31 Ekim 2018 Çarşamba

Müslümanca Yaşama Üzerine Bir Hatırlatma-3



Müslüman ismi, Ortadoğu, Afrika ve Asya’da yaşayan son nebi Muhammed (as)'ı kabul edenlere verilen, dinsel bir şövenist kimlik değildir. Müslüman İsmi, Allah’ın tüm insanlar için gönderdiği Tevhit dininin adıdır. Bu isim İlk İnsan Ademden Günümüze kadar gelen, yaratıcının gönderdiği tevhidin ortak ismidir.
Çünkü,” Allah katında din sadece İslam’dır. Bu uyarıyı, ben Müslümanım diyerek kendilerine bir dinsel kimlik oluşturup, kendi dışındakileri paçavra din olarak gören bir anlayışın temsil ettiği yaşam tarzı olarak anlamamak gerekiyor. Bu uyarı, yaratıcının katında gönderilen ve makbul olan, başka bir isimle dinin olmadığına dairdir. Tarih boyunca yaşayan toplumlara baktığımızda, kendilerine tevhidi anlatan ve İslam olarak gelen uyarıcıların getirdiği bu dinin ya aslı, tamamıyla değiştirilmiş ya da yaşam alanlarından sıfırlanarak anlamı olsa da hayatta karşılığı kalmamıştır. Sonrasında da her toplum kendi benimsediği bir isimle bu dini adlandırmıştır. Bu adlandırma yaratıcının verdiği bir isim değildir.
Dolayısıyla, bugün adına Müslümanım diyerek kendisine bir ayrıcalık tanınacağına inanan toplumların tamamı yeniden, sahip oldukları dinin, Allah’ın katındaki Tevhidi içeren İslam mı, yoksa kendi taraflarından Yahudilerin ve Hristiyanların isimlendirdikleri bir din gibi olan İslam mı? Bunu anlamaları kaçınılmazdır.
“Allah katında din Sadece İslam’dır” uyarısı tüm toplumlar ve dinler için de geçerlidir. Çünkü Allah Hiçbir topluma İslam dışında bir din göndermedi, ancak onlar kendilerine göre yontarak yeni bir din ihdas ettiler. İslam dünyası olarak bildiğimiz ve bizim de içinde olduğumuz bu yaşam, tıpkı öncekiler gibi Yaratıcının gönderdiği Tevhit olan İslam’ı yok ettiler, ancak isim olarak ona sarıldıklarında kurtulacaklarına inandılar. Bu durum tam anlamıyla bir tahrif ve farklı bir yaşamı Allah’ın katındaki din gibi sunmaya dönüştü.
Şöyle bir etrafımıza bakalım, nice ismi Hüseyin olan ama asla Hüseyin olamayacak Yezitler görürsünüz. Bunların İsminin Hüseyin olması onlara bir ayrıcalık tanır mı; Hüseyin gibi olmadıkları sürece…İşte, İslam aynen böyledir. Allah katındaki Din İslam olduğundan biz kendimizi o isimle adlandırarak kurtulacağımızı sanıyorsak bu yaşamlarla, en büyük zokayı işte o zaman yeriz.
“Allah katında din ancak İslam’dır. Bunun anlamını rabbimin verdiği idrakle şöyle anlıyorum, siz kendi tarafınızdan farklı ya da bu isimle bir yaşam biçimi oluşturup bunun da ancak Allah katından olduğunu anlatarak kendinizi avutmayın, bizim katımızdan size gönderdiklerimiz bellidir, yani sizlerin Allah’a teslim olmanız ve ona gönülden bağlanarak hakkın ve adaletin şahitliğini yapacağınız din dışında bir din göndermedik.
Yani, Allah katında olan, sizin isim olarak ben Müslümanım dediğiniz din değildir. Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olduğunuz dindir. Bu dinin tarihteki önemli öncülerinden biri, İbrahim (as)’dir. “İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel örnekler vardır, hani onlar kavimlerine demişlerdi ki, bizimle sizin aranızda ebedi bir kin ve düşmanlık baş göstermiştir ta ki, bir Olan Allah’a iman edinceye kadar…” Mümtehine:4
Bu ayetin ifadesi dikkate alındığı zaman tüm nebi ve resullerin getirdiği dinin adı tevhit ve İslam’dır. O halde bugünkü yaşamları ele aldığımızda İslam ismi ile İsimlenmek hiçbir zaman bizim yaşadığımız olumsuzlukların nötrleneceği anlamına gelmemelidir.
İslam bir başlangıç ve diriliş amentüsünün manifestosudur. Bu manifestodan yoksun olanlar, “Allah katında din İslam’dır”, dininin içinde asla yer alamazlar, bu dinden olamadıktan sonra varsın adın Hristiyan, Yahudi, Budist, Müslüman ne olursa olsun ne fark eder ki…
İslam alemi, Hristiyanlık alemi, Yahudi alemi vs. gibi adlandırmaların tevhit dini ile asla uyumlu olmadığını düşünüyorum…İnsanlık alemi vardır ve bu alemde ya tevhit dini üzere olan Müslümanlar vardır, ya diğerleri…Dine dayalı şovenist bir İslam kimlik tanımlaması asla Tevhit diniyle alakalı bir tanımlama olamaz.
Yaşayan tüm dinlere baktığımızda, yaratıcıyla alakası kalmamış, ancak gönül avutmak ve kendilerine aidiyet oluşturmak için, ilahi isme sığınarak farklı dinler oluşturulmuştur. Sosyolojik tablo bunu tüm detayıyla ortaya koymasına rağmen kendilerini kurtulanlardan gören ve sahip olduklarını başkalarına dayatan bir anlayış, Allah katındaki din İslam, tanımlamasıyla adlandırılamaz.
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne iman edin” Resuller arasında hiçbir ayrım gözetmeden hepsine iman ettik, diye başlayan ayetlere baktığımızda da Müslümanım diyerek ortalıkta gezen bir topluluk, öncekiler gibi tevhitten uzak bir din oluşturma ihtimalleri olmamış olsaydı acaba yaratıcı bu uyarıyla uyarır mıydı?
Kısaca anlatmaya çalıştığım bu örnekler dikkate alındığı zaman ortaya çıkan tablonun şu olduğunu görüyoruz. Ebu Cehil gibi yaşayıp adı Muhammed olanlar, nasıl ki Muhammed olamazlarsa, adı İslam olup da Mekke müşriklerine kök söktürenler de İslam olarak tanımlanamayacağı gibi, adı Hans olup da Muhammed gibi yaşayanlar da Ebu cehil olarak adlandırılamaz. Bu Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz.
Yoksa siz Allah’a bilmediğini mi öğretiyorsunuz, uyarısının muhatabı bizler olacağımızı unutmayalım…
Çok örneklerle konuyu daha kapsamlı bir atmosfere çekmeyi düşünmüyorum, anlatmak istediğim sanıyorum anlaşılacaktır. “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl ittika edilmesi gerekiyorsa öylece ittika edin ve sakın Müslüman isminin yanında başka bir sıfatla can vermeyin…” Allah katında İslam olan din budur, bizim yaşadığımızı sandığımız din ise, anlam kayması ve mana erozyonu ile, yaşam alanımızda infilak etmiştir…
Muktedirlerin oluşturduğu dinden, Allah katında bizi kurtaracak dine Hicret etmeye var mıyız…?
EROL KEKEÇ/31.10.201

Müslümanca Yaşama üzerine Bir Hatırlatma-2



Taş tarlasından geçsen de toprağa değecek ayakların, unutma ki, topraktaki yumuşaklıktan öğrenmezsen merhameti ve mütevaziliği, taşlaşmış adam olursun…
İlk adımın İnsanlık alfabesinin harflerini sindirmek olsun, yoksa hayatın başka belaların hazımsızlığını gidermek için, bir bütün olarak yutulmayı hak edersin…
Gün doğmadan önce sen doğacaksın, ayrım gözetmeden tüm gariplerin damından haykıracaksın…
Fırat’ın kenarında bir kuzuyu kurdun kapmasının duygusal ağıtlı göz yaşlarını anlatmayacaksın, Fırat’ın kenarında hiçbir canlıyı sahipsiz bırakmayacaksın…
Kendin için istediğin ve çırpındığın hayatların senin dışındakiler için de gerekli ve elzem olduğunu bileceksin, menfaatten uzak adaletin yanında olacaksın…
Dünyayı sen yaratmadığını ve bir damla su olduğunu bilerek, gurur ve kibirle yürümeyeceksin, bileceksin ki ne yeri delebilirsin ne de boyca dağlara ulaşırsın…
Fahşayı cinsellikle daraltmayacaksın, fahiş olan her şeyden uzak duracaksın, mutedil ve dengeli yaşayacaksın…
Atanı sayacaksın, senin inancından olmasa da anne ve babana öf bile demeyeceksin, Allah’tan sonra anne ve babana teşekkür etmek en büyük görevin olduğunu bileceksin…
Yeryüzünü imar edeceksin, kasanı doldurup mahlukata faydalı olmayan imkanlarınla övünerek yeryüzünde fesat çıkarmayacaksın…
Cennetin tamahı ve cehennemin korkusundan dolayı kendince bir din oluşturmayacaksın, ödülü kazanmak veya cezadan kaçınmak için iyilik yapmayacaksın, tüm eylemlerin insani sorumluluğundan ve yaşamın gayesinin bir sonucu olduğunu idrak ederek var olacaksın…
Akrabalık bağlarının sende genetik bir ülküleştirme oluşturmasına fırsat tanımadan, insani bir kimlik üzerinden onlara yaklaşacaksın…
Muhasibi olmadığın bir günün seni senden çalacağını bilerek, vicdan temeli üzerinde hayatını şekillendireceksin…
Başkalarını terazinin kefesine koyup tartmadan önce, o kefenin ilk tartılanı sen olacaksın…
Dogmatik ve kim tarafından dayatıldığı bilinmeyen ve sadece inanarak yaşanılan bir hayatın gözü bağlı kurbanı olmayacaksın. Bilmediğin bir şeyin ardına düşme zira, göz kulak ve kalp ondan sorumludur diye uyarı aldığın yaşamın bilinçli emek sarf edeni olacaksın…
Karanlıklarda aydınlık aramayacaksın, kaybettiğin kendin ise onu da ancak aydınlık bir doğada arayacaksın, nuru olmayanın nuru mu olur, uyarısı hayatının vazgeçilmesi olsun…
Kabilin kardeşi Habil’i katletme gerekçesi senin hayatının kâbusu olmasın, şunu bilesin ki, bir insanı öldüren bütün bir insanlığı öldürmüş gibidir, uyarısının şiddeti çok çetin olduğunu bilesin…
Dünyadaki yerin ve yönün hep ışıktan yana olması gerektiğini çok iyi anlayacaksın. Nuru olmayanın nuru mu olur, uyarısını baş tacı yapacaksın, yönünü Yaratana dönersen, tüm çabalarının katlanarak devam edeceğini bileceksin, yani emeklerin bir değerle çarpılarak karşılığını alacaksın…Ancak emeklerin, yaratıcıya dönmeden yapılan bir çabaysa unutmayacaksın ki, her çabanın karşısında duran yutucu elaman sıfırla karşılaşacaksın o da gittiğin yerde seni boş olarak bırakacak; bunu bilerek yaşamın anlamını kavrayacaksın…
İnsan kavramının genel ve evrensel bir değer olduğunu bilerek, her yaratılana yaratandan dolayı hoşgörüyle yaklaşacaksın, Yaratıcıdan bir ruh taşıyan bu varlığa yaratıcı gibi acıyarak; ilişki kuracaksın…
Zalimlerle mücadelende asla merhamet taşımayacaksın, zalim mazlum olduğunda tavrını yenileyeceksin…
Şeriklerin çoğaldığı bir çağda, seni Allah’tan başkasıyla korkutmaya çalışanların örümcek çığlıklarına kulaklarını tıkayarak, dosdoğru yol alacaksın…
Elinden gidenlere üzülmeyeceksin, kazandıklarından dolayı da şımarmayacaksın, bilmez misin, rızkın tek sahibinin hazinesinin genişliğini anlayacak melekelerden yoksunsun…
Fosseptikte durup, temizlik naraları atmayacaksın, önce temizlenip sonra temizliğin resmini etrafa dağıtacaksın…
Bildiklerinle yaşadıkların arasındaki çatışmaları yok etmek için, kendi dışındaki akıllardan istifade edeceksin, yoksa mezar taşının nereye dikileceğine sen bile inanamazsın…
Tefekkür asli gıdadır, kararlılık ufku okumaktır, tevekkül bitmeyen hazinendir, duan senin mücadelendir. Bu yolda melekler yoldaşındır, Allah seni kuşatandır, hayırla başla hayırla git, girdiğin yere sıdk ile gir çıkarken sıdk ile çık, makamı İbrahim’de, nebiler meclisinde, ferah köşkünde sana ayrılacak yere mütevazilikle var, uzun yoldan geldim diye buraya getirene hamt et, mutmain bir nefis olarak gir sana takdim edilen yere! Hayat da bundan başka ne ki…
                 EROL KEKEÇ/30.10.2018


30 Ekim 2018 Salı

MÜSLÜMANCA YAŞAMA ÜZERİNE BİR HATIRLATMA-1


“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” Emrolunduğu gibi düşünce aşamasını geçtik mi bilmiyorum ama, düşüncesi olmayan bir yaşamın pratiği olmayacağına inanıyorum…
Şöyle bir giriş yaparak yol almak istiyorum, nereye gittiğimi biliyorum ama, bu saatte yola çıkılır mı onu bilmiyorum, akşamın bu dar vakti nereye kadar gidebilirim ki, …
 Sarp yokuşu çıkacaksın, bir garibi muhtacı elinden tutup kaldıracaksın, Sarp yokuşu göze alamayan biri, nasıl emrolunduğu gibi yaşar ki, Yaratıcının sana verdiği ve seni rızık yönünden üstün kıldığı imkanlarını, yanındakilerle paylaşarak eşit duruma geleceksin, Allah’ın emrini yok saymayacaksın…
Yapmayacağın ve yapmadıklarını başkalarına söylemeyeceksin, Öncelikle sen doğru olacaksın ve doğru yolun ne olduğunu tanımlayarak gönül huzuru yaşayacaksın ama gönül yorgunlarından olmayacaksın…
Sahip olduklarını ve hatta kabirde yatan ecdadını sayarak onların yaptıklarıyla övünmeyeceksin, seninle birlikte yolda yürüyenlerden hiçbir farkın olmadığını hayatındaki merhametli adımlarınla ortaya koyacaksın…
İnsan olduğunu anlayarak insan gibi yaşayacaksın; yeryüzü coğrafyasına bağımlı kılacak kazanımların seni köle edinmesine fırsat tanımayacaksın…
Sen, seninle ilgili bir program yaparken, senin üzerinde tasarruf yetkisine sahip mutlak hükümdarın hesabını, hesap ederek yol alacaksın…
Adaletin ne olduğunu yaldızlı ve çekim merkezi yüksek veciz sözlerle anlatmayacaksın, adaletin kılcal damarlarında kök salmasına izin vereceksin giden başında olsa bundan asla taviz vermeyeceksin…
Yeryüzünde seçilmiş veya atanmış bir hesap uzmanı gibi, kendini başkalarının defterlerini düren, sürekli cennet ve cehenneme sülüs veren bir belam Bin Baur olarak görmeyeceksin…
Bu alemde eğer mal mülk verilecekse sadece bana verilmeli ve ben bunları en iyi pay ederim diye düşünüp, müstağni bir firavun olmayacaksın…
Birleştirilmesi gereken bağları yaklaştıracaksın, parçalamak isteyenlere açık kapı bırakmayacaksın…Ekini ve nesli koruyacaksın, fesadın kaynağında bir zerre bile olmayacaksın…
Önce İnsan, sonra Müslüman olacaksın, Müslümanım diyerek herkese, kendi karanlıklarını hayat budur diye dayatmayacaksın…
Asla yalan söylemeyeceksin, dünyanın tapusunu sana yapacaklarını bilsen de terazideki ağır basan yanın ruhunun üflendiği kaynağın istekleri olsun…
Durmayacaksın, yürüyerek koşacaksın, ama asla ivedi ve ne olduğu belli olmayan adımlar atmayacaksın…Yaratıcının her an yaratma halinde olduğunu bilerek kendinde yeni ufuklar yaratacaksın…
Benlik ve şahsiyet taşıyacaksın, ancak benlik ve sahiplik kibrini, dışındakilere musallat ederek onların etrafında el pençe divan durarak, pervane dönmelerine zemin hazırlamayacaksın…
Senden kaynaklanan yanlışların faturasını, masum, mazlum ve gariplere keserek, onları çeki ödemeye mecbur bırakmayacaksın…
Ne erişilmesi güç bir varlık ne de hiç işe yaramaz bir nesne olarak kendini değerlendirmeyeceksin, sen hem bir damla su hem gökyüzünde bulut hem de toprağa düşen bir yağmur olarak tohumların çimlenmesine neden olan, bir öz olarak ağır, mütevazi ve merhametli yaşayacaksın…
Aceleden bir gen taşıdığını bileceksin, unutmak eksikliğin olduğunu kavrayacaksın, gaflet yanının bir sera gibi seni her an kuşatacağını idrak ile her daim tetikte yaşayacaksın…
Bir dalga gibi yakından başlayarak harekete geçeceksin, okyanus ötesine geçmek için şaha kalkacaksın…
Geceleri avuç açan bir dilenci, gündüzleri kükreyerek koşan bir aslan gibi yaşayacaksın ve her leşe gönül koymayacaksın…
Başkaları için yaşayan köpekler gibi geride kalmayacaksın, kendin olacaksın ve yeryüzü çekim kuvvetine yenilmeden hep uçmak için, kurt gibi kendin için koşacaksın…Kendisini kurtaramayanın başkasına yardımının olmayacağı mührünü hayatın ortasına basacaksın…
Boş kuruntularla avunmayacaksın, kendini kanıtlamak için konuşmayacaksın, kelimelerini en hassas noktalardan seçeceksin ve sadece hak olanın, hak için ortaya çıkmasına çaba sarf edeceksin…
Dünyanın maslahatı icabı, hakkın maslahatını tepelemeyeceksin, yamulmayacaksın kazma olup kafaları yarmayacaksın, bir kıvılcım gibi yürekten
yüreklere yolculuk yapacaksın, sadece gönül taşıyan yüreklerde konaklamak için kement atacaksın…
Mazlumlara karşı gönül zengini beden fukarası olacaksın, zalimlere karşı bir şahin gibi adaletle tacını tahtını harap edeceksin, zalimin mazlum olduğu durumda ona acımayı da bileceksin…
Sen şahit olacaksın, senden başlayarak, evrenin merkezinde şahitliğin saatini herkesin görmek istediği yere çekinmeden asacaksın…
Dünü satıp bugünü ipotek verip, yarınlarda hayal kurmayacaksın, bugünü olmayanın yarında olmayacağını çok iyi idrak edeceksin…
Bal yalamaya alışmayacaksın, emaneti en güzel şekilde yerine taşıyacaksın, emaneti gözetmeyenin eminliğinin olmadığını bileceksin ve kurduğun saatin hep yanlış zaman göstereceğini beynine ve yüreğine kazıyacaksın…
Yaratıcının tüm yarattıklarına dünyada eşit mesafede olacaksın ve asla, emaneti ehli dışında kimseye hoyratça vermeyeceksin…
Tahrif edilen yaşamların genişlemesi için senden yardım istendiğinde asla istikametten ayrılmayacaksın…
Bahanelere sarılmak değil görevin, bahanelerin kendine karşı söylediğin en büyük yalan olduğunu bileceksin… 
Dağların korkup kaçtığı emaneti sen üstlendin, peki neden hep etrafındaki çayırlarda senin gözün…
O bahsedilen şeyler ne kadar uzak ne kadar uzak diyeceğin günün mutlaka geleceğini bilerek, bugünden geçi yok… Kalk ve kendine gel, hayata dair söyleyeceğin bir mesajın varsa korkusuzca onları yaşamaya bak, kim bilir belki yarın olmadan mesajın yüreğinde donup kalacak…
                                                                                    Erol KEKEÇ/29.10.2018

13 Ekim 2018 Cumartesi

DEMOGRAFİK DEĞİŞİM BİR YÖNETİM ANLAYIŞI MIDIR?




Geçmişle günümüz arasında değişen demografik yapıya sosyolojik açıdan biraz bakalım istedim. Demografa bilirsiniz bir ortamın nüfusa dayalı tüm yapısının ele alınmasıdır. Demografik yapının geçmişe göre günümüzde hızla farklılaşması iyi bir sonuç mu, yoksa altından kalkılması çok zor neticeler mi doğurmaktadır. Hangi açıdan bakarsak bakalım ciddi bir Toplumsal değişime konu olduğu muhakkak…
Toplumların ilk toprağa yerleşme dönmelerinde kırsal nüfus, tarım ve hayvancılığa dayanan bir yaşam egemen iken, şu an geldiğimiz nokta da daha farklı bir denklemle karşı karşıyayız. Rönesans sonrasında başlayan ve kök salarak yaygınlaşan yönetim anlayışları, sanayi devriminin getirdiği olumsuzlukları da bir nimet bilerek, kırsal nüfusa karşı kent nüfusu pompaladı ve yeni kentlerin yönetilmesinin böylece daha rahat olacağını kavradı.
Toplumsal meşruiyet kazanamadığını düşünen yönetimler, sistemsel dönüşüm yapmayı hedeflediklerinde, tebaası olan tüm halkın denetimini rahatlıkla sağlayacak mekânlarda yaşamasını ister. Bu durum modern yönetim anlayışlarında çokça başvurulan bir algı oldu. Özellikle, batıdan alınan ancak kendi içinde içselleşmemiş bu yönetim anlayışları, kendi ülkelerini tamamıyla bir yönetim laboratuvarı haline getirdi. Genelde Ortadoğu’ya baktığımızda bu örneklere çokça şahit olmaktayız. Ülkemizin son 25 yılı da neredeyse çoğu zaman bu anlayışla yönetildi ve devam etmektedir. Tarım ve hayvancılık alanında ciddi eksikliklerin olduğu ve ciddi bir politik yanlış algının ülkeyi çıkmaza taşıdığı anlatılır. Oysa bu durum tarımsal alanda olan bir yanlış değil de bir politik anlayışın ciddi ve sistemli değişim ve dönüşüm programı olabilir mi diye değerlendirilse sanıyorum problemlerin kaynağını daha rahat anlamış olacağız.
Yazının giriş kısmında da anlattığım gibi, Batı modeli yönetim anlayışları ideolojik bir felsefi temelle, uygulama alanları yaratmaya kalktığı zaman, kendi korku ve tedirgin septik algısını kırarak varlığını koruyacağını düşündüğü için, zarar vermekle başlayan bir yönetim mekanizması geliştirir. Bu anlayış yönettiği insanların ne kadar zarar gördüğünün hesabını yaparak yaşamaz, kendi varlığını devam ettirmesi için en uygun zeminleri arar ve tüm oluşumları lehine çevirmeye çalışır. Böyle olunca, öncelikli yapması gerekenin, kontrolü dışında olduğuna inandığı ve her zaman tehlike olacak küçük toplulukları rahatlıkla denetleyecek ve kolluk güçlerinin kısa sürede kontrolüne alacağı ortamlara taşımak ister. Bu durum tamamıyla patolojik bir algıya dayanan süreç olduğu için, hastalık virüsleri çoğalarak, kuvvetlenerek toplumun geneline yayılmaya başlar. Bu virüsün yaygın hala gelmesi ve kanaatlerin de bu doğrultuda ortaya çıkması, içinden çıkılmaz bir hal alır. Ne yazık ki bizim ülkemizde son dönemdeki hızlı, çarpık bir kentleşme ve yaşam şartları hayli zor bir kitlenin ortaya çıkması, kırsal alanların viraneye dönmesi böylesi bir yanlış algıdan kaynaklanmaktadır.
Kırsal nüfusun yaşam alanı daraldı, imkânlar hayli kısıldı, yaşamın sürekliliği ürkütücü boyutlara geldi, derken kentlerdeki yaşamların TV. Programlarıyla sürekli pohpohlanarak cazip kılınma arzusu, kırsal kesimdeki insanları büyüledi ve kendi gettosuna taşıdı. Ne olduklarını anlamayan bu kalabalıkların ne yaptığını ve ne yapacağını bilen ama sonucu kestirmesi hayli zor bir yönetim, insanların doğal yaşam alanlarını terk etmelerini sağladı. Bu durum gelecekte yazılacak acılı mersiyelerin o günden sözlü olarak dillendirilmesiydi aslında, âmâ meydandaki ses o kadar karmaşık ve anlaşılmayan dilde söylenen koronun söylediği solo şarkılar olduğu için, hep ihmal edildi ya da ötelendi. Bu günleri görmemek içindir belki de …Bunlar konunun acıyan ve bilinmeyen yanları olsa da meydanda bir gerçek vardı, o da geldiğimiz noktanın ele avuca alınacak yanının olmamasıydı. Peki neden böylesi karanlık bir gelecek insanımıza reva görülmüş olabilir. Eğer bir yönetim anlayışı kendisi için, kendi dışındakileri tehlikeli olarak görürse, onların tamamını, kontrollerini rahatlıkla yapacağı ortamda yaşatmak ister. Çünkü, kontrol edemediğiniz, ulaşım ve iletişim imkanlarınızın çok geç ulaştığı ortamlar daima sizin için bir tehlike olur. Bu bakışla bir toplum yönetilirse orada yanlış uygulamaların dolaşımdan kalkmasını beklemek komiklik olur.
Şehirler neden böyle, kırsal nüfus neden azalmaktadır gibi kendimizi kandıracak ve içinden çıkılamayacak sorunlarmış gibi bu meselelere yaklaşırsak hakikaten içinden çıkamayız. Cazip yaşam alanları ve çekiciliği öne çıkarılan şehirlerin, neden bu hale geldiğini ve kırların da neden bu kadar çabuk boşaldığını, kısmen de olsa anlamamıza rağmen, çözümü olmayacak bir düşüncenin söylenmesinin de anlam ifade etmeyeceği için, konuşulmaması daha iyidir diye bir rölantiye girdik hep…
Yani diyeceğim odur ki, bir yönetim anlayışı kendi varlığımı nasıl daha iyi korurum ve sürekliliğimi sağlarım diye düşünce geliştireceğine, toplumsal huzur barış ve insan gibi mutlu yaşamak için neler yapmalıyız ki, biz halkımızın gözünde abideleşelim diye düşünseydi, sanıyorum ki, şu an boşalmış köylerimiz bir üretim merkezi olacaktı. Şehirlerimiz de de bu çarpık yapılaşma, alt yapı, varoş kültürü ve yaşamdan uzaklaşan kalabalıklara şahit olmazdık. Demek ki, yönetimin asıl görevi ne pahasına olursa olsun kendi varlığını korumak değil, toplumsal birlik beraberlik, dayanışma ve ortak hedef birliği oluşturarak, toplumsal mutluluk ve huzuru inşa etmek OLMALIDIR.
12.10.2018/Erol KEKEÇ

12 Ekim 2018 Cuma

GEÇMİŞTEN GELECEĞE YOLCULUK!



Geleceğin dünyası, geleceğin düşüncesi ve bugünün insanlarıyla inşa edilecektir. Bugün de yaşayarak, geçmişin özlemleriyle gelecek tasavvur edilemez. Gelecek tasavvurumuz ile, bugünkü dinamiklerimizi irtibatlandıramazsak, gelecek dünyanın hep diğer yakasında yaşamaya mahkûm oluruz. Tarihsel geçmişleriyle övünerek onunla özdeşim kurarak bir toplum yaşamını devam ettirme çabaları, yeni filizlenmelerin önündeki en büyük engeller olduğu gibi hayat damarlarını da imha ettiklerini anlayamazlar.
Toplumsal yaşam motorunun her dönemde duraklamadan yol almasının en önemli özelliği, kendi iç yapılanmasını yenileyerek hareketliliğini hiçbir nedene feda etmemesidir. Toplumsal yaşam, dünyaya yön veren denge unsurlarının gölgesinde durarak bir varlık ortaya koyamaz. Dünya dengesini bozan dengesizliklerin her noktasında olmayı amaçlayan ama uydu olmaktan çıkamayan toplumsal yaşam ağları, yavaş yavaş parçalanarak ve delinerek bir ağ olma özelliğini yok ettiğini görmesi gerekir. Bugünden tüm yeryüzü topluluklarının yaşadığı coğrafyalara ve hayat dinamizmlerine baktığımızda onları daima var kılacak kendi öz dinamiklerinden yoksun olduklarını görmekteyiz.
Kendi kökleri üzerinde var olmayanlar, ithal köklerle yerli gelecek kuramazlar. Köklerini yok sayarak geleceğin inşası da imkansızdır. Ancak gelecek geçmişin en zirvede olduğu gümrah dalları ile ifade edilemeyecek kadar da geniş ve kapsamlıdır. Toplumsal süreklilik bir kar topunun büyümesi gibi dikkate alınması gerekir.
Duygusal kodlarıyla birlik ve beraberlik oluşturmaya çalışan toplumlar, dünyanın parlayan yıldızlarına bir yıldız ekleme imkanına sahip olamazlar. Duygusal kodlar her zaman kahramanlıkların ve destanların gölgesinde bir yaşamın gündemde kalmasını ister. Çünkü geçmişleriyle avunan toplumlar, bitmek bilmeyen uyku düzeneklerinin bozulmasını ve yeni ışıkların gözlerinde oluşturacağı kamaştırmayı kolay kolay kabullenemezler. Onun için geçmiş toplumlarda da bunların örneklerine çokça rastlamaktayız. “Biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulduysak ona uyarız, ya ataları hiçbir şey bilmiyorlarsa yine mi ona uyacaklar…” ilahi buyruğu bu durumu bize çok güzel anlatmaktadır.
Toplumsal yaşam serüvenimizi devam ettiren dinamik bir enerji olmalıdır. Bu enerjinin kaynağı ve nereden elde edildiği çoğu zaman değişmektedir. Düne baktığımızda insanlarımız ısınmak için elde ettikleri enerji tezekten, daha sonrasında, odun ve kömürlerden, derken petrol, sonrasında doğalgaz ve geldiğimiz noktada hidrojen konuşulmaktadır. Nasıl ki bu örneklemde, esas olan enerji, ancak onun elde edilme şekilleri zamana ve ortama göre değişiyorsa, toplumsal birlik ve beraberlik dinamiz mi de böyledir. Dün de insanların birlikte kalmalarını sağlayan etkenler ve uyarıcılar vardı, bugün o enerjinin kaynağı değişebilir, asıl olan, toplumsal süreklilik birlik ve beraberliktir. İşte duygusal kodları ağır basan toplumlarda enerji kaynağı hep geçmişte ne ise o olarak kabul gördüğü için, geçmişle gelecek arasında doğru ve anlaşılır bir bağ kurulamamaktadır. Bu bağlar doğru kurulamadığı zaman da gelecekte çok harikalar yapacak bir gelecek tasavvurumuz, geçmişin gölgesinde düşünülüp, bugünün insanlarının elleriyle yapılmak istendiğinden, her zaman sönük kalmaya mahkumdur.
Fazla uzatmadan söyleyeceğim odur ki, gelecek dünya hayallerimiz, bugünün insanlarının elleriyle ancak, gelecekte açacak çiçeklerin şartlarını iyi anlayan bilen bahçıvanlarının kollarında o günün şartlarına uygun olarak yetiştirilecektir. Geleceğin nesli, bugünün insanlarının geçmiş masal ve destanlarının gölgesinde kalmadan, kelime ve kavramlar yerli yerinde yerleştirilerek, dengeler arasında gidip gelen ve genellikle de kuytu bir ortamı tercih edip, yarın kenarında savrulmaya yüz tutmuş bir beynin tekelinden çıkarılarak, dünyanın tam ortasına insanlık alfabesini yazacak yüreklerle inşa edilecektir.
        Erol KEKEÇ/11.10.2018


10 Ekim 2018 Çarşamba

TOPLUMSAL KONTROL MU YOKSA BASKI MI?




Toplumsal kontrol ile toplumsal baskı ve mahalle dikizciliğini birbirinden ayırmak zorundayız. Toplumsal kontrolde sağlıklı bir yapı var, diğerlerinde ise ciddi anlamda bir hastalık vardır. Toplumsal kontrol, haberdar olma, yardımlaşma, sevgi saygı ve dayanışma duygularını içinde barındırır ve biz duygusundan kaynaklanır. Oysa Toplumsal baskı ve mahalle dikizciliğinin kökeninde ise, ayrışmaya ve farklılaşmaya giden insanların baskı ve zor kullanılarak tek tipleştirme ya da onları herkesin gözünde ifşa edecek olumsuzluklar bulunur. Dolayısıyla toplumsal yaşam için, kontrol zorunlu ve kaçınılmaz iken, toplumsal baskı ve mahalle dikizciliği hayatı yaşanmaz kılan birer vebadır.
Her toplum yaşamsal sürekliliğini kendi genlerinden gelen kültür ve değerler aracılığıyla sağlar. Değerlerin içinin boşaldığı ve kültürün sadece bir isim olarak varlığını sürdürdüğü ancak hayata dair söyleyecek bir sözünün kalmadı ortamlarda kültürel yozlaşma başlar. Kültürel yozlaşma tamamıyla kendi iç dünyasına hapsolan ipek böceğinin kendi kendini boğarak yaşamsal imkanlarını imha etmesi gibidir. Yaşamsal ağların hangi damarlardan beslendiğini bilmeyenler damarları yok ederek, sadece gövdesiyle bir ağacı yaşatmak isteyebilirler. Bu durumun imkânsız olduğunu anlayarak toplumsal gerçekliğimizi ele almak zorundayız.
Kültür ve değerler, bir toplumun ortak ideallere yönelmesini sağlayan en önemli etkendir. Değerlerin genetiğinde bağlayıcılık ve ortak hedef birliği oluşturma vardır. Bu ortak hedefler, toplumsal kimlik oluşumunu besleyen gıdalardır. Bu gıdaların değerler metabolizmasından uzaklaştırılması, değersizleşen ve hiçbir değeri olmayan bir değerin, varlık sahnesindeki işlevinden rahatsızlık duyan nesiller türer. Bu gidişi yok etmek ve toplumsal kimlikle varlıklarını geleceğe haykıran toplumlar olmak için, değerler bünyesine karışan lağım tellerinin çok incelenip sık dokunarak, bir kilim gibi estetik ve canlı olması gerekir. Estetik yönü olmayan ve insana bir yük gibi algılanan değerler, varlık sahnesindeki miadını çoktan tamamlamıştır.
Eskiden mahallemize çıktığımızda, herkesi sorma ve onlardan bir şeyler öğrenme yaşlılarla hasbihal etme gibi bir görev üstlenirdik kendimize ve bunu yaparken de toplumsal bir vecibe olarak algılar tamamıyla içselleştirmemizden kaynaklandığını bilirdik. Oysa geldiğimiz sürece baktığımızda herkes değerlerden bahsetmesine rağmen, değerler doğrultusunda bir denetimden çok, aşağılanmaktan, dışlanmaktan ve mahalle baskısı endişesinden bunları yerine getirir olduk. Bu da gösteriyor ki, anlamsızlaşan değerlerin zamanla toplumsal değişim önündeki en büyük handikaplardan biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu ve buna benzer daha nice olumsuzlukların önüne geçmek ve insanlarımızı uzaklaşan ve kahrolan davranışlardan beri kılmak için, toplumsal genetik dokumuzun varlığını devam ettiren değerler ile, günümüzde bir baskı aracı olarak kullanılanları birbirinden ayırmak zorundayız. Bu ayrımı yapamaz ve hayata aktaramazsak, toplumsal kontrolün çöktüğü ve toplumsal kimlik inşasının yerlerde süründüğü bir hayata şahit oluruz.
Geleceğe nasıl bakıyoruz, nasıl bir toplumdan geliyoruz, hangi değerler, uğruna mücadele etmeyi gerektirir gibi soruların karşılığı aslında bir ferdin toplumsal kimliğini tanımada bizlere ipuçları verir. Yani toplumsal kimlikte asıl olan ortak bir gelecek tasavvuru yapabilmek ve ortak bir geçmişe sahip olmaktır. Ortak geçmişlerini yok edenler, ortak bir geleceği de düşleyemezler o zaman da karşımıza çözümü zor olan denklemler çıkmaktadır. Yani aynı gelecek tasavvuru olmayanların aynı değerlere hassasiyet göstermelerini bekleyemezsiniz. Bu durum bazı insanlarda mahalle baskısı altında yaşıyormuş algısı oluşturur. Bu algıdan kurtulmanın en önemli ve öncelikli yolu, toplumsal algı birliğini oluşturacak ortak zeminlerin ve değerler tanımının yapılmasıdır. İşte o zaman toplumsal kontrol mekanizması, resmi ve siyasal hukuki kontrol mekanizmalarına gerek kalmadan toplumsal birlik ve dayanışmayı sağlar.
Bu açıklamalardan sonra benim söylemek istediğim odur ki, toplumsal kontrol mekanizması ile, toplumsal baskı ve mahalle dikizciliğini birbirinden ayırarak hareket etmek zorundayız. Bu ayrımı yapamazsak su içine atılan tebeşirlerin dağılması gibi kendi birlik ve bütünlüğümüzün dağılmasını izlemek zorunda kalabiliriz. Durduralım dünyayı, hep beraber haykıralım kontrollü bir yaşam ve baskı unsuru olmayan bir değer diye…
Erol KEKEÇ/10.10.2018

ANLAYANLAR ANLATSIN ANLAMAYANLARA!



Yolların kavşak noktasında ya yollar dolanarak gider ya da birçok yavşaklar sizi kuşatır. Dolana dolana zorlukları aşıp dağların zirvesinde olmak mı, yoksa yavşakların kolları arasında can vermek mi, tercih senin, çünkü beyine bedava donanım yüklemiş yaratıcı, yazılımı doğru yerden almaktır senin görevin…
Bahane üretmek ve iblisin yolunu takip etmek her zaman kolay olanıdır, kimse Âdem olup, adam gibi yaşamak istemez, nedense böyle bir köleliği yazgı görür kendisine…Yazgı diye bir yalanla kendimizi aldatmayalım, beyinsel donanımları yaratan verdi, beynin çalışması için gerekli yazılımları bizim yüklememize bıraktı, bizim yazgımız yazılımlarımızla aynı fabrikadan gelir, o halde yazgı diye kendimizi kandırarak yükümüzü hafiflettiğimizi sanarak rahat bir nefes alıp koltuğa kurulmayalım. Kurulduğumuz koltuk İblisin danışma meclisi kurduğu danışma heyetinin dinlenme yeri olan, aldatılma ve aldanma numaralarının havada uçuştuğu yerin adıdır.
Yüreklere kement atılmadıysa, kulaklara kurşun dökülmediyse, gözlere perde çekilmediyse, yüreklerde şeytan hipodrom kurmadıysa, yollar her zaman açık ve gidilecek yer de çok yakın demektir. Bu yakın yolları uzak etmek ve yaklaştırmak insanın kendi dünyasında kurguladığı düğümlerin çözülme ve açılma ihtimaliyle doğru orantılıdır. Düğümlenen zihinsel bilgi formatlarının kutup başlarını biraz kazıyalım, yeniden bir kısa devre yapalım ondan sonra ateşleme var mı yok mu bir bakalım…Ateşleme gerçekleşiyorsa hala ümit var demektir, yok eğer kısa devre için hiçbir belirti yoksa, o zaman beyinsel donanımların çalışması için yüklenen yazılımların tamamıyla değiştirilmesi ve yeniden formatlanarak kullanılmamış bir yazılım alınmalıdır.
Arada bir zihinsel karışıklıklar ve eylemsel dışlanmışlar oluştuğu zaman karşımıza çıkan her kavşak noktasında postu yere atmış yavşaklar topluluğu etrafımızı kuşatır. Bu yavşaklar grubunun en belirgin yanları yavşayarak hep kavşak dönmeleridir, o halde kavşak noktası deyip geçmemek gerekir, çünkü tüm yavşama belirtileri buralara gizlenmiştir. Kuralsız yaşamın gizli tanıkları olan bu sınıf, hiçbir kuralın ne tarafında duracaklarını belli etmezler. Çünkü kural olduğu zaman genleşme katsayıları yükseleceğinden yavşamaları zorlaşır. Yavşamak hayatlarının rotasını belirleyen zavallı amipsel ve tek hücreli yavşaklar zebellasından seçilen bu zibidilerin korumak ve kollamak zorunda oldukları ilkeleri olmadığından aman ha kavşaklarda durduğunuzda etrafı iyi bir elekten geçirin yoksa kavşak dönmek isterken yavşaklar sizi kevaşeye çevirir.
Yıllardır ortaya çıkmasın diye gizlediğim yavşaklık haritasının kürre biçimini elime aldığımda almaz olaydım. Aynen bir küre gibi öyle bir dönüyorlar ki, ne taraftan hangi yöne döndüklerini de anlamıyorsunuz. Onun için tüm haritaları parçaladım ki, yavşaklar topluluğundan haritada noktalanacak hiçbir yer olmasın diye…
 Dolanda gel, dolanda gel, dağların zirvesinde kocaman bir soluk var, soluksuz kalanları bağrına basmış, Ana gibi bir gök kubbe yatar…Sen de kavşaklarda avlanmazsan yavşaklara, orada kucak açmış bir yatak var  
Erol KEKEÇ/09.10.2018


9 Ekim 2018 Salı

NEREDE NE ZAMAN HANGİ GENÇLİK!


Beyinleri geçmişin ve tarihi kalıntıların tortularını taşıyan bir vagon olan gençlik değilse amacımız, bugünden geci yok, ayağa kalkıp kendimizi bir yoklamak ve kendimize gelmek zorundayız. Gençlik sorunları sürekli konuşularak çözüme kavuşacak bir problem değildir. Gençlik çalışmaları, hayatın içinde inandırıcı eylemlerden, merhametten, sevgiden ve kuşatıcılıktan geçer.
Ülkemiz geneline baktığımız zaman, düşünce inanç ve ideoloji ayrımı yapmaksızın tüm sivil kuruluşların mutlaka bir gençlik çalışmalarının olduğunu görmekteyiz. Bu çalışmalar bu kadar geniş kitlelere yayılmasına rağmen, acaba neden istenilen doğrultuda bir sonuca gidilmemektedir. Bunların çok ciddi ve gerçekçi nedenlerine ulaşmak gerekir. Zihinsel kalıpların donanımları her uyarıcıyı çekmeyen ya da ne olduğunu anlamayan zihinler bu çalışmaların herhangi bir noktasına olumlu ve verimli katkı sunamazlar. Öncelikle yapılması gerekenler, bu çalışmaların herhangi bir noktasında bulunanların sahip olduğu bilgi eylem ve düşünce atmosferi irdelenmeli ve bu yaşamı ne kadar kuşatacağı ele alınmalı, ondan sonra kurulan doğru denklemlerle start verilmelidir.
Bir fizikçinin ya da kimyacının laboratuvar ortamında incelediği madde gibi gençliği algılamaktan çıkmalıyız. Çünkü gençlik dinamik bir yapıdır. Nerede ne zaman ne yapacağını kestirmek çok zor olan karmaşık ve bir o kadar da sade olan bir denklemdir. Karmaşıklığı onun anlaşılmaması ve onu anlamak için anlayacak bir hazırlığa sahip olmamaktan kaynaklanır. Sadeliği ise, çok rahat değişime açık olması ve ikna olacak değerlerle kuşatılmış olmasıdır. Gençliğin hayatında onu değişimde direnişe sokacak çok az sabiteleri vardır. Bu da gençliğin çok önemli yanıdır.
Hayatın doğasına uygun olmayan her çırpınış, çırpınanı kendi göletinde boğar. Bazı hayvanlar harekete duyarlıdır. Örneğin, bir kedinin bakışlarını nereye taşımak istiyorsanız onun hareketli bir noktaya yönelmesini sağlayın ve o hareketin kaynağını gösterin yeter. İnsanları, harekete duyarlı bir varlık gibi düşünerek nerede tıngırtı orada buluntu şeklindeki basit ve sıradan bir yaşamın kollarından kurtarmak zorundayız. Gençlerimiz, kendi dünyasını keşfeden, zaaflarını ve yetilerini bilen kavrayışla içten yanmalı bir araç gibi hayatın gemisine bir kaptan olarak yetiştirecek duruma gelmeliyiz. Öncelikle bu algıya sahip bir ekip oluşturmak gerekir. Her insanın işi değildir eğitim ve yönlendirme. Kendi hayatımızın olumsuzluklarını ve ideolojik saplantılarını hayatın olmazsa olmazları gibi bilen ve karşısına da bunları ideal bir değer gibi sunan, sıradan demode olmuş hayatların ve anlayışların kıskacından kurtulmak zorundayız.
İnsan üzerine bir projesi olanlar, İnsanın, anlama, kavrama, sevme, itibar kazanma, kendini ifade etme, özgürce yaşama gibi bireysel insani özelliklerini dikkate almak zorundadır. Çünkü insanın ferdi boyutu, toplumsal boyutundan önce gelir. Kişilik insanın bu özelliklerinin toplamından oluşur. Nasıl ki anne ve babalar çocuklarının kendilerinin bir kopyası gibi yetişmesini istiyorlarsa, sosyal oluşumlar da etraflarına topladıkları insanlarda kendi toplumsal kurumsal kimliklerini taşımalarını istiyorlar ve her tarafta o kimlikle ifade edilmelerine ağırlık veriyorlar. Bu anlayışlarla, insanların doğasına uygun olmayan ve “insana ancak emeğinin karşılığı var” buyruğuna aykırı uygulamalarla onları yönlendirmek ve bir kaptan olmalarını sağlamak imkansızdır. Her insanın doğasında olan, kendisini rahatlıkla ifade edeceği ortamda bulunmak onun en büyük arzusudur. İnsanın bu yönünü dikkate almayan bazı ebeveynler, iş ortamında hep kendisi söz sahibi olduğundan ve çocuklar da o ortamda bir gölge ya da uydu olarak kalmaya devam ettiğinden onların yeteneklerinin olmadığından yakınır durur. Oysa orada çocuklar kendi bilgi beceri ve donanımlarını istedikleri gibi kullanmadıklarından kendi dünyalarında çatışmalar yaşarlar, zamanla da bir anlaşmazlık başlar ya kendi işlerini kuramaya yönelirler ya da başka ortamlarda çalışmak isterler. Bunun en önemli nedeni gençler değil önceki kuşağın bilgiçliği ve dayatmaları olarak da görülmesi gerekir.
Yani diyeceğim odur ki, hayatın ortağı ve taşıyıcısı olacak gençlerimizi bir masal kahramanı olarak yetiştirmekten vazgeçelim. Masala dönüşen bir hayatın reel yaşamda karşılığı yoktur. Reel, inandırıcı ve bir bilgi doğrultusunda doğru adımlar atmadan, doğru bir yapılanma modeli oluşturmamız da düşünülemez. Söylemlerimizin içeriği ve hayatta görmek istediğimiz ekran boyutu ancak bizim çelişkisiz tutarlı ve güvenilirliği olan bir manifesto ile gerçekleşir. Bu hayat ekranının daima, yeni ve albenisi yüksek herkesi kuşatan bir boyutunun olmasını istiyorsak, tüm alt yapımızı ona göre oluşturmak zorundayız. Bir başlayalım bakalım nasıl olacak anlayışları çaresizliğin ve karmaşık bir zihin yapısının ifadesidir. Düşünceleri sağlıklı, hedefleri belli olanlar, belli bir yöntemle, zamana yenilmeden ve rüzgarların estiği yöne göre yön belirlemeden istikrarlı adımlarla az da olsa gidecekleri yola çıkarlar. Şunu unutmayalım ki, kervan yolda dizilmez, kervan yolda ancak büzülür. Kendi kabuğuna gömülür ve çaresizlik sendromları yaşar.
Düşünce ve eylem boyutunu tamamlayan gençlerle, aynı gök kubbenin altında farklı nefesleri soluyarak aynı yürek atışlarını oluşturmaya ne dersiniz…Yolunuz açık olsun, dağlar yoldaşınız olsun…
                                                                                                      09.10.2018/Erol KEKEÇ

GENÇLİK DEĞİŞİM VE DİNAMİZM



Gençlik ve değişim günümüzde çokça üzerinde durulması gereken elzem konulardan biridir. Gençlik bir nehirin coşkulu hali ya da gereğinden fazla su taşıyan bir sel suyu gibidir. Bu suların varlığından değil, nasıl ve hangi alana kanalize edilip edilmediğinden endişe duymalıyız.
Yetişkin kuşaklarımız ile gençler arasına kurulan sanal duvarların yıkılması zorunluluktur. Bu duvarlar, yanlış gelenek görenek, kültürel din algısı, mahalle baskısı, zihinsel karakollar, yeniliklere kapalılık, gelişen çağa ayak uyduramamak, dayatmacı aile kuralları ve negatif bir bilgi transferi, hayatın kanunu sanılan yanlış ve doğru olduğuna bakılmaksızın atalar dini vs. Bu duvarlar yıkılmadığı zaman gençlerimizle aramızda köprü kurulamayacak onlar ile bizim aramıza, elimizi uzattığımızda yetişme imkanımızın olmadığı derin sular girecek.
Nereden nasıl başlamak gerekir diye düşünmeye başlayıp hareket etmeyi beceremeyen bir kırkayak durumuna düşmeden en yakın yerden başlamak zorundayız. Bir toplumu değiştirmek istiyorsanız öncelikle onların kendi aralarında anlaştıkları kelime ve kavramları değiştirin toplum kendiliğinden değişir,” diyen Konfüçyüs’ün bu uyarısını dikkate alarak hareket etmek zorundayız. Gençliğin dili ile bizim delimiz çok farklı o zaman nasıl anlaşacağız diye hiç düşünme gereği duymadan, eski kelime ve kavramlarımızı dayattığımızda, iki farklı uyarıcı kaynak arasında iletişimin gerçekleşmediğini gözlemekteyiz. İletişimin kurulmasını engelleyen nedenler arasında da iletişim kanallarının ya tıkandığını ya da manyetik dalgaları iletemeyecek, iletken olmayan deforme olmuş kanalların olduğunu görmekteyiz, zaman durup düşünmek ve bir karar vermek gerekiyor ya kendimizi yenileyeceğiz ya da gençliğimizin ıslak elden kayan balık gibi avucumuzdan kayıp sulara karıştığını, hiç de müdahale edemediğimizi görerek ahlar ve vahlar çekerek dizlerimizi döveceğiz.
Dünya daima hareket halinde bizler de bu hareket halinde olan gezegende canlı varlıklar olarak hareketimizi devam ettirmekteyiz. Dün geçti gitti, yarın gelmedi oysa bugün elimizde o halde kalkıp bugün bir şeyler yapmak zorundayız. Dün yaşayan bizler bugün de varsak bugün bize katılanlara dün yaşadığımız hikayelerimizi anlatarak onları bunaltmadan kalan yolumuzda nasıl bizlere katkı sunabilirler, bizler de nasıl onlara birer ışık olabiliriz onun üzerinde kafa yormamız gerekmektedir. Gençlikle yetişkin kuşak arasındaki ilişki, bilimsel bilginin başlangıç aşaması ile şu an geldiği nokta arasındaki ilişki gibidir. Bilimsel bilginin geldiği noktanın ve devamlılığın ulaştığı aşamayı ilk başlangıç noktasından daha kötü ve sorunları çözmede eskisinden daha geride olduğunu iddia etmek ile, gençlik ile yetişkinler arasındaki ilişkide de daima eskilerin dediğinin ve sahip olduklarının daha ilerde olduğunu söylemek arasında hiçbir fark yoktur. Hayatın ve bilginin daima sona en yakın olanının daha iyi olduğunu anlayarak hareket etmek zorundayız.
Bir üretimin başladığı an ile bitime yakın olduğu an arasında bir kıyaslama yaptığımızda nasıl bitme aşamasında üretimin daha kompleks bir yapıya büründüğünü ve daha fazla bilgi barındırdığını, içleminin fazla olduğunu görüyorsak insanda da durum böyledir. Mantıkta terimlere baktığımızda en kompleks ve karmaşık terimin içlemi en fazla olan terim olduğunu görmekteyiz. Yani bir terimin özellikleri artıkça sahip olduğu özellikte ona paralel artış göstermektedir. İşte bu örneklerle anlatmak istediğim de, gençlerimize yaklaşırken onların bizlerden daha çok özellik barındırdığını ve bize göre daha fazla birikime sahip olduklarını bilerek hareket etmemiz gerektiğidir. Nasıl ki bir bitkinin kökü olmadan farklı türlerinin olması söz konusu değilse, insanın atası ecdadı olmadan da bu günlerinin olamayacağını ancak bugünün ise daima geçmişin gölgesinde bir yaşama mahkûm olmaması gerektiğini anlayarak yaşamak gerekiyor.

Yetişkin kuşağın üzerine düşen en büyük görev, nehir olarak coşkuyla akan gençlik enerjisinin heba olmaması için, nehrin yatağında suyun akışını önleyen ve kontrolsüz bir sel baskınına dönüşecek enerjinin yatakta amacına uygun akmasını engelleyecek, çör çöp yabancı ve zararlı olan ne varsa onları temizlemek ve gençlik enerjinin hedefinde akmasını sağlamaktır. Böyle değilde sürekli bentler kurarak ve duvarlar örerek suyu göl haline getirerek farklı alanlara çevirmek ve istediğimiz yerde kullanmak varsa hem kendimizi yok ederiz hem de gençlik enerjimiz boşuna heba edilmiş olur.
Ortaya koyduğumuz programlar değişimin yönüne uygun ise, o zaman değişimle programlar arasında bir uyum olacağından olumlu sonuçlar beklemek hakkımızdır. Ancak değişimin yönü ile programlar arasında yakından uzaktan bir ilişki yoksa ve de hep dayatmacı bir geçmiş gençliğin sırtına vurulmak isteniyorsa, orada yıkım kaçınılmaz olur. Gençliği bağımlı hale getirecek fiziki sosyal ve psikolojik uyuşturucuların etki alanından çıkarıp, hayatın bir parçası ve bağlısı haline getirmeliyiz. Bir hayatın bağlısı olmak için onun aktif oyuncusu olmanız gerekir, hiçbir figüran ve seyirci hayatın bağlısı olamaz, onlar ancak bağımlısı olur. Bağımlı bir gençlik geleceği teslim edemeyecek kadar hayatın ve dünyanın dışında yaşamaktadır. Siyasetten, eğitime, aileye, güvenlik birimlerimize kadar böyle bir gençlik tasavvurumuz var, bu anlayışlarımızın temeline dinamit koyalım gençliğimizle aramızdaki tüm engelleri kaldıralım ve onları hayat oyununda aktif katılımcı ve danışma kurulu üyelerinin merkezinde ve her yerinde beyinlerini kullanacak neferler olarak görelim.
“Su akıp gittikten sonra testi doldurulmaz” bunu bilelim, yıllara dayanan acı ve ıstıraplarımı sizlerle paylaşmak istedim. Yanlış yol ve yöntemlerle doğru sonuçlara gidemeyiz, gençlerimizi sahiplenmeyelim onları cidden sevelim. Biz sevgi ve yakınlığı, sahiplenmekle birbirine karıştırdık ve o şekilde onlara yaklaştık. Sahibi olduklarımızı istediğimiz gibi tasarruf etme yetkisine de sahip olduğumuzu düşünürüz. Gençlik bizim tasarrufumuzda olan ve istediğimiz gibi kullanılacak bir obje değildir. Öncelikle onların aktif bir süje olduğunu anlamamız gerekiyor. Süje kendi varlığını başka etkenlerden bağımsız ortaya koyduğu zaman anlam ifade eder ve kendini, kendisi ifade edecek donanıma sahiptir. Bu donanımlar yaratıcının yaratırken yüklediği donanımlardır. Bu donanımların yazılımlarını da o donanıma uygun yerleştirmek için yardımcı olmak bizim görevimiz, ancak bizler hep o donanıma uygun yazılımı değiştirerek kendimiz bir yazılım yüklemeye çalışıyoruz. Ey ebeveynler, eğitimciler, siyasetçiler, velhasıl-ı kelam bu alanda kendilerini yetkin ve etkin gören herkes aklımızı kullanmayı ve kendimizden başlayan değişimi geciktirirsek, şunu bilelim ki aramıza seller girdiği zaman, Nuh (as) gibi, ey evladım! gel sen de bu gemiye bin bizimle birlikte ol dediğimizde ben bu ağaçlara sığınırım onlar beni korur diyecek gençlerimizle baş başa kalacağız.
2015 Yılında “Gelenek ve Modernizm arasında Gençlik” araştırmamızın öngörü ve genel değerlendirme kısmında da bu konula ağırlık vermiştik. Gençlerimiz bir yere gitmiyor, acaba bizler neredeyiz bunun irdelenmesi gerekir demiştik. Bugün de ona benzer bir çağrı yaparak daha fazla ayrıntılara inmeden bu makaleyi burada noktalamak istiyorum. Bizim kendimizden uzaklaştırdığımız gençliğimiz, bir yere ait olmak ve sosyal bir aidiyet oluşturmak için farklı ortamlara gidiyor ve yaşamın orada daha iyi olduğunu anlatıyorsa, demode olan yaşam tortularımızı hayattan uzaklaştırmanın ve gençlerimize pragmatik yaklaşımdan uzak kuşatıcı merhamet ve ufuk açıcı kanatlarımızı açmak zorundayız. Vakit geçiyor sular akıyor bu testilerle bu nehirden su alınmaz testileri değiştirmenin tam zamanı şimdi….
                                                                                   Erol KEKEÇ/08.10.2018

Bütünle başlayalım işe!

Toplumsal yaşama bütüncü yaklaşmanın faydaları, her zaman toplumsal problemleri doğru anlamaya ve doğru çözümler sunmaya götürür bizleri. Sistemsel sorunların parçalardan oluştuğunu düşünmek ve ona yoğunlaşmak, gerçek sorunu tespit etmede en büyük engeldir.
Bir hastanın gözle görülen bir hastalığı var ancak bu hastalığın nereden ve nasıl kaynaklandığı bilinmiyorsa onu anlamak için, vücudun tamamı dikkate alınarak, araştırma yapılır. Sorunun kaynağı bulunduğunda da başka olumsuzlukların oluşmaması için, tedavi kontrollü olarak organizmada uygulanır, taki vücut ayağa kalkana kadar, ondan sonra o alanda lokal çalışmalar ön plana çıkar.
Eğer bir kurumsal dokuda ciddi çözülmeler ve kaoslar yaşanıyorsa, kurumun tek başına ele alınıp sonuca gidilmemesi gerekir. Çünkü kurumlar karşılıklı bir eş güdüme göre çalışır. Bir taraftaki olumsuzluk ya da problem, farklı bir alandan ortaya çıkabilir. Örneğin, ekonomik sıkıntılar, ailelerde boşanmalara ve dağılmalara neden olabilir. Ancak boşanmayı sonuç olarak ele alıp, sadece boşanmalar hızla ivme kazanıyor demek boşanmanın neden ve sonuçlarını iyi tespit ettiğimiz sonucunu çıkarmaz. Hatta hiç anlamadığımızı da ortaya koyabilir.
Geldiğimiz noktadan ülke sorunlarına baktığımızda bunun sadece ekonomik eksenli bir sorun olduğunu görmemek gerekiyor. Çünkü eğitim, inanç, hukuk, aile, siyaset, tarım ve hayvancılık, medya, toplumsal denetim yani sistemin bir bütün olarak ele alınması ve öylece ciddi çalışmalar yapılması kaçınılmazdır. Sonuçlara şahit olduğumuzdan buz dağlarının altından akan sulara yabancılık çekmekteyiz. Buz dağlarını gördüğümüzden her tarafın buz olduğunu hatta dağların altında da buzların kaplı olduğuna inanırız. Oysa görünenler sadece görünmeyenlerin üzerine daha ciddi gidilmesi için bir ipucu olması gerekir.
Eğitim sistemindeki sıradanlaşma ve sürekli olumsuzlukları bünyesine yuvalamış bir değişim boyutu, her alanda kıvılcımlara neden olmaktadır. İsteklerinin fireni patlamış bir nesil, doyumsuzluk, haz almama, bağımlılık, inatlaşma, kurallara başkaldırı, dayatmalara isyan, ailenin fonksiyonelliğini öteleme ve yok etme vs. gibi dikkate almadığımız oluşumlar, toplumun her noktasında ciddi problemlerin kaynağı olarak  etken olabilir. Dolayısıyla eğitimin bir bağımsız değişken olarak dikkate alınması hem zorunlu hem de gereklidir. İsteklerinde tatminsizlik başlayan nesilleri avutmak için, ailenin düzeni bozulabiliyor, alenin mesajlarını dikkate almayan nesiller, yanlış ortamlara öncülük edebiliyor, hukuksal alandaki boşluklardan kaynaklanan yeni illegal faaliyet alanlarına yönelebiliyor, Bunları anlamadan diğer alanlardaki yamama usulü sorunları tespit ettiğimizi ve çözüm odaklı sonucu gördüğümüzü söylemek sadece kendimizi aldatmak olur.
Güçlü bir siyasi ve yönetim anlayışının olmaması, toplumsal ve hukuksal denetimsizliklere yol açar. Yani siyaset deyip geçmemek lazım çünkü siyaset bir toplumda en aktif olan ve sürekli içten yanmalı motorlar gibi kendisini yenilemesi gerekir. Lokomotif görevi üstlenir. Lokomotifin işlevsizleşmesi demek diğer vagonların yürüme ihtimalinin olmadığı anlamına gelir. Siyasal otoritenin güçlü olmasından kasıt, kendi hegemonyasını dayatarak kayıtsız şartsız kendisini benimseyen ve fanatik taraftarlar oluşturması değildir. Güçlü siyasetin olduğu ortamların en açık yansıması, diğer kurumların işlevini en güzel ve sistematik olarak yerine getirmesidir. Eğer bir toplumda Aile dağılıyor ve sürekli boşanma davalarına bakan mahkemelerdeki hakimlerin sayısı artıyor, ya da hakimlerin bakmak zorunda olduğu boşanma dosyaları çoğalıyorsa bunun sebeplerinin toplumun değişim süreci ve değişim talepleri dikkate alınarak incelenmesi gerekir. Bu süreç ve getirdikleri dikkate alınmadan bu soruna da kalıcı ve köklü çözümler bulmak mümkün değildir.
Etik yaşamın gün geçtikçe albenisini kaybettiği ve gemisini kurtaran kaptan anlayışı ile insanların bireyselliğinin ve kendi çıkarlarının öne çıkarıldığı ve önemsendiği bir ortamda, sizler tarım ve hayvancılık konusunda insanlarımızın zamanlarını buraya vererek ciddi ve köklü üretimler gerçekleştirmesini bekleyemezsiniz, beklersiniz ama boşa beklemiş olurusunuz. Köylünün en az üç ay bekleyerek elde ettiği ve sattığında da bir şeyler kazanıp kazanmayacağını bilmediği belirsiz bir geleceğe ömrünü heba etmesini bekleyemezsiniz. Toplumsal etik o kadar hızlı bir dejenerasyona uğradı ki, bu süreç, bazılarını günlük, haftalık aylık ve yıllık zenginler olarak ortaya çıkardı. Bu zenginlerin hayatlarını her gün haber yapan nerede olurlarsa olsunlar, paparazzilerin bunların cazip hayatlarını anlatarak topluma pompaladığı bir süreçte toprağa bağlı insanların devamlılığını istemek sadece bir istek olarak kalır. Dolayısıyla etik yozlaşma ve çözülme ile kırsal yaşamın da hızla değişimi arasında bir bağlantıyı görmeden neden biz o alanlarda yetersiz kaldık diye sorgulamak sadece avunma seanslarını yaptırır bize…
Bu örnekleri vermemdeki asıl gayem yani demem o dur ki, bir toplumda sistemsel dönüşümler ve değişimler dikkate alınmadan parçalardan yola çıkarak ya da parçalarla ilgili reformlar yaparak toplumsal gelişmeye giden yolları araladığımızı sanmayalım…Toplumsal gelişme için, öncelikli olarak mana bütünleşmesi toplumsal gelirin GSMH’ye katılanlar arasında adil paylaşımı ve rahat yaşayan toplumun omurgasını oluşturan orta sınıfın genişlemesi ve büyümesi kaçınılmazdır.
Böyle bir ortamda, ancak sorunların kalıcı çözümlerle sonuca gittiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla toplumsal bütünlük dikkate alınmadan yapılacak her baypas çalışması bir organın yavaş yavaş ölüme mahkûm edilmesine neden olur. Bizim yaşadığımız ortamda da sadece bir parti meselesi ya da ekonomik mesele gibi bir doğrultuda sorunları ele almaktan vazgeçelim ve kalıcı köklü bütüncü yaklaşımlar ortaya koyalım. Toplumsal sorunlar tam tümevarımsal bir araştırma yöntemi ile ele alınmalı ve en küçük etki edecek bağımsız değişkenler dikkate alınarak çalışmalar yürütülmelidir. Yoksa geçen, zaman olacak, yine sorunlarımız başımızda dağ gibi birikerek bizleri ürkütecek…Haydi Başlayalım! tam zamanı; birlik beraberlik ve bütüncül bir yaklaşımla yola çıkmak için…! 

08.10.2018/Erol KEKEÇ

5 Ekim 2018 Cuma

NEDEN BATAR GEMİ (!)



1.İşini bilmeyen kasabın bilmem ki nereye batar masadı…
2.Savurgan şehvetperest bir yürek sanki kavağa çıkacak,
3.İhanetin olmaz ki hiç adaleti, kuşatır mı kimseyi merhameti
4.Yürü be koçum seni kim tutarın gazı, süpürür götürür feraseti,
5.Her işte varsa bahanen, firenin patlar kimse durduramaz seni,
6.Tek doğru sensen alemde, bulunmaz hiç derdinin ilacı,
7.Herkes düşmansa önünde, kim kurtarır seni, yok ki kimsenin kalkanı;
8. Çamurdansa adamın mevki makam onun işi, çamurlaşır bekleme başka bir şeyi,
9.Dünü savuran rüzgâr, bugün esiyorsa fırtına, kim bilir yarın ki, esecek tufanı,
10.Kararan gök altında Güneşse beklenen, Gecedir gelen günün habercisi,
11.Din kalkan, ebet yaşamaksa dünya yeri, bil ki marifetin kar etmez gayri;
12.Bilgilerin tekse etrafa yayanı, bilgisiz kalmak her zaman daha iyi,
13.Kim hain, kim düşman sınır tanıyorsa kelimeler, bil ki ömür boşa gitti,
14.Heba olursa nesil, sefil kalır memleket, baykuşlar bekler viraneleri,
15.Birileri hep kar ederken birileri de feda ederse, bombalanmıştır fedakârlık demek ki,
16.Aklı selim kovulursa mektepten, merkepler anırır her tepeden, boğulur Hakkın sesi;
17.Ene ile başlarsa kelam, sana neyle biter kitap sanılan manifesto müsveddesi,
18.Kabuk bağlayan dünyalardan çıkılmazsa dışarı, filiz vermez en has tohum tanesi,
19.Taşlaşırsa yürekler, doğayı tahrip eder, sonra kimse alamaz bir soluk nefesi,
20.Garip gönlüm durmadan eser içinde, bir yuva kuramaz ormanın kuytu bir yerinde;
Yirmi adımda geldim buraya, Kırk adımda dilim durmaz, yemin edilen kalem gibi çağlar Hakkın yolunda…

Erol KEKEÇ/05.10.2018