31 Aralık 2018 Pazartesi

AÇIK TOPLUM MU KAPALI TABAKALAŞMA MI?



Toplumsal hareketlilik ve sonrasında oluşan tabakalaşma süreci üzerinde kimse durmayı istemez. Çünkü tabakalaşma sadece belli toplumlarda feodal algıya göre yaşayan toplumlarda yaşanan bir gerçeklikmiş gibi algılanır. Oysa toplumsal tabakalaşma toplumsal hareketliliklerin hızına ve yaşam alanlarında meydana getirdiği değişimlere göre çok ciddi aşılmaz kurallarla perçinleşerek devam ettiği muhakkaktır. Endüstri devriminden günümüze sosyal ve ekonomik yaşamlarda meydana gelen refah düzeyindeki değişimler, tabakalaşma çeşitlerini de eski toplumlarda olduğundan daha fazla derinleştirmiştir. Oysa Toplumsal hareketliliklere bağlı açık toplumsal tabakalaşma şekillerinin hız kazandığı anlatılmasına rağmen, sosyal ağlar arasındaki delinmezlikleri ve meslekler arasındaki sosyal mesafe farklarını gördüğümüzde bu algının hiç de tutarlı olmadığını görmekteyiz. Mesleki sosyal mesafe alanları başlı başına bir tabakalaşma sistemi oluşturmaktadır.
Toplumsal tabakalaşma, insanların belirli sınırlar içinde yaşaması ve hayatı boyunca o sınırlar içinde tüm ilişkilerini düzenlemek zorunda kalmasıdır. Alt tabakada bulunan insanlar genellikle doğduğu ortamda büyür gelişir ve orada ölüme gider, oysa üst tabakada olanlar zaman zaman aynı tabakanın içinde alttan yukarı ya da yukarıdan aşağıya iniş çıkış yapabilirler. Orta ve alt tabakada olanlar olağan dışı bir durum gerçekleşmediği sürece, bulundukları tabakanın içinde sadece yatay doğrultuda hareketler yaparlar. Bu da sosyal mesafeleri birbirine yaklaştıran hareketlilik olmaktan çok coğrafi anlamda bir mekân değişikliği şeklinde ortaya çıkar. Oysa yaratıcı insanlara böyle bir yaşamı reva görmemesine rağmen, sınırları belirgin halde çizilmiş yaşam kodesleri içine insanların bırakılmasının temel sebebi, her dönemde feodal anlayışlardan ve emperyalist bir zorbalıktan kaynaklanmaktadır. Feodalizm bünyesinde lokal bir zorbalık barındırırken, emperyalizm, global zorbalığın tüm detaylarıyla ortaya çıktığı yönetimlerdir.
Kendi ülkemiz gerçeğini ve Orta doğu coğrafyasını dikkate aldığımızda, bu anlayışın, tüm yöneticilerin ve yönetimlerin genetiğini kuşattığına şahit olmaktayız. Orta doğu’da genellikle kapalı bir toplumsal yaşam egemen iken, ülkemiz de daha çok açık toplumsal yaşamın egemen olduğu anlatılır. Ancak kurumsal yapıların dizayn edilmesine ve hiyerarşik bürokrasiye baktığımızda açık toplumsal tabakalaşmanın neredeyse belli ortamlarda olduğunu, imkân ve güç sahipleri için geçerliliğini görürüz. Toplumun genelinde de daha çok kapalı bir tabakalaşmanın olduğunu görmekteyiz. Sebebi ise, insanların hangi sosyal tabakadan geldiği ve geçmişinde nasıl bir yaşamın olduğunu dikkate almalarıdır. Şöyle örneklerle bu konuyu biraz daha açıklayabiliriz. Ülkenin güvenlik güçlerinde subay olacaklar, belli gruplardan seçilirken hatta kurmay olacakların, o görevlerde atalardan gelen o görevi yapanlar varsa, onların çocuklarının tercih edildiğini görmekteyiz. Hariciyede ise tamamıyla bu kuralların geçerli olduğun görürüz. Ülkenin önemli kurumlarının başına geleceklerin de liyakat esaslı olmadan çok, kabile, aşiret, yönetim mekanizmasına yakınlıklarına göre bir görevlendirme yapılıyorsa, bunun açık toplum olmadığını söyleyebildiğimiz gibi, kapalı toplumsal tabakalaşma olduğuna da kanaat getirmekteyiz.
Dünyaya hükmeden küresel güçlere baktığımızda da iki ailenin fertleri dışında ve o aileden gelen insanların atadıklarının ötesinde, dünya ekonomik gücü elinde bulunduranların arasına girmek imkanızdır. Bu kısa örnekler bize, toplumsal tabakalaşma da sadece tarihi bir geçmişte bunların yaşandığını iddia edip, günümüzde böyle bir durumun olmadığını söylemek tam bir ahmaklık olur. Oysa geçmişte aynı toplumlarda yaşayan insanları, kabileler, boylar ve klanlar olarak ayırıp onların tabakasını belirlerken, günümüzde bu sürecin geniş kitleler ve ülkeler bazında bir tabakalaşma içine girdiklerini anlatmak mümkündür. Tüm bunlar gösteriyor ki yer yüzünde tabakalaşma sanki insanların kaderi olarak görülmüştür. Bu anlayışları yıkmanın ve bunların baskısından kurtulmanın en gerçekçi yolu, yeryüzünde insanları özgürleştirmek ve kendi yetenekleriyle bir yaşam denklemi kurmalarına yardımcı olmaktır. Bu denklem doğru kurulduğu zaman, her insanın yer yüzünde yaşama hakkının olduğu ve yer yüzünün herkesin ortak mülkiyeti olduğu anlaşılacaktır.
Bu kısa açıklamalardan varmak istediğim sonuç şudur aslında, Günümüz çağdaş devletlerini tanımlayan açık toplum tanımlaması ve açık toplumsal tabakalaşma tanımlamaları tamamıyla bir hipnoz yöntemi olduğuna inanıyorum. Çünkü geçmişte tabakalar arasındaki fertlerin sayısal çoğunluğu çok sınırlı olmasına rağmen, günümüzde tüm toplumların köle haline getirilerek avutulduğu bir yaşamda, bunları anlamak bayağı zorlaşmaktadır. Her ülkenin sınırları cetvellerle çizilerek onlara bir bez parçasından verilen ve bağımsızlığı anlattığına inanılan bayraklarla, aslında toplumların küresel ölçekteki, toplumsal ve sınıfsal tabakasına da bir vurgu yapıldığı bilinmelidir. Her toplumun kendisi için çizilen ve oluşturulan kutsallarla, tabakalar arasındaki yerini de doğrudan tescillemektedirler.
Dünyaya hükmeden ve BM’nin belirleyici beş üyesinin dünyanın kaderini belirlemede büyük roller üstlendiği bir çağda, hala küresel bir sosyal tabakalaşma olmadığını söylemek mümkün müdür? İşte tüm dünyaya hükmeden bu güçlerin varlık gerekçelerini anlamayan ülkeler hiçbir zaman bulundukları toplumsal tabakadan yukarı çıkamayacaktır. Ülke içinde bu durumu ele aldığımız zaman da durum hiç bundan farklı değildir. Belli kurullara ve gücü ellerinde bulunduranlara devlet doğrudan her türlü desteği vermesine rağmen, imkânsız olanlara bu avantajları tanımadığı halde aynı koşullardasınız, sizler de ilerleyebilirsiniz gibi demagojilerle bir toplum aldatılmamalıdır. Eğer insanlara yeteneklerine, imkanlarına göre başarı sağlaması için uygun zeminler sunarsanız, işte o zaman açık toplumdan söz edebilirsiniz. Açık toplumda hiçbir tabaka, insanların tabakalar arası geçişlerinin önünde bir engel olamaz.
“Melekler onların canlarını almaya geldiğinde, siz neden sadece rabbinize kulluk etmiyordunuz dediğinde biz ezilmiş, yıpranmış ve imkanları ellerinden alınmış toplumduk, o zaman hicret etseydiniz Allah’ın arzı geniş değil miydi o halde girin cehenneme” denileceği günü hesap ederek, tüm tabakaları ayaklarımızın altına alarak, yaratıcının vermiş olduğu yetenekleri en güzel şekilde kullanmaya ve becerilerimizi ortaya çıkarmaya ne dersiniz….
İslam, şahitlik adalet ve sınırların olmadığı yeryüzünün tamamını imar ederek, yaşamamızı isterken, bizler neden, bizler için oluşturulan bu dünyadaki sanal duvarlara takılarak yeryüzündeki halifeliğimizi gereği gibi yapmıyoruz. Halifelik makamında sadece Allah’a kul olmak isteyenleri, yeryüzü baronlarının ve tapınakçılarının önümüze koyduğu yaşam haritasında bir yer aramaktan kurtulup arzın her noktasına hem fikir hem de bir yaşam örnekliği koymak için, vakit uyanma vakti! “Sabah yakın değil mi,” çabuk olalım ömür değirmeni bizi tüketmekte!
Erol KEKEÇ/30.12.2018


AHLAK ADALET VE GÜVEN AŞIĞI BİR YAŞAM!



 İnsani yaşamın ahlaki filizlenmesi ancak adalet tohumlarıyla göverir. İnsanca yaşamanın   egemen olduğu bir ortamın oluşmasını istiyorsak, her ortamda ahlaksal davranışların yayılmasını ve kökleşmesini sağlamak zorundayız. Ahlaksal filizlenme olmadan ahlaki davranış kalıplarının belli kurallarla dayatılarak yaygınlaşmasını sağlamak sadece havanda su dövmek ve elde edilme imkânı olmayan bir geleceği düşlemek olur. Ahlaki eylemlerin yayılması ancak adalet mekanizmasının yüreklerde kuracağı ve oradan filizlenerek kök salıp dal dudak salması derken meyveye binip etrafa faydalı    eylemler aktarmasıyla mümkündür.
İnsani yaşam deyip geçmeyelim, insanca bir yaşamın şartları oluşturulmayan ortamlarda ahlaki bir davranış beklemek sadece kendimizi avutmanın ötesine geçmeyecektir. İnsani yaşama giden yol, fizyolojik hayatın varlığına herhangi bir saldırının olmadığı ortamlarda ortaya çıkar. İnsanın bir canlı olarak fizyolojik yaşamının tehlikede olduğunu anlaması her türlü olumsuz davranışlara doğal bakacağı anlamına gelir. Çünkü “Devenin yardan yuvarlanmasına neden olan bir tutam ottur.” Yani deve açlıktan kurtulmak ve yaşamına yönelik ölümcül saldırılardan kendisini korumak için, bir tutam otu yiyebilmek adına aşırı uçurumlardan yuvarlanmayı göze alabiliyor. Biz bu durumu, akleden anlayan kavrayan olayların gelişim süreçlerini analiz eden ve kendisine sunulan acınası bir yaşamın kollarında can vermesini arzulayan insan, anlayışlara şahit olduğunda neleri yapmayacağını düşünebiliriz ki!
İnsan için en önemli güdülerin başında korunma, varlığını devam ettirme, neslini güvence altına alma, sevilme sayılma ve itibar sahibi olma gibi güdülerini doyuma eriştirdikten sonra bir gruba kümeye ya da topluluğa ait olma gibi güdülerin peşinde koşar. Bu sıralamayı hiçe sayarak sizinle birlikte olsunlar da nasıl yaşarsa yaşasınlar dediğiniz zaman bir binanın merdivenlerinin alt basamaklarını yok ettiğiniz zaman üst katlara çıkma ihtimaliniz olmayacaktır.
İnsani yaşamın olması için ahlaki bir zeminin oluşturulması ve bu zeminde de mutlaka ama mutlaka adalet harcının bu zeminin her yanına karıştırılması kaçınılmazdır. Bunları hatırlatarak bir yere gelmek istiyorum aslında, bu da bir toplumda gelir dağılımının paylaşımındaki belirleyici faktörleri kendi his arzu ve isteklerinize göre belirlerseniz orada toplumsal yıkım başlar ve toplumu ayakta tutan tüm dinamikler yıkılmış demektir. Şu an da kendi ülkemiz gerçeğine bakarsak aşağı yukarı 20 bin civarında farklı alanlarda insanlar meslek kolları oluşturarak bu alandan elde ettikleri gelirleri ile yaşamlarını devam ettirdikleri gibi, yaşamsal öneme sahip olmayan haksız kazanımları da elde etmekteler. Bu dengesiz ve haksız kazanımların oluşmasındaki temel saikte, Elde edilen imkanların insan faktörü dikkate alınarak paylaşılmaması, tamamıyla mesleklerinin yüceltilerek mesleklere bir pahanın biçilmesidir. Mesleklere pahanın biçildiği ortamlarda insan çok ucuza harcanıyor demektir. İnsanı harcayan ama meslekleri yücelten toplumlar, toplumsal yönetim felsefelerine yeniden insanı getirmedikleri sürece, çıkışı olmayan bir labirentten içeriye girerler ve bu yolun sonu da ancak hüsranla sonuçlanır.
Allah kâinatta rızkı eşit olarak dağıtmasına rağmen, acaba neden birileri, bu rızıkları sadece kendisine tahsis edilmiş gibi horca kullanmayı düşünür. Bu da ancak mütekebbirlikten ve haddi aşarak Karunlaşıp Firavunluğa giden despot bir algının tüm kılcal damarlardaki hücrelere kadar yayılmasından ileri gelir. Böylesi ortamlarda da ahlakı konuşmak ona yapılacak en büyük zulüm olur. Ahlak, ancak onun var olması için uygun zeminler oluşturulduğunda böylesi ortamlara ihanet edenlerin eylemlerinde gözle görülebilir. Aksi halde sadece insanlık omurgasızlığa mahkûm edilir. Bunun için şu anlatacağım örnek bu konunun içinde hayati bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum.
Bir toplumda yaşayan insanların hangi meslekten olduğuna bakılmaksızın, herkese insanca yaşayacağı imkanları oluşturmak hem ahlakilik hem de adil olan bir eylemdir. Burada imkanlar pay edilirken, ele alınan temel faktör, canlı olmak ve insanca yaşamak dikkate alınmıştır. Bu da insani bir düzenin oluşumunda ahlakın köklerinin temel alınmasıdır. O halde şimdi soruyorum, bir sistemin işleyişine katkı sunan hem sivil hem de resmi hiyerarşik yaşam ağında ekonomik olarak nasıl bir denge var. Bu paylaşımda insanların oluşturduğu mesleklere mi paha biçilmekte, yoksa en şerefli varlık olarak yaratılan insana mı?
İnsanı değersizleştiren onun biyolojik yaşamı ile hayatta kalma mücadelesini ona sunmaktan zevk alan ve onu insan mertebesinden uzaklaştıran her anlayış ve sistem yeryüzünde zulüm tohumları ekerek yeryüzünü ifsat etmekten başka bir iş yapmaz. İfsat odaklı bir mekanizma üzerine kurulan sistemlerin tamamı, ahlakın yok olmasına ve adaletin imha edilmesinde hep baş rol oynar. Bu sistemlerin insanların iyiliği için bir şeyler yaptığını ve yapacağını anlatarak gelecek hayatlarının daha güzel olacağını söylemesi baştan sona bir yalandır. Bu yalanlarla avunan toplumlarda ahlak en alt zeminde bile olamaz. Çünkü yaşamak için bunların korumak zorunda olduğu tüm kurallar işlevini kaybeder, herkes kendi yaşamını devam ettirmenin peşinde koşar. Böylece toplumsal güven, eminlik, birlik beraberlik dostluk gibi kutsallar da kendiliğinden dejenere olarak imha edilir.
Bu süreçleri en güzel şekilde atlatmak için, insanlığın hayrına olacak şekilde bir siyasal ve sosyal sitem kurmak kaçınılmazdır. Bu sistemde her vatandaşın insanca yaşayacağı imkânlar, ülke nimetleri dikkate alınarak eşit olarak pay edilecek, sonrasındaki kazanımlar mesleklerin kendi rollerini en iyi şekilde yerine getirmesi neticesinde kazanılmış imkanlar olarak takdim edilecektir. Böylesi bir ortamda hem adalet hem de ahlak kendiliğinden kök salar. Toplumsal yaşamın hangi kolunda olduğunu düşünmeden, insanlar insanca yaşayacaklarına inanacaklarından, toplumsal yaşamın canlanması ve bir dinamizm kazanması gerçekleşecektir.
Konuşmaya geldiği zaman zaman herkes toplumsal birlik beraberlik ve sistemsel hiyerarşinin devamı için her insanın yaptığı işin önemli olduğunu aşağılanmaması gerektiğini anlatır. Ancak hakların dağıtımına gelince birileri aslan payını alır diğerlerinin canı cehenneme diye karmaşık ve paradoksal bir algı kirliliği ortaya çıkar. Eğer insan olduğumuzu ve birlikte yaşadıklarımızın da bizim gibi insanca yaşama haklarının olduğunu düşünüyorsak, herkese insanca yaşayacağı, günün koşullarını ve alım güçlerini yeniden adil olarak düzenlemek zorundayız. Sonrasında insanlar daha iyi şartlarda yaşamak istiyorlarsa ek işler yaparak ya da mesailerini fazlalaştırarak imkanlarını genişletebilirler. Bunun dışında kalan her algı anlayış ve sitem insanlığa sadece göz yaşı kan açlık sefalet ve taşınması çok zor dünyanın ağırlığını halkın sırtına vurarak onları ölüme mahkûm eder. Benim naçizane tavsiyem herkese insanca yaşayacağı koşulları oluşturalım adaleti tesis edelim ki, ahlak her toprakta filizlenen bir güven tomurcuğu olsun….
Erol KEKEÇ/30.12.2018



29 Aralık 2018 Cumartesi

BİR TUTAM MERCİMEK Mİ SANIRSINIZ!


                  
Babalar en güzel öğütleri verirler anlayanlara, benim babam bana hep doğruyu ve hakkı hatırlattı, hakkın dışında hiçbir şeyi bana söylemeyen bu insana rabbimden hep rahmet diliyorum. İlkokulu daha yeni bitirdiğim ve ortaokula başladığım yıllardı,12 Eylül ihtilalinin sonrasıydı o günlerin acı ve vahşetini anlatmak için etrafına toplanan insanlara hep nasihatler anlatırdı. Günlerde benim için çok önemli olan ve hayatıma damga vuran bir anlatımını yine sizlerle paylaşacağım…
“Bilen bilir bilmeyen bir tutam mercimek sanır.”  BABAM, bu atasözünün nasıl oluştuğunu ve insanların bundan neler anladığını anlatırken geniş çaplı açıklamalarla beni alıp götürmüş hatta bulutların üzerinde uçurmuştu. Günlerden bir gün, bir garibanın hayatının acılarını anlatan bu söz, gel zaman git zaman dalga konusunu olan bir anlam kazandığını söylerdi. Çok iyi biri olmanız, hayatınızın her zaman çok doğru bir yörüngede gideceği anlamına gelmez oğlum. İşte bu sözün oluştuğu dönemde bu sözü söyleyen insan da çok doğru ve dürüst olmasına rağmen, evin içinde istenmeyen nahoş hareketler oluştuğu zaman, onun da huzuru bir anda bozulabiliyor. Adam işinde gücünde mutlu bir yuvası olduğunu düşünerek coşkuyla işine gider ve gelir, ancak evdeki eşi bir başkasıyla gönül ilişkisine girer zamanla da bu durumu ilerletirler, en aşırı noktalara kadar birbirlerinden faydalanmaya başlarlar. Adam bir gün işten erken çıkıp eve geldiğinde, evden sesler geldiğini fark eder ve ansızın içeriye dalar eşi ile bir başkasını kendi yatağında görür, mutfağa gider bıçağı kaptığı gibi yatak odasına daldığında, adam pencereden atlar ve koşmaya başlar. Bu da onun peşinden koşar ama yakaladığı yerde onu doğuracağına yemin eder. Zinakar önde, adam arkada koşarlar ikisi de nefes nefese kalırlar, zinakar olan adam mercimek tarlasından geçerken hemen oradan bir tutam mercimek yolar ve önlerine çıkan köy meydanına koşarlar. Mercimek elinde olan zinakar bağırır, aman köylüler! beni şu adamdan kurtarın ne olur, elimdeki bu bir tutam mercimek için beni öldürecek hiç bunda acıma yoktur diye bağırır. Köylüler zavallı adamın önüne geçerler onu sakinleştirirler, yahu sana ne oldu böyle, sen mülayim sesiz bir insansın ne olur bir tutam mercimek için insan öldürülür mü derler…Adamcağız içini çekerek gözyaşı dökerek der ki, ah ulan ah! “Bilen bilir bilmeyen de bir tutam mercimek sanır” der. İşte evladım hadislerin içi ve nerelerden kaynaklandığı ve oluşum şekilleri kimin çıkarlarının olduğu ve ne amaçların güdüldüğü anlaşılmazsa, bu adamın durumu gibi oluruz. Bilen bilir bilmeyen de bir tutam mercimek sanır derdi.
Bak evladım, bu ülkenin ve bu toprakların kaderi hep sömürülmek ve tüm alicengiz oyunlarının oynadığı yer olarak seçilmiştir. Bu ülke için atanan yöneticiler diyorum dikkat et, seçilenler demiyorum, çünkü biz halk olarak hiçbir zaman kendimizi yönetenleri seçebilme özgürlüğüne kavuşmadık böyle giderse de hiç kavuşamayacağız. İşte Bu Kenan Evren denen ejderha, önce ülkenin gençlerinin birbirini kemirmesi için onları birbirine düşürecek tüm yolların oluşumuna katkı sağladı, sonrasında da bir sağdan bir soldan diye ülkenin filizlerinin başını kopardı. Kendi bahçesini tarumar eden tüm filizlerin başını kopararak iyi bir hasat yapmayı düşünen bir bahçe sahibi olabilir mi asla…Demek ki bu başka bahçelerin yani farklı topraklarda aynı ürünleri yetiştiren bir patronun bahçıvanı olmalı ki, bizim bahçemizdeki tüm filizlerimizin başını koparsın geleceğimizi imha etsin…Evladım bunu göremeyenler de sanır ki ortalık süt liman oldu bu adam geldi kan durdu diyecekler, oysa hiç de perdenin arkası öyle değil, yani “bilen bilir bilmeyen bir tutam mercimek sanır. Evladım bugünden sorgulayan ve idrak eden bir beyin geliştirmezsen başkaları senin toprağına ne ekecekler bilemezsin, onun için sen sen ol asla ve kat’a, bilmediğin anlamadığın bir hususta sürülere katılarak çobanın seni mezbahaya götürmesine müsaade etme, o günler gelecek ki ben olmayabilirim öyle yaparsanız kemiklerimi sızlatırsınız. Senin deden hak için gözünü kırpmadan dokuz sene Yemen savaşlarında bulundu, biz ona hasret kaldık. Benim de size hem nasihatim hem vasiyetim, zanlarınızla dedikodularla, bağıranların çıkardığı gürültülerin etkisinde kalarak hayatınızı yönlendirmeyin…Allah neden akıl idrak ve yürek verdi, bunların görevlerini iyi anlamak gerekir. Evladım ben az söyleyeyim sen çok anla, merhametten asla ayrılma, adalet hayatının gıdası olsun, aldatıcıların çok çeşitli oyunlarının olduğunu aklından çıkarma. Ata dostlarını ihmal etme, onlar Allah’a inanmıyor olsalar da ahlaklı insanlar olduğu sürece onları sor ve ziyaretlerine git…Hiçbir neden insanları sormaya ve onların yardımına koşmaya engel olmasın…Allah katında insanı insan kılan yaratıcının değer verdiklerine senin de değer vermendir.
Evet değerli dostlar rahmetli babamın hikmetli hatıralarını hatırladıkça bu günlerdeki yaşadıklarımızla bir ilişkilendireyim dedim, bugüne çok mu uzak konuşmalarmış acaba! Yeryüzünü ifsat edenlerin zalimliklerini örtmek için ortaya attıkları yaldızlı sözler, çoğu zaman kitlelerin avucunda yanlışlar yığınından oluşan bir dağın temmuz sıcağında eridiğini ve hiçbir etkisinin kalmadığını gözlemleyebiliyoruz. Ben de bu tilki kurnazlıklarını her ortam ve zamanda gördüğüm zaman babamın nasihatlerini aklıma getirerek onunla dertleşiyorum.
Hasır altına tüm pisliklerini süpürenler, su altından (!) saman yürütenler, hala bize en mutlu günlerin olduğunu anlatarak hayatımızın kâbusu olmaya devam ediyorlarsa, bizler de bize gösterilen mercimeğe aldanıp geride neler olduğunu bilmiyorsak, bu söz hayatımıza cuk diye oturuyor. Duyanın dönüşünden daha hızlı dönen insanların ve düşüncelerin olduğu bir çağda adam gibi adam olan babamla hasbihal etmek sanıyorum daha isabetli olsa gerek. Gelin hep birlikte bize bir tutam mercimek olarak gösterilenlerin öncesinde ve sonrasında neler olduğunu anlamaya çalışalım…İşte o zaman bilen bilir sözü bizi biraz olsun bel ki anlatır. Selam ve muhabbetlerimle hakikati kavrayan ve görünenlere aldanmayanlardan olmak için aydınlık bir zeminde buluşmak dileğiyle herkese bir hatırlatma yazımdır.
Erol KEKEÇ/28.12.2018                                              
                                           

28 Aralık 2018 Cuma

İYİ DİNLE EŞEK!




Rahmetli babamın, tüm incelikleriyle gönlüme kaydettiği hikmetli sohbetlerinden birini yine sizlerle paylaşacağım…Oğlum sen sen ol, seni ilgilendirmeyen şeye burnunu sokma, ancak Hakkın yamultulması varsa şahitliğinde de asla kusur etme! Kalkacağın yere asla oturma, biriyle dost olduğunda öncelikle ona adını sor ve adıyla hitap ederek konuş ki aranızdaki ülfet artsın derdi. Bunlar neden çok önemli, bu kadar üzerinde durduğuna göre hayatımızda mutlaka bir karşılığı olmalı dediğim zaman; bana Behlül Dane’nin hayatından örnekler vererek çok güzel olduğuna inandığım şu meselleri anlattı…
Behlül bir gün çölde yapayalnız tefekkür ederek rabbi ile baş başa kalmış ve günlerce açlıktan karnı karnına geçmiş durumdayken oradan bir çerçi geçermiş…Bunu gören Behlül, hemen akıl satıyorum akıl satıyorum diye seslenmeye başlamış. Çerçi bunu görünce yaklaşmış ve bana bir akıl ver demiş. Behlül bir akıl bir ekmeğe demiş…Çerçi bir ekmek vermiş ve bir akıl alayım demiş, Behlül ekmeği yedikten sonra çerçiye dönmüş ve demiş ki, biriyle tanıştığın zaman önce onun adını öğren…Ama ben bunu biliyordum diye çerki çıkışmış, o zaman almasaydın,ben sana zorla satmadım diye cevaplamış Behlül…Yolları aynı istikamete gidiyormuş, çerçi önde, Behlül arkada devam ediyormuş,ilerde eşek tökezlemiş ve çerçinin yükü devriliyormuş,can havliyle Behlüle dönmüş hey hey! diye bağırmaya başlamış ama Behlül hiç oralı olmamış…Yük devrilmiş ve çerçi koşarak Behlül ’ün yanına gelmiş ben sana o kadar bağırdım yüküm devriliyor yardım et diye, sen neden hiç oralı olmadın deyince, Behlül ben sana biraz önce akıl sattım demek senin akla ihtiyacın yoktur, biriyle tanıştığında önce ona adını sor ve öğren dedim oysa sen bana hey hey diye hitap ettin…O aklı alsaydın şimdi yükün belki devrilmemiş olacaktı demiş… Çerçi de bir daha olmaz demiş ve yükü yeniden yüklemişler yol devam ederken, Behlül yine akıl satmaya devam etmiş, çünkü doymamış…Çerçi, bana bir akıl daha sat, al sana bir ekmek demiş.Behlül’de seni ilgilendirmeyen şeye burnunu sokma demiş…Çerçi yine itiraz etmiş ben bunu da biliyordum,o zaman almasaydın diye cevabını almış Behlül’den…
Bayağı bir yol gittikten sonra Behlül yine akıl satıyorum akıl satıyorum diye bağırmaya başlayınca, çerçi bir akıl daha ver demiş, ekmeği almış güzelce bir karnını doyurduktan sonra, Çerçiye dönmüş ve demiş ki, kalkacağın yere asla oturma…Yahu sen benimle alay mı ediyorsun, ben bunu da biliyordum deyince, Behlül kızarak, o zaman almayacaktın diyerek  cevaplamış…Çerçi bayağı bir yolculuk yaptığı arkadaşı Behlüle, o zaman bu gece seninle kalalım demiş, tamam burası zaten benim memleketim ama bu gün burada padişahın daveti var, oraya gitmemiz gerekir çünkü padişah beni görünce mutlaka çağırır. Sen de benimle olacağına göre, sattığım akıllara uy yoksa başına bela alabilirsin diye öğüt vermiş….
Birlikte Padişahın sarayına gitmişler, çerçi saraya girer girmez hemen gidip başköşeye oturmuş, Behlül ise kapının önüne yakın eşik mesafesinde çömelmiş ve insanları izlemeye başlamış…Her gelen ekâbir misafirlerle birlikte çerçi yer vere vere en son Behlül ‘ün yanına gelip oturmuş, Behlül, o zaman yine dayanamayıp sormuş, ben sana akıl satmıştım, ancak sana hiç yaramamış, neden kalkacağın yere oturdun demiş…
Sofralar kurulmuş yemekler yenmiş, meyveler gelmiş, herkesin önüne tabaklar konmuş, padişah oradan bir bıçak alıp meyveyi kesecekken, çerçinin çok güzel elmas ve altın kaplama bir bıçağı varmış babasından hatıra kalan, hemen o bıçağı çıkarmış buyur padişahım diye padişaha uzatmış ve padişahım siz bu bıçakla meyveleri kesmeye layıksınız demiş…Bıçağın güzelliğini gören vezir bıçağı nasıl alırız diyerek hemen oradan atılmış ve demiş ki, padişahım bu senin hazinenden çalınan bıçaktır, yıllardır onu çalanı arıyorduk işte yakaladık bunun hükmünü hemen icra edelim demiş ve mahkeme kurulmuş çerçi idam edilecekmiş, ancak gece olduğu için icrası sabaha bırakılmış…
Behlül hemen devreye girmiş, bu benim misafirimdir padişahım, bu gece ben bunu evimde ağırlayayım yarın getirir sana teslim ederim; o zaman infazını gerçekleştirirsiniz demiş. Ancak padişah asla kabul etmemiş. Ey Behlül! vallahi sen bunun kafasını karıştırırsın ona bir şeyler anlatırsın sonra suçsuz bir adam olarak karşımıza çıkarırsın demiş…
Behlül Allah’a yemin ederim ki ben buna hiçbir şey söylemeyeceğim, sizden nasıl aldıysam öylece getirip teslim edeceğim, sadece aç bırakmayacağım diye söz verince, padişah buna ikna olmuş ve Behlül’e adamı teslim etmişler. Behlül, adama eşeğine bin ve haydi bakalım, seni yarın padişaha teslim edeceğim ancak bugün misafirimsin diye evinin yolunu tutmuş…Ahıra eşeği bağlamış ve adama da sen de şu köşede yatacaksın…Sakın bana bir soru sorma benim bu eşekle konuşacaklarım var merak ediyorsan ve eşeğin dilinden anlıyorsan dinleyebilirsin diye eşeğin yanına gidip kulağına eğilmiş…
Ey eşek oğlu eşek, ben sana o kadar akıl sattım ama sen demek bir türlü akıllanmıyorsun hala bu çerçinin yükünü taşımaya devam ediyorsun…Böyle giderse ömrün mezbahaya seni götürecek, kulaklarını dört aç ve beni iyi dinle…
Bak seni yarın idama götürecekler, orada nasıl davranacağını biliyor musun? Bilemezsin çünkü sen eşek oğlu eşeksin, boynun ipe gitmeye hazır, âmâ ben sana üzüldüğüm için yine de eşekliğine bağışlayarak sana anlatacaklarımı söyleyeyim, ister orada tekme atarsın istersen bir daha bu ağır yükleri taşımaktan vazgeçer özgürce doğada otlanır gezersin…Bak eşek, seni idam sehpasına çıkarıp ipi boğazına geçirdikleri zaman, son sözün var mı diye sana soracaklar, sen ne cevap vereceksin, biliyor musun eşek…Sözlerime iyi dikkat et! Diyeceksin ki, ben yıllar önce eve geldiğimde babamı öldürülmüş buldum, babamın göğsünde de bu bıçak saplıydı, babam bu bıçakla öldürüldüğü için her gittiğim ortamda bu bıçağı çıkarır ortaya koyarım ki, bu bıçağa sahip çıkan babamın katilidir diye böyle gösteririm. Burası da çok kalabalık bir ortam olduğu için, bıçağı hemen çıkardım. Padişahım bu bıçağın senin hazinenden çalınan bıçak olduğunu vezir tanıdı ve beni cezalandırmak istedi. Demek ki benim babamın katili senin vezirindir, onun cezalandırılmasını istiyorum diye haykıracaksın eşek…O zaman seni oradan indirecekler ve yerine veziri yargılayacaklar, buna dikkat et, ona göre savunmanı yap eşek, yoksa eşek oğlu eşek olarak gidersin…Bu akılların bedelini senin hiçbir ekmeğinin karşılamadığını ne zaman anlayacaksın ey eşek!
Sabah olur çerçi yargılanır ve son sözünü söyleyince sehpadan iner ve herkes bu aklı sen verdin değil mi Behlül diye çıkışırlar, Behlül’de Vallahi ben artık akla ihtiyacı olmayanlara hiçbir şey anlatmıyorum…Ben sadece eşeğe konuştum sanıyorum eşeğin o ferasetinden o da artık akıl etmeye başlamış diyerek mesele böylece sona erer………………………
Evet dostlar, Rahmetli babamın bu anlatımları kaç gündür hep yüreğimi ve zihnimi işgal etmeye başladı, ben de artık anlatacaklarımı farklı canlılara anlatmak için kalemimi oynatıyorum çünkü akla ihtiyacı olmayanların çoğaldığı bir çağda eşeklere anlatmak kaldı hakikatleri(!)…Selam ve rahmet temennilerimle umarım herkes payına düşeni alacaktır.
Erol KEKEÇ/28.12.2018


BABAMDAN KALAN İYİ BİR DERS!



“Ahlak dinin kabıdır, kabı olmayan din olamaz, derdi Rahmetli babam…Ahlakı olmayan bir dinin demek ki hayatlarda olumlu izler bırakması düşünülemez. Ahlak insanlığın toplum olarak yaşamaya başladığı ortamlarda geçerli olan temel hukuk kurallarının ilk kıvılcımlarıdır. Ahlak Hukukun temelini oluşturur. Ahlaktan yoksun bir toplumda hukuk kurallarının da bir anlamı olmaz, onlar sadece bir kural olarak varlıklarını anlatırlar ama bağlayıcılıkları ve caydırıcılıkları çok zayıf olur.
Bir toplumda hukuk kurallarının işlevini yerine getirmediğinden herkes şikayetçi olur ve dert yanar ama neden böyle bir basitliğin yaşandığını insanlar merak etmez. Herkes yönetici erkin yargı kurumuyla alakalı olduğunu düşünür ve onun ötesine geçmeyi aklına getirmez. Oysa Hukukun işlevini yerine getirip getirmediği toplumsal ahlakın kökleriyle doğrudan ilişkilidir. Çünkü ahlakın dejenere olduğu ve ahlaksızlığın günbe gün genişleyerek yayıldığı ortamlarda hukuk doğrudan yara alır. Ahlak bir davranışın olumlu olumsuz ve insanlığın faydasına olup olmadığını, yüz kızartıcı boyutlarının ne olduğunu küçük yaşlardan başlayarak fertlere özümsetmeye çalışır. Bu davranış kalıplarını özümseyerek gelişim gösteren fertler ileri ki yaşlarında hukukla olan ilişkilerini de denetim altında tutarak ne özgürlüklerine prangaların vurulmasını isterler ne de başkalarının yaşam alanlarını ihlal ederek hukukla ceza almayı düşünürler. Azerilerin dediği gibi,” az yiyerem hekime gitmirem, düzgün gidirem hâkime gitmirem…Yani insanlar dosdoğru bir hayatın nasıl yaşanıldığını küçük yaşlarda özümseyerek içselleştirmiş olsalardı, Hukuk sorunları çözmede ne yetersiz kalırdı ne hukuka bu kadar ihtiyaç hasıl olurdu.
Dinin öğütleri ile davranışların frenlenmek istemesi tamamıyla dış kaynaklı bir motivasyondur. Yani dışarıdan gelen bir pekiştireçtir. Davranışların özendirilmesi ve kontrollü devam etmesinin istenmesindeki kurallar dini ve manevi yönü ağır basan kurallarsa, orada mutlu huzurlu ve insanlık kitabının genel değerlerine göre yaşayan insanlar bulmakta zorlanırsınız. İşte, ahlak genel insanlık değerlerinin, herkesi ilgilendiren genel geçer evrensel davranış kalıplarını oluşturur. Bu bir içselleştirmenin alenen yaşam alanlarına damga vurmasıdır. Ahlakın yaşama damga vurmadığı bir ortamda hangi güçlü ve manevi değerlerle insanlığı nizama koymaya çalışsanız da asla başarılı olamazsınız. Onun içindir herhalde Rahmetli babam, oğlum ahlak dinin kabıdır. Ahlakı olmayan bir insandan ne dindar olur ne de hâkim olur derdi.
Güzel örnek olmayan bir eylemin hangi dinden olup olmadığına bakılmaksızın, insanların vicdanlarında bir karşılık bulmayacağı muhakkaktır. Vicdanların çıkar ve menfaat zarlarıyla kuşatıldığı bir ortamda vicdanın konuşmalarının ve haykırmalarının da bir anlamı olmayacaktır. Vicdan, insani ve fıtri olarak gelen özelliklerini evrensel insani değerler sistemi ile beslenerek devam ettiriyorsa orada her daim hakka şahitlik yapacak fertler azınlıkta olsa da mutlaka ortaya çıkacaktır. Ancak geldiğimiz noktada insanların dini mitosların baskın dayatmalarıyla yüz yüze kaldığı bir çağda, herkes insanların dinden uzaklaştığını anlatmaya çalışmaktadır. Bunun kadar doğal bir şey olabilir mi, Hakka ait olan tüm insani özelliklerin imha edildiği ahlak dışı bir yaşamın egemen olduğu ortamda mitolojik dinin insanlar üzerinde etkisinin olup olmadığını sorgulamanıza gerek var mı, tabi ki insanlar bir nebze akıllarını kullanmayı becerdiklerinde böyle bir yaşamın zilleti altında can vermeyeceklerdir.
Bir kabın param parça olduğu ve içinde ne varsa etrafa saçıldığı herkesin üzerinden tepeleyerek geçtiği bir yerde dini konuşmak sadece bir nefret tepkisi oluşturur. Bu nefret tepkilerinin de geometrik bir artışla düzgün doğrusal bir grafik çizerek süreklilik kazanması, din tüccarlarının ve ahlaki çöküntüye neden olan bir grup ahlak yoksunlarının sistematik çabalarıyla oluşur. Bu davranışlar yaşam alanlarından uzaklaşmadığı ve ahlakın temel insanlık öğreticisi olarak vicdanları eğitmediği ortamlar, adı ne olursa olsun hangi coğrafyada vuku bulursa bulsun karanlık bir yaşamı insanlığa armağan eder. Öncelikle su taşıdığımız testinin kırıklarını onaralım ya da yeni bir testi inşa edelim ki içine koyacağımız sıvı ne ise onu döküp saçmadan taşıma imkânımız olsun.
Babam hep bunu anlatırdı, oğlum insanın dini imanı namazı yaptığı diğer ibadetleri, adı ne olursa olsun seni aldatmasın, ahlak yoksunu bir din asla Allah’ın gönderdiği din olamaz. Çünkü Kur’an baştan sona ahlak yoksunu olan toplumların, bozulan ahlakını yeniden tesis etmek, kimseye haksızlık yapmama, yalan söylememe, zina etmeme, başkasının hakkına tecavüz etmemek, en önemlisi de basitleşerek insanların önünde eğilip, yaratıcıya başaklarını şirk koşmamak adına vurgular yapar. Böyle bir dinin müntesiplerinin hayatında yalan dolan hırsızlık, vurgunculuk, rüşvet, adam kayırma, adaletsiz davranma, insanların haklarını öteleme kendisine ait olandan asla taviz vermemek gibi bir eylem beklemek mümkün müdür. Âmâ yaşadığımız ortamlarda bunlar fazlasıyla var ise burada din kapsız kalmış demektir. Kapı olmayan bir dinin içine ne karıştırsan karıştırabilirsin o zaman o din de saf ve arılığını kaybeder. Arı duru olmayan bir din asla insanlara huzur getiremez. Bir dinin inancın ve hukukun insanları mutlu etmesinin yolu ahlakla birlikte olduğu zaman ortaya çıkar, diğer durumlarda sadece ölüm gelinceye kadar insanlar kendilerini aldatarak vehim ve zanları ile yaşayarak giderler adına inanç derler. İyi dinle evladım bir daha bunları anlatmayacağım can kulağınla dinle, ahlak neden dinin kabıymış anladın mı, anladıysan bunları ömrün yettiğince başkalarıyla paylaşmaktan da asla tereddüt etme…Çünkü Gerçek din hakka şahitlik yapmayı gerektirir, o halde hesabını sadece Allah’a vereceğini düşünerek yaşa ki, rabbinin huzurunda mahcup olmayasın…
Evet, işte babamın bana anlattığı nasihatlerinden bir duygu sağanağımı bugün sizlerle paylaştım ben payıma düşeni almaya çalışıyorum, ihtiyacı olanlarda inşallah alırlar selam ve dua ile….
Erol KEKEÇ/27.12.2018

27 Aralık 2018 Perşembe

FİRAVUNLUK BİR SİSTEMİN ADIDIR!



“Şu bir gerçek ki, Firavun malum ülkede zorbaca baskı kurmuş ve ülke halkını kastlara ayırmıştı. Onlardan bir sınıfı zayıf ve güçsüz düşürmek istiyor, (bu yüzden) çocuklarını öldürtüp kadınlarını sağ bırakıyordu; çünkü o, gerçekten de bozguncunun tekiydi. Kasas Suresi:4
Firavunluk bir şahsa münhasıran kullanılan bir isim gibi görülse de bir sistemi kurumu anlayışı tanımlamaktadır. Firavunluk anlayışı tarihin her döneminde uygun zeminler bulduğu zaman hemen kendisini ortaya çıkarmıştır. Bu anlayış günümüzde neredeyse her coğrafyada varlığını sürdürmektedir.
Yukarıdaki ayeti kerimede anlatılan en önemli özelliği halkını fırkalara parçalara bölerek bir kısmını küçümsemesidir. Çünkü Firavunlar doğrudan hedef olmaktan çok korkarlar, onun için kendi halkını parçalara ayırarak bir grubunun yanında görünerek o halkın savunucusu ve onlarla birlikteymiş gibi hareket ederek, diğer grubu horlayarak aşağılayarak karşılıklı grupları karşı karşıya getirmek en büyük sermayesidir. Gruplar karşı karşıya geldiği zaman, yanında olduğunu gösterdiği grubun doğrudan savunması altına girerek kendisini bir nevi karantinaya almış olur.
Bu Firavuni anlayışlar, tüm küreye egemen olan büyük Firavunlar olduğu gibi belli bölgeleri yöneten ve lokal düzeydeki küçük Firavunlarda olabilir. Büyük firavunlar daha kapsamlı halkları parçalarken bölgesel ve ülkesel düzeydekiler ise kendi yönetiminde olan halkları fırkalara ayırırlar. Küresel Firavunlar günümüzde daha çok teröre karşı olduklarını ve insanların güvenliği için çalıştıklarını huzurlu bir dünya oluşturmak istediklerini anlatarak, gerçek niyetlerini ve amaçlarını gizleyerek endişe duydukları halkları ve yönetimleri aşağılayarak onların tehlikeli olduğunu anlatırlar. Böylece kendilerine yandaş bularak küre üzerinde yaşayanları fırkalara ayırarak daha kolay sömürü yollarını oluştururlar. Küresel emperyalizm günümüzün tam çağdaş Firavuni sistemleridir. Bunlar gittikleri birçok yerde halkları kurşunlardan geçirerek toplu katliamlar yaparlar. Sebebini ise bunların yeryüzünde huzuru bozmak istediklerini ve terör faaliyetlerinin destekçisi ya da farklı amaçlar için çalıştıklarını ifade ederek küresel megafonla tek ağızdan dünyayı bilgi bombardımanına tutarlar. Bu süreç onların zulmünün devamını sağlar.
Küçük çaptaki Firavunların en belirgin yönü ise kendi yönetimlerinde olan halklarını, ideolojik, mezhebi, inançsal ve etnik özelliklerine göre fırkalara ayırarak daha çabuk sömürme ve kendi varlığını devam ettirme yollarını seçerler. Bu şeytani algılar anlaşılmadığı sürece toplumların sömürülmesi kaçınılmaz bir kader olarak yaşanır. Firavunlar, toplumun genelini hedef edinmekten her zaman kaçınırlar. Çünkü toplumun tamamını mutlu ve huzurlu kılmak gibi onların bir anlayışı yoktur. Onların öncelikli yapmaları gereken kendi varlıklarını devam ettirmek için bağlayıcı ve etkili kanun ve kurallar ihdas etmektir. Kendi dışındakilere bakışı ise, ne kadar kendi varlığını koruyacaklarına göre onları sınıflara ayırmaktır. Bu sınıflamada dikkat edeceği en önemli özelliklerden biri toplum olarak insanların kutsallarına sahip çıktığını göstermektir. Kutsallara sahip çıktıklarını göstermeleri hiç akmayan suların akmasına sebep olur. Toplumda değişim yapabilecek düzeyde olmayan ve inanca dayanmayan kutsallar olsa da onların pek fazla yanlarında görülmek istemezler. Çünkü inanca dayanmayan etkileyiciler çok çabuk terk edilir, bunu bilen Firavuni anlayışlar daima İnanç göletlinden beslenirler…Firavun İsrail oğullarını ezmesine onlara her türlü zulmü reva görmesine onların inançlarıyla alay etmesine rağmen yine onların dinlerine sahip çıktığını söyleyerek onları daha iyi sömürmenin tescilini yine onlara yaptırmıştır. ………Muhakkak ki, Musa ve Harun’un” sizin dininiz değiştirmesinden ve yeryüzünde bozgunculuk yapmasından endişe ediyorum…” Mümin:26. Bu ayette de açıkça anlatıldığı gibi Firavunlar parçalara ayırdığı halklardan mutlaka baskın olan ve kendisine bağımlı kıldıklarının dini inançlarına sarılarak yeniden, inlettiği ezdiği halkları sömürme taktiklerini burada ortaya koymaktadır. Evet, Firavunluk bir tarihsel statükonun genel adıdır.
Firavunların bu ayak oyunlarını ve varlıklarını nasıl devam ettirdiklerini bilmeyenler her dönemde Firavunların zulmü altında ezilmeye mahkumdurlar. Firavunların dillerinden hiç düşmeyen söz onların dinine sahip çıkmasıdır. Eğer yeryüzünde bir yönetim altında bulunan insanlar birbirine düşman oluyor, herkes birbirinin varlığından rahatsız olmaya başlamışsa orada mutlaka Firavuni sistemlerin daha büyük emellerinin gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Firavunların sistemsel devamlılıkları halkların birbiriyle uğraşmalarıyla hedef olmaktan çıktığı için, onlar hep palazlanarak yeni zulüm baskı ve şiddet senaryoları oluştururlar. Yeryüzü firavunlarından kurtularak tüm insanların birbirine tahammül ederek kardeşçe yaşayacağı toplumsal yaşam tohumlarının dünyanın her karış toprağına ekilmesi için durmadan çalışmaya ve bu uğurda ne pahasına olursa olsun mücadele azminin devam etmesine ne dersiniz….
Erol KEKEÇ/26.12.2018

25 Aralık 2018 Salı

ÖZGÜR İRADE VE AHLAK



Alman düşünürü Kant der ki;” ahlak evrensel bir yasayı gerektirir, bu yasa birilerinin belirlediği bir yasa değil, insanın kendi iç aleminden ona seslenen iç otokontrol sistemidir. Bu kontrol sistemi yaratılıştan gelen ve insana iyiyi yapmayı söyleyen vicdandır. Bu vicdan evrensel bir güçtür bu yasaya göre yaşamak ahlaklılıktır, bu yasayı tepelemek ve hırslarımıza göre yaşamak ise ahlaksızlıktır.
Bir eylemin ahlaki olması için mutlaka özgürce yapılan bir eylem olması gerekir. Özgürlükten yoksun sadece dayatmalar ve şartlanmalarla yapılan eylemler ahlak kapsamının dışında değerlendirilmelidir. İrade karar verebilme yetisidir, iradelerin hiçbir baskı ve dayatma olmadan karar verebilmesi bir özgürlüktür. Herkesin özgür iradesiyle verdiği kararların sonucuna katlanması bir sorumluluktur. Sorumluluklarının sebeplerini kendi dışındaki saiklerde arayanlar hep yalancı ve güvenilmeyen karakterlerdir. Eylemlerimiz kendi ödev duygumuzdan kaynaklanan eylemler ise, onların yaygınlaştırılması evrensel ahlak yasasının oluşumuna katkı sunar.
Kavram ve terimlerin içinin boşaltıldığı bir ortamda ahlakilik tam bir muammama dönüşür. İnsanlarının iradesizliğinin üzerine oturan ve kendilerine bu kör sağır bir yaşamdan kule kuranlar, kulelerinin duvarları sallanmaya başladığı zaman bu iradesizlik patolojisini hemen yeni virüslerle hareketli hale getirerek onların yeni bir saldırganlık eylemiyle, özgür iradelerin kullanılmaya başladığı ortamlarda yeni bir kalkan oluştururlar. Ne yazık ki toplumsal algıların, uyarıcı olmadan bir algı gerçekleştirmiş gibi yaşamalarının temel sebebi de bu olsa gerek.
Bir eylem sizin ödev duygunuzdan kaynaklanmıyorsa, orada hastalıklı ve ahlaki olmayan eylemler etrafı kuşatır. Ahlaki olmayan eylemlerin dalga dalga yayılması, küçük nemalarla menfaatlenen insanların iç dünyalarında, vicdanın doğru bir kritik yapma imkanını ellerinden alır. Vicdan temelinden yoksun her bir eylem, ahlak kapsamının dışında sadece çıkar odaklı bir sürü psikolojisinin şartlanmış eylemleri olduğunu anlamak zorundayız. Bu tarz eylemler daima yeni sömürü kuyularının kazılmasına sebep olur. Çünkü sorunlarının ve eylemlerinin olumsuzluklarını ciddi bir analizden geçirmeyen ya da geçirecek potansiyel bir dinamizmden yoksun yaşayanlar, hayatlarının her döneminde ahlaksız bir yaşamın kollarında can verirler.
Bir düşünce ve eylemin ahlak kapsamı içinde ele alınması için, genelin faydasına olmalı ve kendi ödev duygumuzdan kaynaklanan bir eylem olup olmadığına bakmak zorundayız. Bireysel faydayı gözetenler evrensel bir ahlak anlayışının olmadığını iddia edenlerin yaklaşımıdır. Herkes kendi menfaatine göre yaşayacaksa o zaman genel ahlak yasasından bahsederek neden ahlaken çöküntü içindeyiz deme hakkımız yoktur. Genel ahlak yasası herkesin menfaatlerinin gözetildiği ve ödev yasasına uygun yaşayarak vicdanen rahat olduğumuz ortamlarda ortaya çıkar. Bu yasadan yoksun, günü kurtarmak adına çeşitli alicengiz oyunlarıyla kendimizi temize çıkarmanın adı ahlaklılık olamaz. Ahlaklılık görünmez bir güç olan evrensel ahlak yasasını her insanın kendi vicdan temeline inşa etmiş gücün hesaba katılarak yaşanmasıdır. Bu hesabı yapmayan ya da gafletle öteleyenler, hiçbir zaman toplumsal huzuru inşa edecek bir ödev ahlakına ulaşamazlar. Eylemleriniz ödevinizden kaynaklansın…Yani bir işi yaparken herkesin insanca yaşama haklarının olduğunu düşünerek hareket ediyorsanız korku endişe taşımanıza gerek yoktur. Hatta ortaya çıkan sonuçlar zaman zaman acılar verse de üzülmenize gerek yoktur. Çünkü siz ödevinizden kaynaklanan bir eylemi gerçekleştirdiniz. Sen iyilik yap denize at balık bilmezse halik bilir anlayışı tam da bunu anlatmaktadır.
İntihar etmek için bir nehirin kenarından nehire atlamaya çalışan birini, oradan çekip çıkarmanız ve ona vicdanen acıyarak ona yarımcı olup onu hayata döndürdüğünüz zaman, ondan hiçbir beklenti içinde olmadan sadece yaratıcının size yerleştirdiği iyi niyetinizden ve vicdandan kaynaklanan bir eylemse sizin yaptığınız iş ahlaklılıktır. Âmâ o adam oradan kurtulduktan sonra gidip evde hanımını katlettiyse kendinizi bundan sorumlu tutarak acı çekmeniz gerekmiyor. Çünkü sizin ona yardımcı olurken niyetinizin iyi olması yaratıcının istediğidir. Sonrasında olacak bir olumsuz eylem sizi ilgilendirmez, o halde yaptığımız her eylemi ödev duygumuzdan iyi niyet düşüncesi üzerine kuralım ki, konuşulacak ve değerlendirilecek kalite de olsun.
Ahlak yoksunu ve vicdanların çamura battığı ortamlarda, ahlak üzerine konuşulacak çok şey olmadığını görüyorum. Değişen şartlara ve konjonktüre göre iyilik yapma eylemlerinin değiştiği ortamda genel geçer bir ahlak yasasından söz edemezsiniz. Küçük menfaatlerin önünüze serildiği her ortamda onların sizlerden daha fazla çıkarlarının olduğunu unutmadan yaşam gerekir. Çıkar ve menfaatlerin ödev duygusunun yerini aldığı yaşamlarda, ahlaksızlık ahlak, ahlaklılık ta ahlaksızlık olarak bilinir. Böylesi yaşamların sürünen böcekleri olmadan yaşamak için Allah katında sorumluluğumuzun olduğunu bilerek, eylemlerimizi özgür irademizin verdiği kararlılarımızla belirleyelim. İşte o zaman ahlaktan söz edebiliriz.
Ahlaklı olmak için, sonucuna katlanılacak eylemler ortaya koymak gerekir. Bu da özgürlüğe açılan bir kıvılcımla gerçekleşir. Sakın hesabı düşünmeyenler seni onu düşünmekten alıkoymasın, yoksa helak olursun…
Erol KEKEÇ/25.12.2018

ALLAH’A RAĞMEN!



Yolların kenarını kapatalım, karşımıza bir miskin çıkmasın, bizim düzenimizi bozmasın, onları tamamıyla kaldırın yol güzergahından; oradan geçerken itibarımızı zedelemesin diye yolların her tarafını korunaklı güvenlikle ulaşılması erişilmesi güç duruma getirenler, bahçe sahiplerinden hiç mi hiç farklı değiller.
Yarın bir açılışa gideceğiz orada gerekli tedbirler alınsın sakın yokluk perişanlık çekip de orada gelip derdini anlatacak olanları mümkün mertebe uzaklaştırın…çünkü onlar geldiği zaman ne konuşacakları belli olmaz ortamı gererler. Bizim yaptığımız bu kadar güzellikleri bir anda gölgeleyebilirler. Bu tür varlıkları mümkün olduğu oranda bizim açılışlarımızdan uzak tutun…gelecek misafirlerimize karşı da bizleri küçük düşürürler, seyyar satıcılar, dilenciler, ayakkabı boyacıları, kâğıt toplayıcıları, hurdacılar kim varsa miskin olan onların tamamını uzaklaştırın…
Miskinleri dikkate almak ve onların derdi ile dertlenmek öyle kolay değil…” Yarın bahçemizi devşirmeye gideceğiz, bağımıza hiçbir miskin girmesin onları uzaklaştırın…” diyen bahçe sahiplerinden mütekebbir olanın bahçesinin kurutulması ve yerinde yellerin esmesi nasıl ki bir gerçekse, bugünün miskinlerini görmek istemeyenlerin de akıbetleri böyle bir geleceğe hazırlıklı olsun derim…
Miskinler kimlerdir, çalışabilecek imkanları olmasına rağmen çalışıp çalışıpta kendi karnını doyuramayacak durumda olanlardır. Bu gemi üç miskin kardeşe aittir, onları deldim ki ilerde ki haydutlar buna el koymasınlar. Yani bu miskinleri görmeyenler ve görmek istemeyenler yaşamın getireceği her türlü sürprizlere açık olsunlar.
Ekabirlerden oluşan yüksek duvarların arkasından avazı çıktığı kadar harmonik konuşmalarla insanlığa yön vermeye çalışanlar, miskin ve fakirlerin yaşam alanlarına dokunmadıkları sürece, yaşam alanlarının dışında kendileri için ayrılmış parkta demirleyeceği günü beklemenin dışında yapacağı bir iş kalmamış demektir. Allah miskin, garip, guraba ve fakirleri gözetmeyen ve onlara değer vermeyenlere asla değer vermez. Bunu anlamayanlar hesapların hepsinde yanılacaklardır.
“Biz istiyorduk ki, yeryüzündeki mazlumlara lütfedelim de onları yeryüzünün varisleri yapalım…” Mazlumları yeryüzünde varis yapmak isteyen Allah’ın bu isteğini dikkate almayanlar ve sarp yokuşu çıkmak istemeyenler asla yeryüzünde hakkın ve adaletin şahidi olamazlar. ” O sarp yokuşu çıkamadı, sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin, bir fakirin elinden tutmak yahut onun ihtiyaçlarını gidermektir.” Tribünlere oynamak ve billboardlara şunlar şunlar yapıldı demek için reklam kokan davranışlar Allah’ın istediği bir davranış olmadığını bilelim ve kendimizi aldatmayalım…
Erol KEKEÇ/24.12.2018

24 Aralık 2018 Pazartesi

ÖZGÜRLÜĞE ADIM ADIM!



Yaşam alanları tel örgülerle çevrili olmayan köleler kadar, köleliklerini perçinleyen başka bir topluluk olamaz. Ruhları kölelik algılarının tümünü yaşamalarına rağmen hala kendilerinin köle olmadığını savunan kalabalıklar kadar, köleliklerini devam ettirecek başka bir kalabalık bulamazsınız. Kölelik dendiği zaman hemen akla gelen ilk anlayış, demir parmaklıklar arkasında direksiz donatılan masmavi göğe hasret kalanlar ve eski toplumlarda para karşılığı alınıp satılan ve hayvan muamelesi görenler olarak bilinir. Bu algı yıkılmadığı sürece sadece kölelik zincirleri perçinleşir.
Çağdaş dünyanın getirdiği toplumsal imha ve beyin uyuşturucu mekanizmaların çoğalmasıyla birlikte yeni köle pazarlarının kurulduğuna hep beraber şahit olmaktayız. Bunu nasıl iddia ettiğimi sorabilirsiniz. Tek elden bilgilendirmenin yapıldığı ve farklılıkların imha edildiği, gücü elinde bulunduranın kayıtsız şartsız kabullenildiği ortamlarda, böylesi anlayışı tasdik edenlerin köle olmadığını iddia edebilir misiniz? Köleler efendilerinin dediğinden asla dışarı çıkmazlar, çıktıkları taktirde efendilerinden kursaklarına aktarılan arpalıkları hemen kesilir ve hatta bulundukları zamana kadar elde ettikleri tüm birikimlerine efendileri el koyabilir. Çünkü onların tüm kazanımları efendilerinin merhameti ve bağışı sayesinde kazanılmıştır.
Kitlelerin köleliği kadar kötü ve yıkıma dayanan bir başka kölelik anlayışı düşünülemez. Kitlelerin köle olduğu yerde farklılıklar ve özgürlüğü anlatanlar köle olarak suçlanabilirler. Bu durum devam ettiği sürece, Köle kitlelerin hipnotize seanslarının sayısı devamlılık kazanır. Bu süreç efendiler ile köleler karşılıklı birbirlerinin düdüklerini çaldıkları müddetçe devam edecektir.
2020’li yıllara geldiğimiz bu yıllarda hala kölelik hukukun tüm detayıyla kökleşerek hatta daha kapsayıcı ve kuşatıcı yönüyle kökleşerek yayıldığını söyleyebiliriz. Dünyanın küresel bir köy haline geldiğini de dikkate aldığımız zaman, enformasyonun çok hızlandığı ve bilgilerin tek elden aktarıldığı bir yaşamda bilgiye egemen olan güçler, tüm insanlığı yönettiği bir dünyada herkes köle olduğunu artık anlamalıdır. Konuştuğunuz kelimeler ve seçeneklerinizi oluşturan tüm oluşumların mimarı sizin dışınızda ve onlar olmadan toplumsal yaşamınızın sistematik olarak devam etmesi imkansızsa, demek ki dünyanın güçlü bir efendisi var ve diğerleri bütün olarak köleler. Ancak bu kölelik statülerinde yerlerimiz farklı olabilir. Kimileri piramidin en altında bulunurken, kimileri piramidin orta ya da tepe noktalarında olabilir. Ancak bu durum kölelikte düvel atlamış olduklarının kanıtı olabilir ama özgürlük naraları atmayı gerektirecek bir yaşam asla olamaz.
Özgürlüğün temel ve birinci koşulu, Allah’ın dışındaki tüm bağlayıcı sahte yalancı ve çıkar üzere kurulu bağların bağımlılığından kurtulmaktır. Allah’a giden yolda tüm yolların karmaşıklaştırıldığı ve herkesin bir muammaya dönen ne idüğü belirsiz bir dünyanın masallarıyla yaşamları kuşattığı bir yolda hangi özgürlükten ve efendilikten söz edebilirsiniz. Efendilik ancak Allah’a kulluktan geçer. Allah’a kulluk denildiği zaman da bunu tarihi kalıntıların altında can çekişen ve kimseye umut huzur ve kardeşlik vaat etmeyen yeryüzünde cinayetlerin ve keşmekeşliğin yaygınlaşmasına neden olan bir anlayış olarak algılamayalım. Bu özgürlük, kâinatın sahibine bilerek, idrak ederek, şartsız, tüm karanlıkları aydınlığa çevirecek bir ortamda karşılıklı mukavele ile bağlanmaktır. Çünkü bu efendi kimseye bilmeden anlamadan kavramadan bu mukaveleye imza atmasını istemiyor. Hangi efendi ve patron size bu imkânı sunar göstermelikler dışında; güçlü ise hep antlaşma onun dediğine göre yapılır. Ancak bu antlaşma tanıdıktan sonra nefsin ve baskıların dayatması hariç bilerek teslim olanlardanım diyebilecek düzeyde seviyeli bir ortamda yapılan sözleşmedir. Şunu unutmamak gerekir ki, özgürlüğe açılan ilk kapı sadece ve sadece Allah’a kul olmak ve yeryüzünde eşit olmaktır.
Özgürlüğe giden yolda yeryüzündeki tüm ilahlara başkaldırmak için herkesi bir ve tek olanın önünde eğilmeye ve sadece ona kulluğa çağırıyorum…Özgürlük ancak o zaman olur. Diğerlerinin tümü kendilerini özgür sanan kölelerdir.
Erol KEKEÇ/23.12.2018


20 Aralık 2018 Perşembe

SÖNMÜŞ FENERLE KARANLIK AYDINLATILMAZ



Kaybolan yılların, sönmüş fenerle arayanları olmak istemiyorsak, kaybettiklerimizi kaybolan yerlerde aramaktan uzaklaşıp aydınlık ortamlara bakmak gerekir. Nasreddin hoca bir gün yol üzerinde bir arayış içindeyken birisi gelip selam verir ve der ki, hocam herhalde bir şeyinizi kaybettiniz ve aleyküm selam evlat, evet anahtarımı kaybettim. Peki hocam burada kaybettiğinizden emin misiniz? Hayır evlat emin değilim ancak en aydınlık yer burası olduğu için burada arıyorum der. Evet dostlar bizler kaybettiğimiz zamanı ve zamanın içindekileri nerede arayacağımızı bilmezsek, hep karanlıklarda kalmaya mahkum oluruz.
Eski yaşamlarına eleştiriler yaparak yeni bir yol arayışı içinde olanlar, eski yaşamlarından kopmamaya yemin etmişcesine yaşamlarındaki karanlıkları sürekli eski denklemlerle çözmeye çalışıyorlarsa, yeni bir yol arayışına asla ihtiyaçları yoktur demektir. Onun için Kur’an’ın mesajlarına baktığımızda eski yaşamlarından ve geleneklerinden kurtulmadan hakikati kavrayamayacaklarını dile getirmektedir. Tarihi sürekli örnekleme diyenlerin olacağını biliyorum, ancak şunu algılamak gerekir ki, yer zaman ve toplumlar farklı olsa da insan fıtratı ve yaratılış hamurları aynı olduğundan her dönemde bu davranışlara rastlamaktayız.
Alışılmış yanlışların programlı bir hayatı çoğu zaman zorlaştırdığına hepimiz şahit olmaktayız. Örneğin trafik lambalarının olmadığı bir yerde araç sürmesini öğrenmiş insan, trafik levhalarının olduğu bir yerde araç kullanmaya başladığı zaman hep eski alışkanlıklarıyla kuralları ihlal ederek hiçbir kural tanımadan yaşaması gerektiğini düşünerek, hep cezalar alır. İki parmak daktilo yazmayı öğrenen biri de 10 parmak daktilo öğrenmek istediği zaman, daktilo yazmasını hiç bilmeyen ve yeni öğrenmeye başlayanlara uyum sağlayamadığı gibi, her zaman iki parmak yazarak, on parmak yazmada zorlandığı için programlı öğrenmenin çok kötü ve gereksiz olduğunu anlatarak kendi yanlışlarının daha önemli olduğunu anlatabilir. Hayatta böyledir. Çoğu zaman insanlar alışılmış yanlışlarının köleliğinden çıkamadıkları zaman herkesi yanlış ve kendilerinin de en doğru olduğuna inandıkları gibi diğerlerini de hep yanlış yapmakla suçlayarak rahatlama yolunu tercih edebilirler. Böylesi bir algı ile yola çıkmakla, sönmüş fenerle aydınlık bir ortama gittiğini sanıp karanlıklarda boğulmak arasında hiçbir fark yoktur.
Babadan dededen ecdattan bir din algısına sahip olup öylece yaşayanların, aklı ve idraki çalıştırarak okuyup anlayarak yaşamlarını devam ettirenlerle aynı noktada buluşmaları çoğu zaman imkânsız olmaktadır. Çünkü yeniliklere açık olanların doğruya ve hakka ulaşma dışında korumak zorunda oldukları herhangi bir beklentileri olmadığından her gün kendilerini yenilemeleri gerektiğine inanarak yaşarlar. Oysa bir değeri önceden bildiklerine inananlar ise önceden sahip olduklarının yanlış olduğunu söyleseler de daima eski bildiklerinin etrafında kümelenmek isterler. Yani bu insanlara, sahip olduklarından çok güzelini hatta hayatta karşılaşmayacağı en güzel şartları sunsanız da bunlar daima eskiyi gündem yaparak, odununun ücreti ödendikten sonra beni merkebiyle şuraya götür diyen adama peki benim odunum ne olacak, yahu kardeşim senin odununun bedelini ödedik ya demesine rağmen ya benim odunum ne olacak diyenden hiçbir farkı yoktur.
Allah'a iman ettiğini söylemelerine rağmen Kızıl denizi geçtikten sonra kısa bir süre yalnız kaldıklarında, onların taptıkları putları vardı bize de buzağıdan bir put yap, biz de ona tapalım diyen İsrailoğulları’nın yaşamı buna en güzel örnek verilebilir. İnsan denen varlık hep eskiyle kendisini avutmayı en güzel hayat olarak telakki ettiği sürece güzellikler bahçesindeki gülleri koklamaktan mahrum kalacaktır. Bugünün gençlerine doğru mesaj verdiğini ve vereceğini söyleyen herkes, örnek olarak geçmişten başlayarak örnekler verir. Biz böyleydik babalarımız şöyleydi, nerede o günlerin tadı, keşke hep o günlerde kalsaydık gibi yakınmalar ve rahatlama seansları hiç kimseyi doğru bir yörüngede yaşatmayacaktır. Dengeli düzenli ve yenilenmeye açık bir hayatın ortasında adam gibi adam olmak istiyorsak, eskimiş ve demode olmuş yaşamlarla yeni bir güne imzamızı asla atamayız. Dünün Güneşinin bugünün gölgesini kaldıramayacağını anlamadığımız sürece içinde bulunduğumuz sisleri dağıtma gücüne asla kavuşamayacağız.
Gelin hep birlikte yeni bir dünya kuralım bu yeni yaşamın manifestosu insan harcı da adalet olsun…
Erol KEKEÇ/19.12.2018

18 Aralık 2018 Salı

HANGİ DİN?



İslam, evrensel ve ilk günden günümüze insanlığa gelmiş yegâne dindir. Yani Tevhittir, Hanif din üzere Allah’a yönelmektir. İnsanların Haniflikten çıkmasının temel nedeni sadece Allah’a yönelmemektir. Önceki toplumlara gönderilen Tevhit dininin neden lagv edilip onların yerine yeni elçilerin gelme gerekçelerini anlamayanlar, tarihin her döneminde kendilerince yeni dinler ihdas etmede yarış halinde olmuşlardır.
Âdem bir beşer olarak yaratılıp insani özelliklerden yoksun cennette yaratılış gayesine uygun yaşarken, yeryüzüne işlediği bir hata nedeniyle gönderildi. Bu gönderilme süreci yani sürgün yaşamına uyum sağlaması için ona yeni bir yazılım yüklendi. Bu yazılımın temel noktası insani özellikleri bünyesine alan bir yaşamı oluşturmasıydı. Rabbim en iyisini bilir, o güne kadar yeryüzünde başka canlılar var mıydı yok muydu o tartışmalara girmeyeceğim ancak ben aklımın sınırlarını zorladığımda Allah’ın kitabındaki bütünlükten anladığım, ondan önce bugün kü insani donanımlarda olmayan, ama beşer özelliğini barındıran bir donanıma sahip canlılar vardı. Âdem(as) ile birlikte bunların donanımları da yeniden değişti ve yeni yüklemeler yapıldı. Âdem (as), işte böyle bir ortamda uyarıcı olarak geldi. Onun getirdiği din de tevhit dinidir. Yani İslam’dır, o günden günümüze Allah’ın gönderdiği tek din vardır onun adı İslam’dır.
İslam olan bu dinin içeriği ve yaşam alanlarındaki anlamları değiştirilerek her toplum kendi inanmak istediği gibi dinler ihdas ettiler. Onlar sapıttıkça yaratıcı yeniden onları uyarmak ve hakikatlerle yüzleştirmek için elçiler gönderdi. Her elçinin mesajı sadece Tevhit olmuştur. Bu tevhit dininin sürekli toplumsal çıkar ve menfaatlerin gölgesinde bırakılması için, onun asli yapısında tahribatlar yapılmıştır. Bu tahribatlar hayatın sürekliliği haline gelipte insanlar yaratıcıyla ilişkilerini şirki bir yaşam üzerine kurduklarında mutlaka onları uyaran elçilerle karşılaşmışlardır. Bu durum Allah’ın yarattıklarına karşı ne kadar lütufkar ve rahmet sahibi olduğunu da göstermektedir.
Son elçi Muhammed (as)’ın gelmesiyle eski tevhit inancının bozulduğu bir kez daha anlaşılmış oldu. Peki Muhammed(as)Önceki Haleflerinden farklı bir anlayış mı getirdi asla, tüm elçiler aynı uyarıyla gelmişlerdir. Bu da bir olan Allah’a iman ve ona hiçbir konuda şirk koşmamaktır. Dini sadece ona has kılarak onun gönderdiği halis dinle ona yönelmektir. Onun gönderdiği dine herhangi bir karışım olduğunda onun aslı bozulduğu için son nebi Muhammed (as) ile birlikte Allah “Dinini kemale erdirdiğini ve nimetini tamamladığını” söylemektedir. Bu çok önemli bir uyarıdır aynı zamanda, yani bu kemale erdirilmiş dine herhangi bir karışım yaparsanız sizler de önceki toplumların uğradığı sondan farklı bir sonla karşılaşmazsınız.
“Ey İman edenler! Allah ve Resulü sizi size hayat verecek şeye çağırdığı zaman ona koşun…” Yani Allah Resulü İnsanları Allah’ın kitabına çağırmaktadır. Allah’ın Resulünü Kitabın dışında bir mesajla sorumlu tutarak Allah Kitabı tamamlamadı onun için Resul da bunu tamamlamak için sözler söyledi bu sözleri de inanç olarak kabullenmezsek demek ile, önceki toplumların anlayışı ve dini arasında hiçbir fark yoktur. Onun için dikkat edilmesi gereken, Hayat verecek şey dışında Allah’ın Resulü insanları başka bir yaşama çağırmaz. Bu ince noktayı anlamayanlar ve idrak kabiliyetinden yoksun olanlar, saf arı duru ve muhlis olan dine yönelmek isteyenleri, Resulü inkâr etmek ve sadece Kur’an diyerek insanları dinden çıkarmaktadırlar diyerek şirk dininin hegamonik yönünü harekete geçirirler. İşte, tüm Tevhit dinlerinin aslı esası ve muhtevasındaki çarpıtmalar böyle başladı. Şayet Allah, Muhammed (as) dan sonra bir elçi gönderseydi bugün Müslümanım deyipte Allah’ın kitabı dışında kaynaklar oluşturanların tüm Müsveddelerinin, şirk dinlerinin yeni versiyonları olduğunu söylerdi. Ey İman edenler Allah’a ve Resulüne İman edin diyen bir ayet, hemen Allah’tan sonra Resulün zikrini gören birinin bu kadar basit ve sıradan algılarla damgalanması elbetteki şirki unsurların hakikatle yüzleşmesindeki korkularından kaynaklanır. Müslümanların yeniden kendileri ve hayatlarına hükmeden bilgi kaynaklarıyla yüzleşmesi kaçınılmazdır. Bu kaynaklar Allah’ın kitabının dışında insan müsveddeleri olursa, tam anlamıyla tevhidin aslından uzaklaştırılması olur.
Tevhit dini İslam, Tüm elçilerin getirdiği dinin ortak adı olduğu için, öncekilerin katkıları dinin aslını değiştiriyor da Muhammed (as)’dan sonrakilerin yaptığı katkılar dini pekiştirmiş mi oluyor. Bu ahmaklık bırakılmadığı sürece şirk dinine göre toplumlar can verecekler.
Kim Allah’ın elçisinin getirmediği bir şeyi Allah’tan gelmiş gibi görür ve öyle anlatırsa, Allah’a ve elçisine iftira etmiş olur. Allah kolaylaştırır zorlaştırmaz. Allah’ın dininde karmaşıklık ve anlaşılmazlık yoktur. Oysa Allah’ın Resulüne atfedilerek söylenen sözlerin tamamı dini karmaşıklaştırmakta ve insanları çok aşırı uçlara götürmektedir. Uçlarda gezinen, şirk bataklığında yüzenlerin de bir araya gelmesi ve vahdet sağlaması imkansızlaşmaktadır. İşte, İslam birlik dirlik kardeşlik ve farklılara tahammül ederek yaratıcıya yapılan katıksız yolculuktur. Bu yolculukta yol kenarında görülen her sudan içmek olmuyor, olursa Dinin kaynağı değiştirilmiş olur.
“O kendi heva ve hevesinden bir şey söylemez, diyen Rabbimizin bu sözüne karşı şunu Allah’ın Resulü söyledi diyerek Resule İftira edenleri, Kuran havuzunda gıdalanmaya davet ediyorum. Resule tabi olmanın tek yolu var o da Allah’ın vahyine bağlanmaktır. Çünkü Resul, bize vahiyden başka bir bilgi getirmedi. De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah’ta sizi sevsin…Ben kendim için bir şey yapamam şayet öyle kendi kafamdan bir şey yapabilseydim kendimi cehennem azabından uzak tutardım diyen bir Resule İftira atarak, Dinin genetiği üzerinde tahribat yapmaktan hiç mi utanmıyoruz…
Zulümlerini devam ettirmek ve insanları daha fazla sömürmek için Allah’ın Resulü böyle dedi diyerek Resulün darul bekaya gitmesinden 150 yıl sonra onun adına sözler uydurarak yeni ilim dalları adı altında insanları Allah’ın dininden uzaklaştıranlar Allah’ın huzurunda nasıl hesap vereceklerini hesap etsinler derim…
Erol KEKEÇ/17.12.2018

17 Aralık 2018 Pazartesi

VAR MISINIZ!



Siyasal iktidarlar varlık gerekçelerini, toplumsal huzur, barış, adalet, can, mal ve nesil emniyetini sağlayarak, toplumsal düzenin kaosa gitmemesi için oluşan bir organizasyonun halk tarafından bu görevleri yerine getirmek için oluşturulan bir otorite olduğunu anlamadıkları sürece, zulümden başka bir yaşam ortaya koyamazlar.
Bir siyasal yapıda görev alanların adının kimliğinin dünyaya bakışının ideolojisinin ve inancının toplumsal yaşamın devamında rol aldığını görürseniz, oranın geleceği daima karanlık demektir. Ülkemiz gerçeğini dikkate aldığımız zaman bu oyunlar her dönemde sergilenmiş ve de olması gereken tek kıstasmış gibi halka lanse edilmiştir. Bu Ülke insanının ayağa kalkması ve toplumsal huzurun her evden yükseldiği bir yaşamın oluşması için, alışılmış var olagelen temelsiz ve sadece günü kurtarmak isteyen politik oyun kurucuların tilkinin oyununu oynamalarının tasallutundan kurtulmaları gerekir.
Omurgası insan olmayan, donanımı adalet olarak inşa edilmemiş ve huzura yolculuk yapacak bir yazılımdan yoksun tüm politik cambazlıklar sadece gözyaşı zulüm ve ötekileştirme oluşturur. Adı, inancı ideolojisi ve yaşam tarzı ne olursa olsun herkesi kuşatacak bir siteme acil ve ivedilikle ihtiyaç hasıl olmuştur. Bu hakikati kavrayacak ve idollerini bir cennet bahçesi gibi sunmayacak sadece ve sadece herkesin insani özelliklerini dikkate alan, yetkinlik, liyakat ve evrensel ahlaki değerlere göre hiyerarşik yapıda görev dağılımını yapacak insanların toplumsal birlik ve bütünlük oluşturmaları ve gelecek nesillerimizin ve Milletimizin varlığının devamı için şarttır.
İçinde bulunduğumuz süreç, tamamıyla çatışmalardan beslenen politik cambazlıkların sahnelendiği ve tek kişilik komedi filminin oynandığı bir film galasının gösterimine dönmüştür. Bizim beynimizle dalga geçen politikacıların bu ülkenin geleceğine verecekleri hiçbir katkılarının olmadığına inanıyorum…Her gün söylediklerini kendi konuşmalarında yalanlayanlar, bizlerin o vaatlerine nasıl inanmamızı bekliyorlar.
Bu ülkenin her karış toprağının, bu toprakların vatandaşı olan her bir ferdinin sahibi olduğu unutulmamalıdır. Kimse bu ülkenin topraklarını ve imkanlarını babasından kendisine kalan bir miras gibi har vurup harman savurarak hoyratça kullanma hakkına sahip değildir. Yönetici olarak seçilenler, toplumsal huzur ve barış için ülkenin daha iyi şartlarda yaşaması ve herkesin insani özelliklerini ortaya koyacağı bir yaşam alanına getirmesi gerekir. Bunları yapmadıkları gibi kendi beka sorunlarını bütün bir insanlığın temel sorunu gibi lanse ederek bütün beyinleri kitlesel iletişim kanallarıyla tek bir megafondan işgal etmeye kimsenin hakkı yoktur. Farklı düşünenler aynı toplumda potansiyel düşman ve hain özelliğini hep taşıdı bu topraklarda. Neredeyse 100 yıl geçti bu sistemin imkanlarına sahip olanlar o nimetleri tepe tepe kullanacakları koşullara gelince imkanları korumak için kendisini onaylamayan herkesi potansiyel düşman ilan etti. Bu anlayış bizim bir kaderimiz olamaz. Biz insan gibi yaşamak istiyoruz.2000’li yıllara kadar Kemalizm’in arkasına sığınan ve her türlü kepazeliği meşrulaştırmak için kendisine bir “Atatürk” kalkanı edinenler ne yaptılarsa bugün geldiğimiz nokta açısından aynı koşullar fazlasıyla ve de daha da katlanarak devam etmektedir. Sadece imkanlar ve koltuklar değişti. Biz ülkenin nimetlerinin el değiştirerek yeniden istenildiği gibi har vurulup harman savrulması için 16 yıl bu iktidarı desteklemedik. Biz herkese adalet, özgürlük, kırmızı çizgilerin tamamıyla insanlık ve evrensel ahlaki değerlerden oluşmasını istedik, huzur mutluluk, devletin insanların dinlerini biçimlendirmesini ve kendince yeni bir din oluşturmasını istemedik. Mustafa Kemal’in kaldırdığı uydurma mitolojik dinlerin toplumun vazgeçilmez temel din anlayışı olarak her ortamda dayatılması için değil…
Burada anlattıklarım sadece iktidar sorunu değil, Son 16 yıl parlamentoyu işgal edenlerin hepsi bu günahın ortağıdır. Biz sorumluluklarımızı verdiklerimiz o makamları işgal ederek sadece çıkar menfaat ve gelecek bekalarının hesabını yaparak, yiyenlerin şükrettiği, götüremeyenlerin sabrederek kendisine sıra gelmesi için hazır kıta beklediği yöneticiler ve anlayışlar istemiyoruz.
Siyasetin son yüz yıllık dili bu Milletin sorunlarını çözen ve insanları mutlu edecek bir bakıştan ve anlayıştan yoksundur. Fazla uzatmak istemiyorum ve Kimseyi suçlayarak bir sorunu çözdüğüne inananlardan değilim. Ben ülkemin ve Milletimin arasında hiçbir ayrım yapmadan herkesin adil ve barış kıvılcımlarının artarak patladığı bir ortamda yaşaması için gece gündüz düşünen ve bu düşündüklerini de siz dostlarla paylaşarak hakikate sadece bir katkı sunmaya çalışan erdemli bir insanım.
Konuşmalarımda ve yazılarımda bir kişi grup kurum ve anlayışı hedef alarak konuşan ya da onlara yamanarak konuşan biri değilim. Hakikati Hakikat oluğu için anlatırım ve Hakkın dışında da hiçbir Hak tanımam. Gelin hep birlikte bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayalım. Sadece iyiliklerde yarışalım ve Hakka şahitlik yapmak için ayağa kalkalım. Var mısınız kardeşlik hakkaniyet ve adaletin kök saldığı bir ortamda kimseye yaranmadan ve sadece hesapta görülecek hesabı yaparak yaşamaya….

 EROL KEKEÇ/17.12.2018

9 Kasım 2018 Cuma

Yönetim mi, Hangisi?

Bu güne ait bu yazımın herkes tarafından dikkatlice okunacağını ümit ediyorum...

Yönetim sistemleri merkeze insanı yerleştirmiyorsa, insanın hesaba katılmadığı bir yönetim yönetme gücünü işin başında kaybetmiş demektir. Merkeze İnsanı yerleştiren bir yönetim algısı, Uygulama ve felsefi teorisini de adalet düsturuna göre biçimlendirir. Adaleti esas almayan hangi yönetim olursa olsun sadece zulmünü devam ettirir. Devlet yönetimi hiçbir ideoloji, etnik köken, dinsel anlayış veyahut ta cinsiyete dayanan bir algıyla yönetilemez.
Belli bir ideolojik temel üzerine kurulan yönetim anlayışları, halka hizmet etmekten çok kendisinin kökleşmesiyle uğraşacağından insanları mutlu edemez. Kendisini benimsemeyenleri de daima potansiyel düşman ve tehlike olarak görür, onlara yaşamı çekilmez kılar. Dünyanın neresinde olursa olsun, ideolojik bir algıya dayalı toplum yönetmeye çalışan anlayışlardan hangisi varlığını sürdürmektedir. Nazilerden, mussoloni'ye, Stalin’den, Çavuşesku’ya, oradan Saddam’a, Kaddafi’ye kadar daha nice örnekler gösterebiliriz. Demek ki, ideolojik yönetimler dayatma ve baskı unsurunu kendi genlerinde taşımaktadır. Bu anlayışlarla ne kadar da kendi dışınızdakileri mutlu ettiğinizi sansanız da bunu gerçekleştirmeniz mümkün değildir.
Osmanlı Devletinin 600 yıl ayakta kalmasının en önemli nedeni, eleştirilecek haddinden fazla olumsuz yanları olsa da, bünyesinde kısmi bir adalet anlayışına sahip olmasıdır. Bu algı her ne kadar paylaşım ve maddi açıdan olmasa da en azından farklı anlayışların ve dinlerin rahatlıkla yaşadığı belli bir özgürlük alanını oluşturmasında görmek mümkündür. Bunun en açık örneklerini de Fatih’in İstanbul’u fetih etmesiyle batıdan birçok bilim adamlarının ve Yahudi haham ve Hıristiyan papazlarının yaşamak için İstanbul’u tercih etmelerinde görmekteyiz. Ancak Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte savaştan çıkan bir devletin geride bıraktığı mirası üzerinde yeniden dönüşen devlet yapılanması, batıdan devşirme bir ideolojik algıyla, sonrasında Kemalizm’le bütünleşerek zorla kendisini kabul ettirmeye zorlaması 100 yıl içerisinde defalarca, kendisini özümsemeyenleri tehlikeli görerek onları sindirmeye çabalamış ya da imha etmiştir. Yani diyeceğim o dur ki, sadece adalet üzerinde yükselmiyorsa kuracağınız devlet, her zaman tehlikede demektir. Dine dayandırılan devletler de böyledir. Günümüz İran’ına baktığımızda İnsanları dinsel kimlikle tanımlayarak onları sınıfladı. Yönetimin din algısına sahip olanlara, tüm imkanları sunarken, bu anlayış dışında kalanları sadece yaşayan bir canlı olarak görüp onlara dışlanmışlık psikolojisini verdiği için kendi içinde bile her zaman tehlikededir. Buradan yola çıkarak şu gerçekliği vurgulamaktır amacım. Bir yönetimde Adalet, bir şemsiyenin açılmasını sağlayan onu kuşatan tüm çıtaların eşit oranda açılması için, şemsiyenin tüm çıtalarının ona dayandığı ortadaki direk gibi olmalıdır. Eğer böyle bir adalet direği değilse toplumsal açılımı ve yaşamı devam ettiren, oradaki anlayış ve inancın adı ne olursa olsun o toplumun huzurlu ve insan gibi yaşamasını düşünemezsiniz.
İslam Devleti ve şeriat algısını da bu açıdan bakarak sorgulamak ve kritiğini yapmak gerektiğini düşünüyorum. Müslümanız diyenlerin hepsinin kafasında reelde olmasa da idealde böyle bir anlayışın olduğunu düşünüyorum. Bu anlayış hiçbir zaman bizi hakikate götürmeyecektir. Her Müslümanım diyenin yürek hücrelerine ve beyin dağarcığına kendisi dışında olanların da insan olarak yaşama haklarının olduğunu kaydetmesi gerekir. O zaman Devletin şekli ve ideolojisi değil, nasıl bir devlet olması gerektiği sorgulanmaya başlayacaktır. Nasıl bir devlet dediğimiz zamanda karşımıza adaleti ihya eden devlet olmalıdır algısı gelecektir. Bu algının geliştiği ortamlarda, devlet hiçbir zaman endişe ve tehlike var mı yok mu diye bir paranoyak düşünceye kapılmayacaktır. Çünkü herkesin insan gibi yaşayacağı hakkaniyet ölçülerini dikkate alarak adil uygulamalar yapacak ve toplumda sadece evrensel etik değerler ve adalet, devletin özünü oluşturacaktır. Böyle bir devlette, yasalar tamamıyla objektif kriterlere göre oluşacak, insanlar dinlerini ve kendilerine has yaşamlarını en özgür şekilde başkalarına dayatmadan yaşayacaklar, kılık kıyafet belirleyici olmaktan çıkacak, herkesin inanca dayalı yaşamları devlet tarafından korunacak ve güvence altına alınacaktır. Devlet, hiçbir dini, toplumun resmi dini haline getirmeyecektir. Dileyen dilediği gibi kendi hüviyetine kendi dinini ekleyebilecek ve bunun ne bir ayrıcalık ne dışlanacak bir eylem olduğuna inanacak. Çünkü insanların dini inanışları onların kendi yaşam alanlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla devlet mekanizması, devletin yönetim hiyerarşisinde memurlar sınıfını oluştururken, sadece etik ve liyakat esaslarını dikkate alacaktır. Böyle bir devlette, ideolojik ve inanca dayalı fevri eylemlerde bulunup toplumsal karmaşaya yol açacak olanları da, hukuk karşısında bununla ilgili hüküm ne ise onunla cezalandıracaktır. Yani anlayacağımız, Devlet kesinlikle nötr olacaktır. Sadece Hak ve adaletten yana taraf olacaktır. Bunun dışındaki tüm uygulamalar ancak insanları canından bıktırır, yaşamı zorlaştırır ve cinnet toplumu oluşturur. Cinnet toplumu olmak istemiyorsak diyemiyorum, ancak bu cinnet ve psiko sosyolojik travmalardan kurtulmak istiyorsak böyle bir yola girmek zorundayız. Ne olursak olalım düşüncemizi, ideolojimizi, dünyaya bakışımızı yaşam tarzımızı kimseye dayatmadan, devleti tüm bunlardan arındırarak evrensel insani hukuk normlarına göre adalet temelinde yeniden yapılandırmak gerekir ve hatta zorunludur. Yoksa, senin adamların onun adamları, diğerinin dini grupları vs. derken hayat yaşanmaz olur ve kendimize yaşadığımız hayatı zindan ederiz.
Hep birlikte İnsan gibi yaşamak istiyorsak, adaleti esas alalım, bu adalette, birilerinin belirlediği değil, ortak insanlık değeri ve ortak aklın yeryüzüne yansıması olsun…Bunun tek bir yolu var, evrensel mahkemede aklanarak böyle bir yola çıkmak, bu da ancak herkesin kendi vicdan muhakemesinden aldığı gerekçeli karar sonrasında gerçekleşecektir. Hazır mıyız böyle bir yaşama ben sabırsızlıkla bekliyorum ve diyorum ki;” Sabah yakın değil mi”
                                                               Erol KEKEÇ/08.11.2018

7 Kasım 2018 Çarşamba

Düğün Değil Bayram Değil Eniştem Beni Niye öptü-2 (ABD ŞEYTAN)

ABD Şeytanı yine oynadı oynayacağını, Sosyal medyada ABD'yi oturttuk vs. gibi sarhoşluğun çıldırmışlığını yaşayan ifadelerle sarsılmadığımı söyleyemem. Şunu bir defa daha anladım ki, bizim gibi toplumlar ömürlerinin sonuna kadar sömürülmeye mahkumdur.
Bir şeytan, besleyip büyüttüğü ve yıllarca bu ülkenin içinde insanlarımızı katlettirdiği ve her halükarda desteğini esirgemediği bir terör örgütünün ele başlarının kellesi için neden ödül koyar, alacağı ödül ondan daha büyük olmalı ki, böyle bir şeytanı planı uygulamaya koysun.
Geldiğimiz nokta birçok kirli tezgahların çalışmaya başladı anın habercisidir. Aylar öncesinden Türkiye'nin dar boğaza girdiği dönemde neden böyle bir oyun bizim üzerimizde denenmeye başladı diye bir yazım vardı, yazının özeti şuydu. Türkiye ile Suudi şeytan arasında oluşan gerilimlerin yok olması sulh ile olacağa benzemiyor, ondan dolayı Türkiye'nin kıstırılması gerekir ya da daha farklı yollar da denenebilir. Bunun için Türkiye ekonomik açıdan iyice zayıflatılacak, toplumsal bir kargaşaya yol açacağı zaman, aramızda oluşan buz dağları, ABD eliyle yavaş yavaş eritilmeye gidecek, bunun yolu da ABD ve Suudi'nin Türkiye’ye ekonomik açıdan destek verme gibi vaatlerini beraberinde getirecek. Ancak bu desteğin büyük bir bedeli olacak, o bedel Kasım ayında İran'a uygulanacak olan ambargonun, bir tarafında Türkiye'nin bulunmasıyla ancak olacak, bu sürece gidilmesi için, Şeytan Türkiye'yi aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık diyeceği ama mutlaka bir yere tükürmesi gerektiğine ikna edecek ve İran'a ambargo filen başlamış olacak diye yazmıştım.
Geldiğimiz bu süreçte söylediklerimin bir bir gerçekleşiyor olması hakikaten beni derinden üzmektedir. Cemal Kaşıkçının katledilmesi ve özellikle de Türkiye Suudi Konsolosluğunun seçilmesinin hiç tesadüfü olmadığını gördük. Çünkü Suudilerin ABD'nin dediklerini yapabilmesi ve Türkiye'nin içine düştüğü bu dar boğazdan çıkmasında ve ABD ile müttefikliğinin perçinlenerek devam etmesi için, Suudi ineklerinin sütünün Türkiye kazanına sağılması gerekli. Ancak o zaman Türkiye bir nebze olsun içerideki dar boğazdan çıkma konusunda rahatlayacak ve Şeytanla birlikte yeniden nerede kalmıştık diye bir başlangıç yapacak, çünkü ifade edilenlerden yola çıktığımızda bizim geleneksel müttefikimiz(!) deniyor. Kaşıkçının ABD'nin gözetiminde Suudi yönetimine Türkiye’de yaptırıldı ve sonrasında cinayet yine onun kanallarıyla açıklandı. Bu da gösteriyor ki, ABD bir taraftan da Türkiye'nin eline bir koz verdi ve bununla Sudu kıstır diyecek yolları açtı. Yani anlayacağınız, Türkiye'yle arası bozulan Sudun zoraki flört yapması istendi ve bedel olarak ta Türkiye’ye büyük bedeller ödemesi dayatıldı ve süreç böylece başladı.
Peki bu durumla ne amaçlandı dersiniz. Vehhabilerle arası açık olan İran'ın, Türkiye'yle de arası açık Bir Suudi varken İran'a müdahale etmek öyle kolay olmayacaktı. İşte köprüler istemeyerek te olsa yeniden kuruldu. Ancak bu köprüden geçeceklerin ya da geçmeyecek olanların hepsinin ödemesi ABD musluğundan akacak. İşte, Kaşıkçıyla Türkiye, Suud'u sıkıştırmaya başladı, sebebi onun burada öldürülesini isteyen ABD, Suud'a Türkiye'nin sopayı çıkarmasına gerek kalmadan şartsız ben gelirim yeter ki sen iste diyecek duruma geldi. Bunlar niçin oldu bir bakalım. 
ABD, bu bölgede oluşacak yeni oluşumda yanında görmek istediklerini bir anda mutlu etti; birinde para, diğerinde güç ve asker oh değmeyin keyfine gitsin, nasıl olsa sonrasında masrafların faturasını da Suud'a yükleyecek, yani anlayacağımız Suud'un parasını yemek, bizi yolunmuş kuşa çevirmek için tüm çabaları…
Ortak bir hedef göstermesi gerekiyordu onu da hemen oluşturdu. Şii yayılmacılığı Suud, hatta tüm Asya ve Afrika için tehlikeli bir boyut almaktadır, Görüyorsunuz bugün Yemen’deki zavallıların ölümünün tek sebebi Şii yayılmacılığıdır diyecek, ve arkasından İran'a yapılacak müdahalenin birinci ayağını oluşturacak…Tüm İslam geçinen toplumların havarisi ve kurtarıcısı olan bizlerin ağzına öyle bir bal sürecek ki işte onun da ilk örneğini ortaya koydu. Türkiye'nin bu bölgelerin sorumluluğunu alan büyük bir devlet olmasının önündeki en büyük engel, kendi içinizdeki terörün verdiği zarardır. Onun için ben sizin yerinize bu terör örgütünün liderlerinin kellesi için, üç kişiye toplamda 10 milyon dolar ödül verdim. Nerede bulunursa bunların kellesi alınacak…
Yıllardır, APO gidecek terör bitecek diye çığlık atan bir toplumun genetiğine kadar işlemiş olan bu kin bir anda daha da pekişecek ve sonrasında bizim uyarı sistemlerimiz bu kin ve nefretin yönünü değiştirmeli. İşte onun için de PKK’nın şimdiye kadar bitmemiş olmasının tek sebebi bunları Şia olan ve Sünnilerin de daima başlarının belası olan İran Devleti hedef alınacak. İran’da olmasa da İran Hedef gösterilerek İran’ın PKK terör örgütünün arkasında durduğu ve onları koruduğu anlatılarak Ülkenin Sünni dininin Emevi kolu tarafından sevgi ve yalama seanslarıyla karşılanacak. Sonrası işte o zaman çorap söküğü gibi gelecek. Şeytan’ın Türkiye açısından önemi PKK’nın ele başları İran’dadır alınacak denecek, Şii yayılmacılığı sonlandırılacak gibi çakallar duasını okuyarak adam tam anlamıyla yeraltı ve yer üstü zenginlik kaynaklarının tamamını emecek. Ondan sonra Suud'a diyecek ki, savaş giderlerini 50 yıl şu kadar masraf olarak sen ödeyeceksin, biz olmasaydık seni yaşatmazdı İran diyecek…İran’da giriştiği mücadeleden başarıyla çıkarsa, petrolleri elde edeceği, bir yönetim bırakıp onları da bağrına basacak.
Dönecek Türkiye’ye bak sizin ülkenin varlığının devam etmesi için biz burada bir tampon bölge oluşturalım dışarıdan gelecek terör saldırıları size zarar vermesin yoksa tehlikeli olur, PKK gitti onun için biz daha dostane bir Kürt yönetimini konfederasyon tarzında bunların da gazını almak için burada kuralım ancak sizin kontrolünüzde olacak diyecek…Biz Sınırımızda böyle bir şey istemiyoruz dediğimiz zamanda sus sen öyle yüksek sesle konuşma hakkını nereden buluyorsun bu toprakların tamamı zaten Büyük İsrail’in kurulması için Vaat edilen arzı mevvut toprakları değil mi diyecek ve bizi süt dökmüş kedi gibi görmek isteyeceği günlerin gelmesini hiç istemiyorum…
Benim bu kitabın henüz piyasa çıkmamış basılacak olan ana fikrinden okuduğum budur.
Erol KEKEÇ/07.11.2018

6 Kasım 2018 Salı

BİZ KENDİ DAŞIMIZLA VURULDUK KİMİN DAŞI DİYE ETRAFA BAKTIK



Hayatımızı, hep kendi daşlarımızı yiyerek serüvenimizi tamamlayarak geldik. Kendimden başlamak istiyorum hayata, ilkokuldaydım nenemin bahçesinde çok güzel bir dut ağacı vardı, âmâ dut tek beden üzerine yükseliyordu, dalları ve tırmanma imkânı olmadığı için bir şeylerle vurup dutunu dökmeniz gerekirdi. Ben de etrafıma baktım bir sırık ya da değnek bulamadım, orada bulunan bir daşı kaptığım gibi duta attım ve dut beklerken kafama öyle bir darbe yedim ki anlatamam. Kendimden geçtim yarım saat orada oğundum ve kendime geldiğimde ağlayarak ve bağırarak etrafa saldırmaya başladım…Kim attı ulan bu daşı çıksın ortaya yoksa yakarım vs. diyerek küfürler savurmaya başladım ancak kimseyi bulamadım, sadece kendi sesimi dinledim. Oysa amacım oradan dut yemekti o iştahla oraya o daşı fırlattım kendi daşımın bana dönüp kafamı yaracağını ve beni ummadığım şekilde sinirli ve saldırgan yapacağını hiç düşünmemiştim.
Aradan yıllar geçti ve o dutun altına gittiğimde bu olay aklıma geldi ve anladım ki, o daş benim daşımdı ama ben faili hep dışarıda aradım, o gündür bu gündür de o acının kaynağını sorguladım, ne zaman ki kendi daşımı yediğime inandım işte o zaman rahatladım ve kendime geldim.
Şöyle bir bakıyorum da sanki ülkemizin kaderi de benim kaderim gibi hep kendi attığı daşlardan kafası yarılıyor ayağa kalkamaz hale geliyor ama kim bu daşları attı diye hep başkalarını arıyoruz. Yıllardan beri herkes dut yemek(!) için öyle daşlar attılar ki, dutları döktü taşlar, ama dut kalmayınca daş atmaktan da bıkmayınca, atılan daşlar dut dökmeyince, döndü kafalara çarptı o acılarla sinirli ve gaddar bir halde kim bu daşları atıyor, biz görmüyoruz ama birileri bu daşları atıyor diye bağırmaya başladık…Oysa yediğimiz birinci daşın acısı geçince kendimize gelsek anlayacağız hep kendi daşlarımızı yediğimizi ama nafile…
Ben anladığımda gençliğimin sonu, düşünmeye başladığımda güz mevsiminin sararmış ve yavaş yavaş dökülmeye başlayan yaprakları gibi yerimde durmakta zorlandığım zaman oldu. Neden kendi daşımı yediğimi hiç düşünmek istemedim diye hep hayıflandım, oysa kendi daşımın bana zarar vereceğini o gün anlasaydım belki daşın nasıl ve nereye atılacağının yolunu öğrenmiş olacaktım, ya da o işlerin daşla olmayacağını çözecektim. Ne bileyim hayat, insan anlamaktan bitap düştüğü zaman sanıyorum pişiriyor da, herhalde gideceği yere yaklaştığında kendi iç alemi ile hasbihalini yaparak vicdanen rahatlamasına sebep olabiliyor olabilir.
Neyse fazla uzatmak istemiyorum aslında, âmâ biz toplum olarak hep kendi attığımız daşlar, istediğimiz yemleri bize dökmeye gücü yetmediği zaman neden acaba neden, başımıza düşen taşların başkalarının attığı daşlar diye kendimizi avutuyoruz. Benden bir hatırlatma olsun istiyorum yaşadığım hayattan elde ettiğim tecrübemi paylaşıyorum, bilirsiniz tecrübe hayatta yenilmiş ve yaşanmış kazıkların bileşkesidir.
Yönetim mekanizması kendi menfaatleri için attığı daşları kafasına yedi, bu daşlar acaba nereden geliyor diye bağırıyor, toplumun attığı daşlar dut dökmüyor kendi kafasına geri dönüyor, bunlar da o dutun arkasında mutlaka sürekli bize daş atan biri var diye kendini avutuyor…Be arkadaşlar hala anlamayacak mıyız kendi daşımızla vuruluyoruz,  bu kafayla bu daş bizim beynimizi hep ezecek, bir kendimize gelelim; atmadığımız daş bize olumsuz dönmeyecek en azından kimden ne kadar daş atıldığını göreceğiz.
Ben kendi daşımla vuruldum o kendi daşıyla vuruldu, sen kendi daşınla vuruldun, biz kendi daşımızla vuruluyoruz, siz kendi daşınızla vuruluyorsunuz, onlar kendi daşlarıyla vuruluyorlar, Neden bu kadar daş yemeye alıştık…
Attığımız daşlar ürküttüğümüz kurbağayı değmeyecek ama kendimizi yok edecek neden bu kadar daşlamaya ve daş yemeye alışkanlık yaptık acaba bir görüşü olan var mı dersiniz…?
                                      Erol KEKEÇ/06.11.2018