bu eve giren adamın 30 milyon doları var desin” demiş. Ne yaptınız o evde? Salonun ortasına mermerden kuğu astım. Parayı iyi gösteririm. Sizi neden tercih ediyorlar? Ben yalnızca İslami burjuvaya iş yapmıyorum. Müşterilerimin yüzde 50'si laik kesimden. Modern evler de yapıyorum. Ben beyinleri hızlı okuyorum. İyi dinliyorum. Sonra istihâreye yatıyorum... Nasıl? İstihâreye yatıyorum, inanın yalnızca o işi düşünüyorum. Müşterinin istedikleri benim için tamamdır. Herkes beste yapamaz. Yeni ev gelince, sanatçı sahneye çıkmadan önce nasıl heyecanlanırsa ben de öyleyim. Allah'a dua ediyorum, sürekli o projeyi düşünüyorum. Bana gelip bir kanepe yaptıran da var, milyon dolarlık ev yaptıranlar da... Projeyi hazırladığımda genelde hemen “olur” alırım. Evi bitirince davet veriyoruz. En yakın 20–25 yakın arkadaşlarını çağırıyoruz. Evi teslim ederken neler yaşıyorsunuz? Ne kadar zaman biçtiysek, genelde en son anda bitmiş halini görüyorlar. Müşteri eve girince “Eline sağlık teşekkür ediyorum” diyorsa başarısızsın. Müşteri evini görünce hiç konuşamıyorsa, “Hadi ya, bu o ev mi” diyorsa başarılısınız. Bu çok büyük bir zevk veriyor. Anadolu Kaplanları en çok Kurtlar Vadisi'nin ofisinden istiyor Müşterileriniz hep İstanbul'da mı? Hayır. Bu aralar Anadolu'nun ötesinden çok talep var. Anadolu Kaplanları mı? Evet, ama onlar genelde ev değil ofis istiyor. Nasıl ofisler? Kurtlar Vadisi ofisleri. Eskiden bir masa, bir kasa vardı, şimdi öyle değil. Duvarın arkasında gizli oda olsun, kütüphane olsun filan istiyorlar. Türkler animasyonları ve oyuncakları çok seviyor. Otomasyon işini çok seviyoruz. Ortada dekorasyon olmasın, ben şu kalemi buradan şuraya kaldırayım “Vavvv' diyorlar. Ben de son zamanlarda İzmir'den etkileniyorum. Kendimi California'da gibi hissediyorum orada. İzmir yeniye ve teknolojiye çok meraklı. Orada iş yapacağım. Bodrum'da “Halikarnas'ı evimden sürekli izlemek istiyorum” diyen oldu. Yurt dışından Louis Vuitton ve Chanel tuvalet kâğıdı getiriyorum Bu tuvalet kâğıtları işi nereden çıktı? Tuvalet kâğıtlarını ilk Amerika'da gördüm. Bush, dolar filan vardı. Sonra renklilerini gördüm Amsterdam'da. Fosforlu, mor, turuncu renklerde. Ben de getirmeye başladım. Louis Vuitton, Chanel'in de tuvalet kâğıtlarını getiriyorum. Bunu markalara tepki göstermek için satıyorlar Amerika'da. Türkiye'de ise farklı. Evler markalar için iyi bir pazar. Herkes aslında her şeye meraklı. Bu tuvalet kâğıtlarını daha çok “Ben bu markaları ancak böyle kullanırım” diyenler alıyor. Bir adamın parasını ya metres ya da iç mimar yer! Toplumumuzda iç mimarla çalışmak çok yeni gelişiyor... İşiniz bu anlamda zor değil mi? Bizim memleketimizde iç mimarla çalışmayı bilmiyorlar. Bir güven yok. Şöyle bir laf var biliyorsunuz, “Bir adamın parasını en iyi metres ya da iç mimar yer.” Bir de tekne... Aynen. Benim ekibim de çok iyi. Ayrıca bir iç mimarın en iyi bilmesi gereken şey parayı nasıl kullanacağı. Boyacını, marangozunu iyi seçmen lazım, bunlar seni kral da yapar idama da götürür. Size “Benim bütçem şu, şöyle bir ev istiyorum” diye mi geliyorlar? Dediğiniz doğru ama öyle olmuyor. “Cebimdeki para seni neden ilgilendiriyor, kaça yapıyorsun?” diyorlar. Ben bütçe istiyorum. Ben her şeyi, müzik sistemini, buzdolabını nereden ne kadara aldığımı söylüyorum. Paris'ten nereden tablo aldığımı biliyorlar. Bazı şeyleri toptan aldığım için aslında müşteriye de hesaplı işle geliyorum. Paralarını başkalarına da dağıtıyorlar İslami kesimin bu kadar para harcaması sizce doğru mu? Evinde şatafattan vazgeçmemesi? Parası varsa ve sadece kendine değil, kazandığını başkalarına da dağıtıyorsa bir kişi, harcasın ne var ki bunda. Ben biliyorum, bu kişiler onlarca, yüzlerce kişiye de bakıyor aynı zamanda. Bu kişiler kendilerine harcadıkları kadar dışarıya da harcıyorlar.

NOT: Bu yazı alıntıdır…”Allah’ın lanetine uğrayanları size haber vereyim mi? onlar tüm amelleri boşa gittiği halde hala kendilerini Salih bir yolda sananlardır.”

12 Nisan 2009 Pazar

ÖNCELİĞİ OLMAYANIN SONRASI OLMAZ!

BİLİM ADAMINA YAKIŞIR BİR ANLATIM Kavanoz ve 2 Fincan Kahve: Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman kavanoz ve 2 Fincan Kahveyi hatırlayın!Bir gün bir Felsefe profesörü, elinde birkaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir kavanoz alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar;Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler, Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da 'evet' doldu derler, profesör bu defa masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, Öğrenciler de koro halinde 'evet' derler.Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler! Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek 'eveet' Diyerek; Ben 'Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım' Der. Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir. Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.'Şayet Kavanoza önce kum doldurursanız...' diye, anlatmaya devam eder, 'çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. .Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Sizi mutlu edebilecek kişileri seçin. Çocuklarınızla ilgilenin. Sağlığınıza dikkat edin. Sevdiğiniz kişi ile yemeğe çıkın. Spor yapın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur. Bu Ara Bir öğrenci sorar; ' Peki, O iki fincan kahve nedir? ' Profesör gülerek: 'Bu soruyu bekliyordum,Hayatınız ne Kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan Kahve içecek kadar yer vardır !!!' KAHVE İÇTİĞİNİZ KİŞİ SİZE HEYECAN VERİYORSA ODA ŞEKERİDİR ....

Yıl:11.04.2009
saat:17.00-17.18
yer:çengelköy/ist

20 Mart 2009 Cuma

BORÇLANMANIN BONUSU GÜVENİLMEYEN ADAM!

Ah ah! bir dürüst olsaydık ne olurdu,şu dürüstlüğü bir türlü beceremedik,bu kadar dürüst olanlar var etrafımızda bir nebze insan bunlardan örnek almaz mı vah bizim bu eşek kafamız ne zaman öğreneceğiz bunu.Kimselere çaktırmadan yaşayalım dedik ama olmadı işte birileri nerden öğrendi ise dürüst olmadığımızı hatta dürüstlüğümüzden şüphe bile edebileceğini alenen herkese yaydı;biz ne yaparız artık dürüst olmadığımızı bilmeyen kalmadı.Ya şu feleğin çemberinden geçmediğimiz delik kalmadı,dürüst olmadığımızı gizlemek için,ne kadar da çaba sarfetsek, işte bir yerden göze batıyoruz.Bu bankacılar yok mu bunlar,onlara sır verilir mi ya bizi kandırdılar,elimize bir karton parçası verdiler,bizde ne olur ne olmaz belki içinde bir şeyler var dedik,bakkala gösterdik sihirli bir cin gibi onu gören hemen ekmeğimizi şekerimizi verdi,biz de ohbe diyerek sevinç ve neşe içinde onurla çocuklarımıza bir şeyler götürmenin vakarıyla başı dik eve girdik, onlara olanları söylemedik.Televizyonu çocuğum açtığında hı sen varya bizi kandırıyorsun değil mi baba.....hani dürüstçe çalışarak bunları kazanıp bize getirdiğini ilerde de çok paran olunca bana çikolata da alacağını söylemedin mi;ama baksana başvekil amca sizin kötü adamlar olduğunuzu hatta dürüstlüğünüzden bile şüphe ettiğini,haşin duvarda asılı olan isimlerinizi ordan sileceğini ve sizi kara listeye alacağını ve hiç kimsenin sizinle ilişki kurmamasını önereceğini ve böylece dirhem dirhem can vermenizi isteyeceğini söylüyor buna ne diyorsun dediğinde,ne sahtekar bir adam olduğumu anladım(!)
Evet,dünya bu bazen sahtekarlığımızı başkalarından öğrenebiliyoruz,dürüst adamlar olmasa bizim bu güvenilir olmayan yanlarımızı kim anlatacak;tabi ki onlara da ihtiyaç var.Size küçük bir hayat hikayesini anlatayım da şu dürüst adamları tanıyın, bizim ne kadar sahtekar olduğumuzu ve güvenilir olmadığımızı anlayın.1840 lı yıllara doğru Toros Dağlarının eteklerinden Kozan ve Kadirli yöresinden Adanaya inen bir çingene kabilesi ile üç kişilik eşkıya arasında geçen bir olaydır bu.Çingeneler kışın yaşayabilmek için,yaz boyunca şehir şehir ;köy köy gezerek dileniyorlar,güz mevsimi de gelince sıcak bölge olan Adana yöresine inip orada yaşıyorlar.Toros Dağlarından aşağıya inerken önlerine üç kişilik bu eşkıya grubu çıkıyor ve onlara diyor ki,üzeriniz de ne varsa hepsini boşaltın yoksa sizi vuracağız.Ellerinde sadece bir dolma tüfek var,o çingenelar üşüşse hepsini boğacaklar,100 kişi civarında olan bu çingene grbunu üç kişi ellerindeki dolma tüfekle teslim alır ve ellerinde ne varsa hepsinin de sahibi olur.Bundan sonra çingenelerin yalvarma ve yakarma dönemi başlar,ne olur bize yardımcı olun o paralarımız bizim bir yılki erzağımızdı,bunu bize yapmayın diye bir ağıt tuttururlar.O eşkıya grubu da aldıkları paralardan 5 lirasını üzerlerine fırlatır.Çingeneler koro halinde size eşkıya diyenlerin Allah cezasını versin, sizler ne dürüst ve yardım sever insanlarsınız gittiğimiz her yerde sizlerin bu iyiliklerini anlatacağız diyerek orayı terkederler.İşte çingene grubu bu durumlarını kimseye söylememek için tefecilerin kucağına düşer,tefeciler de size biz yardımcı oluruz derler,ellerine bir kart verir,bu kartı bozdurun bozdurun harcayın vakti gelince ödersiniz diye anlaşma yaparlar.Ne yazık ki çingenelerin dilendikleri paralar yolda eşkıya grubu tarafından alındığı için ceplerinde bir şey kalmaz ve geçim sağlamakta zorlanırlar.
İşte bizler de bu çingenelrin durumuna düştük elimizde avucumuzda olanı verdik veriştirdik aman dükkanımız kapanmasın diyerek kazanamadığımız paraların yerini borçla doldurarak efendilerimizi memnun etmeye çalıştık.Öyle bir duruma geldik ki artık kimse borç vermez oldu ,bankaların kucağına düştük,elimize bir sihirli kart verdi bizde sorunlarımızı çözer dedik,ondan harcadık ve yeniden evimize ekmek getirmeye başladık,ama vakti gelince onu ödeyecek paramız kalmadı, bizim devlet babamız elimizde avucumuzda ne varsa hepsini almak için bizi cendereye almış yıllar önce koyduğu bir geçici vergi diye ismlendirdiği vergi ile de kalıcı vergiler koyarak,bizi her mevsimde soyup soğana çevirip gidiyor, ondan sonra paşa paşa etrafta bir mütref sofra açıyor yiyin beyler yiyin bu sofra sizin diyor, bize de dönüyor,ne biçim adamsınız insan fuzuli harcamalar yaparsa tabi ki bu duruma düşer sizin dürüstlüğünüze inanmıyorum diye yüzümüze haykırıyor.Bende birden merak ediyorum yahu bu başvekil bizim dürüst olmadığımızı nerden bildi diye,sonra birden aklıma geliyor tabi ki bilecek ben bu adamın bize başvekil olması için, özellikle onu seçmek için gidip muhtarlıkta seçmen kütüğüne yazılıp bizim kendisini seçtiğimizi bilmiş.Yoksa nerden anlayacak.Bizler dürüst olsa idik böyle insanları başvekilliğe çıkarmak için gecemizi gündüzümüzü birbirine katıp bu kadar çalışırmıydık?Olacak o kadar bunların mutlaka bir karşılığı olmalı, başvekil herhalde bize olan borcunu ödüyor ....
Yıl:19.03.2009
Saat:22.00-22.40
Yer:Çengelköy/İst
(E:Kekeç)

12 Mart 2009 Perşembe

SİZ DE BİR GÜN KÜÇÜLECEKSİNİZ

Bir gün susmayı öğrendim. Öyle bir sustum ki belki sonsuza kadar susacaktım. Çünkü susmak benim küçücük dünyamda babamla kurduğum iletişim tarzıydı. Babam akşamları eve yorgun dönerdi. Ben bütün gün evde sıkılır, onun gelişini iple çekerdim. Daha o kapıdan girer girmez boynuna atılır onunla oynamak isterdim. Babam sarılır, öper sonra da, hadi odana git, derdi. Yemek hazırlanınca annem çağırır bu defa masada bir araya gelirdik babamla. Onlar annemle konuşurken ben araya girer, sesimi duyuramayınca da bağırırdım. Babam sinirlenir, 'Bütün gün insanlara kafa patlatmaktan bunaldım, birde sen kafamı ütüleme!' derdi. Annem de 'Bütün gün zaten seninle uğraştım, bir çift laf da mı konuşturmayacaksın babanla?' diye çıkışır, beni odama gönderirdi. Çaresiz bir şekilde boynumu büker odama yani hapishaneme doğru yol alırdım. Babam arkamdan, 'Bizim bir odamız bile yoktu, her şeye sahip, hâlâ ne istiyor anlamadım.' diye bağırmaya devam ederdi. 'Keşke benim de bir odam olmasaydı, keşke bizim de evimiz bir odalı olsaydı da hep birlikte otursaydık' derdim içimden; ama yüksek sesle söylemeye cesaret edemezdim.
Yemekten sonra babam kanepeye uzanır, eline kumandayı alır, televizyon seyrederdi. Beni yanına çağırır biraz severdi. Onun izleyeceği önemli birşey varsa beni adeta yerimden bile kıpırdatmazdı. Azıcık hareket edip koşup oynamaya çalışsam oda hapsim yeniden başlardı. Bir gün anladım ki susunca babamla daha iyi anlaşıyoruz. Bu defa susarak yapabileceğim oyunlar geliştirmeye başladım.
Önce resim yaparak başladım işe. Babam çizdiğim resimleri çok beğeniyor; 'Bak, böyle uslu uslu oyna işte.' diyordu. Babam bazen göz ucuyla bakıyor, resimle ilgili bir şey sorsam afallıyordu. Ama bana kızarak beni artık odama göndermiyordu. 'Son günlerde ne de akıllandı benim oğlum.' diye komşulara anlatıyordu annem halimi.
Resimlerim arttıkça ortalık dağılmaya başladı. Annem 'Odanı topla!'diye odama kapattığında işe nereden başlayacağımı bilemiyordum. Ben bunlarla uğraşırken zaman geçiyor; ama odamı toparlamayı beceremiyordum. Annem odama gelip 'Bak sana resim yapmayı yasaklayacağım. ' dedi bir gün. Susuyor olmamı usluluk olarak değerlendiren ailem resim yapmayı da elimden alırsa ben ne yapacaktım?
Bu düşüncelerle bir aile tablosu yaptım. Babam eve gelince uygun zamanı kolladım. Her zamanki gibi yemekler yendi, odaya geçildi. Babam oturur oturmaz çizdiğim resmi getirdim. Babam baktı. Hım, dedi 'Çok güzel olmuş. Bu adam benim herhalde.' dedi. Ben 'Hayır o adam değil, bu çocuk sensin.'dedim. O 'Hayır, bu adam benim, bu çocuk sensin, bu küçük kız da arkadaşın.'dedi. Ben yine 'Hayır, o büyük adam benim, bu küçük adam sensin, bu küçük kız da annem.' dedim. Babam benimle uğraşmaktan vazgeçip: 'Peki neden bizi küçük çizdin?' dedi. Heyecanla başladım anlatmaya. Ben büyüyüp adam olacağım. İş bulup çalışacağım. Siz yaşlanıp küçüleceksiniz. Beliniz ükülecek, komşumuz Ahmet amca ile Ayşe teyze gibi küçücük kalacaksınız. Ben işten geldiğimde yorgun olacağım. Siz benimle konuşmaya çalıştığınızda işyerinde kafam şişmiş olacağından sizi duymayacağım bile. Siz benimle bir şeyler paylaşmak istediğinizde 'Hadi odanıza çekilin de kafa dinleyeyim.' diyeceğim. Ve bir de bağıracağım 'Her şeylerini alıyorum. Sıcacık odaları da var, daha ne istiyorlar' diye.
Annemle babamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Duyduklarına inanamıyorlardı . Bana sarılıp beni öyle içten bir okşayışları vardı ki sonsuza kadar konuşsam hiç bıkmadan dinleyecekler gibiydi.
Farkında' Olmalı İnsan...
Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.
Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür,
O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,
O Da Bugündür.

Alıntı bir hikaye

10 Mart 2009 Salı

ANLAŞILMAK DEĞİL, ANLAMAK GEREKİR!

Ne serden ne yardan vazgeçmeyenler,ne anlatmak istiyor,ben biraz cahilim aynı zaman da zeka özürlüyüm anlamakta zorlanıyorum;lutfedip bize biraz anlaşılır olurlarsa gayet memnun oluruz.Şu hastalıklar bu toprakların vebası galiba,ben bir türlü anlaşılmıyorum,ne zaman anlaşılacağım,zaten o ülkeyi kurtaran adam da ancak ölümünden sonra anlaşıldı.Bir gün bu halk bizi de anlayacak,bizim tüm mücadelemizin kendileri için olduğunu bilecek.Bu halk seni hiç anlamayacak,çünkü anlama özrümüz var bizim; bu anlama özrümüzü kavrayıp, senin bizi anladığın gün,biz de seni anlayacağız.Bizi anlamayanlar,kendilerinin bir gün anlaşılacaklarını düşünüyorlarsa benden tavsiye boşuna beklemesinler.
Neden birileri hep anlaşılmak ister de, başkalarını anlama mütevaziliğini gösterme erdemini ortaya koyamaz ben de bunları anlamakta zorlanıyorum.Tabi ki benim de anlamadığım bir yön var, bu da birilerinin anlaşılmak isteyip,anlamaktan yoksun kaldıkları eylemler. Anlaşılmak isteyen ama başkalarını anlamaktan yoksun kişiler,grublar,adı ne olursa olsun herşey,gurur, kibir ve azgınlığın doruğunda olurlar.Azgın firavunu bile anlamak için, Allah'u teala elçisi Musa(as)a"firavuna git ve ona de ki,arınmak istemez misin"diye buyururken halklarını anlamaktan yoksun ama biz anlaşılalım diye çırpınanlar neyin mücadelesini vermektedir hakikaten ben bunları anlamıyorum.
Şu dünyanın haline bakın ki,her seçim öncesinde etraf tam anlamıyla filama ve bayrak çöplüğe döner, neden mi anlaşılmak için.Tonlarca boyalarla her duvarı bayasanız,her direğe portrenizi assanız,panolara anlaşılmayan dillerde kendinizi tanımlasanız da hiçbir zaman anlaşılmayacaksınız.Belki anlaşıldığınızı sanabilirsiniz,ama anlaşılmak korku nöbetlerini yaşatmaz bunu biliniz."Her peygamber kendi toplumunun dili ile gönderilmiştir"yani toplumunu anlayan,onların dertlerine derman olan,onların ızdıraplarını yüreklerinin derinliklerinde hisseden ve bu dertleri ortadan kaldırıp hakikate şahitlik yapmaları için yaşarlar.Bu önderlerin yaşamları isterim ki,bizler için birer kıvılcım olsun.Bu kıvılcımlar hayatlarımıza bir değişim dönüşüm ve paradigma farklılaşmasını getirmediği sürece,hep korkak ve ürkek yaşamaya mahkum oluruz.Korkmanın var mı ecele faydası,o halde enerjimizi boşa tüketmeden, gelin şu değişimi başlatalım ve yeni bir dünya kuralım.Bu dünya öncelikli bizim hayatımızdan başlasın ki,anlaşılma hastalığının tesirinden kurtulup,herkesi anlayarak ortak bir havayı teneffüs edip,hakkın ve adaletin şahitleri olarak kuracağımız dünya da birer aktif rol alalım.Evet,anlamak kadar sade açık ve rahatlatıcı bir eylem var mı hayatta.Anlamak yürekleri kuşatır,sizin ayağınıza bir taş değdiğinde sizin anladıklarınız kendi ayaklarına değmiş gibi sizden daha fazla acı duyarlar.Anlamak,"sizin aranızdaki elçi size karşı çok merhametli,size acır,sizin için Allah'tan bağışlanma diler"buyruklarını algılayarak yaşamaktır.Anlamak,hava atmak ,laf saymak,anamıza dil uzatmak,yaptığı olumsuzlukların faturasının hesabını başkalarına kesmek değil.Anlamak,ensesini kalınlaştıranların sayısını arttırıp,halkına sefaleti ve cefa çekmeyi reva görmek değil.Anlamak,bizden biri olmak,soframıza konuk olmak,zemherinin soğuğunda çocuklarımın üzerine üç tane battaniyeyi örtüp onları soğuktan korumaya çalıştığımda,kendisi sıcaktan evinde,bir atlet giyip dolaşmamaktır.Anlamak,biraz daha başta kalabilmek için,gece gündüz, çamur çaylak demeden köy,kasaba ,şehir ve mahalle turlarına çıkmak değil;yaşadığı dönem içinde acaba karnı aç olan biri var mı diye çaktırmadan garibin tütmeyen ocağına ateş olup ,o gariple birlikte yanmaktır.
Yıl:09.03.2009
Saat:22.00-22.40
Yer:Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

9 Mart 2009 Pazartesi

BABA BANA BİR MASAL ANLAT!

Korkmaya ne hacet, dağların deviremeyeceği, sellerin götüremeyeceği, iradeleri satın alınmış bir toplumun ve hazinesinin üzerinde at koşturmak kolay değil, bu işleri yapmayı becerenler daha neler yapamaz ki(!)?Zaman korkma ve ürkme zamanı değil, dik durun biraz, geçenlerde bir adamcağız dik duramadığı için, arabası hareket halinde iken kafaya sıkmış, buna ne gerek var, baksanıza birileri dimdik duruyor maşallah(!)E olacak o kadar herkes dik duramaz ya,dik durabilmek bir marifet ister;bunu becerenlere ne mutlu.Ben de birazcık bu dik duranların hayatındaki yöntemleri merak ettim, bakayım nasıl beceriyorlar bu işi.Bir oraya bir buraya,bir ona bir buna laf yetiştirmek hakikaten kolay değil,bunu yapabilmek için herhalde biraz dik durmanız lazım değil mi?Dik duracaksın ki, sana bakanlar biraz yamukluktan kurtulsun da dik durmaya yeltensin.Valla ben de bu işi yavaş yavaş sevmeye başladım,süründüğünü göstermemek için dik durduğunu anlatmaya çalışmak kolay olmasa da bunu becerenleri görünce bayağı bir transa girdim.Adam elektrik direğinin tepesinden bağırıyor, sevgili dostuna bir mektup yazmış,bu mektubu dostuna vermek istiyor,kolay mı ulaşabilmek etten duvar örülmüş,insanlar dik duran birini görmek için meydanları doldurmuş,bu kadar kalabalığa anlatacaklarınız var,bu arada bir parazit yayın başlıyor hem de yüksekçe bir yerden ölüm ıslığı ile anlaşılmayan dilde.Dik duran adam istifini bozmadan o kalabalığa sesleniyor:önemli bir şey değil,her zaman ki gibi sıradan işler.....Tabi oradakiler ne anlar bundan, taleplerini dile getirenler artık sıradanlaşmış,oysa dik duran adam sıradan olmayan ekabir sınıfına sesleniyor galiba,ondan onlarda çok kızıyorlar ve adamın inmesini bekliyorlar;tekmelerle saldırarak, sıradan adamların ne işi var bu dik duran toplum içinde demek için.Be adam dik duramamışsan ne işin var elektrik direğinde, sen hiç mi gezmiyorsun etrafına bir baksana yükseklerden bakanlar dik duranlar, sen yamuk yumuk halinle çıkmışsın oradan haykırmaya çalışıyorsun, neden ve niçin? Nedenini niçin ini bilmediğin işlere bir daha girişme, sen ol ve bu dediklerime dikkat et. Dikkat etmezsen ne olur, onu da sana söyleyeyim, dik duranlar sağa sola dönme ihtimali olmadığından geri vitesleri bozuk olduğundan, sadece ileriye sürat yapmaya ayarlı seni tepeler geçerler o zaman anlarsın, elektrik direğine çıkıp dimdik durduğunu sanıp anlaşılmayan dilde ıslık çalmanın maliyetinin bedelini. Haydi, yine yırttın bu defa, sürünerek direğe çıkıp da dik durduğunu anlatmaya çalışan adam. Ya sen de nerden çıktın karşıma seninle uğraşacak halim yok aslında, ama bir de baktım ki herkesin dimdik durduğu bir ortamda bu ahengi bozmaya çalışan biri var, ondan ilgimi çektin; neyse biz yine konumuza dönelim sana da kolay gelsin...Nice cambazlar gördüm, denizi övüyorlar ama hep kıyı da duruyorlar, çünkü onlar işi biliyorlar. İşi bilmek lazım tabi ki, ortalık elli altıya giden bir ortam da ortalık toz duman halinde iken hiç bir şey yokmuş gibi oradan oraya koşarak, coşku şevk ve azimle kalabalıklara bir şeyler anlatmaya çalışmak ne anlama geliyor bu biraz kafama takıldı. Kafama takılmasının nedeni, bu toz dumanları ortadan kaldırması gerekenlerin, hiç etkilenmeden yeni meseleler bulup, bu toz duman hikâyesini, karadavuttan mitolojiler anlatarak nasıl becerdikleridir. Biz alışkınız masalların tekerleme bölümlerini dinlemeye mest oluruz zaten, baba bana bir masal anlat, içinde erişemediğim peri kızı, keloğlanın eşeği, zümrüdü Anka kuşu, dev karısının zalimliği vs olsun demeyi hep bekliyoruz, bu masallarda bize ninni gibi geliyor. Meydanlarda bu masalları dinleyipte hipnoz olmayan var mı, hala dimdik ayaktayız ne hipnozu be diyebilirsiniz, ama uyuyanların çıkardıkları horultular arşı ala da bir ritim oluşturdu ki sormayın gitsin...
Yıl:08.03.2009
Saat:21.50–22.25
Yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

8 Mart 2009 Pazar

BEN DEMEMİŞ MİYDİM? DEMEYECEĞİM!

Yorgunluk canıma ahdetti. Tabi yorgunluğun ne olduğunu ancak yorulanlar bilir. Benim yorgunluğumdan biraz bahsedeyim merak etmişsinizdir belki. Hani şunları bazen kullanırız ya ben onu sana dememiş miydim gibi; hakikaten beni yoranlar da, çok söylemiş olmama rağmen yapılmamış olup, onunla alakalı kişilerle karşılaştığımda, hatırladın mı ben sana onu söylemiştim gibi yorumlamaları yapmaktan çok yoruldum. Karar verdim bundan sonra bu açıklamalara yer vermeyeceğim, alan alır almayan da bilmem ne alır görürüz hep beraber.
Bu kısa hayatta birazcık nefes alalım neşe ve mutlulukla dolalım derken, mutluluğumuzu hep feda ettik, kimler için diye sorarsanız, inanın değmeyecek ve bir nebze kendisine ders çıkarmayacak, amipsel tek hücreli canlılara harcadık. Ondan işte geriye dönüp bir baktığımda hep karavanaya sallamışız da yeni fark ettim. E neyse hayırlısı diye yeniden başladık yürümeye, bu yolda sadece selektör yapıyorum son sürat basıyorum gaza, önüme çıkan ve kural ihlali yapanlara da çarpmayayım diye düşünmüyorum, benim şeride girenlere ne olurun hesabını yapmıyorum ne olursa olsun. Dememiş miydim demeyeceğim artık, ya da saksafon çalma gibi özel bir gayret içinde olmayacağım; çünkü ben zaten selektör yapıyorum ama birileri daima başkasının şeridinde gitmekten ve hak ihlalleri yapmaktan zevk alıyorsa, yolu boşaltmasının zamanı gelmiştir o zaman.
Hayat bu, bazen birileri yolun başında, bazen yolun ortasında, bazen sivri uçurumların ucunda son verir yaşama ve elveda ederek gider yolun dışına. Gelecek günlere umutla bakıyorum, karanlık bir perde açılıyor karşıma, biraz tereddütleşiyorum ne perde, ne başka bir şey, anlaşılmayan bir titreme sarıyor bedenimi. Titremelerim için uzman psikiyatrilere soruyorum, küresel virüsten kaynaklanan sıtma mikrobunun tesiri olduğunu anlatıyor, meşhur mollalara soruyorum, belki bir dinsel açıklaması olabilir umuduyla, sana cin çarpmış diyorlar. Acaba açlık mı, bir de ekonomiden anlayanlara sorayım diyorum; her şey çok güzel karnın tok açlıkla alakalı değil, sen keyfinden horon tepiyorsun diyorlar; ya ne olur anlayan anlamayan herkes, şu benim derdimle ilgili bir yorum yapsın, ne olacak bu titremelerim diyorum, kafayı yemişsin ne yapalım diyorlar. O zaman ben de birden şimşek gibi irkilip kendime geliyorum ve diyorum ki:"kim kafayı yemiş kim yememiş yakında göreceksiniz".İşte o gün geldiğinde ben dememiş miydim dememek için bu gün birden söyledim işte ne bileyim.
Evet, benim için çoğu komplo ve korku senaryoları kurduğumu düşünebilir ama şunu unutmamak gerekir ki, hakikati göremeyenler ve kendilerini aklamak istenler böyle düşünedursun, ben de diyorum ki,"zulüm ile abad olanın sonu yok olmaktır".
Yıl:07.03.2009
Saat:21.50–22.20
Yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

1 Mart 2009 Pazar

BELKİ RAHATLARSINIZ!!! (!)

Deve sırtındaki hörgücü görse çatlar ölürmüş,deve deve olmasına rağmen kendi halini görme imkanına kavuştuğunda,bir durum değerlendirmesi yapabileceği vurgulanmaktadır.Oysa bu insan denen varlık, değil durum değerlendirmesi kendi haklılığını kanıtlamaktan başka bir numara ortaya koymaz.Bu günlerde meydanlara baktığımda herkes bağırmaktan ve saldırmaktan başka bir icraat ortaya koymuyor.Bağıranların ve çağıranların yaşadığı bu çorak toprakta, acaba düşünce tohumunu ekseniz göverir mi diye kendi kendime bazen soruyorum da,Bilmiyorum filizlenmeyecek bu az miktardaki tohumları, acaba buralara saçsak mı diye sormadan edemiyorum işte.
Topluluklara seslenen her bir toplu megafonik araç ve gereçleri hiç açmayı düşünmüyorum;hangisini açarsanız adam ağzını açmış bir o yana bir bu yana saldırmadan durmuyor.Ne bu ya, bu ülke de insanlar bu saldırıdan başka bir şey bilmez mi?Yoksa bu halkı aldatanlar adres saptırmaya mı çalışıyorlar,yıllardır halkın değerlerine küfredenler çıkmış halkın değerlerinin savunucusu olmuş,ekmeğe muhtaç edenler,halkın çektiği ızdırapların kaynağını arar duruma gelmiş.Hakikaten bunlar şu sırtlarındaki hörgüçlerine bir bakıversinler ne olur ya.Hiç mi insanın yüzü kızarmaz?Önce kızaracak yüz olmalı değil mi;pardon ben de soruyorum işte.
Bu topraklarda siyaset ve erdemlilik tohumlarını, ikiyüzlülük ıslah laboratuarlarında yeniden ıslah ederek pazara sundular. Bizim pazarlarda satılan bu tohumlar tamamıyla genetik yapısı değiştirilmiş. Bu genlerde bu topraklara ekildiğinde ister istemez şu an gördüğümüz meyveleri ortaya çıkarmakta. Durum böyle olunca dıştan adama benzeyen, içi o günün şartlarına göre biçim değiştiren sıradan nesnelere dönüşmekte. Sıradan varlıklar,herkesi sıradan algılarlar,nasılsanız öyle görürsünüz ya da görmek istediğiniz gibi bakarsınız.Bu kalabalıkların ne zaman kendine gelip her şeyi aklı selimle düşünüp hayatını değiştirecek potansiyel enerjiye sahip olacağını hep merak etmekteyim.Ya Allah aşkına şu meydanlara bir bakın, insanı düşünen ve insana değer vererek, onların sorunlarını bir çözelim de sorunsuz bir yeni dünya kuralım diye düşünen birilerini gösterebilir misiniz? Ben uzun zamandır takip ediyorum,hayatımda bu kadar boş şeyler dinlemedim.O ona,öbürü diğerine yani al onu vur diğerine;bu kadar basit argümanlarla siyaset yaptığını sananlar,bir gün bu cambazlıklara son verecek bir yeni akımın elektrik akımına kapılıp,titreye titreye bu sahnelerden yok olup gittiklerinde,hörgüçlerini görmelerinin anlamı olmayacak.Ama şunu unutmamak gerekir ki,bu günlerde politik arenada kullanılan dil,hiçbir ortamda kullanılmayacak kadar argotik ve basit.TV şovları yapan şovmenlerin belden aşağı kullanılan ve bir türlü yol bulupta belden yukarı çıkamayan dillerinden daha aşağılara düştü.Nedeni ise ortada, İkiyüzlü ıslah laboratuarlarında genetik yapısı değiştirilen erdemlilik ve siyaset kavramlarının yeni versiyonu bu.Bizim halkımızda rahatlayacak bir yerler arıyor,siyaset dünyasından öğrendikleri bu rahatlama dili ile, herkes birbirine korkarım yakında küfret rahatla diye öğütlerde bulunacak, çünkü ortalıkta kullanılan dil bizi oraya doğru götürüyor.Ahlaktan yoksun,bir toplumun yapmayacağı hiçbir şey yoktur olumsuzluk adına.Eğer ortalıkta dönüp dolaşanlar hakikaten örnek alınan zatlarsa,bu halkın geleceğini varın siz düşünün nerelere kadar gider diye.Bir toplumu kandırmanın ve avutmanın en güzel taktiklerini yaşamaktayız,bayağı bir taktik öğrendim ben kendi adıma."Mazot var da biz mi içtik" diyenlerin üzülmesine gerek yok, çünkü yeni sahnemizde figürler yerli yerinde sahne tam bir bütünlük içinde,senaryonun sahipleri de figüranlar da işini gayet güzel yapıyor;yakında herkes toplum olarak oynayacak bir oyun bulacak,agoralar zaten Anadolu’nun vazgeçilmezleri değil mi?Bari bu kadar konuştuk bir müjde de benden olsun 26-45 doğu meridyeni,36-42 kuzey paralelleri arasında bulunan topraklarda dünyanın en büyük açık hava tiyatroları inşa edilmektedir.Bu tiyatroda oyuncu ya da seyirci olmak isteyen her kim varsa,katılmanın ilk şartı çok iyi argotizm diline sahip olmaktır.Bu dili bilmeyenler kesinlikle katılamaz,arzu ve istekli olanlar dillerini geliştirmek istiyorlarsa,bu işin öncüsü olan siyasi aktörlerin kullandıkları dili iyi takip etsinler,bir seansta baş rol oyuncusu olabilirler.Bu kadar kopya vermekte olmaz ama biz sizi düşündüğümüzden bu ekonomik ortamda belki rahatlarsınız gerisi size kalmış....
YIL:28.02.2009
saat:01.20-02.15
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

28 Şubat 2009 Cumartesi

HAKKATEN ŞU TAVUKTAN FARKIMIZ NE?

Kör cehalet çirkefleştirir insanları!
Suskunluğum asaletimdendir...
Her lafa verecek bir cevabım var...
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye, birde söyleyene bakarım adam mı diye...
Sanki öykü değil, Türkiye'nin son 50 yılı. Ya bu öyküyü yazan Türkiye'den esinlendi, ya da Türkiye’yi 'Kırmızı ibikli Tavuk'a çevirenler bu öyküden esinlendiler.
KIRMIZI İBİKLİ KÜÇÜK TAVUK
Zamanın birinde bir çiftlikte kırmızı ibikli küçük bir tavuk yaşarmış. Tavuk kendi yiyeceğini kendisi bulur ve bu güzel çiftlikte çok mutlu bir hayat yaşarmış. Bir gün buğday taneleri bulmuş ve bunları ekerek daha çok yiyecek elde edeceğini düşünmüş. Ancak nasıl ekeceğini bilmediği için arkadaşlarından yardım istemiş:
'- Bu buğday tanelerini ekmek için kim bana yardım edecek ?'
Ördek cevaplamış:
'- Ben yardım edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim. Buğday yerine kahve ekersen, çok para kazanır ve istediğin kadar buğday alırsın.'
Domuz oradan seslenmiş:
'- Ben de yardım edemem, ancak kahve ekersen ürünlerini ben satın alırım.'
Fare hemen atlamış:
'- Ben buğday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek için gereken parayı sana borç verebilirim, sonra ödersin.'
Ticaretten ve tarımdan anlamayan kırmızı ibikli şirin tavuk, bu sözler sonrasında kahve ekmeye karar vermiş ve buğdaydan vazgeçmiş. Ancak kahve nasıl ekilir bilmediğinden yine yardım istemiş: '- Kahve ekmek için kim bana yardım edecek?'
Ördek:
'- Ben yardım edemem, ancak kahvenin çabuk büyümesi için gereken gübreyi sana satabilirim' demiş.
Domuz:
'- Ben kahve yetiştirmekten anlamam ancak kahveleri zararlı böceklerden korumak için ilaca ihtiyacın var, istersen sana satarım' demiş.
Fare de:
'- Gübre ve ilaç için gereken parayı istersen sana borç olarak veririm ' demiş.
Sonunda kırmızı ibikli tavuk çalışmaya başlamış, çalışmıııııış çalışmış.
Kahve yetiştirmek buğday yetiştirmekten daha zormuş ve daha çok gübre ve ilaç gerekiyormuş. Ama tavuğumuz sonunda çok zengin olacağını hayal ederek sabretmiş. Ve sonunda hasat zamanı gelmiş ve gerçekten de tavuk çok miktarda ürün elde etmiş, kendisine yol gösteren arkadaşlarına seslenmiş:
'- Kahveleri satmama kim yardım edecek?'
Ördek:
'- Ben yardım edemem, ancak kahveleri işlemek ve paketlemek için benim fabrikama getirmelisin.'
Domuz:
'- Ben de yardım edemem, zaten her önüne gelen kahve ektiği için kahve fiyatları çok düştü, senin kahven beş para etmez.'
Fare:
'- Ben bu işlerden anlamam, ayrıca artık sana verdiğim borçları ödemen lazım.'
Sonunda kırmızı ibikli küçük tavuk gerçeğin farkına varmış ve buğday yerine kahve ekmenin büyük bir hata olduğunu anlamış, çünkü borç içinde imiş ve yiyecek tek bir lokması yokmuş. Açlıktan ölmemek için yine yardım istemiş:

'- Yiyecek bir kaç lokma bulmama kim yardım edecek?'
Ördek:
- Ben yardım edemem, senin hiç paran yok.'
Domuz:
'- Ben de yardım edemem, zaten herkes kahve ektiği için buğday eken de kalmadı, yiyecek yok.'
Fare:
'- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borçlarını ödemediğin için para yerine senin tarlanı almak zorundayım, iyi bir tavuk olursan, belki senin o tarlada boğaz tokluğuna çalışıp, benim için buğday yetiştirmene izin verebilirim.
Şimdilerde bizim kırmızı ibikli küçük tavuğumuz, artık farenin olan eski tarlasında buğday yetiştiriyor ve karnını doyurmaya çalışıyor.

Kaynak: İngiltere de ilkokullarda okuma kitabı olarak okutulan 'The Little Red Hen' kitabı.
yıl:28.02.2009
Saat:12.00-12.44
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

GÜL BAHÇESİNDE GÜLLER OLUR!

Gül Bahçesinden geçenlerden gül kokusu gelirmiş, öyle mi bir deneyin bakalım; foseptik çukurundan çıkıp gül bahçesinde bir eğlenedurun Gül Bahçesinin kokusu neye döner. İşte böyle, kendimizi aldatarak nereye kadar bu avunma nöbetleriyle yaşamımızı devam ettireceğiz bilmiyorum. İnsan çok kolay bulduklarını hemen tercih eder, biraz ağır gelenleri elinin tersiyle iter. Yaşam, değerli olanlarla kendimizi özdeşleştirerek değer kazanmaz; değerli bir hayat oluşturduğumuzda anlam kazanır. Kağnı gölgesinde yürüyen köpek zannedermiş ki, kağnı benim gölgemde gidiyor. Meşe ağacının gölgesinde yetişen yosunların kendilerini meşe sanmaları nasıl ki mümkün değilse, pis pis kokanların gül bahçesinde dolaşarak kendilerinden gül kokusu geldiğini sanmaları da o kadar mümkün olmayacaktır. Evet, bu şeytani mekanizmaların tesirinden kurtulduğumuz da hakikaten gül kokusuna sahip olacağız.
Güzel insanlarla birlikte olmanın ehemmiyeti burada vurgulansa da, insanların bundan ne kadar, kendi adlarına bir pay çıkaracağını bilemiyoruz. Biz kendimizi değerli bir ortamda bulduğumuzda değerli sanmıyor muyuz? Yoksa hayatımızı en yüce değerlerle donattığımızda mı değerli sayıyoruz? Hepimiz birinci özelliği yaşamamıza rağmen, sanki çok değerli bir varlıkmışız gibi kendimizi düşlüyoruz; böyle olunca ben de sormadan duramıyorum.
Hayat, bulunduğumuz ortamın bize sirayet etmesiyle anlam kazanmaz, ancak bulunduğumuz ortama ve kendimize çok güzel ve iyi olan değerleri kattığımızda değerli olur. O halde yaşamımızı laf ebeliği yaparak düzeltemeyeceğimizi artık anlamak zorundayız. Günümüzde sosyal grupların çok büyük rollerinin olduğunu görmemiz gerekiyor. İnsan birey olmadan kendini bir grubun içinde, o grubun kurallarına uygun davranarak, gruba ait olmakla kurtulacağını ve yaşamını anlamlı kıldığını sanmaktadır. Bu tarz basit yaşam beklentileri, bir bakıma sıradan kalabalıklar yaratmaktadır, artık bunun algılanması kaçınılmazdır. Bilmiyorum ama birileri neden geçmişte söylenmiş bu veciz sözlerle bir toplumsal hayatı düzenlemek ister, bunu anlamakta hakikaten zorlanıyorum.
Gül bahçesindeki güller, önce her biri birer gül oldular, ardından bir arada bulundukları için gül bahçesi ismini aldılar. Gül bahçesinde bulunmak için önce gül olmak gerekmez mi? Elbette, çünkü güller gül olmadan o bahçeye giremezler, şayet illa da girmek istiyoruz diyorlarsa, gül olmadan oraya geldikleri için kendilerinden ancak kendi kokuları gelir,gül bahçesinin kokusuyla övünmek onun ne haddine;"köse torunun dedesinin sakalıyla övünmesi onu sakallı yapar mı?Durum böyle olunca bizlerin bu veciz sözler arkasına sığınarak tanımladığımız hayatlarımızı yeniden yorumlamamız ve gözden geçirmemiz kaçınılmaz olur."Hayat,bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaktır"diyen şair gibi, anlamamız gerekir yaşadığımız gerçeğimizi.Böyle olmazsa ne olur, çok şey olur.Öncelikle kendinden uzaklaşan ve boşu boşuna avunup, zamanı israf eden kandırılmış kalabalıklarla etraf dolar.Bunun önüne geçmek için bu yanlış algılama anlayışımızı bir an önce değiştireceğiz,yoksa kendi elimizle kendimizi tüketiriz.
Ruhsal birliği sağlamamış, birçok kalabalıklar sayısal çoğunluğu sağladıklarında, hayatlarının en güzel günlerini yaşadıklarını sanabilirler. Ama şunu unutmamak gerekir ki, kurallarla aidiyet kazandırılmış kişiler, hiçbir yere ait olamazlar, çünkü onlar yok ki,ait olduklarından söz edelim.Ait olabilmek için önce bireysel tercih yapabilme gücü olmalı,bireysel iradi özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına neden olan duygusal bağlar canlandırılarak,ortak akıldan yoksun birliklerin adı birliktelik olamaz.Birliktelik,birlerin bir araya gelmesiyle gerçekleşir.Birlerin tümünü sıfıra çevirip,ortaya bir rakamıyla ifade edilecek birlikteliklerin çıkmasını bekliyorsanız daha çok bekleyeceksiniz.Bu tür çarklarda,dümen hep birilerindedir.O da dilediği isimlerle ve sloganlarla,etrafına topladığı kalabalığı dümen suyunda akıtmak için,marifetlerini teker teker ortaya dökecektir.E durum böyle olunca tabi ki akıl almaz eylemleri,bu toplanmış kalabalığa yaptırmak zorundayız ki,bizi de herkes bir adam sansın dedirten,bilinçaltının yönlendirmesiyle sayısal verilerin hesabını yapmaya çalışırız.O zaman da,bu kalabalıklara hoş görünme, ısınma turları,ılımlı yakarışlar adı altında,yavaş yavaş hakiki değerlerin altını boşaltarak,insanların hep birlikte alttan bunlara sarılması için, diz çöker masalın tekerleme bölümünü okumaya başlarız.Böylece karşımıza, ruhsuz ne idüğü belirsiz,niçin yaşadığını bilmeyen, bir yerde bulunup bulunmamasını kendisi bile çözememiş;hayattan kopuk her şeyi meşru gören, yaratıcıyı hesaba katmayan,maymun iştahlı kapitalist devler çıkar...Bu devler bazen günah çıkarıp,yeni iştahları için,bir iştah açıcıya ihtiyaç duyarlar,o zaman da ;gül bahçesine zaman zaman uğradıklarında tüm kokularının gittiğini kendilerinden gül kokusu gelemeye başladığı,manevralarıyla o dev çarklarını yeniden döndürmeye başlarlar.Nasıl ama,hayat dediğin böyle her yolu mubah görmeli değil mi, ne ilke, ne değer,ne başka bir şey...Bu kadar kolay yollar varken, kendimizi o güç koşulların altına neden soktuğumuzu, belki bu yaşam tecrübelerini görünce bizde anlarız(!) Ne de olsa bir gül bahçesi buluruz,her tarafımızdan pislik dökülse de o bahçeye girince tüm kokularımız değişir diyerek izinizden geliyoruz....Artık bahçenizde umarım bize de bir yer açarsınız(!)Haydi hayırlısı....
Yıl:27.02.2009
saat:00.45-02.05
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

25 Şubat 2009 Çarşamba

SADAKA SOSYAL DEVLETİN NERESİNDE

Karanlık dönemlerde her şeyin tanımı kendiliğinden değişir. Karanlık dönemin en büyük mirası her şeyi anlaşılmaz kılmak ve karanlığın ehemmiyetini anlatmaktır. Karanlık dönem dedim de belki birileri merak etmiştir bu karanlık dönem ne zaman başladı ya da sınırı neresi diye. Yaşamlarını devam ettirmek için sürekli uyumadan senaryo kuranlar var olduğu sürece, karanlık dönem bitmeyecektir ve başlangıcı da ikiyüzlülükle başlamıştır.Bu dönemler,zihinlerin allak bullak olup halaç pamuğuna döndüğü zamanlardır.Bunu merak edenlerin bu meramını gidermek için biraz kendi dünyamıza dönerek,bu dönemi daha yakından tanımlamak isterim.
Son günlerde ortalıkta dönüp dolaşan ve aynı zamanda kokusuyla etrafı kuşatan bazı pis kokular var; isterseniz oradan başlayalım. Büyük menfaatler için, göstermelik küçük iyiliklerin yapıldığı ve bu davranışların adının da yeniden tanımlandığı bir ortamda, tanımları değişen bu kavramlardan birinin altını çizerek yürüyelim. Sadaka, gönülden sıdk ile verilen her şeydir. Yani bunu bireyler birbirine verir ve bu verdiklerini de sağ elinin verdiğini sol eli, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak kadar gizli yapar. Bu insanlar, kıyamet günü hiçbir gölgenin olmadığı zaman da, Rahman’ın gölgesinde gölgeleneceklerdir.Gelin görün ki,bunun anlamı yeniden tanımlandı günümüzde,neden mi?Menfaatler birincil ve korunması gereken temel güç olunca böylesi ucuz yollu tanımlamaları yapmakta sizin şiarlarınız arasına girer.
Son günlerde sadaka adı altında insanların duygularına ve zayıflıklarına göz dikerek, garibanları bu yönden vurmak isteyen çıkarcı zümreler bu kavramın içini boşaltarak; megafonu eline almış yeni bir şey bulmuş gibi arenalarda avazı çıktığı kadar bağırmaktadır. Biz ise bu yanlış tanımlamalara ve uygulamalara kulaklarımızı tıkayarak, vız gelir tırıs gider dedikten sonra sorumluluk sahibi olarak bu yanlışların biraz üstünü açacağız.
Nerde görülmüş bir devlet erkinin kendi vatandaşına sadaka dağıttığı, ama üçüncü dünya ülkelerinde ve bizim ülkede çokça görülür bunlar. Çünkü bu ülkelerde iktidarda kalabilmenizin koşulu,önce alacaksınız sonrada size bağımlı kılmak için dağıtacaksınız ki,kendinizi halkların gözünde kurtuluş havarisi olarak kabullendirebilesiniz.Kurtuluş havarileri olarak bilinenler, aslında kendi çıkarları için, insanların sahip olduğu değerlerinin içini boşaltarak onların duygularına seslenmeyi marifet bilirler.Ama şunu unutmamak lazım ki bu uygulamaların altında çok büyük ali Cengiz oyunları yatmaktadır.Hindistan'ın,İngilizler tarafından sömürüldüğü yıllarda dönemin İngiliz kralı,Hintlilerin mabetlerini sürünerek,ayakkabılarını ellerine alarak ziyaret etmiş,bu hareket Hindistan'ın bir 15 yıl daha İngilizler tarafından sömürülmesine neden olmuştur.Benim isteğim bu tarz içi değiştirilmiş ve anlamsızlaştırılmış değerlerle insanların her dönemde çok güzel sömürülebildiğidir.Gelelim bizim mahalleye,çok güzel savunma mekanizmaları ile türlü türlü oyunları oynama da üzerimize kimse yoktur.Halkını fakirleştirip elindeki ekmeğine dahi göz dikip ucuz ekmek kuyruklarında insanlarını ölüme terk etmiş zihniyetler bunun hesabının altında can verirken,bu davranışlarının devamını sağlamak için bu tarz eylemlere girişmeyi çoğu kere marifet bilir.Ben de diyorum ki marifet bu değil, insanları olması gerektikleri noktada göremediğiniz zaman kendinizi bir hesaba çekmektir.
Evet, yanlış hesaplar yaptığımız ve bu hesaplar tutmadığı zaman, hemen karanlık oyunlarımızı oynamaya başlar ve kavramları yeniden tanımlar sürekliliğimizi sağlama almaya çalışırız. Bir taraftan başlarız, kimisine ev eşyası kimisine yakacak, kimisine yiyecek, kimisine nakit, ya bu nedir, böyle bir uygulama olur mu; diye sorunlara da dünden hazır olan o cevabımızı hemen yapıştırır ve kendimizi savunmaya başlarız. Yazıklar olsun, bunlar yıllardan beri bu ülkede siyaset yapıyorlar, sosyal devletin ne olduğunu bilmiyorlar, devletin görevi fakir fukarasını gözetmek, garip gurabasına bir şeyler vermek değil midir? Bende diyorum ki, devletin tanımını ve kavramların içini boşalttığımız bir dönemde, böyle bir tanımı yapmak tabi ki, birilerinin âli menfaatlerinin devamı açısından yapılmış olabilir ama öyle değildir. Devletin görevi, halkının elindekileri tamamıyla alıp, halkını dilenci konumuna sokmak mıdır? Halkını seçim yapabilecek selim akılla düşünebilecek biyolojik yaşamının varlığını dahi tehdit edecek kadar aç bırakıp, onları zorunlu tercihe mahkûm etmek midir? Devletin görevi, Halkını kendi bekasını kökleştirmek için, adı belli olmayan ne idüğü belirsiz karanlık kurşunlara hedef mi yapmaktır? Devletin görevi, caddelerde sokaklarda endişe duymadan yaşayacakları bir günün özlemini iple çeken insanları, tedirgin ve ürkek yaşamaya mahkûm etmek midir? Devletin görevi, her türlü sosyal patlamaların yaşandığı, ailenin çöktüğü, mahkemelerin boşanma davalarına bakmaktan aciz kaldığı bir ortam da, bu eşlerin davasını sonuçlandırıp onları boşamak mıdır? Devletin görevi, günbe gün insanların sokak ortasında öldürüldüğü, geceleri evlerinde sabaha kadar uykusuz kaldığı bir ortamda, bu hastalıkların çoğalmasına ortam yaratmak mıdır? Evet sormam gereken çok soruyu burada keserek asıl soruma geliyorum, yoksa benim bilmediğim bir memuriyet sınıfına doğru mu gidiyoruz, yani devletin görevi sadaka memurları mı atamak. Şayet böyle bir kurum oluşturuldu da benim haberim yoksa özür dilerim(!)pardon tüm söylemlerimi geri aldım.
Hakikaten şu sosyal devlet tanımlamasını çok merak ettim tekrar sormadan edemeyeceğim.Birileri amuduyla götürürken,birilerine nalların dökülen çivileri sadaka olarak verilen devlet miydi,O sosyal devlet?Ben biraz zeka özürlüyüm de cehaletime bağışlayın ne bileyim işte....
Sizleri fazla sıkmadan, karanlık ortamlarda yapılan hatalardan dolayı, birilerini bu halk suçlamasın diye bir hatırlatayım dedim, olur ya kalkıp şu sosyal devletin hakiki tanımını yapan bu yenilikçi insanlarımızı yanlış anlayanlar çıkabilir. Onlara da bir mesajım var: Kulaklarınızı dört açın ve beni dinleyin; sosyal devlet, önce alır, sürüm sürüm süründürür,seni hiç görmez, vakti zamanı gelince kapı kapı sadaka verir,insanları mutlu eder, gerekirse sudan ve ekmekten daha önemli olan; çamaşır makinelerini sırtında dağın başına elektriği olmayan eve bile götürür.E kavramlar yeniden tanımlanıyor, bundan böyle kimse kalkıp ta bu da nedir diye sormasın, bilmem anlatabildim mi?Sosyal devlet dediğin böyle olacak.Bir daha da bilir bilmez konuşmayın...Tekrar ediyorum,devlet günahlardan arınmak zorunda,tabi ki insanların amellerini o yerine getirecek,halkını fakirleştirip ölüme mahkum edecek,sonra da sadaka verip günahlardan temizlenecek...Başka türlü olmaz ki,bunun da en güzel yolu, sadakaya mahkum edip sonra da sadaka vermek.Böylece devletin ne kadar sosyal olduğu herkes tarafından anlaşılmış olacak.EEE haydi hayırlısı...yine de şu çağrıyı yapmadan gitmeyeyim adres kargaşasını da ortadan kaldırmış olayım.Gelin hep birlikte evrensel mahkemede yargılanıp aklanalım,bu adres herkesin kendi vicdanıdır...
yıl:24.02.2009
saat:22.00-22.50
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

24 Şubat 2009 Salı

TOSUNSUZ OLMAZ Kİ İNEKLER

Ya ne zamandır arıyorum, bizim bir inek varda cins buzağı doğursun diye gitmediğimiz yer kalmadı, o yana baktık bu yana baktık bir tosun bulamadık; yoksa sizde mi bilmiyorsunuz bu aradığımız tosunu... Günlerdir medya önünde birileri bir tosun kaybetmiş gören duyan varsa bana bildirsin bu tosunun, bizim tosun olup olmadığını, yoksa ben bilirim sonra ne yapacağımı deyip duruyor. Söylemezsek ne yapacaksın diyen olmadığı için tosunu arayan adam kendi çalıp kendi dinliyor; ben de bir umut işte acaba bizim inek için bu tosun bir işe yarar mı yaramaz mı diye aramaya başladım. E bizde artık şu Hollanda tosunları ile çiftleştirelim de inekleri belki daha cins buzağılar elde ederiz diye çıkarımızın peşindeyiz ne yapalım dünyanın derdi bu...
Bir zamanlar İspanyolların boğalarını kafama takmıştım acaba bunlardan nasıl tosun olur diye, Birde baktım ki hakiki tosun yanı başımdaymış ondan bıraktım uzaklara gitmeyi. Şimdi bende tosunun sahibini arıyorum, gören duyan var mı, bu tosunun sahibi kim?
Bizim bu inekler var ya, topu topu iki kilo süt veriyorlar, ama bu tosunlarla çiftleştirirsem yeni doğacak buzağılar düveye dönüp bir gün inek olduklarında, belki bizde sütün miktarını arttırız diye, tüm bu mücadelemiz, yoksa ne işim olur onun tosunu bunun tosunu bana ne ya kimin tosunu olursa olsun... E tosun deyip geçmemek gerekir tosunların değeri bilinmeli, kocaman inek sürüsüne tek bir tosun yetiyorsa nasıl bakılmalı o tosuna siz düşünün... Sakın ha ihmal etmeyin, bakımında kusur etmeyin, ederseniz ne olur? Çok şey olur bir kızarda boğalara dönüşürse varın siz düşünün başınıza gelecekleri, inek yerine size saldırabilir, o zamanda bu tosunu tanımayan çıkmaz her halde...
Yıl:23.02.2009
saat:21.00-21.23
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

23 Şubat 2009 Pazartesi

SOKRATES VE TEVHİT

Sokrates tek bir ilah tanıyan, Tevhit eri idi. Düşmanları yetmiş yaşına gelmiş bu saygın insanı, geleneksel çok tanrıcı dinlerini yıkmakla suçluyorlardı. Üç kişi,(acıklı şiirler yazan Meletos, hatip Lykon ve deri ustası Ani tos)Sokrates hakkında şöyle bir suç duyurusunda bulundular:
"Sokrates ülkenin ilahlarını tanımayıp, başka bir ilah öne sürerek, gençleri saptırdığı için ölümle cezalandırılmalıdır."
Suçlama sebepleri arasında şunlarda vardı: Sokrates Tanrı her türlü eksikliklerden münezzehtir, diyor ve ulûhiyetin kemalini eksik kılan masalları(mitos)reddediyordu. Bir de sıkıntılı zamanlarında kalbinin derinliklerinden bir sesin kendisine yardım ettiğini söylüyordu. Sokrates ülkesinin ilahlarını reddederek gençleri saptırmakla suçlandı. Meletos, "öyle gençler tanıyorum ki, ana babasından çok Sokrates’in sözlerini dinliyorlar",diyordu. Sokrates şu cevabı vermişti:"Hasta olunca ana babamızın değil doktorun sözünü dinlemiyor muyuz?"
Mahkemenin gemici, derici vs esnaftan oluşan beş yüz üyesi vardı. Sokrates bu mahkeme hakkında şöyle diyordu: Ben, yargıcın aşçı, davacısının çocuklar, aleyhine dava açılanın ise tabip olduğu bir davada olduğu gibi yargılanacağım. Burada aşçı,"çocuklar, bu hekim size acı şeyler içirdi; perhiz yaptırdı"gibi şeyler söylese buna karşılık doktor"Evet, acı şey verdim; perhiz ettirdim, fakat sağlıklarını korumak için"derse de bu gerçeği anlatması ne kadar da güçtür.
Sokrates'i gaipten gelen bir ses savunma yapmaktan alıkoymuştu. Jüriye kent halkının eğitimcisi olduğunu, onlara yararlı olmak, doğruluk yolunu göstermek emelinden başka hiçbir şey düşünmediğini belirterek şu doğrultuda bir konuşma yaptı:
"Atinalılar gerçek şu ki, gerçek hâkim "Apollon”dur. İnsanın hakim oluşu büyük bir şey değil,belki hiçtir.Ben insanlara doğru yolu göstermeyi amaç edindim.Bu amacımdan beni ölüm de döndüremez.Bir insan en şerefli sandığı bir işe başladıktan veya o işe amiri tarafından atandıktan sonra,artık onda sebat etmelidir;tehlikeleri ve ölümü hiç önemsememelidir.
Atinalılar! Sizin komutanlarınızın söylediği tehlikeli sınırlarda, savaş alanlarında askerliğini yaparken ölümden korkup kaçmayan Sokrates, Allah’ın emrettiği bir işi yerine getirirken, insanlara hak yolu gösterirken, önüne çıkan ölümden elbette korkmaz. Aslında ölümden korkmak, Hâkim olmadığı halde kendini hâkim sanmaktır. Çünkü bu, asla bilinememiş olan ölümü bilmeyi iddia etmek olur. Ölümün ne olduğunu hiç kimse bilemez. Belki ölüm insanların sandığı gibi büyük bir musibet olmayıp en büyük iyiliktir. Bilinmeyen bir şeyi bildiğini sanmak, en büyük cehalet değil midir? Ben hayatın ötesinde ne olduğunu bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, Allah’a ve insanlara karşı adil ve itaatkâr olmamak en büyük kötülüktür."
Mahkeme kurulu az bir sayı farkı ile Sokrates'i suçlu buldu. Yasa gereği, mahkûm cezasını kendi seçerdi. Bunun üzerine Sokrates’in sunduğu söyleve bakalım:
"Atinalılar! Kimseye bir kötülüğüm dokunmadığı için vicdanım huzur içindedir. Meletos’un benim için teklif ettiği idam cezasından korkacak olsam, cezayı paraya çevirirsiniz ki ben de o da yok".Belki sürülmeme razı olursunuz. Ne var ki vatandaşlarım, benim öğütlerimden beni uzaklaştıracak kadar usanmışlarsa gittiğim yerdeki insanlarda usanacaklardır."Oralarda sus derseniz, bu Allah'ın emrine aykırı davranmak ve Allah'a isyan etmek olur."
Kurul, Sokrates’in yalvarmasını bekliyordu. Rahatlığını görünce öfkelendiler ve oy birliğiyle idamına karar verdiler. Sokrates son bir kez daha söz hakkı aldı:
"Bütün hayatımda, her konuda, ilahi ilhama mazhar oldum: Yapmak üzere olduğum bir şey kötü ise, bundan alıkonuldum. Oysa bu sabah ne buraya gelirken ne de burada konuşurken hiçbir ilham almadım. Bundan iyi bir yere gittiğim sonucunu çıkarıyorum. Ölümün kötü olduğunu sanarak kuşkusuz aldanıyoruz. Yargıçlar! İyi insan için ne bu hayatta ne de hayatın ötesinde bir kötülük olmadığına kendinizi inandırınız. Davranışları, bana kötülük etmek niyeti taşımasına rağmen, ne ithamnameyi verenlerden, ne de beni haksız yere mahkûm edenlerden hiç şikâyetim yok. Sizlerden yalnız bir ricam var:
"Benim çocuklarım büyüdüklerinde onları erdemden başka servet vb. arar görürseniz kendilerini cezalandırınız... Artık ayrılış anı geldi. Ben ölmeye sizler iyi yaşamaya... Bunların hangisi daha iyi? Bunu Allah'tan başka kimse bilemez.
Ey dostlarım! sakın üzülmeyiniz bu gün benim sıram geldi gidiyorum;hepiniz sırası geldikçe oraya geleceksiniz dedi.Sonra üç çocuğu ile eşini ve diğer yakınlarını son kez gördü.Sokrates ağlamakta olan dostlarına "Ne yapıyorsunuz,muazzez dostlarım?Ben böyle bir sahneye maruz kalmamak için değil mi ki kadınları eve gönderdim;biraz metin olunuz ben sevgilimle buluşmaya gidiyorum....
YIL:22.02.2009
yer: Çengelköy/İst
Saat:20.20-21.25
(E.Kekeç)
NOT: Alıntı ve derleme

YETER Kİ EMRET

Nokta dergisi son sayısında,kolay kolay unutulmayacak bir gazetecilik başarısı sergiledi.
Sokaktaki vatandaşın , Meçhul bir otoritenin buyruklarına karşı gösterdiği uyum ve tepkileri ölçtü.
Tiyatro sanatçısı Ezel AKAY' a siyah bir pardösü giydirdi,eline bir de megafon verdi. Akay' la nokta ekibi başladılar kentte dolaşmaya.
Önce yeni cami' nin arkasındaki parka gittiler. Hava güneşliydi. Banklarda insanlar oturuyordu.
Akay megafonla bağırarak sert bir komut verdi:
' Derhal ayağa kalkın !...'
İtirazsız sessiz kurulmuş robotlar gibi herkes hemen ayağa kalktı.
Eminönü iskelesinde başka bir komut .
' Herkes hemen yere çöksün '
İskelede kim varsa hemen yere çöktü.
Beyoğlu'nda başka bir komut:
' Herkes sıraya girsin,sayım var!.. '
Herkes hemen sıraya girdi.
Mecidiye köy de bir duvar dibinde başka bir komut patladı:
' Herkes elleriyle duvara yapışsın,ölçüm var!... '
Herkes elleriyle duvara yapıştı.
Bir fabrika kapısında işçilere komut verildi:
' İçeri girerken herkes parmak bassın şu kağıda...! '
İşçiler parmak basarak girdiler fabrikaya...
Beyaz önlükle lastik eldivenler giymiş bir hanım gazeteci,fabrikanın içindeki kadın işçilere de değişik bir komut verdi:
' Herkes soyunsun, bekaret muayenesi yapılacak '
Kadın işçiler soyunmaya başladılar.
Buna karşılık Boğaz iskelesinden birinde, vapurdan çıkanlara komut vermediler, kibarca ricada bulundular:
' Film çekiyoruz, lütfen bir dakika dururmusunuz ? '
Ricayı kimse iplemedi.
Nokta' nın yaptığı deney ,toplumun ruhsal yapısını gösteren müthiş bir röntgen....
Ne kimse komutu verenin kimliğini merak ediyor, ne hangi hak ve yetkiyle vatandaşlara o komutları verdiği soruyor, ne de herhangi bir direnme gösteriyor.
İşte yüzyıllardan beri, daha küçük yaşlardan başlayan dövülmüşlüğün, ezilmişliğin sonucu.

"İnsan kendini sadece insanda tanır"

"Dil tencere kapağına benzer. Kıpırdayıp kokusu duyuldumu ne pişiyor anlarsın"
Mevlana

21 Şubat 2009 Cumartesi

GÖRGÜ TANIĞIM BUNLAR MI,EYVAH!

Yolumuz Çukurova’ dan Amik ovasına doğru pamuk tarlalarında sıcağın bağrında kavrularak yananları seyrederek devam ediyordu.Bir mola verelim dedik tarlalarda, simsiyah yanmış ameleleri daha yakından görmek için.Bir dokunduk bin ah çektiler,onların ahlarından çıkan ateş bizim yüreğimizi dağladı.Neden diye sorduk? Bize dediler ki artık anamızı sırtımızda taşıyacak dizlerimizde derman kalmadı.Ya anamız yolun sonuna varmadan bu yürüyüşte ölürse gözleri açık gitmez mi, bu bizim çektiklerimizi gördükten sonra, diye yakınmaya başladılar.Boş ver lan dedim, bana mı diyorsun dediler nezaketle, ben de sana diyorum ulan t....siz ne biçimde bizi aldatmak için bir rol oynuyorsun, utanmıyor musun bize bu yalanları söylemeye...O zaman gözleri doldu ve bana döndü; ağabey ne diyorsun ya dizlerim tutmaz oldu bu tarlalarda didinmekten. Tavuk gibi kanatlarımızla toprakta parpazlamaktan başka işimiz yok, gün boyunca bu sıcaklar ve acılar anamızı ağlattı...Bende savaş kazanmanın edasıyla ona döndüm,fazla acı çekme o zaman ananı da al git ulan....Kafamı bozdular, ya bir o konuşuyor, bir bu konuşuyor,ben sizin hepinizin isteğini karşılamak zorunda mıyım,bir gelip halinizi görelim dedim başımızı beynimizi yediniz ya bu kadar da olmaz ki;hepsi provakatif bunların,birileri öğretmiş yoluma çıkarmışlar,bende bunları yemem...
O günden beri bu heriflerin bağırmalarına aldırmıyorum,ne ya hep bunlarla mı uğraşacağız,sanki memleketin işi köylü ile uğraşmak,bunlar olsa ne olur, olmasa ne olur,gitsin çalışsınlar,her şeyi bizden bekliyorlar,böyle aptal gibi yaşamak olmaz ki,hep destekledik olmadı, traktörleri çökebilir diye kamyon krikosu gönderdik herkese, bunlar yine batıyor çamura...Ne yapsalar gömülüyorlar,oysa biz her gün dümdüz asfaltlıyoruz yine olmuyor.Bende bunlardan kurtulmanın yolu, bir daha bunları hiç konuşturmayacaksın ve dediklerine kulak bile asmayacaksın diyerek hatta 4. Murat’ın voyvoda kazıklarıyla bunları destekledim ve bekledim,ama beklemeye değdi,bir de baktım ki sesleri kesildi.Ta ki bu çitçilerin işleriyle ilgilenen kooperatif birliği başkanlarını,bunlarla bir görüşsün bakalım, bir dertleri var mı diye,o Nevşehir'deki çobanın koyunlarına bakmak için gönderdiğim güne kadar.Yine yanlış yaptım her halde Ya bunların sesini duymamakla ne kadar iyi yapmıştık, ne güzel yürüyordu,ne zaman ki, bizim köylüydü,bizi nasılda unuttu demesinler diye, bir sorduk yine başımıza bela aldık öf be ....Bunlar var ya bunlar ,aslında öyle bir ağzımı boşaltacam ki,ulan yeter artık sizle uğraştığımız, hepiniz ananızı alın gidin diyecem ama kaç yıldır biri bizi gözetliyor evinde mücadele ediyoruz, yakında yarışmayı kim kazanacak diye, sms oyları ile bunlar bizi destekleyecekler.Böyle bir yarışma olmasaydı önümüzde ben bilirdim,o davar çobanına ne yapacağımı,ailesine bakıyormuş,sanki biz balık taşıyoruz,bunlara verilecek en güzel söz, ulan yeter sizle uğraştığımız, istersen yedi sülalene bak, bana mı söyledin bu kadar akraba sahibi olurken demek geliyor içimden, nasıl ama...E biz beraber yürüdük bu yollarda,beraber ıslandık yağmurlarda,olacak o kadar piyangodan size cefa çekmek bize de sefa sürmek çıktı,herkes hakkına razı olacak, kesinlikle kurada hile yok,bu kadarda güvensiz olmayın ya,yaptığımız her şey sizin için kendim için istiyorsam namerdim....Derken bir de baktım ki yolculuk bitmiş bende uykuya dalmışım,arabamız karşıdan gelen silindirin altında kaldı, ondan sonrasını hatırlamıyorum Azrail peşimde,görgü tanığı çiftçiler anlatsın size, yoldan nasıl çıkıp silindirin altına girdiğimizi....
yıl:20.02.2009
saat:21.45-22.15
yer: Çengelköy/İst
(E.Kekeç)

18 Şubat 2009 Çarşamba

BENİM ADIM YALNIZLIK

        Benim adım yalnızlık, etrafımsa hep kalabalık bunların adlarını bilmiyorum, ama hepsi birbirine benziyor, sanırım bunları bağlayan bağ akrabalık. Herkesin akraba olduğu, isimlerin daha göbekte verildiği bir ortamda, bana kalan isim sadece yalnızlık. Ne yapalım kaderimize razıyız, en azından bizi tanımlayan bir isim bulduk ya, bize bu da yeter.
       Şimdi nasıl bir isim bu diye başımı yemeye kalkmayın, cehalet işte bula bula bizimkiler bunu bulmuşlar bana. Ben doğduğumda böyle debdebeli ortamlar beş yıldızlı hastaneler yokmuş, anam sanki yanlış bir iş yapıyormuş gibi utana utana köydeki bazı kadınların desteğiyle samanlıkta doğurmuş beni, kimseler duymamış garibin feryadını babamda yalnızlık olsun demiş bunun adı öyle gitmiş işte... Samanlıkta başlamış hayatımızın saman gibi geçeceği, o gündür bu gündür saman çöpü gibi savruluyorum bir oyana bir bu yana, ama kimseler bakmıyor suratıma, suratta surat olsa sanki bir ustura ağzı, herkes başıma bela ederim diye uğramıyor yanıma, bende pekiştiriyorum tabi ismimi bu arada. Kalıyorum bir başıma, ismi yalnız olan, yalnız yaşamaya mahkûmdur diyerek bir de türkü tutturuyorum arabesk tadında, "kimsesizler kimsesizler" diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Bu bağırmalar korkularımı ve yalnızlığımı ortadan kaldırır umuduyla hiç sesimi de kesmeyi düşünmüyorum, birde bakıyorum ne göreyim etrafım hakikaten yapayalnız. Vahşi aslandan ürküp kaçan, yaban eşekleri gibi kimsecikler etrafımda kalmamış. O gündür bu gündür herkes bana yalnızlık diye çağırır ve bu adla damgalanırım. Adımız çıkmış deliye döner mi bir daha akıllıya bilmem ama deli olunmadan veli olunmaz onu bilirim işte.
       Tuhafınıza gitti değil mi? Ne adammış be bunun babası nasıl da bir isim koymuş diyenleriniz var belkide, e olsun ben çok memnunum ismimden, çünkü ismine uygun yaşayanlardanım ondan hiç zorlanmıyorum. Beni değil, kalabalıklar içinde olupta ne yaptığını bilmeyen, ismini cismini tanımayan, ahlar vahlar çekerek yaşayıp yaşamadığının farkında olmayanları görünce, ismimi daha çok sevmeye başladım. Hakikaten babam büyük adammış, o günden nasıl biliyordu benim yalnız yaşayacağımı da bana bu ismi verdi diye onu hep övgüyle yad ediyorum. Ama kalabalıklarda doktorların kontrolünde aman ha benim yavruma bir zarar gelmesin diye çocuklarına çok özen gösterenler, o yavrularını yalnızlığa gömülmüş olarak gördüklerinde biliyorum benim yalnızlığıma hayranlıkla bakıyorlardır. O kadar da olsun her şey onların olmayacak ya, samanlıkta yalnız doğduk, ama şu an tek başına bir toplumuz. Topluluk içinde şaşaalı törenlerle dünyaya gelişleri kutlananlar, bu gün yalnızlığa terk edilip kendi çalıp kendi oynadığında doğduğu güne lanet ediyordur. Peki, nerede kaldı benimle dalga geçip ismimi beğenmeyenler. 
          Ne acıdır değil mi kalabalıklar içinde yalnızlığa terk edilmiş olmak? Ben bilmiyorum size soruyorum, benim hayat samanlıkta başladı, adımda yalnızlıktı hepte öyle gidiyor, bir değişiklik yok bende. Ama sizinki güzel başlamıştı, anneleriniz kuş tüyü yataklar hazırladığını, özel bir odanızın olduğunu, yürümeye ilk adımı atar atmaz sosyal bir ortamla tanışmanız için saz hocalarını, dans öğreticilerini, hizmetçisini şimdiden tuttuğunu onların devreye girip seni eğiteceğini, güzel konuşma hocanın oxsfortta eğitim aldığını bunların seni yalnız bırakmayacağını toplantı partilerinde hep anlatıp dururmuş. Ne oldu da böyle yalnızlığa terk ettiler seni, korkarım seni senden çalıp gittiler, seni çalınmış olan cismi, Kalabalıklara terk ettiler. O zaman da hayat çekilmez oldu değil mi. Ne yapalım kader bu, sen doğduğunda her şeyin vardı, sen yoktun, çünkü onu senden almışlardı. Böylece kalabalıklarda yalnızları oynamaya başladın. Ben doğduğumda hiçbir şeyim olmadığı için beni bana bırakıp herkes gitmiş, herkes gidince ben kalmışım yalnız bir başıma, beni kuşatan kalabalıklar olmayınca adı yalnızlık olan bir adam türemiş, o adam şimdi paranoyak ve korku nöbetlerinden uzak, bir toplum olup çıkmış, tek başına bir adam toplum gibi yaşıyorsa varsın adı yalnızlık olsun ne çıkar...

Yıl:17.02.2009
saat:24.00-24.30
yer: Çengelköy/İst
(E:Kekeç)

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!