29 Haziran 2008 Pazar

BİR MİRASTIR

Cesur olanlar sonsuza varmak için görür,kuşkuya kapılmadan yerlerine yerleştirir,yanlış ya da hatalı olanlardan kaçar dersek bir doğruluk payı vardır.Kararların netleşmesi gerekir karardan önce bilgi şarttır.Bilindikçe her şey şeffaflaşır,o zaman her karar net ve kristal olur.Karardan sonra bilgi olmaz,varsa böyle bir yaşam orası melankolik bataklıktır.Bataklıkta neresine basarsam batmam demek doğru değildir ne tarafa basılırsa orası batacaktır.O halde sonsuz özlemi olanlar,paranoyak nöbetlerinden kurtulmalıdır.Bunun için bilgiye muhtaçtır,hiç bilenle bilmeyen bir midir?
Cahil cesur olur deyimi akla ve mantığa terstir,ancak pusu kurarak sansar gibi punduna getirmeye çalışır.Akıllı ve cesur insanın kararı net ve devamlıdır.Her ne kadar Merhum Cemil Meriç,düşüncenin kuduz it gibi kovalandığı bir ülkede ne düşünceden ne de düşünce adamından söz edilebilir dese de bazı deliler vardır ki onlar düşünce delisidir.Öğrenmeden yapamaz,bilmeden karar vermez,sonsuz özlemlerini sonlu varlıklarla paylaşmak için yaşar…
Bu gün ve yarın arasında bağlantı kurulamayan bir toplumda insanın ne söylediğini çok iyi bilmesi gerekir.Söylenmemiş her söz yeniden araştırılabilir,ancak söylenmiş yanlış bir sözü düzeltmek ise çok zordur.O halde söylenmemiş her söz akıllı insanın esiridir, ama ifade edilirse,yanlış algılandığı ya da yanlış temellendirildiği zaman insan onun esiri olur.Esir olmak kadar acı bir şey var mıdır?İşte cesur insan esaretin tüm zincirlerini kırmış özgürce,kuşku duymadan net kararlar verebilen insandır.
Yanlış anlaşılmasın statükoyu savunur yanımız yoktur, ancak değişmenin özde değil de gelişme, ilerleme ve hatalardan dönme boyutunda olacağını savunmaktayız. Cesur insan bilge olmak zorundadır, düşüncesiz bir tarihin ne kadar yaşadığını anlatmaya gerek yok, düşünce olsaydı zaten tarih olmazdı. Tarihi sadece okuyoruz ama bilge insanlar ışığıyla her gün önümüzü aydınlatıyor, aydınlattıkça ışığı Güneş gibi parlıyor.
Politik arenalarda, düşüncesiz insanların, düşünenleri eleştirmeleri bizim açımızdan çok kısır, eğer onlar bilge olsalardı, detaylı bir sessiz düşünmeden sonra, düşünmeyenler tarafından bu kadar aşağılanmazlardı. Bilge insan, esiri olacağı temellendirilmemiş sıradan bilgileri evrensel doğrular gibi yıllarca borazanlığını yapıp, bir anda hayatından atmaz. Çünkü bu tarz eylemler döneklikten başka bir şey olamaz. Bilge insan yaşadıkları ile düşündükleri arasında çelişkilerin olduğunu gördüğünde, kaygılanmadan hangi taraf doğru ise ona yönelir. Yanlış olanı da korkusuzca paranoyak tavırlardan uzak bir şekilde hayattan uzaklaştırır. Ancak bu çağın yaşam tarzında böylesi bir yiğitliği bulmak oldukça zordur.
Evrende değişmeyen tek şey değişmenin kendisidir, her şey değişmekte; insanın yaşı, soluduğu hava, içtiği su, oturduğu ev, bindiği araba, yediği yiyecekler sürekli değişirken, değişkenlerin değiştiği dikkate alındığında bağımlı değişken insanın değişmemesi mümkün müdür? Elbette hayır, ancak hiçbir zaman siyah beyaz beyazda siyah olmaz. Olursa bu cahillikten ve döneklikten başka bir şeyle adlandırılamaz… Cesur ve bilge insanlara ihtiyaç duyulan bir ortamda, algılama ve kavrama hastalıklarından kurtulmak gerekir. Olayları, herkes olduğu gibi değil, anlamak istediği gibi algılamaktadır. Bu idollerin varlığı dinamitlenmediği sürece tabi ki düşünce adamları kendini ifade etmekte zorlanacaktır. İnsan sayısı kadar karakol ve her karakolda hazır kıta bekleyen jandarmalar vardır. Bu jandarmaların baskısından korkmadan, sağlam temellere dayandırılmış bilgiler, bilge adamın cesur ve korkusuz, kararlı adımlarıyla, zihinsel karakolları yıkacak ve özgür dünyada kuluçkaya yatacaktır. Cesur insanlara armağan bilgelik küçük yavrulardan alınan bir mirastır unutmayın..

Yıl: 11.03.2004
Saat:14.30—15.00

Kadıköy(F.B.Merkezi)İst
(E.KEKEÇ)

18 Haziran 2008 Çarşamba

PRATİK ZEMİNE ÇAĞRI

"Rabbimiz allah'tır deyip sonrada istikamet üzere dosdoğru olanların üzerine Melekler inerek(onlara derlerki):korkmayın ve hüzne kapılmayın size vadolunan cennetle sevinin."
"Biz bu dünya hayatında da ahirette de sizin velileriniziz.Orada nefislerinizin arzuladığı herşey sizindir ve istemekte olduğunuz her şeyde sizindir."
"Çok bağışlayan çok esirgeyen (Allah')tan bir bağışlama olarak:"
"Ve daha güzel sözlü kim vardır?Muhakkak ben müslümanlardanım deyip,salih amel işleyerek Allah'a çağırandan başka" Fussilet:30-33
Efendimiz sultanımız,koruyucumuz,mürebbimiz,yöneticimiz Allah'tır dedikten sonra istikamet üzere dosdoğru olanların karşılaşacağı bir sondur ancak bu.Allah'ın,korkmamalarını istediği insanlar herekes değildir.Onlar ancak ve ancak hayatlarının bütün birimlerinde yalnızca Allah'ı yegane Rabb ve ilah bilen insanlardır.
Sadece Allah'ı Rabb ilan etmeyen,zavallıların istikamet üzere olacağını sanmak çok komik olacaktır.Efendisi birden fazla olanlar,herzaman yalpalamayı,zikzaklar çizerek hareket etmelerini istikamet olarak ifade etmeye çalışsalar da,istikamet diye bir yola girme ihtimalleri olmayacaktır.
Çağımızın insanını harekete geçiren güç odaklarının çoğalmasıyla birlikte,insanların efendilerinin sayılarında da epeyi bir yükseliş ortaya çıktı.Efendilerin sayısının her geçen gün de bir tane daha artması,günümüzün insanını iradenin kontrolünden çıkararak,insanı kendisine çeken saiklerin kontrolüne terk etmeyi ortaya çıkardı.İşte günümüz insanı saiklerin gölgesinde hareket etmeye çalışan bir varlık olmaktan kendini kurtarmadığı sürece,buynundaki boyunduruktan kurtulamayacaktır.Boyunlarındaki boyunduruklarla,Allah'ın Rabbliğine sığındıklarını söyleyenler kendilerini aldatmaktan başka bir gerçekliği ifade etmeyeceklerdir.
Rabbimiz Allah,Bu ayetleriyle,düşünce ve pratik olarak islamın insanın hayatını bizzat kendisi programlayarak ,doğru sonuca ulaşmanın öncüllerini vurguluyor.İslami hayatın iki temel öncülü,Allah'ı Rabb olarak tanımak ve istikamet üzere dosdoğru olmaktır.Bunlar iki öncül, sonuç bunlara göre ortaya çıkarsa korkmak ve hüzne kapılmak yoktur.Sadece ve sadece sevinmek ve sevinmek vardır.
Rabbimiz Allah'tır diye ayağa kalkan yiğitler!korkmanın eceli önleneye faydası varmı?Oturmanın faydası olacakmı zorluklardan korunmaya?Yürüyün üstüne üstüne zamanın dev vampirlerinin,sömürge çarklarının,emperyalist tuzakların,fitnecilerin,despot zümrelerin,sahtekar hilecilerin,cambazların,dalkavukların,mezar taşı yontucularının,gece baskıncılarının ,din tacirlerinin ve ruhban ruhlu bezirganların yürüyün üstüne üstüne basın mayınlara patlasın,batsın ayaklara dikenler aldırmayın.Korku çığlıklarınızı toprağa gömerek bastırın ayaklarınızla üzerine,zalimlerin enselerine indirin darbeleri,düşsün elleri mazlumların omuzundan,düşsün salyaları yerlere,kendi salyalarında boğulsunlar aldırmayın olanlara....
Durmayın vakit durma vakti değil,olma,atlama,çağırma,hatırlatma,anlatma,katlanma ,sabretme,dayanma,direnme ve yürüme vaktidir.Neden korkacaksınız ki,şayet sizler dosdoğruysanız üzerinize melekler inerek sizleri sürekli müjdelerler...
Allah'ın yardımının kimlere indiğini haber vereyim mi? Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlara inerler.Onlara korku yok onlar üzülmezler.Onlar zamana göre hareket etmezler,zamana göre kılıf değiştirenleri yakından tanırlar,zamanın ve zeminin rengine göre renk değiştirenlerden beridirler.Dalkavukluk tarihinin mirasını sırtlarında taşıyan Yezidin takipçilerine alkış tutmanın intihar etmek olduğunu bilirler.İşte bu yiğitler,vahşi bir ormanda herkesin sesiz sedasız başlatarak ,devam ettirmeye kararlı oldukları,geleneklerinin temeline dinamit koyarak havaya uçururlar.Vahşi hayvanların saldırılarını hesaba katarak, sessizliği bozarak yürümenin korkuyu biraz daha dağıtmak olduğuna inanırlar...
Aldırmadan devam eden yürüyüş,bir mücadelenin yürüyüşüdür.Korkmadan söylenilen söz,HAkkın misyonunu üstlenmiş fidanların şiarıdır.Bizim şiarımız Tevhid,bütün topraklarda ve iklimlerde soğuk sıcak demeden,bunaltıcı ve yıldırıcı komploların tesirinde kalmadan,Hakkı hayatımızda ve diğer hayatlarda dimdik yaşanır kılmaktır.Hakkın yaşanılacağı ortamları gördüğümzde,selam edeceğiz herkese,çünkü biz insanları diriltmek için geldik kimse korkmasın öleceğiz diye...Biz bir insanı diriltmenin bütün bir insanlığı diriltmek kadar güzel bir eylem olduğuna inanan insanlardanız,sadece rahatınızı biraz bozuyoruz hepsi okadar.Şunu unutmamak gerekir ki karanlıklardan aydınlığa birden çıkan her canlı belli bir süre zorluk çeker, ancak karanlıklar aydınlıklara gebe,o aydınlıklara alışmak umuduyla...

yıl:1292
yer:Elazığ
(E.KEKEÇ)

AKILCI OTORİTE

"Dinde zorlama yoktur,doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır.Kim tağuta küfredip Allah'a yönelirse(iman ederse)o, kopması imkansız bir ipe bağlanmıştır.Alah işitendir bilendir."Bakara:256
"Allah iman edenlerin dostudur.Onları karanlıktan aydınlığa çıkarır,küfredenlere gelince,onların dostu da tağuttur;onları aydınlıktan karanlığa çıkarır.Onlar ateş ashabıdır ve onlar orada temeli (ebedi) kalacaklardır."Bakara:257
Bilinçli bir seçim, baskı unsuru olmayan tek yol,iradenin kuşatıcılığına bırakılmış bir umut.kudret çapkınlarından dimağları kurtaran bir güç.Kudret çapkınlarının amaçlarını açık bir ifade ile beyan eden bir ültümatomdan başka bir hakikat midir ki,bunu anlamadan geçelim.
Hür düşünce mektebine çağrı bu nida ile başlar,iradelerini kullanmaya aday bireyleri de Allah'ın ipine sımsıkı bağlanmaya çağırır.Tarihin karanlık anlarını,aydınlık sayfalara aydınlık satırlarla yazma cüretini gösteremeyen tüm insanları bir nebzecik Allah'ın bu ayetleri üzerinde düşünmeye davet ediyoruz.Beşeri safsataların hepsinde de zorlayıcılık özelliği ortak bir payda olarak ortaya çıkar.Bu zorlayıcılık unsuru günümüzde daha net bir şekilde belirginlik kazanmıştır.Beşeri safsataların hareketlenmesine baktığımızda,kudret sahibi olma önemli bir aşamadır.Kudret sahibi olma isteği beraberinde kudreti ele geçirme sürecini ortaya çıkarır.Kudreti ele geçirme sürecine giren insanlar,kendi dışında bulunan insanlara mutlaka baskı yapacaklardır.Bu baskı,bir düşüncenin,dinin ve ideolojinin zorla kabullendirilmesine kadar gidecektir.
Bireylerin, toplumların,düşüncelerin çatışmalı bir hayatı yaşıyor olamsı,kudreti(nüfuzu-otoriteyi)ele geçirme isteğinin bir yansıması olarak belirir.Kudret için çatışan toplumların,hayatlarının fonksiyonelliği,nüfuzlarını korudukları oranda vardır.Daima nüfuz sahibi bir otoritenin,güç odaklarından gelecek tehlike sinyallerini göz önüne alarak yaşamak,ölü olmaktan farksızdır.Ölü bireylerin seçim şansları yoktur.İşte, görüyormuyuz Allah'u Teala,dinin nüfuzunu gündeme getirerek,insanların bilinçlerini ipotek altına alarak,kesinlikle böyle yapmazsanız cezalandırırım diye hitap etmiyor.Otoritenin varlığını bireyin iradesinin altında tutuyor.Bireyin iradesinin fonksiyonlarını yerine getirdiği hayatın, daha gerçekçi ve hakka dayalı bir hayat olduğunu Rabbimiz,"Dinde zorlama yoktur"ayetiyle kulakların pasını ve kalplerin mührünü biraz olsun kaldırarak bize anlatıyor.
İslam ile bunun dışındaki ideolojileri birbirinden ayıran en önemli özellik,İslami düşünce ve hayatın,kendisini ifade ederken zorlayıcılıktan şiddetle kaçınıp,insanların hür iradeleriyle seçimleri yapmasını istediğini görmekteyiz.Beşeri ideolojiler ise,kendilerinin en doğru olduklarını,tüm insanlığın bunu kabullenmesi bir zorunluluktur şeklinde saçmalıklara,bütün bir insanlığın hayatını endekslemeye çalışarak,bireylerin iradelerini yok etmeye çalışmalarıyla tarihe damgalarını vurmuşlardır.
İnsanlığın iradesizliğinin üzerine kurulan otoriteler,akıldan yoksun otoritelerdir.Allah eksenli otorite ise insanların özgür iradesinin kollektif yansıması olarak ortaya çıktığından,akılcı bir otoritedir.Akılcı otorite,insanların hür iradeleriyle seçip,bilinçli davranışlar sergilemesine engel olan güç odaklarıyla çarpışır.Onların varlıkları daima tehlikelidir,bireylerin ve toplumların iradelerinin üzerine çöreklenen bu güçler,aydınlığa açılan kapı ve pencereleri daima kapatırlar.Kör cephede işe yaramayan pencerelerin açılmasını bir tehlike olarak görmezler.Kör cephedeki pencereler,karanlıklarla iç içedir.Zaten insanların bilinç sömürüsüyle beslenen bu güçler,karanlık atmosferde bulunduklarından,zorlamayı tercih etmektedir.Şurası bir hakikattir ki,kendi varlığının meşru olduğuna inanmayan güç odakları,zorlamanın ve baskının kaçınılmazlığına inanır.Bu tür düşünceler, bütün toplumlarda,insanlara ölümü,kanı,gözyaşını,zulmü ve otlaşmayı hatırlatmaktan başka bir işe yaramazlar.Akılcı olmayan bu güç odakları,toplumların fonksiyonelliğini açıklarken,dikkate aldıkları öncülleri;kendilerine herhangi bir eleştiri ve muhalefetin olmamasıdır.
Yeryüzünde kudreti ele geçirmek için mücadele eden toplumların hiçbir zaman baskı ve zorlamadan uzak olmadıkları muhakkaktır.Kudret savaşını veren güç odakları,dincilik kimlikleriyle de varolabilirler.Bu açıdan baktığımızda şöyle bir açıklama kaçınılmazdır.Dindarlık ile dincilik kimlikleriyle,insanlığa kendi arzu istek ve beklentilerini,dini bir hakikatmış gibi lanse ederek,yumruk farklılaşmasına ulaşabilmek için,kudret savaşı veren realiteleri birbirinden ayırmak zorunluluktur.Allah diyor ki,"Dinde zorlama yoktur"ama dincilik kimlikleriyle ortaya çıkıp,insanları Allah'a çağırmada onlara baskı, zorlama ve ölümle sonuçlanacak kadar büyük bir küstahlığı reva gören bir zihniyetin mücadelesi,nüfuz kazanma savaşından başka bir gerçeklikle anlatılamaz.Bu zihniyetlerin kendi açılarından fonksiyonellikleri,insanlara zulmedip kadın,çocuk yaşlı demeden göz yaşını akıttıkları oranda vardır.Böylesi bir anlayışın zulüm üzere kurulmadığını söylemek mümkün mü?İşte islam yolunda adımlamak isteyen insanların, Allah'ın dini ile varolan dinci anlayışların birbirinden çok farklı olduğunu bilerek yola çıkmaları gerekir.
Şunu iyice kavramak gerekir ki,dinin kendi varlık gayesini ve bu gayenin gerçekleşme yöntemini dikkate almadan girişilecek her faaliyet,insanlığa zulümden başka bir şey getirmeyecektir.
Yıl:1992
yer:Elazığ
(E.KEKEÇ)

16 Haziran 2008 Pazartesi

İTİRAFLARIM

Kısacık bir ömrün yorgun savaşçılığına yeşil ışık yakamam ben! Sonsuzluğa uzanan ufkum ve umutlarımı madde barikatlarıyla yıkamam ben…Eşyanın ve metanın ötesinde kıvılcımlanan bir ruhun taşıyıcısı ayaklara sahibim ben ;mücadelemin misyonunu oluşturacak meşalelerin her zaman ve her yerde yanarak ışıklar saçması için,belli zaman aralıklarında küfemin boşaldığını hissettiğim zaman,enerji depolamamın gerekliliğine inanırım ben!...
Ey şu çağın kalleş simsarları!
Kapkaranlık bir dünyanın,tanımsız hayatının taşıyıcısı olmaktan kurtulamamış,komleks düşüncelerin,vurdumduymazlık ve laletaynliklerinden kurtulma mücadelesinin nüvelerini emekleye emekleye tırnaklarımla ortaya çıkarmaya çalışıyorum ben!...
Çilekeş yoldaşa Bir sellektör verirken,
Kaygan zeminlerin,aşınma oranı yüksek,erazyonları çok bir yolun, istikamet sahibi kervanın erlerinden sadece biriyim ben.Mayınlı depremli ve volkanik patlamaların hayli hayli yüksek olduğu bir alanda kendimize ait bir yöntemle mücadele ederken,patlamaların bir çok insanları bıktıracağı ve saptıracağı ekranlarda rollerimizi yerine getirdiğimizin bilincindeyim ben !...
Solmayacak Bizim Gülümüz!
Kınayıcıların arttığını biliyorum, ama ben kınayıcıların sayısının çoğalmasına aldırmadan, yakin bana ulaşıncaya kadar, karar kılmış olduğum yoldan sapmadan yürümem gerektiğine, sözleriyle inanmış biri değilim. Kalbimle tasdik edip, tüm hücrelerime de böyle bir eğitimi sabah akşam hergün vermeye çalışan biriyim…
Ey zamanın dili! Karamsar havaların karbondioksitli gazıyla sarhoşluk ve baygınlık yaşayan ortamların da,oksijenli gazla dirilmeleri için,kalbinde kötülüğe karşı iyiliği,sahtekarlık tohumunun antikorunu,nifak ve tenakuz perdelerini parçalayıp dağıtacak asitli gazları,buz dağlarını eritecek nitelikte,sıcaklığın ve teslimiyetin mutmainliğini kalbinde taşıyan biriyim.Diriliş anının geldiğini, uyuyanlara haykırmaktan mutluluk duyarım ben!..
Yüreklerin dirilmesi için, herkesi uykudan uyandıracak hayat bombasını benimle birlikte yüreklere bırakacak insan! Bir yanardağ gibi, günbe gün kalbimde volkanların patladığını biliyorum. Bir dinamit, bir mayın, bir roket atar patlaması değil benim kalbimin patlaması… Her gün volkanlar patlıyor benim içimde, patladıkça alevleniyorum, alevlendikçe çoğalıyorum, çoğaldıkça içime sığmaz olup dışarıya fırlamak istiyorum. Bitmiyor benim alevlerim, dışarıdan birilerinin tutuşturduğu ateş değil benim yangınım. İçimde benim yangınım, kalbimi sarmış, rüzgârın esmesine paralel azalan ve çoğalan bir alev değil benim ateşim. Kalbime körükler konmuş her an körükleniyor benim ateşim. Sürekli yanıyorum dostum yanıyorum. Beşeri aşkların terennümü değil beni yakan, yaşayamadıklarımın yaşama savaşıdır beni yakan…
Bitmeyen taşkınlıkları sükûnete erdiren mehtaplı gecelerin parıldayan ayı! Gökyüzünde kümelenen sığırcıklar, leylekler, sonsuzluğa özlem duyan turnalar! Haberiniz var mı? Gideni az olan, ayak izlerinin az bulunduğu bir yolun yolcusuyum ben. Bu yolda birilerinin izlerini aramam ben, yürüdükçe dalarım, daldıkça umutlanırım, umutlarım kabuğuma sığmaz, dışarıya fırlayıp sel olup taşmak isterim. Coşkunluklarımı denizlere taşırım bendeki coşkunluk denizlerdedir. Suları dışardan almam fışkıran bir kaynağım, içimden çağlar ve öyle akarım.
Sözlerim bir ahittir Rabbim sen güç ve kuvvet ver! İlahların tasallutuna sırt çevirdim. Emperyalistlerin tuzaklarına mayın döşedim, şeytanın desiselerini rabbime havele ettim. Dünya ve içindekilerin, sevgi ve isteklerini kalbimden söküp atmaya çaba sarfediyorum… Bir kurban olarak tarihi yazmayacak kanlarımın yeryüzüne dağılmasını istemiyorum. Kanlarımın hakikate tanık olarak, insanlığın önüne bir rehber olması için Rabbimden Şehadeti diliyorum, biliyorum Şehadet bir ödüldür layık olana verilir. Layık olmaya çalışıyorum. Yaşayan bir şehit olabilmem için, sürekli vitrin değiştirerek, insanların isteklerine uygun davranarak, bir şey olurmuş gibi ortaya çıkarak tatmin olmaktan Allah’a sığınırım. Tatmin olmaya çalışan biri değil, mutmain olarak yürüyen biriyim.
Tellalların çığırtkanlıklarına kulaklarımı tıkadım arttık,mezar taşı yontucularının,mezar soyguncularının, gece baskıncılarının, yer altı dehlizlerinin yaya yürüyücülerinin şamataları,çığırtkanlıları bağırtkanlıkları kandırmaz beni…Ben kimsesiz Allah ‘tan başka kimsesi olmayan ,bir mazlumun ,insanlığa rahmet olarak gönderilen bir önderin takipçisiyim,kimseler gelmese de kararımı verdim gidiyorum ben!....
Rabbim öyle bir dünyada gözlerimi hayata açtım ki, neredeyse bu dünyadaki mazlum mahrum ve kimsesizlerin çıkardıkları ahların ateşleri gözlerimi yakacak gibi… Bu acıların bir son bulması ve insanlığımın onurunun kirlenmeden kurtulması için, gücümün yettiğince zalimlerle ve vahşet devleriyle mücadeleden el çekmeyeceğime dair, Hâkimlerin Hâkimi Rabbime söz verdim. Yeryüzünde Hüküm onun oluncaya ve Rabbimin benim için tayin ettiği hayat bir noktayla sonuçlanıncaya kadar sadece onun yolunda yürüyeceğim diye…
Ey zaman! Sen söylediklerime şahit ol ki, Hakkın dışında istekler bende hâsıl olurda, onları yaşama aktarma mücadelesi diye bir küstahlık inine girerek, orada zamanı, hayatı ve insanlığımı aşağılayacak bir sümüklü böcek gibi, amipsel bir hayatı yaşamayacağıma dair Allah’a söz veriyorum. Böylesi büyük bir sözün, gücünü kuvvetini pratik hayatımda gösterecek, enerjiyi, dinamizmi, istikrarı, istikameti ve sabrederek dayanma gücünü bana vermesini Mü’minlere rahmeti bol olan Rabbimden istiyorum. O Mü’min kullarına acıyandır biliyorum………………
……………………
…………………….
………………………
……………………….
……………………..
yıl:18.02.1995
Elazığ
(E.KEKEÇ)

15 Haziran 2008 Pazar

KORKAKLARLA OLMAZ İŞİMİZ

      

  Böcekler bir öküzün üstünde bir araya gelirlerse, birkaç adımdan fazla uçamazlar; fakat hızlı bir ata yapışmışlarsa sırf yapıştıkları şeyin üstünlüğünden dolayı rüzgârla yarışır ve Güneşe doğru koşarlar. Canlılar âleminde insanda da durum böyledir.
İnsan nerde ne amaçla bulunduğunu bilmelidir. Amaçları çok yüce olan insanlar mevzilenme şeklini iyi oluşturamazlarsa, hedefledikleri amaçlarına bir türlü varamazlar. Kürenin nimetlerinden yararlanan bu insanların anlayış algılayış ve kavrayış farklılıkları da gün geçtikçe daha bir artmaktadır. İşte bu çeşitlilikler ortamında insanın olmak istediği yeri belirlerken çok dikkatli olması gerekir. Her şeyi ince eleyip sık dokumalı, on eleyip bir yapmalıdır. Yoksa bir öküzün sırtına yapışan böcekten farksız olur hayatı. Öküzlerin manevra gücü ve görüş menzili nedir ki, sırtına yapışıp ondan yararlanmayı uman böceği götürebileceği alanda çok uzaklarda olsun…
            Cüssesi çok küçük ya da büyük olsun fark etmez, ancak hayalleri ve idealleri çok büyük olan insanlar, o hedeflerini yakalamak için iyi mevzilenmeleri gerekir. Yoksa mevzilendikleri yerde silah geriye tepip kendilerini vurabilir. Böylesi bir intihara neden kalkışmalı ozaman, intiharlardan uzak ruhu dar kalıplardan gökyüzüne taşıyacak kadar geniş bir atmosferde, bir turnanın kanatlarının üzerinde ya da bir atın sırtında rüzgâra karşı yarışmak varken…
Sonsuz uzay boşluğunda olunmazlıklara göz dikip, onları reel hayata aktarmayı hedefleyenler kulaklarını gözlerini ve kalplerini iyi açsınlar! Bunları her yerde söylemeyeceğim, fırsat treni kaçtıktan sonra yaya kalabilirsiniz. O halde söyleyeceklerim hayatınıza bir değişim ve dönüşümü taşımalı aksi takdirde tek hücreli amipsel yaratıklardan farkınız kalmayacaktır. Amipler bir başka canlının sırtında hayat boyu yaşamaya alışmıştır, manevra kabiliyeti yoktur. Bulunduğu yere sünger gibi yapışır, yapıştığı canlı neredeyse o da oradadır. Ama hedefi olan insan bir amip gibi yaşamaktan nefret eder, çünkü o tırnaklarıyla Güneşten ışık çalmak, yüreğiyle rüzgârdan hız almak için çıkar yollara. Parmak değil onların varmak istedikleri nokta, hedefleri konaklamak parmağın gösterdiği yıldızlarda… Durum böyle olunca, yakışmaz manevradan yoksun ve görüş menzili olmayan öküzün sırtında konaklamak onlara…
         Dörtnala giden atlar var tökezlemeden, vahşi tabiatta esen rüzgâra karşı özgürce koşan Atların sırtında ya da rüzgârı yararak açtığı yolda gidilirse korkmadan, okyanuslar selamlar insanı karşıdan. Okyanuslarun o haşin dalgalarına göğüs gerilirse aldırmadan, yüzmeyi öğrenir onlardan insan. Zaten insanın derin sularda boğulmamasının yolu da dalgalara karşı kulaç atmasında yatar. Yüzmeyi öğrenmek istiyorsanız, dalgalardan yoksun, mandaların sıcakta serinlemek için girdikleri bataklık sulardan çıkıp, görüş menzili olmayan manevradan yoksun öküzlerin sırtından inip, vahşi tabiatta rüzgâra karşı korkusuzca özgürce dörtnala giden atın açtığı yollarda bir yürek olmalısınız. Ancak o zaman rahatça yüzebilecek bir okyanusa varacaksınız.
Okyanusa varan sizlerin parolası, arkamızda düşman önümüzde deniz, geriye dönmeyi zilletten biliriz ya oluruz ya ölürüz diyerek yürümek olmalıdır. Zaten yaşamak için ölmeyi bilmek gerekir. Ölmeyi bilmeyenler, her an ölecek gibi korkak ve ürkek yaşarlar. Korkaklarla olmaz işimiz, biz ölmeyi bilenlerle ancak yola çıkarız!
(E.KEKEÇ)
Kadıköy/İST

13 Haziran 2008 Cuma

TECRÜBELER PAYLAŞILMAK İÇİN

Yaşadığım hayattan öğrendiğim şu üç önemli hakikati, hayatımın temel felsefesi kılmaya karar verdim. Bu felsefi temellere oturan hayatların, çok isabetli yaşayacakları kanısındayım. Birinci hakikat, yapılacak şeyler çok olduğu zaman korkmayacaksın, ikincisi, yapılacak hiçbir şey olmadığı zaman aceleci olmayacaksın, üçüncüsü ise, doğru ve yanlış üzerine düşüncelerinden, insanlara söz etmeyeceksin.
Yaşanmamış düşüncelerden yola çıkan bizler, şiddetli çatışmaları yaşadıktan sonra, yaşamdan edindiğimiz tecrübelerle, hayatımızı devam ettirmeye karar verdik. Bu kararımızdaki olumlu yönleri başkalarıyla da paylaşmak için, sadece biraz sesli düşünüyoruz hepsi o kadar.
Yapılacak işler çoğaldıkça insanın azmi ve kararlılığı da artmalıdır. Ne kadar çok sorumluluk olursa, o kadar cesaret ve uyanıklık olmalı ve hatta daha da ileriye gitmelidir. Yapılacak şeyler çoğaldığı zaman, bunları yapmak için en az şu kadar zaman, şu kadar da insan olmalı ki, bunun altından kalkabilesin diye düşünenler, eyleme geçmediklerinden hiçbir şey yapamazlar. Oysa bir ucundan tutmak gerekir deyip ayağa kalktığında, o büyük işleri düzenler ve birde bakarsın korktuğu işin sonucuna varmak üzeredir. Gözde büyüterek korku nöbetlerini yaşayanlar öze inemezler. Her işin özüne inebilmek için tüm korkuları yenmek gerekir. Çünkü cevizin kabuğunu kırıp, cevizin özüne inmeyenler cevizin tamamını kabuk zanneder; ancak cevizin kabuğunu kırdığında, cevizin özüne iner ve korku dolu efsaneyide böylece yener. Efsaneler ve sihirli tabular korkunun yoldaşı, cesaretin düşmanıdır. Cesaretin olduğu yerde, tüm sihirli tabular Güneşin görünmesiyle eriyen buz dağları gibi teker teker eriyecek ve bir daha da kimseye büyüklüğünü yutturamayacaktır. Hayat, zorluk duvarına balyoz sallamaktan korkmayan insanların cesaretiyle yeniden düzene girecek ve insana içinde patlamamış çok önemli yanardağların olduğunu da öğretecektir.
Yapılacak işler çoğaldığı zaman, insan kurtuluş ümidi olarak, bahane bulmalara sarılırda, tüm başarısızlıklarının ardında mutlaka bunların varlığına inanmaya başlarsa, orada başarı merdivenlerinin tüm basamakları sökülecektir. Basamaksız bir merdivende, insanın atlayışları, hedefe varmada ne kadar isabetli olabilir. O halde bizim edindiğimiz bu tecrübeler insanlara birer örnek olmalıdır. Kocaman dağlar küçücük kum taneciklerinden oluştular, onları parçalayarak sonuca gitmek için, korkuyu yenmek ve daima taarruzda olmak hayatın ilk hedefi olmalıdır.
Yapılacak hiçbir şey olmadığında endişe ve kaygılardan kurtulmak gerek; aceleyle giyilen bir ayakkabı bile ters giyilebilir. Acelecilik, sağlıklı, istikrarlı ve isabetli kararlar almanın en büyük düşmanıdır. Seri ve hızlı olmakla acelecilik birbirinden ayrılmalıdır. Acelecilik, ne oldu, ne olacak, çok geç, bir an önce vs.gibi çırpınışlarla başlayan bir devinimdir. Bunların motivasyonuyla başlayan bir eylem, kesinlikle birçok yapılacak doğru işlerin temeline dinamit kor. Hayatın anlamsız, boş uyarıcıların isteği doğrultusunda dinamitlenmesini istemiyorsak, mutalaka sabır mekanizmasının denetimi altında, her eylemi ince eleyip sık dokuduktan sonra tabii gelişimine fırsat tanımalıyız. Yoksa çok kötü bir sonla karşılaşabiliriz. Bu durum, ansızın bastıran bir kışla, köylülerin olgunlaşmamış ham meyveleri koparıp evde bekleterek olgunlaştırırz, yoksa soğuktan donacaklar, başka yapacak şeyimiz yoktur deyipte, tüm meyveleri toplayıp çürütmesi gibidir. Evet, acelecilik hiçbir işte, yöntem olarak kullanılmamalıdır. Acelecilik sadece düzeni bozmaktan başka bir işe yaramaz. F.Bacon’un deyimiyle, düzgün doğru yolda giden bir topal yoldan çıkmış hızlı bir koşucuyu daima geçer. Acelecilik yoldan çıkmış bir koşucunun yürüyüşünden farksızdır. Hedefe varmayı bırak, ilerledikçe hedeften uzaklaşacaktır. Aceleyle başlayan bir düşünce eyleme dönüştüğü zaman dönüşü olmayan bir yola girilmiş olur. Dönüşü olmayan bir yolda yürümektense, sabır ve metanetle bekleyip isabetli kararlar verip, doğru adımlar atmak her zaman en iyisidir. Gecikilmişte olsa, isabetli adımlar atmayı, aceleciliğe her zaman tercih ederiz. Bu yaşadığımız hayatın bizlere bir armağanıdır.
Doğru ve yanlış üzerinde de hiç konuşmayacaksın, bu bizim temel dokumuza ters olsada, yaşadığımız hayattan öğrendiğimiz üçüncü hakikat oldu. Yanlışı görüp, ona müdahale etmeyen bir insan düşünemiyoruz. Ancak insani değerleri ihtiva eden tüm değerlerin parçalandığı bir çağda buna müdahale etmeyi bir ahmaklık olarak görmekteyiz. Yani bu açıklamayı yaparken, iç çelişkileri yaşadığımızı da rahatlıkla söylemem gerek. İnsanca yaşamaktan kastımız, doğruluk, dürüstlük, ahlaklılık, kendini bilmek saygılı olmak, eleştiriyi hoşgörüyle karşılamak gibi değerlerin yaşanmasını vurgulamaktayız. Bu değerlerin içinin boşaltıldığı, ancak kavram olarak herkesin bunların arkasına sığındığı bir ortamda, dönek ve çok kişilikli insanlar çoğunlukta olduğundan, fazla enayi yerine konmayı düşünmediğimiz için böyle bir felsefeyi benimsedik. Bu felsefe, bizim isabetli kararlar almamız ve dönek insanların sermayelerini bitirmek açısından önemlidir.
Evet, çok zor olan bir kararı aldık, gözlemci ve tahlilci yönümüzü yaşatarak, doğru ve yanlış konusunda, yargıda bulunmadan herkese aynı bakıp, bildiğimizi kendi dünyamızda yaşayacağız. Doğrulara layık bir insanlık türediğinde o zaman paylaşım kapılarını açacağız. İdealist insanların mutlaka bir yanda olduğunu biliyoruz. Bu yanda doğrular yanıdır. Ancak orta yolcu, ne şiş ne kebab mantığıyla yaşanılan bir dünyada, insanın düşüncelerini açıklamadan yaşaması gerektiğini savunuyoruz. Düşünceler sesli ifade edilirse, mantıklar ve kararlar zaman zaman dış etkilerin tesiri altında kalıp isabetli davranmayabilir. Onun için bizler sessiz düşünüp doğrular ortaya çıkıncaya kadar, yaşam serüveninin böyle tamamlanmasını öneriyoruz. Bu hakikatler bizim açımızdan bir değer taşımaktadır, umarız insanlarda yaşamlarında bu değerlere önem vererek mantıklı hareket ederler.
Yıl:02.04.2004
Saat:09.10—10.50 Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E. KEKEÇ)

12 Haziran 2008 Perşembe

YARGININ GÖREVİ SORUN ÜRETMEK Mİ?

11.06.2008
Ahmet KEKEÇ - STAR
Her şeye muhalefet edenler (AB’ye, demokratikleşmeye, uzlaşmaya, özgürlüklere, hukuk devletine, serbest piyasa ekonomisine, köprüye, baraja, otoyola, limana, her şeye...) Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminde TBMM’ye kontenjan tanınmasına da muhalefet ediyorlar.
Ne beklenirdi ki?
İdeolojik asabiyetle kalkışan Ahmet Necdet Sezer, ‘Solda Katılım Partisi’ Genel Başkanı Serruh Kaleli’yi ‘üye’ olarak atayabiliyor, ama ‘irade-i milliye’nin tecelli ettiği kurum olan TBMM ‘çeyrek üye’ bile atayamıyor.
Dikkatinizi çekerim; kurtuluş savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyet’i kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçen Meclis’ten söz ediyorum.
TBMM’ye kontenjan tanınmasına karşı çıkanlar (CHP ve bürokratik elit), Anayasa Mahkemesi’nin ‘bağımsız’ bir kuruluş olduğunu, birincil karakteri bağımsızlık olan kuruluşlara siyaset(çi) müdahalesinin yargıyı, özelde Anayasa Mahkemesi’ni siyasallaştıracağını öne sürüyorlardı.
Görünüşte doğru ve haklı bir gerekçe...
Bakalım öyle mi?
Anayasa yargısı organları, ‘mahkeme’ biçiminde örgütlenmişlerdir ama, bildiğimiz anlamda mahkeme değillerdir. Bu kurumlar, devlet tahakkümünü sınırlamanın meşru araçlarıdır; yani kazanılmış hakları ve hukuk devleti güvencelerini devletin (ve kimi zaman çoğunluk iktidarının) muhtemel tecavüzlerinden korurlar; korumaları gerekir.
Demek ki, Anayasa Mahkemesi, yapısı ve işlevi gereği basbayağı ‘politik’ bir
kurummuş.
Peki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının ‘hukuk devleti güvenceleri’ karşısındaki pozisyonu nedir?
Tartışmamız gereken asıl konu bu bence.
Siz ne düşünürsünüz bilmem ama dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bizdeki gibi, olağanüstü yetkilerle donatılmış ve kafasına göre kural ihdas eden yargı kurumlarına rastlayamazsınız.
Nerden bakarsanız bakın, karşımızda, kuruluşuyla, varlığıyla, kimilerine göre aldığı stratejik ve politik kararlarla (parti kapatma davalarını, 367’yi, anayasa değişikliğinin esastan görüşülmesini buna örnek gösterebiliriz) spekülatif ve bazen de ‘sorun üreten’ bir kurum var.
Mustafa Erdoğan hocamın da belirttiği gibi, Türkiye’de hukuk fikri/nosyonu yeterli olmadığı, hukukun ‘haklarla olan bağlantısı unutulduğu ya da yok sayıldığı için, Anayasa Mahkemesi, ‘hukuk devleti güvenceleri’ni hiçe saymak pahasına, kendisinde ‘kural ihdas etme hakkı’ görebilmektedir.
Mesela, bir eski Anayasa Mahkemesi Başkanı (Ahmet Necdet Sezer) öncelikle ‘haklarla ilgili olması gereken başörtüsü meselesinin, Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarına göre çözüme kavuştuğunu söylüyordu.
Bu konuda artık düzenleme yapılamazmış.
Demek ki Anayasa Mahkemesi’nin kararları yerine göre ‘dogma’ hüviyeti de taşıyabiliyormuş.
Bir şeyin (üstelik hukuk devleti güvenceleri kapsamında olması gereken bir şeyin) Anayasa’yla bağdaşıp bağdaşmadığını belirleyecek olan Anayasa Mahkemesi’nin ‘değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ kuralları mıdır?
Bir anayasa yargısı organı, kendisini ‘yasama organı’ yerine koyup kural ihdas edebilir mi? Bu kuralı ‘yerleşik’leştirebilir mi?
Nasıl bir hukuk mantığıdır bu?
Demek ki, Türkiye’deki anayasa yargısı organının hukuk devleti güvenceleri karşısındaki pozisyonu hiç de iç açıcı değilmiş...
Peki, TBMM’nin seçim sürecine dâhil edilmesi bu sorunu çözer mi?
İşin ‘halk iradesi’ boyutunu tartışmayı zül addediyorum.
Elbette üye seçiminde TBMM’ye de kontenjan tanınmalıdır...
Hemen. Şimdi. Hiç vakit geçirmeden!

Ahmet kekeç
star gazetesi

10 Haziran 2008 Salı

YÜREĞİNLE KAL

Yüreğinle kal, benimle ol, aklınla gel! Duygularınla anlat… Dört yanın kuşatılmışsa çıkalım ortalığa, yıldızların altında seyredelim bibirimizi gökkubbe şahit olsun halimize… Ayarlanmış bir bomba gibi birden patlasın gülücükler yanağında. Usulca bir esinti gelsin, derinlerden yüreğime. Seni koklamak, yaksın beni serinliklerde, gözlerindeki retina aydınlatsın karanlıkları, bir kıvılcım doğsun artık geçmişimize. Silgisiz kaldık silmek için geçmişimizi, gözlerin yazsın geleceğimizi gecenin karanlığına!
Sevgi selini oluşturan suların kaynağı senin yüreğinde, o yüreğin saf ve temiz kalsın, doğumdan ölüme her yerde. Acılı haberi vermek için, bir kuş konarsa, bir gün pencerene, kapama gözlerini yalancı haber girmez senin yüreğine. Kor ateş gibi fokur fokur kaynayan o yüreğini, gecenin mehtabında dindirmek benim elimde… Bilirim sevgisiz büyümez yürekte sevgi, bunu anlatırsan duygularınla yüreğime, kucaklarım o zaman seni tüm benliğimle…
Yabancı ülkede bulduk birbirimizi, ondan açıldı yüreklerimizin içi. Ben aklınla gel dedim sana, sen ise benimle ol dedin bana. O gündür bu gündür gönlün kaydı bana, yüreğinle kaldın yanımda.
Yıllarca paylaşamadım yaban ellerde, sevgi ateşi sönmeye vardığında, tutuşturdum kendimi, yapayalnız bir yol ortasında, acıyarak bana sen çıktın karşıma. Dilimden anlayan bir sen vardın, sevginin doruğunda, sevginin bir adının da yabancı ülkede dildaş bulmak olduğunu herhalde önceden biliyordun, o yüreğinle ateşime bir göz attın, İbrahim’in ateşini söndürmek için su taşıyan bir küçük kuş gibi, yüreğinle çırpınıyordun. Yüreğin o gün yandı biliyorum, peki yüreğinin eriyen yağlarıyla yüreğimin yaşadığını biliyor muydun? Bunu ben sana anlatamazdım; ancak gökkubbe halimize şahit olduğunda bunu anladın.
Geceler sana yabancı, gündüzler benden çok uzaktı. İki yürek bir araya gelince, gecenin karanlığı yıldızların ışığında kaldı. O yıldızlar varya biz onlara takılarak geldik bu günlere. Sen onlara ters bakma, yolculuğumuz yıldızlara gebe.
Sen gün doğumuyla başladın hayata, akşamla ettin herşeye elveda. Ondan işte oturmamıştı hayatına denge. Dengede durmak için tutundun ateşime, ateşim çevirdi seni, yeryüzünde ışılarla çizilmiş göğe. O göğün ampulleri patlamayacağına göre, yüreğimizdeki sevgi saçılacak, umut vermek için, karanlıkta kalan herkese…
Bir yürekte çimlenir sevgi, iki yürekte açar çiçek, yaşamak isterse çiçek, iki yürekte açacak tek çiçek. Bu döngüsel denklem değil hiçbir zaman, sadece aklıyla gelen, yüreğiyle kalan insanlara bir armağan.
Ey sevgi pınarıyla yüreğini besleyen! Kuşatılmışlıklar içinde, beceremedik yaşamayı, çünkü oyun bilmeyiz biz, oyundur bu hayattaki sevgi, sürekli değişmekte aktörleri ve seyircileri. Ondan işte Gökkubbe bizi hep izledi, o ne sahte ne de dalavereci, seyircimiz çok şerefli, o sever korumasını ve sır saklamasını, varsa bir derdimiz sadece ona anlatılmalı, diğerleri yalan, ne anlam ifade eder gerisi…

yı:07.04.2004
Saat:10.50–11.50
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E.KEKEÇ)

GELECEK GÜNLERE MERHABA

Layık olmayanları cömertce ödüllendiriyor ve cezalandırılmaya layık olmayanları da şiddetle cezalandırıyorsan, o zaman başka insanlara git gide kendini beğenme ve gücenme fırsatı verirsin.
İnsanın doğasında yanlış yapma özelliği vardır, bu da insanın eksik bir varlık olduğunu gösterir. Ancak insan eksik olsa dahi attığı her adımı iyi bir değerlendirmeden sonra uygulamaya koymalıdır. Uygulamalar eksik ya da yanlış anlayışlara göre biçimlenirse, orada yanlışın arkası kesilmeyecektir. Bu yanlışlar grafiğinin hergün daha fazla yaygınlaşmasını ve kökleşmesini önlemek için, teorik düzeydeyken bunların önüne geçmek gerekir.
İnsan, doğasında bulunan bu eksikliklerini tamamlayamazsa, yanlış uygulamalarıyla, ayağı altında dolaşan herşeyi tozpembe gösteren dalkavukların ve içten içe yıkıldığı için sürekli içini kinle dolduran insanların sayısını arttıracaktır. Dalkavuklar her ortamda layık olmadıkları imkânlarla ödüllendirilmektedir, dalkavukların layık olmadıkları bu ödüller, ödüllendireni zamanla yiyip bitirecek, dalkavuklarıda bulunmaları gerekmeyen yerlere taşıyacaktır. Bu süreç böyle devam ederse, kesin çizgilerle bibirinden ayrılmış düşman topluluklar ve bireyler türeyecektir. Bu yanlış uygulamaların doğurduğu hastalıklar, toplumsal birlik, beraberlik, saygı, sevgi ve hoşgörü gibi, toplumsal harcı oluşturan değerlerin temelini dinamitleyecektir. Görüyormuyuz yanlış bir eylemin doğuracağı olumsuz sonuçları…
İnsan haklarına ve hukuka saygılı, son derece hoşgörülü yürekleri mangal gibi geniş olan insanlar bu tarz tuzaklara asla düşmezler. Şayet yanlışlıkla böyle bir cereyana kapılmışlarsa, onu hemen telafi ederler ve yanlış anlaşıldıkları insanlara özrü bir borç bilirler. Çünkü onların özür dilemesi onları alçaltmaz özür dilemek onların büyüklüklerini ve yüceliklerini daha bir pekiştirir. İnsanların yeteneklerine ve başarılarına bağlı, onları ödüllendirmeyi hayat felsefesi edinmiş her bir şahıs, kurum ve kuruluşlar gelecekteki yerlerini fazlasıyla doldururlar. Ancak ispiyoncu, dalkavuk biçok kimlik ve kişilikleri bünyesine rahatlıkla sindirmiş olanlara özel bir ayrıcalık tanıyıp, onlara bol kesesinden cömertce aktaran kişi, kurum ve kuruluşlar, kendi elleriyle yavaş yavaş kendilerini ölüme mahkûm ederler.
İnsan olmak algılama bozukluklarından kurtulmayı gerektirir. Ancak insani değerlerin erazyona uğradığı kafalar bir türlü sağlam bir algılama düzeyine erişemezler. Çünkü onların yaşamı hep bir karışıklık içinde geçtiğinden, karmaşık ve ne olduğu belli olmayan kişilerden hoşlanırlar. Algılama düzeyi düşük olanlar görev aldıkları kişi ve kurumlara karşı daima alçalmanın zirvesinde bulunduklarından, sorumluluk yükledikleri kişileri de kendi kişilikleri, içinde görmek isterler. Yani onlar bir olayı kişiyi ve nesneyi algılarken, onları oldukları gibi değil, kendi bulundukları konuma göre algılarlar. Durum böyle olunca, evrensel ve nesnel değerlere kavuşamayacaklarından birgün mutlaka yok olacaklardır. Bizim bu karaktere sahip kişi ve kurumlara âcizane tavsiyemiz, ne olursanız olunuz, gelin insan olmanın gerekleri ne ise onları çekinmeden uygulayalım…
İnsan olmak deyince biyolojik açıdan insana benzeme anlaşılmamalıdır. İnsanlık, biyolojik insana anlam kazandırma ve onu yönlendirmeden uzak, nesnel iradenin kontrolüne teslim etmektir. Nesnel bakıştan yoksun, kendisi için oluşturulan dar çerçeveden olaylara bakan kişiler, İnsanlık ekranında yaşamlarını görüntülemekten mahrum kalacaklardır. Zamanla bu mahrumiyet onları, insanlık açısından daha da fakirleştirecek, fakirleştikçe uygulamalardaki yanlışların ve kötülüklerin artmasını da beraberinde getirecektir. Böylesi ortamlarda, hergün inim inim inleyen insanlar ve bu insanlara yapılan muameleyi gönülden kutlayan dalkavuklar olmak üzere iki farklı grup oluşacaktır. Bu iki farklı fraksiyonun oluşmasındaki temel neden, algılama ile uygulamalardaki bayağı ve sıradanlıktır. Bayağılık çok kötü bir hastalıktır. Bu hastalık, psikolojik ve toplumsal uzantıları olan mikroplardan oluşmaktadır. Bu mikroplardan insan hayatı arındırılmadığı sürece, toplumsal dokunun temelini oluşturan güven unsuru zamanla bunlar tarafından kemirilerek tüketilecektir. Güven probleminin oluştuğu dönemlerde de her türlü hastalığa rastlamak mümkündür. Bibirine güvenmeyen daima gizli kapaklı imaların yapıldığı ortamlar, kuşku, tedirginlik sadizim çok kişiliklilik, ihanet ve dalkavukluk gibi birçok virüsün kökleşmesine ve büyümesine katkıda bulunur.
İşte insan olmak, tüm bu saydığımız olumsuz oluşumlara herhangi bir kapı aralamadan, herzaman ve her ortamda pozitif enerji yayarak yaşamaktır. Gerçi tüm yaşamları negatif ortamlarda aşağılanarak geçmiş olanlar, bu pozitif değerleri anlamakta ve algılamakta güçlük çeker. Eski beyni sıfırlayıp yerine yeni değerleri koyabilecekler, kaybedecek hiçbirşeyi olmadığına inanan yiğit erlerdir. Yiğitlerin postuna, her an postu kaptırabilirim korkularıyla yaşayan, basit bayağı kişilerin oturduğu bir dönemde, tabiki pozitif enerjiyle beyinleri kuşatmak kolay olmayacaktır.
Evet, konumuzun başına döndüğümüzde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Basit sıradan algılama bozukluğu olan, bildiği ve uyguladığı önceki yaşadıklarından başkası olmayan, sıradan hayatları çok seven, etrafı çakallarca sarılan ve çakalların nağmeli ulumalarından zevk alanların dışında, hiçbir aklıbaşında, erdemli kişilerin, bu tarz uygulamalarla tarihe kötü örnek olduklarını ve olacaklarını söylemek mümkün değildir.
İyi yürekli algılamaları sade, nesnellik hayatlarının en önemli ilkesi, insanları mutlu görmek zevkleri olan kişiler, her zaman adil davranmakarı geretiğini bilirler. Onlar için adil olmayan davranışlar ile adil olanlar; layık olmadıkları halde bazı yerleri işgal eden basit varlıklarla, hak ettikleri halde hak ettikleri yerde olmayan insanlar, kesinlikle bibirinden ayıklanmalıdır. Onlar, taşlar içinde elmasın çok farklı olduğunu bilirler. Bu insanlar layık olmayanları cömertce ödüllendirerek kötü olan eylemlerin bir gelenek olarak kökleşmesine asla fırsat vermezler. Çünkü onlar bilirki, kötü bir geleneğe öncülük etmek kadar berbat bir şey olamaz. Cezalandırılmaması gerekeni de şidetle cezalandırmez, aksine onları ödüllendirirler. Çünkü iyi bir eylem ödüllendirildiği zaman pekişir ve kök salar. O halde kökleşmesi istenilen bir eylemi ödüllendirmek onlar için hayatın en zevkli yanıdır.
Şunu hiç unutmamak gerekirki, kişi yaşadığını öğrenir. Yanlış yaşayanlar yanlış uygulama yapar. Doğru yaşayanlar doğru uygulama yapar. Yanlışların doğruları gölgelediği bir dönemde, doğruların kurumaması dileğiyle, herkesi layık olduğu yerde görmek umuduyla; gelecek günlere merhaba diyorum…



Yıl:20.05.2004
Saat:17.30—18.10
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E.KEKEÇ)

8 Haziran 2008 Pazar

ADALETİN ÇİÇEĞİ HALKIN İÇİNDE AÇAR

İnsan bir kayık, yüreklerde su gibidir. Su kayığı taşıyabilir ve aynı zamanda alabora edebilir. Sular kayığa uygun davranırsa kayık yüzer, sular kayığa aykırı davranırsa kayık batar. Bu yüzden bir lider insanların yüreğini kazandığı zaman, varlığını sürdürür ve toplum gelişir. İnsanların yüreklerini kaybeden bir lider de terk edilir.
Milyonlarca insana hükmeden yöneticiler, devletin zirvesinde bulunsalar da, yürek devletini kuramamışlarsa, mutlaka bir gün gideceklerdir. Yürek devleti deyip geçmemek gerekir. İnsanı tanımayan dertlerine ortak olmayan, halkı uyanıkken kendisi uyuyan, halkın karnı açlıktan ağrırken, onların ağrısını kendisi gibi çok yemekten kaynaklandığını zannedenler yürek devletini kuramazlar. Yüreklerde kurulmayan devletin harcına çimento katılmamıştır, yıkılması çok kolaydır. Yıkıldığında etrafı toz duman sarar, yıkılan enkazın altında da yöneticiler kalır. O enkazdan kurtulup doğrulmak kolay olmadığı için yöneticilere yürek devletini kurmalarını öneririz.
Yürekleri fetih edilmemiş bir halk, haşin dalgalar gibidir. Haşin dalgalar arasında denizde yüzeceğini zannedenler sadece aldanmaktadır. Bu dalgalar bir anda üzerindeki cismi tersine çevirebilir, halkta böyledir. Bir anda vezir olanı rezil, rezil olanı vezir eder. Tüm yolların kavşak noktası yürektir. Yüreklerde inkılâp yapamayanlar gayrimeşru çocuklar gibi meşruluklarına bir türlü kavuşamazlar. Halkın desteğinden yoksun kurallarla halkı emrine alanlar sanmasınlar ki, halk onları severek isteklerine uyuyor. O eylemler uyuyor görünmek içindir. Bu durum bazı akarsuların göletlerinde oluşan girdaplar gibidir. İnsan o gölleri durgun sanıp yüzmek için bir atladığında, girdaplar arasında döne döne can verir. Halkların girdabı, akarsuların girdabından daha çetindir. Orada boğulanlar belki kurtulabilir, ama halkın girdabına yakalananlar, kendileriyle birlikte birçoklarını da götürürler. O halde yürek devletinden başka çare var mıdır?
Kaybedecek bir şeyi kalmamış insanlardan korkmak gerekir, çünkü onlar korkunun tüm çemberlerini atlamışlardır. Bu çemberleri tek tek geçmiş bir halk buldozer gibi önüne geçen her şeyi ezer ve geçer. Zaten devrimler, halkların korkuyu yendiği yerde başlar. Hayatlarını ve makamlarını halklara borçlu olanlar gözlerini ve kulaklarını dört açmaları gerekir. Gerçeklere gözlerini kapayan, Doğrulara kulaklarını tıkayanlar, buldozerlerin altında ezildiklerinde birçok şeyi anlarlar, ancak çok geç olur. Biz zamanı durdurarak haykırıyoruz! Yürek devletinin temelini atalım diye sizleri çağırıyoruz; enkazın altında kalırsanız Vallah’i dönüp sizlere bakmayız…
Korkuyla yaşamak kadar kötü bir şey var mıdır? Yürek devletini kuramayanlar hep korkuyla yaşamaya mahkûmdur. Korkunun var mı ecele faydası o halde kendinizi kandırmanın anlamı nedir?
Halkla birlikte yaşamayıp halk gibi görünenler kendilerini aldatmaktadır. Halk kimin kendinden bir parça olduğunu çok iyi bilir, bunu bilmeyenler sadece korkunun esiri olmuş yöneticilerdir. Yöneticilik makamının rehavetine dalmış olanlar, tedirgin yaşamaya mahkûmdur. Her an nereden bir tehlike geleceğini düşünerek, her tehlike noktasına bir koruma koyarak, korumalarla örülü bir alanda halktan uzakta halkla olduğuna inanır. Ne kadar da(!) halkın içinde buna sadece kendisi inanır. Böyle bir makam, halkın yüreğine nasıl hükmedebilir. Bilmezki hiç, ormanda bir ağaç devrileceği zaman çakallar etrafına toplanır. Çakalların koro tutarak ulumaları, ağacın devrilmesine engel değildir. Şunu unutmamak gerekir ki, çakalların her dönemdeki uluması bitmeyecektir. Çakallar ancak çakallıklarını yapar çünkü onlar korkunun hayvanlarıdır.
Kökü ve yaşaması toprağa bağlı bir ağacın, topraktan kopuk yaşaması nasıl ki mümkün değilse, hayatı halka bağlı olanlarda halktan kopuk yaşayamazlar. Halktan kopuk yaşayan yöneticilerin etrafını bir grup mutlu azınlık kuşatır, yöneticilerde zanneder ki halk budur; oysa onlar halkın dışında kalanlardır. Nutuklar halka atılırken dayanacak yer halkın dışındakiler olursa, orada mutlak uluyan çakallar mevcuttur. Hangi coğrafyada olursa olsun, bu tarz uygulamalar karanlık geleceklere gebedir. Karanlık ortamlarda kimin eli kimin cebinde belli olmadığından ilk gidecekler başta olanlardır. Başta olanların gerçekten baş olması gerekir. Çünkü baş tüm sorumlulukları sırtında taşır, rahatsızlık durumlarında ilk düşünmeye başlayan nasıl ki baş ise, toplumun başında bulunanlarda gerçekten baş olmak zorundadır. Baş olan yöneticilerin egemenliği altındaki halk mutlu, çalışkan, yeniliklere açık; yöneticilerde bilge ve adildir. Adaletin güneşiyle tüm yürekler erir, eriyen yüreklerde bir sevgi çiçeği filizlenir, o çiçek büyüdükçe, adil yöneticinin sevgisi tüm gönüllerde tomurcuklanır. Sevginin tomurcuklandığı bir dünyada yaşamak umuduyla, çıkıyoruz taa bulutlara… Halkın gönlünde taht kurmuş yöneticilerin tahtında bir çay yudumlamaya…


Yıl:27.3.2004
Saat:17.40—18.50
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst.
(E.KEKEÇ)

3 Haziran 2008 Salı

KENDİNE GÜVENLE BAŞLAR HER ŞEY

Savunma yenilginin başlangıcıdır, daima taarruzda olmak gerekir. Güven ortamında taarruz başlar. O halde her insanın kendine güvenmesi şarttır. Güvensiz bir insanın yaşadığı ortamda tüm ampuller patlamıştır. Kendine güven ise olunmazlıkları başarır ve yeni aydınlatma araçlarıyla kendine bir aydınlık yaratır. Her iş bir güvenle başlar, güvenini yitirmiş insan, üzerine yıkılmış bir enkazın ağırlığından bir türlü ayağa kalkamaz. Ayaklarının bağı çözülmüş, üzerindeki ağırlıkları atmak için ellerinde dermen kalmamış bir insandan ne beklenebilir. Bu insana bir yardım eli uzansa da, ayağa kalkacak enerjisi kalmadığı için, gelen yardımları da boşa tüketir. Ama güveni tam, cesaretinden bir şey eksiltmemiş insan, tüm karanlıkları aydınlatacak ışığın kendisinde olduğuna inanır. Bu inançla sarıldığı her işten başarıyla çıkar. Çünkü güveninden bir şey kaybetmeyen bu insan liderlik enerjisinden beslenir. Liderlik enerjisi her şartta ve ortamda kolay bulunmayan bir enerjidir. Liderler, her olayın detaylı bir analizini yaptıktan sonra, ilerisi için güvenli projeler yaparlar. Bu projeyi uygulamak için, diğer insanların da yeteneklerini kullanırlar. Ancak her işin mutlaka kendi tekellerinde olmasını istemezler. Liderlerin kendilerine güveni tamdır, onlar yolda tek kalsalar da mutlaka yürümeyi becerirler. Onlar önceliklerinden asla taviz vermezler.
Evet, lider olmak için güven şarttır, kendine güvenen insan sonuçlara göre bir öncelik belirlemez. Onun öncelikleri bellidir, onlardan asla taviz vermez. Önceliklerini besleyici unsurlarla destekler bu takviye güçlerin zamanla nitelik ve nicelik yönünden geliştirilmesi, insanın önceliklerinden uzaklaşması anlamına gelmez. Belirlenen bu önceliklerin önüne hiçbir değer geçemez ve de daha önemli olmaz. Liderler, hedef olarak belirledikleri önceliklerinin yerine, yeni değişen duruma göre sürekli başkalarını koyuyorlarsa orada hiçbir zaman devamlı olan bir öncelik olmayacaktır. Liderlerin lider olmasının koşullarından biri de eylemlerinin disiplinli ve sürekli olmasıdır. Önceliklerin sürekliliği yok olduğunda, sıradan bayağı insanlardan oluşmuş lider kostümündeki insanlar ortalığı doldurur.
Güvenini tamamlamış, toplumsal seviyenin üzerinde yürüyen insan kendisi için sorumluluk alır ve kendi geleceğini yaratır. Sorumluluktan kaçan hiçbir sorunun çözümünde bulunmayı istemeyen, daima problemin bir parçası olarak kalacaktır. Oysa güvenin zirvesinde yürüyen, sokakta yola bir taş düşmüş olsa bile onun mutlaka kaldırılması gerektiğine inanır. Bir evden çığlık yükseldiğinde, o çığlığın sebeplerinde kendisinin bir payı olacağını düşünür. Her işin altında bir olumsuzluk bulunuyorsa o sorumsuzluğun sebeplerinde, kendi rollerini oynamamış olmasının büyük bir payı olacağını bilerek hareket eder. Kişisel güven geleceği yaratacak enerjiyi de barındırır. Gelecek düşlemesinde kendi dışındaki insanların rollerinin önceliğini düşünmez. Önceliği kendi rollerini oynamaya bağlar. Kendine biçtiği sorumluluğun belirlediği rolleri, herkesten daha iyi oynamasını bilir. Endişe ve kaygılardan uzaktır; çünkü güvenle her adımını atmaktadır. Ne istediğini çok iyi bilir. Ne istediğini, ne yapacağını bilen insandan başka, kendine güveni sınırsız bir başka varlık var mıdır? Ancak beklentilerini ne yapması gerektiğini bilmeyen, sorumluluktan kaçan, seyirci olmayı marifet bilen kişilerin lakırdıdan başka yapacakları bir şey yoktur.
Oysa güveni tam olan insan, ne istediğini çok iyi bildiğinden, hedeflerinin sonuçlarını da daima kafasında canlı tutarak değerlendirir. O,sonuçların götürecekleri ile getirecekleri arasındaki denklemi kurarken, hangi tarafın daha baskın olduğunu bilerek yeni formülerle besleyicileri arttırmayı dener. Bu kişiler eylemlerindeki ve düşüncelerindeki eksik kalan boşlukları başkalarının doldurmasına ve denetlemesine fırsat vermezler. Çünkü onlar bir başkasının kendisine yapması gerekenleri hatırlatmasını ve eylemlerini denetlemesini zilletten sayarlar. Dış kaynaklı mekanizmanın insan üzerindeki dejenerasyonunu yakından tanıdıkları için, kaderlerini bir başkasının egemenliğine bırakmazlar. Onlar hep yaratıcılıktan yanadırlar. Kişisel becerilerine ve beynin üretici faaliyetlerine öncelik verirler. Büyük düşünürler, fikirlerin kritiğini yapmak en büyük hobileridir. Kişileri ve olayları ısıtıp yeniden konuşmak onları alçaltır. Çünkü onlar büyük kafalardır. Etrafa negatif enerji ve ışın göndermezler. İkna kabiliyetleri çok yüksektir. Olayları, kişileri ve nesneleri olduğu gibi algılar ve onların durumuna göre davranırlar. Ondan dolayı fazla stres ve endişeleri barındırmazlar…
Güvenin doruğunda yürümeyi ve kalmayı becermek kolay değil, ancak yapılan işlerle desteklenirse bu güven her gün çoğalacak, çoğalan güven enerjiye dönüşüp etrafa yayılacaktır. Bu enerji pozitif enerjidir, ancak pozitif enerji yayanlar her şeyin olumsuz yanlarından çok olumlu yanlarını görürler.Kendileri olumlu ve güven dolu olduklarından,etrafdan hep bu yönde elektrik alırlar,insanlarla kolay elektriklenme yaşarlar.Bu elektriklenme ,etkileşim,duygusal birlik ve hayatı daha renkli kılma gibi sonuçlara götürür.Böylece insan hem kendisini hem de dışındakileri severek yaratıcı ve üretici enerjisini daha iyi kullanmaya başlar.Oysa güvenden yoksun kişiler,olayları ve kişileri olduğu gibi değil bulunduğu gibi algılar, çünkü her şeye negatif bakar.Etrafına hep negatif enerji ve ışın gönderir.İletişim kurmakta zorlanır,kolay kolay kimse bunlardan elektrik almaz; birleştirmekten çok parçalamaya yatkınlar.Herkesi kendisi gibi görür çünkü içi kuşku ve güvensiz olduğu için,herkesi böyle görmeye mahkum olur.
İşte güvensiz insanların çoğaldığı bir çağda, kendine güvenen, karanlıkları bir ışık gibi delecek, herkesle barışık, içi tertemiz sorumluluk isteyen, üretimi hedefleyen ve geleceğini kimsenin denetimine bırakmayacak lider insanları çoğaltmak gerek. Çünkü bu insanların çoğalması insanlığı ve üretimi geliştirecek, öyleyse bu günün karanlıklarını yarına aktarmamak için, aydınlık ve güvenilir bir yaşamı oluşturmak zorundayız…

Yıl:01.04.2004
Saat:09.10–10.00
Kadıköy(F.B.Merkezi)İst
(E.KEKEÇ)

AYDINLANMIŞ DÜŞÜNÜRLER DİYARI

Gençlerin enerjileri iradelerinden daha fazlaysa, küçük insan olurlar. İradeleri enerjilerine egemense yüce dürüst insan olurlar. Enerjileri ile iradeleri eşitse, aydınlanmış düşünürler olurlar.
Enerji, insanı harekete geçiren potansiyel güçtür. Bu potansiyel güç, belirlenen bir hedefe yönlendirilmezse, her yönü bir hedef olarak seçer. Yöneldiği bu alanları aşındırarak gider. Aşındırdığı her nokta, insandan bir özellik götürür. İnsanı değerleri kaybolmaya başlayan birey, belli bir zaman sonra, yozlaşmış olmuş basit sıradan bir varlığa dönüşür. İnsanın bu basitlikten kurtulmasının yolu, sahip olduğu enerjisini iradeye tabi kılmasıdır. Enerjisini iradenin kontrolüne vermekle bireylerin işi bitmemektedir. Bu hiç olmaktan basit sıradan bir varlık olmaktan kurtulmanın ilk yoludur. Ancak ideal insan olmak için irade ile enerji arasındaki ilişkiyi dengelemek gerekir. Bu denge kurulduğu zaman, ne ıslah laboratuarlarına ihtiyaç duyulur, ne de dürüstlük abidesi kurmak isteyenlere fırsat tanınır.
Enerji fazlalığı insanda sorun olduğu gibi, birçok farklı alanda da problem yaratır. Örneğin fazla elektrik akımının yol açacağı zararları önlemek için nasıl ki topraklama hatları çekiliyorsa, insanın topraklama hatı da olmalıdır. Bu hat enerjiyi yok etme çabaları değildir. Bu hat olsa olsa, insandaki enerjiyi doğru yöntemlerle doğru bir alana kan alize etmedir. Baskı altına alma da dengeleme hatı olamaz. Bu durum, bireyin fazla enerjisini istem dışı bilinçaltına biriktirme operasyonudur. Bu operasyon başarıya götürecek bir çalışma değildir. Çünkü insan, zamanla bilinçaltına birikmiş olan fazla enerjinin kullanılan kobayları durumuna gelebilir. İnsanı bu düzeye alçaltmadan bilinçli eylem adamı haline getirmeliyiz. Evet, bilinçaltına atılmış olan her bastırılmış güdü bir tehlike oluşturur. Cezayir bağımsızlık savaşında Fransız askerlerince, anne ve babası gözlerinin önünde doğranarak öldürülen, yedi yaşındaki Cezayirli küçük çocuğun, klinikte psikiyatrisi Frantz Fanonun, oğlum büyüdüğüne ne olmak istiyorsun sorusuna, bir Fransız askerini kıtır kıtır doğrayarak yok etmek istiyorum cevabı var olan enerjinin bilinçaltında depolanmasın bir yansımasıdır. Bu örnekte olduğu gibi bilinçaltında birikmiş enerjiler, bastırılarak ıslah edilmiş olmaz. Bu enerjiler her zaman için patlamaya hazır bir volkan gibidir. Bizim amacımız insanlarda ne böyle volkanlar oluşturulmasına izin vermek ne de zamanı, patlayan volkanları söndürmeye harcamaktır. Bilinçaltını geçiştirmeyelim, bilinçaltının yönlendirmesiyle yaşayan insanlara nerdeyse dünya miras kalacak. Şayet böyle patolojik ıslah yöntemlerini tasvip etmiyorsak, problemleri iyi algılayıp, problemin çözümüne uygun denklemi uygulayalım, yoksa yanılgılarımız günbegün çoğalacak. Gençlik deyince enerji aklımıza gelmekte, ancak gençliği bir elektrik trafosu gibi algılamamak gerekir. Çünkü trafo sadece gelen enerjiyi dağıtır. Gençliğin enerjisi büyüklerin istediği gibi dağıtılır ya da bastırılırsa orada enerji kaybı ve kaçağı olur. Biz gençliğim doğru algılanmasını istiyoruz. Hedefsiz bir gemide yolcu olmasını ya da öylesine denize açılmış bir kayığın küreklerini çekmesini istemiyoruz. Biz gençleri seviyoruz, çünkü onlar bir ağacın dallarının ucunda açan çiçekler gibidir, meyveye dönüşüp olgunlaşmadan, kimsenin onları koparmasını ve yok etmesini istemiyoruz. Onlar geleceğin meyvelerinin oluşması için sağlıklı korunması gereken tohumlar gibidir. Tohumları tuzlayarak kavurup bir sonraki yıllar için sakladığını söyleyenler bizleri kandırmaya çalışmasın!
Evet, aydınlık gelecekler, gençliğin enerjisinin doğru bir alana aktarılmasıyla gelecektir. Yoksa aydınlık gelecek yerine, karanlık geçmiş gelecekte bizi kuşatır. Geçmişin vakti dolmuş yöntemlerini, hayatın dışına bırakmanın zamanı çoktan gelmiştir. Biz geçmişi karalama ve onların yaptıklarının tümünün yanlış olduğunu vurgulamıyoruz. Onların basit sıradan yöntemlerinin bir değişim geçirmesi gerektiğini söylüyoruz. Çünkü biz geçmişin tecrübelerine ve birikimlerine saygılıyız. Hatta onların bir kiremit parçasında gördüklerini, gençlerin aynada bile göremeyeceğini iddia edenlerdeniz; ancak yanlış uygulamalarla aktif enerjiyi pasifleştirdiklerini ya da yok ettiklerini söylüyoruz.
Evet, enerjiyi doğru kullanmanın tam zamanı, bu işi yapacaklar büyüklerdir. Gençliğin enerjisini, Güneş ışınlarıyla bağlantı kurarak açıklarsak; bir ortama Güneş ışınlarının girmesini engelleyen duvarlar ve engelleyiciler varsa o ortam ile güneş arasındaki engelleri kaldırmak bizim görevimizdir. Güneşe müdahale etmek ve onu yönlendirmek bizi aşar. Gençliğin enerjisi de böyledir, doğru hedef ile gençlik arasındaki engelleri kaldırıp gerisini onlara bırakmak gerekir. Bu durum bilinçli seçimleri ortaya çıkarır. Seçimlerini bilerek yapanlar, enerjilerini iradelerinin baskısı altına alıp pasifsize etmezler. Bu davranış dürüstlük olabilir, ancak dünyayı imar etmek için dürüstlük tek başına yeterli değildir. Bu dürüstlüğün anlam kazanabilmesi için, adını varlık sahnesine silinmez harflerle kaydettirmesi ve bir çekim merkezi haline gelmesi gerekir. Bunun yolu da irade ile enerjinin eşitlenip bir denge profilini andırmasıdır.
Enerji dengelendiği zaman anlam kazanır. Yani enerji ile irade eşitlenirse istenilen hedeflere çabuk varılır. Enerji ile iradeyi bir nehrin yatağı ile yatağın taşıdığı suya benzetirsek, suyun yatağı alabildiğine geniş ve çukurlarla dolu ise, yataktaki su kaybolur ve varacağı yere geç ulaşır. Böylece hızını da yitirir. Şayet yataktan daha çok su olursa, sel baskını şeklinde hem etrafını parçalar, hem de etrafına alabildiğine zarar verir. Ancak yatak ve yatağın suyu eşit olursa, birçok araziyi sular insanlar ve diğer canlılar ondan yararlanır. Enerji ve iradede böyledir. Enerji su gibidir irade yatağıyla eşitlenip dengelenmezse etrafa zarar verir yapıcı olmaktan çok yıkıcı olur. İrade çok baskı kurarsa, bu defa da bilinçaltı birikmesi ve patlaması yaşanabilir. O zaman yapılacak iş, eşitliği ve dengeyi yakalamaktır. Bu denge yakalandığında her şey daha bir güzelleşecektir.
Aydınlanmış düşünürler diyarına bizimle birlikte bir yolculuk yapmak istiyorsanız, fazla enerjiyi irade hatıyla azaltıp denge kuralım. Bu denge kurulduğunda kendimizi, Güneşin hiç batmadığı aydınlar diyarında buluruz…
Yıl:30.03.2004
Saat:18.10---19.15
Kadıköy(F:B:merkezi)/İst.
(E. KEKEÇ)